Canlı canlı derisini yüzeceğim onun. Evet hem de canlı canlı! Üç kişi çullandı bozkurdun üstüne. Yere yatırdılar. Ayaklarını bağladıkları ipler kazıklara geçirip yere çaktılar. Adam özenle kesti kuyruğunu bozkurdun ve yavaş yavaş deriyi soymaya başladı. Elleri birden kana bulandı. Bozkurt sesini çıkarmak şöyle dursun, gözlerini bile kırpmadı, sanki o işkence ona değil başkasına yapılıyordu. Adam daha bir hırsla asıldı deriye. (s. 110)
Üç yavrusu öldürülen ve tek yavrusunu kurtarmak için köye giren Bozkurt tuzağa düşürülerek yakalanır. Canlı canlı derisi yüzülen Bozkurt, yapılan bu işkenceye “gözlerini bile kırpmaz.” Asalet simgesi kurdun bu duruşu karşısında adamın ağzından şu cümleler dökülür; “şuna bak! Sesini bile çıkartmıyor neden acaba? Bu acıya nasıl dayanıyor. Şimdi bunun yerinde bir köpek olsaydı feryadı çoktan basmıştı” (s. 110). İnsanoğlunun ne kadar acımasız olabileceğini anlatan yukarıdaki alıntı merhamet duygusundan yoksun çoban adamın vahşi bir içgüdüyle nasıl canavarlaştığının göstergesidir. Kasımbekov’un Kırılan Kılıç romanının önemli karakterlerinden Alımbek Datka’yı akla getirir. Alımbek Datka da eşi Kurmancan Datka’nın cesaretlendirmesiyle saraya döner ve öldürülür. Alımbek Datka’nın ölümü göze alarak gözünü kırpmadan ölüme yürümesi ile bozkurdun yavrularını kurtarmak için ölüme yürümesi arasında metinlerarası anlam ilgisi sezilir.
İşkence karşısında kurttan bir inilti bile duyamaması karşısında çılgına dönen çoban adam, daha da acımasız bir şekilde deriye asılır; “adam Bozkurt’un gözlerinde bir yaş damlası görebilmek umuduyla olanca gücüyle soyar deriyi. Bozkurt ise, mağrurluğundan ödün vermez, her zamanki gururlu görünüşünü değiştirmez. Artık iyice açığa çıkan iç organları çalışır, adeta onun hâlâ canlı olduğunu simgeliyordu” (s. 111). İnsanoğlunun yıkıcılığının sınırı olmadığını ve erdemlerinden ne kadar uzaklaştığının göstergesi olan yukarıdaki alıntıdan da anlaşıldığı gibi “insan doğuştan kötü ve yıkıcıdır.”125 İçinde var olan şiddet dürtüsüyle kurdu ve soyunu yok eden öteki/leşmiş çoban, insani duygularından uzaklaşarak bir tirana dönüşür. Şiddet dürtüsü insanın içinde doğuştan varolan ve sadece çıkacağı günü bekleyen bir yok etme arzusunun bastırılmış halidir. Kendi doğasına yabancılaşan insan da yok etme içgüdüsüyle etrafına zarar verir. Çoban adamın yok etme içgüdüsü onun kendine yabancılaşması sonucu ortaya çıkan bir kişilik yitiminin görüntüsüdür. Bozkurdun hayatını sona erdirmesi yanında eşini ve yavrularını yok ederek soyunu tüketir.
Çoban adamın bozkurdun soyunu tüketme arzusu simgesel anlamda değerlendirilebilir. Türk halkları üzerinde uygulanan siyasi politikalar ve belleğin tahrip edilerek düşüncelere geçirilen ideolojik şire, Türk soyunu yok etme isteğinin göstergesidir. Adım adım yürütülen işgal ve Ruslaştırma anlayışı ile Sovyetler döneminde yapılan uygulamalar, Türk halkını özünden/kökünden uzaklaştırma anlayışındandır. Bu anlayışla eğitim sistemi değiştirilmiş, Rusça ilköğretimden itibaren zorunlu sayılmış, tabela isimlerinden, sokak isimlerine varıncaya kadar Rusça birincil konuma yükselmiştir. Bir halkın köleleştirilmek istenmesinde önemli bir adım olan dil yozlaşmasına uğrayan Kırgız halkı üzerinde yıllarca sürecek bir kimliksizleştirme siyasetinin ilk tohumları bu dönemde atılır. Bunun dışında okullarda Rusça ile birlikte Rus kültürünün/edebiyatının öncelikli olarak öğretilmesi ve komünist ideolojiye uygun gençlerin yetiştirilmesi Ruslaştırma anlayışının göstergesidir.
2.3.2. İzleksel Kurgu
2.3.2.1. Mankurtlaştırma/Ötekileştirme
Öyküde, yazarın üzerinde ısrarla durduğu en önemli izlek mankurtlaştırma/ ötekileştirme, kavramıdır. Mankurt kavramının ilk çıkış noktası Manas destanıdır.126Ancak kavramı hikâyeleştirerek dünya litarütürüne kazandıran Cengiz Aytmatov olmuştur.127 Aytmatov, aslını inkâr eden duygusuzlaşan, robotlaşan bireyler için “mankurt” kavramını kullanır.
Mankurtlaştırma, bireyin kendilik değerlerini yitirmesi ve ontolojik olarak bireyin varoluşsal boşluğa düşmesidir. Bu düşüş bireyin, kendine içinde yaşadığı toplumun değerlerine yabancılaşma şeklinde görülür. Mankurtlaşma, bireyin farkında olmadan girdiği bir yok oluş süreci iken, mankurtlaştırma bilinçli yapılan bir değersizleştirme ve belleğin tahrip edilme sürecidir. Kuz Başındaki Avcının Çığlığı kitabının “Yüzyılların Gölgesindeki Suç” adlı bölümünde, Muhtar Şahanov’un sorusuna Aytmatov’un verdiği cevap “mankurtlaştırma”nın bilinçli yürütülen ideolojik bir köleleştirme projesi olduğunu gösterir; “totaliter sistem zamanında bütün topluma, onun içinde senin de benim de, hepimizin aklına, fikrine, anlayışına ideolojik şire kondu. Bu, bir rejime körü körüne bağlayıp, kelepçelemek amacıyla yapılmıştı.”128 Aytmatov gibi devrinin kimlik silme sürecinin yakından tanığı olan Tölögön Kasımbekov da bu öyküsünde kurdu bir sembol olarak kullanır. Kurdun köpekleştirilmek istenmesiyle129 Türk Cumhuriyetleri halklarının köleleştirilmek istenmesi paralel bir seyir izler. Sovyetler Birliği tarafından, Türk halklarının dilleri, inançları ve tarihsellikleri bakımından değerlerinden koparılmak istenmiş, bilinçli olarak belleğin tahrip edilmesi amaçlanmıştır. Kendi tarihine yabancılaştırılan Kırgız halkının inançları düşünceleri yasaklanmış, bir halkın millilikle bağları koparılmak istenmiştir. Sadece Kırgızlar arasında değil evrensel kültürel bir miras olan Kırgızların Manas destanı da bu anlayışla yıllarca basılmayı beklemiştir.
Öykü simgesel olarak okunduğunda kurdun “köpekleştirilmek” istenerek aslından uzaklaştırılması ve evcilleştirilmek istenmesi aynı anlayışın ürünüdür. Çobanın, kurt yavrularını ininden kaçırarak onların kurtluk duygularını yok etmek istemesi bunun göstergesidir. Yazar-anlatıcı, çoban adamın bu düşüncesini iç monologla şu şekilde anlatır;
Ne yapacaksın bunları? diye sordu yavrulara acıyan gönlünden gelen bir ses. “onları köpeğe dönüştüreceğim.” Diye karşılık verdi başka, soğuk bir ses. “Kurt hiçbir zaman köpek olamaz ama.” Diye karşılık verdi gönül sesi. Soğuk ses kahkaha patlatıp “burada yaşayacaklar, masamın artıklarıyla beslenecekler, annelerinin sütüyle verdiği kurtluk duygusunu kaybedecekler. Böylece köpeğe dönüşecekler” dedi. (s. 95)
Kurtluk duygusunun yok edilmek istenmesi, aslında kurdu yok etme sürecinin ilk safhasıdır. Amaç kurdun belleğini tahrip ederek onu aslından uzaklaştırmaktır. Mankurtlaştırma da bu şekilde kişinin adını bilemeyecek duruma getiren bilinçli yürütülen bir unutturma sürecidir. Kişi içinde yaşadığı toplumun geleneklerine, değerlerine yabancılaşacak; böylece ideolojinin emirlerini yerine getirecek bir kuklaya dönüşecektir. Evrensel bir tehdit olan kukla insanlar, kimliksiz havarilerden farksız olarak efendilerinin sözünden çıkmayan robotlara dönüşürler. Kasımbekov’un anlatılarında, özellikle üzerinde durduğu yozlaşmış kişiler de böyle bir robotlaşmayı deneyimlerler.
Gerçeğin kurgusu olan roman ve öykü gibi anlatı türleri içinde yaşadığı toplumu yansıtıcı biçimde anlatılırlar. Kasımbekov da gerek romanları gerekse öykülerinde ele aldığı karakterleri gerçek hayattan seçmiş, olayları genellikle yaşanmış ya da yaşanabilirlikler üzerine kurmuştur. Yazar, “Bozkurt” öyküsünde ele aldığı “köpekleştirme” anlayışı ile halkının “Ruslaştırılma” süreci arasında anlamsal bağ kurar. Kendi değerlerinden koparılmak istenen Kırgız halkı yıllarca varoluş mücadelesi verir. Ölümle-yaşam arasındaki ince çizgide hayata tutunmaya çalışan insanlar, Rejimin kendilerine çizdiği sınırlara sıkışarak, özlerinden uzaklaştırılırlar. Ötekileşme de böyle bir kopuş sonucunda ortaya çıkar.
Ötekileşen, kendilik değerlerinden yoksun bir havari olan çoban da, kurtları ötekileştirmek, asıllarından uzaklaştırmak ister. Öykünün birçok yerinde de bu isteğini iç monologlarla dile getirir; “size avlu köpeği adını veriyorum. Bundan sonra benim evimi koruyacaksınız.” dedi adam içindeki soğuk sesin verdiği karardan memnun halde. İçi yiyecek dolu leğeni kurt yavrularının önüne koydu. “alın, yiyin şunları yaşamak istiyorsanız. Ha, ha, ha” (s. 102) Tiranlaşan çoban adam, totaliter rejimlerdeki şiddet dürtüsünün arketipsel görüngüsü olarak öyküde işlenir. Kurt yavrularını aslından uzaklaştırmak yani köpekleştirmek isteyen çoban adam, onlara işkence ederek itaat ettirmeye çalışır. Totaliter rejimlerin, özellikle Sovyet Rusya’nın Türk halkları üzerindeki ötekileştirme anlayışı çoban adamın davranışlarıyla benzerlik gösterir. Gücü temsil eden çoban adam savunmasız yavruları inlerinden kaçırarak onları yok etmek için önce asıllarından uzaklaştırmak yani kurtluk duygularını yok etmek ister. Sovyet Rusya’nın Türk halklarının alfabe ve dilini ideolojik baskı altına alarak onları kölerinden koparmak ister. Asıllarından uzaklaştırılmak istenen Kırgız halkı da diğer Türk halkları gibi kimliksizleştirme siyasetine maruz kalır. Yaşanan her türlü ideolojik baskı ve robotlaştırma anlayışı Kırgız halkını tarihselliklerinden uzaklaştırarak Türklük duygularının yok edilmek istenmesindendir. Türklük duygusunun yok edilme düşüncesi Sovyetlerin yıllardır yürüttüğü ötekileştirme siyasetinin ürünüdür.
Yazar anlatıcı, tiranlaşan insanlar için kullandığı ifadeler çobanın ve yanındaki köylülerin ötekileştiğini gözler önüne serer. Kuyuya düşen bozkurdun iç monologla konuşturan yazar, “yukarıdaki iki ayaklı vahşilerden kurtulmak neredeyse imkânsızdı artık.” (s. 110) söylemiyle insanoğlunun değerlerini yitiren bir vahşiye nasıl dönüştüğünü anlatır. Çobanın kurdu köpekleştirerek onun asaletini, geçmişteki kurtluk duygusunu yok etme isteği, diğer figüratif karakterlerin sözlerinde de görülür; “kurdu ehlileştiremezsin. Vursak şunu daha iyi olurdu.” dedi biri. “Hayır. İşte şuradaki kancık gibi af dileteceğim ona. Şu itten bir farkının olmadığını kanıtlayacağım.” (s. 110) dedi adam. Ancak öykü boyunca asaletin simgesi olan bozkurt, Türk halkları gibi asimile edilmek istense de ölüm anında bile direncini, kurtluk duygusunu, cesaretini kaybetmez. Canlı canlı derisi yüzülerek ölüme terk edilen bozkurt, ötekileştirmeye karşı dik durmanın sembolü olmuştur; “(…) deriyi nerdeyse soymuşlar sadece burun kısmı kalmıştı. Adama bozkurdun gözyaşını görememenin verdiği öfkeyle bütün gücüyle çekti deriyi. Bozkurt yine en ufak bir inilti sesi çıkarmamış, gururunu yitirmemişti. (s. 111) Canlı canlı bir hayvanın derisini yüzecek kadar vahşileşen çoban ve yanındaki yozlaşmış tipler toplumsal bir körleşmenin öne sürümüdür. Hayvanın gözünden bir damla yaş gelmesi için hızla deriye asılan çoban adam, zamanın ötekileşen havarilerden bir farkı olmadığı izlenimi verir. İçindeki şiddet dürtüsünü saldırganca “yıkıma uğratma amacı taşıyan”130 hareketlere döken çoban adam, kurdun yaşamını sonlandırarak kendi insani erdemlerinin yıkımını da hazırlar. Çünkü insan ancak insani öze uygun davranışlar sergileyerek anlamlı bir hayat yaşar. Kendisiyle ve çevresiyle çatışma içinde olan insanlar hayatlarını cehenneme dönüştürürler.
Mankurtlaştırılma sürecinde belleği tahrip edilerek çeşitli işkencelere maruz kalan birey, yok oluş sürecinde kendilik değerlerinden uzaklaşır. Ancak öyküde bozkurt bu süreçte, yenilmemiş, köpekleştirilmek istense de aslından uzaklaşmayarak dik duruşla ölümü tercih etmiştir. Toplumlar ideolojik baskı altında kaldıkları anlarda ya kitlesel bir uyanışla buna karşı koyar ya da boyun eğerek yok oluşlarını hızlandırırlar. Bozkurt da kurtluk duygusunun yok edilmek istenmesi karşısında duruşunu değiştirmemiş, yazarın söyleyişiyle “gururunu yitirmemiştir.” (s. 111) Bozkurdun kurtluk duygusundan uzaklaşmaması ile Türk kimliğinin korunması arasında ilgi kurulabilir. Sovyetler tarafından her türlü baskı ve zulme uğrayan Türk hakları da, yaşadıkları kimliksizleştirme siyasetine yıllarca dayanmış, “Türk” kimliğini kaybetme korkusunu derinden yaşayarak, ötekileştirmeye maruz kalmışlardır. 1991 yılında tam bağımsız olana kadar ötekileştirilmeye çalışılan Türk hakları, bağımsızlıklarını kazanmalarıyla özlerine/kimliklerine dönmüşlerdir.
2.3.2.2. Yozlaşma/Belleğin Yitimi
Günümüz dünyasında geleneksel yaşam biçiminden kopan birey, içinde yaşadığı topluma yabancılaşarak kaotik bir yok oluş sürecinin içine girer. Yozlaşma olarak tanımlanabilecek bu yıkım sürecinde birey kendisiyle ve çevresiyle çatışma içine girerek evrendeki konumunu kaybetme tehlikesi yaşar. Toplumsal normların dışına çıkan, köklerinden, değerlerinden uzaklaşarak yozlaşan birey; kültürel ve sosyal yaşamın da dışına çıkarak içgüdüsel bir travma yaşar. Bellek yitimi olarak da nitelenebilecek bu süreç, iletişimsizlik, yabancılaşma gibi toplumsal çürümenin de hazırlayıcısıdır. Yozlaşmışlık bir kader değil dönüşümdür. Bu yüzden “yozlaşmışlık değişim ve dönüşümü imkânsız kılacak bir unsur olamaz.”131 Aslına dönmek bireyin elindedir. Kendisine dayatılan hayatı reddeden birey, değerlerine sahip çıkarak sınırların dışına çıkabilir. Yozlaşmanın verdiği körlüğü öteleyerek kendi oluşunu kesinleyebilir.
Tölögön Kasımbekov’un gerek öyküleri gerekse romanlarında en çok üzerinde durduğu konu, toplumsal yaşamın devamını tehlikeye düşüren yozlaşmış kişilerdir. Öyküde yozlaşma izleği, insani değerlerden uzaklaşmış, etik bakımdan bozulmuş çoban ve köylüler aracılığıyla yansıtılır. Kozmosu kaosa çeviren yozlaşmış çoban, bozkurdun soyunun yok edilmesinde etkin rol oynar. Kendilik değerlerine yabancı çoban, öykünün başından sonuna kadar yok edici özelliğiyle, intikam duygusuyla insandan tirana dönüşür. Bozkurdun varlık alanına müdahale eden çoban onu kuyuya hapseder; “(…) insan sesleri yükseldi, ardından gölgeler göründü çukurda. Bozkurt hiç kıpırdamadan duruyordu. “geberdi mi yoksa? güya bize aldırış etmiyor. Kahrolası” (s. 108) bozkurdun düştüğü kuyu onun varlık alanının sonlanacağı ölüm çukurudur. Annelik içgüdüsüyle yavrularını kurtarmak için ölümü göze alan bozkurt, son anlarında bile “asilce” (s. 111) bir duruşla ölümü bekler. Bozkurdun bu dik duruşu içindeki kurtluk duygusuyla ilgilidir. Kırgızlar da General Çernyayev komutasıdaki keşif ekibinin Türkistan’a ilk adımıyla başlayan bir işgal sürecini yaşantılamış, yüzyıldan fazla bir süre özüne yabancılaştırılmaya çalışılmıştır. Ancak yıllar geçtikçe toplumun gelecek tasarımını oluşturan başta bilinçli aydın kesimin çabalarıyla aslına dönmüştür.
Körleşen, tiranlaşan çoban ise insani değerlerinden uzaklaşarak yozlaşır. Onunla birlikte etrafındaki insanlar da değerlerinden uzaklaşmış, bu vahşet karşısında sessiz kalarak vahşete tanıklık etmişlerdir. Canlı canlı derisi yüzülen bozkurdun kanlar içinde kalan bedeni onlar için hiçbir şey ifade etmemektedir; neticede o sadece bir hayvandır; “çıplak kalan bozkurt kendisini izleyen adamların arasında çırpınarak bir daire çizdi. Birden bütün bedeni titredi ve küt diye düştü yere. Tekrar kalmaya niyetlendi, kalkamadı. Kana bulanmış iç organları durdu, bozkurt bir inilti sesi dahi çıkarmadan oracıkta ruhunu teslim etti. (s. 111) Bozkurdun bu trajik ölümü karşısında kimse bir üzüntü duymaz. İnsani değerlerinden uzaklaşarak “kötülük” içgüdüsüyle donanan insanoğlu kendi olmayanı dışlayarak, canavarlaşan bir görünüme kavuşur.
Çoban adamın kurtla olan bu mücadelesi aslında ilk çağ insanının arketipsel görüngüsüdür. İlk çağdan beri insanoğlu vahşi doğanın kucağında hayatta kalmak uğruna vahşi hayvanlarla bir ölüm kalım savaşı içine girer. Bu savaş her iki tür için de tehlikeli bir oyuna dönüşür. Ancak zamanla insanoğlu aklıyla silah yaparak bu savaşta bir adım öne geçer. İnsan böylece “doğadaki etkinliğini ve yaşam alanını daha da genişlet(ir).”132 İnsanın, toplumsallaşmanın öne sürdüğü birlikte yaşama gereği kendi sınırlarını çizmesine yol açmış, ancak insanoğlunun açgözlülüğü ile çizilen sınırlarda kendi türü dışına yaşama hakkı tanımamıştır. Öyküde üzerinde durulan çoban ile kurdun çatışması da böyle bir sınır ihlali sonucu gerçekleşir. Kurt inini basarak anne kurdu öldürüp yavruları kaçıran adam, ilk çağ insanı gibi, “yeniden barbarlığa dönüş”133 sergilemiştir. Bellek yitimi olarak da tanımlanabilecek bu barbarca davranış bireyin değerlerine yabancılaşması sonucu oluşur. Çoban adam gibi çevresindeki köylüler de bir havyanın vahşice yok edilmesi karşısında seyirci kalarak “barbarca” bir duruş segilerler. Bu onların da zihinsel bir bulanıklık içinde olduğunu gösterir.
İnsanoğlu kendi içinde yaşadığı yaşamı yine kendisi yok eder. “Varoluş kaynakları için potansiyel bir tehdit mekanizmasına”134 dönüşen insanoğlu, evrensel bir yıkım gücü konumuna yükselir. Onun bu yıkıcı/tahrip edici tarafından en çok hayatının devamını sağlayan doğal yaşam etkilenir. Kurdun soyunun tükenmesi sadece kurdu değil doğal yaşamın enerjisini de etkiler. Çünkü doğada her şey bir devinim içinde gerçekleşir. Bu devinimin zarar görmesi doğa ile insan arasındaki uyumun da bozulmasına yol açacaktır. Yozlaşma izleği etrafında açımlanan insanoğlunun bellek mekânlarını tahrip etmesi, kültürel değerlerin de kopması anlamına gelir. Böyle bir kopuş nesnel bir yabancılaşmayı doğuracaktır. Nesnel yabancılaşmanın ortaya çıkması geçmiş ile gelecek arasındaki bağın zayıflamasına yol açarak bireyin ontolojik bir boşluğa düşmesine neden olur. İçinde yaşadığı toplumun tarihselliğinden uzaklaşarak değerlerine yabancılaşan insan sadece kendisi için değil bütün toplum için tehdit teşkil eder. Dede Korkut hikâyelerinde anlatılan Tepegöz’ün Oğuz toplumunun başına getirdiği felaket bir çobanın suçudur; ancak onun tecavüz gibi insanlık dışı işlediği günahın toplumu, bütün Oğuz toplumunu derinden sarsar. “Bozkurt” öyküsünde “ötekini” temsil eden Çoban adam da böyle bir yabancılaşmanın içinde niceliksel bir bocalayış yaşar. Onun yaptığı insanlık suçu ve kıyım sadece kendisini değil, bütün toplumu etkileyecek bir yabancılaşmanın ilk adımıdır. Sovyetler Birliği’nin yaptığı köleleştirme anlayışı da sadece Kırgız halkı üzerinde değil, bütün Türk hakları üzerinde yıkıcı/yok edici etkisiyle görülür.
2.4. İnsan Olmak İstiyorum
2.4.1. Öyküde Yapı
2.4.1.1. Öyküde Bakış Açısı ve Anlatıcı
2.4.1.1.1. Ben Bakış Açısı ve Anlatıcı
Kasımbekov’un “İnsan Olmak İstiyorum”135 adlı öyküsü, ben/kahraman anlatıcı ile kaleme alınmıştır. Olayların merkezinde konumlanan “ben”, kurmaca dünyada “olması gerektiği gibi bilgi açısından, sınırlı bilgilere sahiptir”136 ve diğer karakterlerin diyaloglarıyla bilinçlenen, devinimsel bir yapıda aynı zamanda öykünün başkişisidir. “İnsan Olmak İstiyorum” öyküsünün ben/anlatıcısı yani başkişisi, Asılbek (Asıl) adlı bir gençtir. Yazar, bireysel gelişimini sağlayamayan bir gencin hayata tutunma anlarını şimdileştirir.
Kahraman anlatıcı öykünün başında kendilik bilincinden yoksun olarak olayların merkezinde yer alır. O ruhsal kırılma anlarında hayallerine de ket vurmak zorunda kalır. İçsel gerilimin yükseldiği bu anlarda “ben” anlatıcı Asılbek, tinsel olarak dehlizlerde kaybolmuş gibidir; düşüncelerim rüzgârda uçmuş gibiydi, söyleyeceklerim ağzıma geldi ama konuşmadan vedalaştım. Kolhozun faalleri, ilçenin vekilleri ile oturup sohbet edip geçeceğim diye kurduğum hayallerim için pişman oldum.” (H.İOİ.: 47) İş bulma ümidiyle gittiği kolhozdan eli boş dönen Asılbek, değersizlik duygusunun ağırlığı altında ezilmiş, birey olarak önemsizliğinin farkında varmıştır. Mekânın darlaştığı bu karanlık anlar, başkişinin de psikolojik bir yıkım yaşamasına neden olur.
Asılbek’in babası ile olan konuşmaları, Mıktı adında ve hayatını olumsuzlayan arkadaşıyla olan çatışmaları ve Bazıl ile olan farkındalık anları öykünün kırılma noktalarıdır. Birey(sel)leşme yolunda önce farkındalık olgusuyla kendisini tanıyan birey dünyayı anlamlandırma sürecinde kendi oluşunu önceleyerek var oluşunu gerçekleştirebilir. Asılbek de yaşadığı iç çatışmalar ile kendi “ben”inin ayırdına varmış, çevresini ve insanları daha iyi okumaya başlamıştır. Ben ya da diğer bir deyişle kahraman anlatıcı ile kurgulanan öykünün merkezinde de Asılbek’in iç çatışmaları ve çevresiyle yaşadığı gel-gitler yer alır.
Anlatıcı konumundaki Asılbek, öyküde, iç monolog olarak da bilinen bilinç akışı tekniğinden de yararlanır. Bilinç akışı, “iç konuşmanın düzensiz hali” şeklinde başkişinin zihin dağınıklığının dışa vurumdur; “Mıktı’dan nefret ediyorum artık. O şerefsiz ne yaparsa övünür. İçki bile içerse övünür. Üstelik de yalancı, Frunze’deyken137 benim paramı beraber harcamıştık gelirken bakmadan gitti. Kurumuş ekmekle soğuk çay içerek zorla eve ulaştım” (H.İOİ.: 41). Alıntıda geçen “Artık” sözcüğü bir farkedişi, uyanışı belirtir. Hayatında yanlış giden bir arkadaşlık sürecinin farkına varan Asılbek, bu aydınlanma haliyle kendilik değerlerini de öne çıkarmaya başlar. Hayatını sorgulayan eğriyi-doğruyu ayırt edebilecek bir olgunluğa erişen başkişi, kendini hayatın karanlık dehlizlerine hepseden arkadaşından uzaklaşarak kendilik bilincini oluşturur. Bu şekilde varoluşsal özünü kuran Asılbek, kendi oluşunu yine kendi içine yönelerek gerçekleştirir. Çünkü, “varoluş özü gerçeğe çıkaran şeydir.”138 Ontolojik olarak dünyada kendine yer açmaya çalışan Asılbek de özüne dönerek içsel yolculuğa çıkar.
Okumak babasının deyimiyle, “insan olmak” için çıktığı yolda arkadaşı Mıktı’ya uyarak derslere gitmeyen, kötü alışkanlıklar edinen Asılbek, sınavdan başarısız olarak evine döner. Başarısızlık sonucu döndüğü evinde, babasının katı tutumuyla karşısında kendini değersiz hissetmesi, onun hayatının kırılma anlarıdır. Arkadaşının kendine verdiği zararı sorgulamasıyla başlayan insan ol(a)mama sorunsalı, babasının dayattığı mesleği yapmak istememesiyle deneyimsel bir oluş sürecine gider.
2.4.1.2. Öyküde Zaman
“İnsan Olmak İstiyorum” öyküsünde sıradizimsel bir zaman kurgusu vardır. Öyküde vaka zamanı, başkişinin değişim süreci odak noktası olduğu için onun etrafında anlatılır. Vaka zamanı başkişinin evine dönüşüyle başlar; “ben üniversite sınavına giderken buğday daha yeni toplanmaya başlanmıştı, şimdi samanlar tepe tepe yığılmış, ürünler ambardaki yerini almış.” (H.İOİ.: 27) cümlesinden olayların yazın başladığı anlaşılır. Evine döndüğü anda babasının sorgulamalarına maruz kalan Asılbek, okumak için gittiği şehirden başarısızlıkla döner. Okurun kafasında uyanan Asılbek nasıl başarısız oldu? sorusu ben anlatıcının öykü zamanından geriye giderek yaşadığı kötü okul deneyimini anlatmasıyla cevabını bulur.
Öyküde zaman, öyküleme zamanında “mayıs-yaz-sonbahar-ilkbahar-mart” gibi takvimsel ve mevsimsel zaman tanımlamalarıyla belli aralıklarla devam etse de sık sık vaka zamanından geriye dönüşler gözlenir. Ben anlatıcı, ailesine kavuştuktan sonra geriye dönüş tekniği ile üniversitede arkadaşı Mıktı ile yaşadığı deneyimini anlatır; “o zaman Frunzedeydik… Atın nalı düşecek kartalın yorulacağı kadar uzak bir yerde okursak, adam oluruz diye umutla geldik. Üniversitenin hukuk bölümüne dökümanlarımızı teslim ettik. Burayı bitirince hemen iyi bir iş vereceklermiş dedi Mıktı” (H.İOİ.: 29). Kahraman anlatıcı, “o zaman” belirteciyle öyküleme zamanından geriye giderek olayları anlatmaya başlar. Öykünün ana izleğini oluşturan “adam olma” arzusu ile üniversiteye giden iki arkadaşın başarısızlıkla dolu yılları anlatılır.
Öyküde, anlatıcı konumundaki ben, öykü zamanından geriye dönüşlerle öyküyü kurgular. Bu tekniğe artsüremsel öyküleme denir. “Artsüremsel öyküleme, öyküleme zamanı ile öykü zamanı arasında geriye doğru bir aralığın olması durumudur.”139 Ben anlatıcı Asılbek, karakterlerle karşılaştığında bu teknikten yararlanarak karakterler hakkında vaka zamanından geriye dönüşlerle bilgi verir; “evet, Çotur benden iki yaş büyük. Ama yine de arkadaşlar gibiyiz. Bir zamanlar sekizinci sınıfı beraber okumuştuk. Asanbay, Üsönbay adlı iki kardeşi 1941’de savaşta öldü” (H.İOİ.: 36). Yaşamın karanlık anlarına göndermede bulunan kahraman anlatıcı, bunu geriye dönüş tekniği ile gerçekleştirir. İki kardeşini savaşta kaybeden Çotur, zamanın kurucu yönüyle hayattan kopmaz. Zaman, insan psikolojisi üzerindeki dönüştürücü etkisini öykü boyunca hissettirir. Çotur gibi, başkişi Asılbek de zamanla bilinçlilik haliyle kendi “ben”ini keşfeder ve tinsel doğumunu gerçekleştirir.
Anlatıcı ben, öykü boyunca geçmişte yaşadıklarını şimdileştirirken, babası ile yaşadığı çatışma, bir yandan tinsel doğumunu geciktirirken diğer yandan onu içinden çıkılmaz bir karamsarlığa iter. Ben anlatıcı Asılbek’in, kendilik değerlerinden uzaklaştığı bu anlarda babasının sözleri onda derin yaralar açarak zihninde “değersizlik duygusuna”140 dönüşür; “milletin oğullarını görmüyor musun? Sınavı geçiyor, üniversitede okuyor işte hepsi burada. Buzağı veririm diyerek birisinden borç para alıp seni okula göndermiştim ama sen geri gelmişsin. (…) Çokond’un oğlu bile okumuş gelmiş benim yerimi aldı. Ya sen…” (H.İOİ.: 28) sözleri onun kendini değersiz biri olarak görmesine yol açması yanında, hayatının buradalığını sorgulamasına da yol açar. Bu sorgulama Asılbek’in “insan olmak” sadece okuyup bir iş bulmak mı? Yoksa ne istediğini bilerek hayata sağlam adım atmak mı? İkilemi arasında kıyas yapan Asılbek, esas gelecek tasvvurunun kendi istediği mesleği yapmak olduğunun farkına varır.