“Evet, öyle yapmalıyım,” deyip ağır ağır gerilemeye ve sonra da sağ omuzu üstünden yılana baka baka, yılanın yan tarafından hızla geçerek oradan uzaklaşmaya başladı.
Renk! Elbisesinin rengi! Şimdi de sırtındaki elbiselerin rengi, onu korkutmaya başladı. Çocukken ninesinden, kızıl yılanın, bir rengi çok sevdiğini işitmişti. Kızıl yılanın sevdiği o rengi hatırlayamıyordu, acaba hangi renkti? Köyneğine, elbisesine göz gezdirdi:
“Ey Allah’ım, sen bana yardım et! Elbisemde hangi renk yok ki…”diye sızlandı.
Kendini biraz daha kenara çekip arkasına dönerek yılanın durduğu yere doğru baktı. Yılan görünmüyordu. Kuru kangal dallarının kıpırdadığını mı hissetmişti? Kızıl yılan ona hücum mu ediyordu? İçindeki vesvese büyüdü, korkuları arttı. Allah’ım, imdadıma sen yetiş, diyerek uzaklaşmaya çalıştı. Arkasından gelen bir ses duydu, sanki bir şeyler, ona doğru sürünerek geliyordu. Yılan olduğunu düşündü. Farkında olmadan adımları hızlanmıştı. Ancak şimdi dönüp arkasına bakamıyordu. Arkasına bakacak durumda değildi. Sadece kulağını geriye vermiş, gelen sesleri dinliyordu. İleriye doğru olabildiğince hızlı adımlarla giderken, arkasından gelen sese de kulak kesilmişti. Yok, artık ses gelmiyordu, belki de o duymuyordu. Yürüdükçe başmaklarının altında ezilen kuru otların, çorak toprağın kesekleri ezilip hışırdıyordu, başka bir ses, seda yoktu.
Gördüğü yerden hayli uzaklaşsa da, içinde kızıl yılanın korkusu vardı. Öyle bir korkuydu ki, hâlâ ardından sürünerek geliyordu. Önünden seraplar hücum ediyor, arkasından ise korkular geliyor, onu haklamak istiyordu. Ama Kıztamam, kışlakta, obalarında unuttuğu bir haral dolusu yünün, ondan önce obaya varan başka birine kısmet olmaması için var gücüyle ilerliyor, kendi helal malına ulaşmak için acele ediyordu. Vücudunun bütün azaları sızlıyor, bin yerden ses çıkarıyor olsa da hâlâ aklı yerinde, hâlâ kendindeydi.
Kıztamam dünyanın bin bir türlü derdini, kavgasını dile getirip düşüne düşüne, alevin, ateşin içinde yana yana, yolculuğun son deminde ise artık sürüne sürüne, en sonunda kışladıkları yurda; sakinleri bu gün sabahleyin erkenden yaylaya göçmüş olan obanın yakınlarına gelip çatmıştı. Gözlerini tez tez kırparak, gözbebeklerine akan ter damlalarını kovdu. Bütün kışı, ilkbaharı geçirdikleri sığınağı, sığınağın karşı tarafındaki yurt yerini açıkça görüyor, oraya ulaşmak için acele ediyordu. Acaba gördüğü serap mıydı? Serap gözünün önünü kesiyordu. Kıztamam ise şimdi gördüğü o seraba doğru yürüyordu. Gözleri kararıyor, gördükleri: Kışlak, sığınak, yurt yeri… bir anda yok oluyordu.
Evet, görüyordu. Gördüğü oba idi, kendi obaları. Artık tükenmekte olan gücünü son kez toplayıp hareket etti…
…Bu ovanın sakinleri, yayladan obaya, obadan yaylaya göçen ahali ile ticaret yapan, onlarla alış veriş eden Süphan, çoluk çocuğun “univermak” diye isim taktığı demir kasalı kamyonu geniş arazinin tam ortası olduğundan, Kıztamamgilin, yani Bağır dayının evinin yakınına eğlemişti. Süphan, bu obanın sabah erkenden yola düşeceğini dünden biliyordu. Veresiye mal verdiği, mal aldığı adamlardan, parası olanlarla, eline para pul geçenlerle aralarındaki hesabı burada kapatmıştı. Yayladan dönünce koyunlarını, keçilerini iyi bir fiyata satmak ümidi ile göçenlerle ise daha sonra hesaplaşacaktı. Bu obanın ahalisi çalışkan oldukları kadar da hakkı gözeten, sözüne sadık, dürüst adamlar olarak bilinirlerdi. Sorsan, bundan on yıl önceki borçlarını ne zaman alıp ne zaman verdiklerini günü gününe, saati saatine söylerlerdi. Süphan ile bu ahali arasında karşılıklı güven ve itibara dayanan samimi ilişkiler vardı. Birbirlerini sayıp severlerdi.
Süphan birkaç kilometre ötede, kendi köylülerinin yanında yerleştiği obadan sabahleyin erkenden çıkıp bu gün yaylaya göçen obanın yanındaki demir köşküne gelmişti. Kendisi de eşyalarını toparlamalıydı. İki haftadır, birbiri ardınca kafileler halinde yola düşen göçlerin sonuncusu da yarın, yayla yoluna düşecekti. Arkadaki beş altı oba ile, yarın sabah erkenden, o da yola çıkacaktı.
Süphan yapayalnızdı, oba göçmüştü, etraf sessiz, sakindi. Kulağının alıştığı, koyun, kuzu, inek, dana sesi gelmiyordu. Kedi bile miyavlamıyordu. Sıkıldı, buradan gitmek için acele etmeliydi. Hemen toparlanıp götürülmesi gereken küçük parça eşyaları torbaya doldurdu ve demir köşkünün duvarına dayayıp kapının kilidini yerine asıp kilitledi. Birden ne düşündüyse, göçü yola dizilmiş obayı bir daha gezip dolaşmak geldi aklına. Belki de bir kimsenin, aceleyle unuttuğu, yaylaya götüremediği gerekli bir eşya kalmıştır, diye obada ne var, ne yok bir kez daha gözden geçirmek istedi.
Obanın içerisinde dolaşıp etrafı kolaçan etti. Birbirine benzeyen kamıştan yapılmış el yerlerinden birinin açık kapısından içeri baktı, içeride duvara dayalı büyük bir haral gördü. Önce saman veya otla dolu olduğunu, bu nedenle de duvara dayalı olarak bırakıldığını sandı. Yine de emin olmak için haralın içine bakıp yoklamak istedi. Uzunca boyunu azca eğip içeri girdi. Haralı kurcalayıp baktı, haral yün ile doluydu. Kiminse, unutmuştu. Haralı, kapısı, kilidi bile olmayan kamış damda bırakıp gitmek olmazdı, sürüyerek dışarı çıkardı, sürüye sürüye, demir köşküne getirdi, kapıyı açıp içeri yuvarladı. Sonra da tekrar kapıyı kilitledi. “En iyisi buradır, sahibi bulunursa, veririz,” diye söylendi.
Güneş yakıyordu. Haralı sürüdükçe koyun yatağındaki peyinden kalkan tozun keskin kokusu sıcak havaya karışıyor, böylece sıcaklık insanı iki kat yakıyordu. Ara sıra sandalye yerine üstüne oturduğu taşlardan birini, köşkün cılız gölgesine doğru iteleyip orada oturuyordu. Terini silip, nefesini topladı. Acaba bu yün kimin? Kim unutup gitmiş? diye düşünerek bir süre oturdu.
Kulağına bir ses geldi. Sanki birisi ağlıyor ya da inliyordu. Evet! Birisi sızlanıyor, ağlıyordu. Biraz önce, obanın her yerini dolaşmış, her yere bakmıştı. Yoksa birisi obada mı kaldı diye geçirdi içinden, oturduğu yerden kalkıp tekrar obanın içine doğru yollandı. Etrafa göz gezdirdi. Unutulmuş olan yün haralını çıkardığı avlunun açık kalmış kapısının ağzında, iki büklüm olmuş, eğilmiş bir kadın görünüyordu. Acaba kim bu kadın? Yoksa az önce de burdaydı da o mu, görmemişti? Yok, olamaz. İçeriye dikkatle bakmıştı. Ne içeride, ne de çevrede kimse yoktu. Acaba kimdi, buraya nereden, nasıl gelmişti?
Süphan, kamıştan çevrilmiş avluya yaklaşarak seslendi:
“Ay bacı, kimsin, ne yapıyorsun orada?”
Kadın iki büklüm olmuş belini doğrultmaya,avuldan dışarı çıkmaya çalışarak boğuk ve cılız bir sesle:
“Süphan, Süp…han.. gardaş, benim, ben… Yünü unutmuştum, yetişemedim, alıp götürmüşler,” diyebildi.
Süphan Kıztamam’ı hemen tanıdı, biraz daha ileriye, kapının ağzına varıp:
“Ay bacı, bana bak hele, kendini ne güne salmışsın, hele gel, dışarıya çık, boğulursun orada,”dedi. “Korkma, yünü götüren yok, endişe etme, yünü ben aldım ve demir köşke de koydum.”
Kıztamam’ın dizlerine yeni bir derman geldi. Avludan çıkıp ikiye katlanan belini biraz daha doğrultarak karşılık verdi.
“Hee… Süphan gardaş, ne güzel, iyi ki sana rastlamış. Al…lah se… nin bala…nı sak…la…sın,” diyebildi ve ateş gibi yanan, koyun gübresi karışık toz toprağın içine, yere yığıldı. Kadıncağız bayılıp gitmişti. Süphan sağa, sola bakınıyor, ne yapacağını düşünüyordu. Su yok, gölgenecek yer yoktu. Şimdi kadına nasıl yardım etsin, şaşırıp kalmıştı. Gözleri, nisbeten biraz yakında görünen obaya ilişti. “Evet, kadını oraya yetiştireyim, Babullagile,” diyerek Kıztamam’ın yorgun ve baygın bedenini omuzuna alıp hızlı adımlarla yürüdü…
…Bu ovadaki yirmiye yakın obanın her birinde, her zaman saygı duyulan, misafirliği arzulanan, sözü baş üstünde tutulan, herkesin “dayı” dediği, arka obalar olarak bilinen bölgeden gelen Cihangir kişi, bir hayli adamın bir yere toplandığını görüp atını Babulla’nın avlusuna doğru döndürdü. Önceleri önemli görevlerde bulunmuş Cihangir kişi, emekliye ayrıldıktan sonra, kışın ovaya iniyor, yazın dağlar koynundaki köyüne geliyor, yazı kadim köyü Çeşmeli’de geçiriyordu.
Babulla, daha bu sabah buradan geçip giden Cihangir kişinin obaya döndüğünü görünce hemen onu karşıladı. Arkasından gelen oğlu, Cihangir kişinin atının dizgininden yapışıp yere inmesi için üzenginin bir tarafına asıldı ve Cihangir kişi attan indikten sonra, atı taştan yapılmış büyük ahırın yanına çekti, bağladı.
Babulla öne doğru çıkıp hürmetli misafiri karşılayarak: “Hoş geldin, ay gardaş, hoş geldin,” deyip onu evine davet etti.
Cihangir, Babulla kişiye:
“Orada ne oldu? İnsanlar niye toplandılar?” diye, evin önünde toplanan kalabalığı işaret edip parmağı ile gösterdi.
“Bağır’ın obasından Memiş’in karısı, Kıztamam… Bu gün sabah erkenden yaylaya göçmek için yola çıkmışlar.
Cihangir dayı:
“He, Bağırgilin bu gün yola çıktıklarını biliyorum,” dedi.
“Kadın, göç kervanı asfaltı geçtikten sonra, kadim göç yolunun başında, yüklere bakınca bir haral yünün olmadığını farketmiş. Asfalttan bu yana geriye dönmüş, bu kadar yolu, üstelik bu sıcakta tekrar yürümüş. Dükkancı Süphan da onların obasının kenarında, demir köşkünde imiş. Zavallı kadını, baygın vaziyette buraya, bizim obaya kadar o getirmiş. Kadını güneş çarpmış. Şimdi kızlar, gelinler yardım ediyorlar. Yavaş yavaş kendine geliyor,” diye, bildiklerini Cihangir kişiye anlattı Babulla.
Cihangir kişi kaşlarını çatıp, bakışlarını karşıya, kızların, gelinlerin toplandığı yere dikerek:
“Haa, Memiş’in, o akılsızın, beceriksizin karısı,” diyerek göğsünü geçirdi. “Kıztamam aklı başında, iyi kadındır. Memiş’in tüm derdini o çekiyor. Anası Balanaz da yoksul, fakirin biriydi. Balanaz’ın kocası Balaşirin savaşa katıldı, yazık, cepheden geriye dönemedi. Balanaz, beş evladını babasız büyüttü. Gayretli, çilekeş kadındı. Çok becerikliydi, kah çömlekçilik yapardı, kâh gündelikçi olarak ot biçerdi. Ebelik de yapardı, bu civarda pek çok gelinin doğumunu o yaptırdı. Çocuklarını bin bir eziyetle; ancak alın teriyle büyüttü. Kıztamam’ın, kocadan yana bahtı gülmemiş. Ama ne yaparsın, hayat bu!” dedi. Sözüne biraz ara verip sonra da:
“Bari yünler yerinde miymiş? Alıp götüren olmamış mı? Yünü bulmuş mu?” diye sordu.
“Yün, öylece yerinde duruyormuş, Süphan bulmuş. Başkası götürmesin diye demir köşküne koymuş.
Cihangir kişi:
“Ben Kıztamam’ı görmek istiyorum,” dedi. “Bir haral yün için bunca çileye katlanan; ölümüne de olsa bu yola çıkmaya mecbur kalan bu kadını, buraya kadar getiren bir sebep olmalı, onu öğrenmek istiyorum.”
“Ay kişi, sebep ne olacak, fakirliktir. Bir sürü külfet. Bir çocukları da Âli mektepte okuyor. Kocası da akılsızın, beceriksizin biridir. İşi, gücü evde de, dışarda da sebepsiz yere kavga çıkarıp onunla bununla dalaşmaktır. Geçimlerini sağlamakta da zorluk çekiyorlar. Bir haral yün onlara göre büyük zenginliktir,” dedi Ba-bulla.
Cihangir kişi:
“Her ne ise, gidip bakalım, Balanaz hanımın kızı, Kıztamam’ın vaziyeti nicedir,” deyip Babulla’nın ağılına doğru yollandı. Kişiler gelip ağıla ulaşınca kalabalık birden dağıldı, onlara selam verip kenara çekildiler. Önde Cihangir kişi, arkasından da Babulla kişi içeri geçtiler. Tavanı çok da yüksek olmayan, duvarlarında el ile dokunmuş elvan renkli kilimler asılmış uzun odanın yukarı tarafı halı ile döşenmişti. Kıztamam halının üstüne, geriye yaslanarak yan oturmuş, omuzlarını duvarın dibine konmuş yastığa dayamıştı. Tıkanıyor, ağır ağır nefes alıyordu. Kıztamam, deminden beri, yakınan, ah çeken: “Canı boynuna düşen de böyle yapmaz. Bir haral yün için ölüp de mezara girmeye değer mi?” diyen kadınların, aniden susmalarından, bu sessizliği yaratan bir sebebin olduğunu hissetti.
“Geçin, yukarıya geçin, baş köşeye oturun,” diyen seslerden, odaya kişilerin, üstelik hürmetli şahısların dahil olduğunu anladı.
Omuzunu dayadığı yastıktan gücünü toplayarak doğruldu. Gözlerini açıp baktığında, geleni tanıdı:
“Cihangir dayı,” deyip dizleri üstüne kalkmaya çalıştı.
Cihangir kişi Babulla’ya:
“Yok, oturmayacağım,” deyip, odanın yan tarafına geçerek Kıztamam’a doğru döndü:
“Kızım, kalkma, kıpırdama, rahatsız olma sen, otur,” dedi. Birazcık suskunluktan sonra, odaya bir kez daha göz gezdirdi ve:
“Nasılsın, şimdi iyi misin?” diye sordu.
Kıztamam başını sallayarak, iyiyim, der gibi işaret etti.
Babulla kişi:
“Cihangir gardaş, geldiğinde böyle değildi. Şükür Allah’a, şimdi kendine gelmiş. Bakarsınız, biraz sonra kalkıp gitmek; göç kervanına yetişmek isteyecek,” diye neşeyle seslendi.
Cihangir kişi Kıztamam’ı dikkatle süzerek:
“Kızım, niçin böyle yaptın? Sen ki, bu düz ovanın bu mevsimde nasıl olduğunu bilirsin. Bu yerlerin çöl mevsimi başladığını bilmiyor musun? Bu mevsimde buralarda ancak yılanlar dolaşır. Geçim derdi çektiğinizi, fukara bir ömür sürdüğünüzü biliyorum. Ancak kızım, kendini bir haral yün için ateşe köze atmanın, bu duruma düşerek göz göre göre ölüme gitmenin ciddi bir sebebi olsa gerek. Cihangir dayına söyler misin, nedir bu sebep?” diyerek Kıztamam’ın cevabını beklemeye başladı. Kıztamam gözlerini azca yukarı kaldırıp ağır ağır nefes alarak ve biraz da utanıp sıkılarak:
“Cihangir dayı, ben o yünü, kızım Gülgez’e çeyizlik yorgan, döşek döktürmek için toplamıştım. Kızımın ilk kısmetinin kaybolmasını istemedim,” diye göğsünü geçirdi. Başını göğsü üstüne düşürüp bakışlarını meçhul bir noktaya dikti.
Cihangir kişi dalıp gitmişti. Hafızası onu uzaklara, geçip giden yıllara döndürmüştü. Gözlerini odadaki tek pencereden dışarıya, güneş vurdukça tutuşup yanan sahraya dikerek sakince:
“Kısmet, alın yazısıdır kızım. Tanrı Memiş’in kısmetine de seni yazmış. Öyle ya, sen de Memiş’in kısmetisin,” dedi.
Kıztamam başını kaldırmadan, öylece yavaş yavaş devam ederek zayıf bir sesle, kesik, kesik:
“Evet, doğru söylüyorsunuz… Cihangir dayı… Ben Memiş’in yemiyim. Tanrı beni bunun için yaratmış,” diyebildi.
Cihangir kişi iri, ışıklı gözlerine gölge salan, ağı, karasını bastırmış, burma burma, kalın kaşlarını kaldırarak:
“Anasının, uğrunda bu kadar fedakarlık gösterdiği bir kızdan, Tanrı da saadetini esirgemez. Kıztamam, yavrum, üzülme. İnşallah, evlatların mutlu, bahtiyar olur,” dedi. Cihangir kişi, felek rüzgarının soldurup savurduğu bu kadına verdiği tesellinin, bir faydası olup olmadığını görmek için, Kıztamam’a bir daha baktı, baştan ayağa süzdü. Balanaz’ın küçük kızı Kıztamam’ın durumunun zamanla daha da iyiye gittiğini gördü ve dönüp yavaş adımlarla odadan çıktı ve Babulla ile birlikte bahçeye geçtiler. Güneş tam tepeye dikilmişti. Cihangir kişi kenarda duran kamyonu Babulla’ya gösterip:
“Bu çalışıyor mu? Süren var mı,” diye sordu. Babulla:
“Evet çalışıyor, çocuklar sürüyorlar. Şimdi burada değiller, hayvanları Sarvan tarafına sulamaya götürdüler, birazdan gelirler” diye cevap verdi.
Cihangir kişi dört yana ateş püskürten güneşe doğru bakmaya çalışarak:
“Babulla, Kıztamam’ı bu kamyona bindir, yününü de arabaya yükle, çocuklar onu kendi obasına kadar götürsünler. Ben de gideyim, hazırlıklarımı göreyim, sıcaklar yaman düştü. Artık bizim yerlerin ateşte pişen vaktidir, buralarda daha fazla eğlenmek olmaz,” dedi, sonra da Babulla’nın oğlunun yakına çektiği atına binerek: “Geceden, kafile ile yola çıkıyoruz,” deyip vedalaştı. Atını uzaktan görünen tek söğüt ağacının yanındaki düşergeye doğru seğirtti.
****Bu yıl işleri yolunda gitmişti.. Üniversiteyi bitiren Balahan’a, maaşla çalışmaya başladığı rayonda, ev yapması için bir de arsa vermişlerdi. Balahan, askerliğini bitirip gelen kardeşi Arzuman’ı da yanına almış, rayondaki tavuk çiftliğinde işe sokmuştu. İki kardeş el ele verip geçici bir kulübe yaparak orada yaşamaya başlamışlardı. Ancak henüz ikisi de bekardı, yeni kurdukları bu yurda, kadın eli değmediğinden ocağının bereketi yoktu, eşyalar da hiç düzenli değildi. Balahan çalışıp çabalıyor, boş zamanlarında bahçeye inip toprakla uğraşıyor, yeni kurduğu bu yurtta, yeni evinin önüne sonbahardan beri ağaç dikiyor, bahçeyi şenlendiriyordu.
Balahan’ın eli ekmek tutmuştu artık, bir işi vardı ve her ay maaş alıyordu. Balahan nevruz bayramında anası Kıztamam, babası Memiş, bacısı Gülgez ve diğer kardeşlerine yeni elbiseler alıp obaya getirmiş; bütün aile fertlerini yeni baştan giydirmişti. Kız-tamam oğlunun aldığı köyneği giyinip aynada kendine bakınca, sevinçten gözleri yaşarmıştı. Kardeşleri Balahan’a teşekkür etmiş, Gülgez ise ağabeyinin boynuna sarılmıştı. Memiş de oğlunun alıp getirdiği ceketi sırtına giyinmiş, sofranın kenarına, kilimin üstüne oturmuş, çenesini şakırdatarak Balahan’ın getirdiği şekerlerle, kızı Gülgez’in önüne bıraktığı çayından içmeye başlamıştı. Memiş, o gün kimseye çatmamış, kimseyle dalaşmamış, kimseye sövüp saymamıştı. Kendinden hiç beklenmeyecek bir şekilde sessizce oturmuş, kimsenin keyfine soğan doğramamıştı.
....Balahan ilkbaharda, el, oba yaylaya göçerken anası Kıztamam’ı yeni taşındığı evine getirmişti. Kıztamam, sıra ile dizilmiş evlerin arasında, demir torla çeperlenmiş bahçenin kapısından içeri girer girmez eğilerek bahçenin toprağını; duvarları bu yakınlarda sıvanmış tek odalı evin taş duvarını öpmüş, kurduğu bu yeni yurtta oğluna Allah’tan saadet, ocağına bereket, mutluluk dilemişti. Çok sevinmişti, uçmaya bir tek kanadı eksikti. Balahan’ın bu küçük evi, Kıztamam’ın nazarında azametli bir malikane, gösterişli bir saray idi.
Balahan’ın artık kül döktüğü, ocak galadığı bir yurdu, bahçesi vardı. Şimdi kardeşinin de kaygısını çekiyor, onun işini de yoluna koymak için uğraşıyordu. “Biraz daha çalışsın, kendini ispatlasın, Arzuman’a da buralardan bir arsa alacağım,” diyordu. Anası ellerini Allah’ın dergahına doğrultup oğluna kimbilir kaçıncı kez hayır dua ediyordu.
… Oğlunun evine ilk gelişiydi, bu yüzden Kıztamam içinden geçenleri Balahan’a söyledi, onu evlendirmekten söz açtı…
Balahan da küçük odanın köşesindeki elektirikli çaydanlığın fişini pirize takarak:
“Ay ana, otursana,” deyip duvarın dibine, üst üste konulmuş minderlerden birini hemen alıp küçük masanın yanındaki iki sandalyeden birinin üstüne koydu. Sonra da anası Kıztamam’a doğru dönerek:
“Ana, daha erken değil mi? Benim şartlarım henüz uygun değil, evlenmeye imkanım yok. Ben buradayım, siz de kâh ovada, kâh yayladasınız. Köye bir yazın, bir de sonbaharda, aşağı inip yukarı çıkarken iki üç günlüğüne dönüyorsunuz. Arzuman askerlik görevini bitirip geldiğinden beri, bir araya gelip oturup kalkamadık. Hem sen de “evimiz eşiğimiz kötü güne kaldı, çitimiz çeperimiz, çoluğumuz, çocuğumuz dağıldı, gitti” diyordun. Eninde sonunda oraları da mamur edeceğiz, elbette, köyde yaşamak da mümkün ama benim işim buralardadır. Gidip o dağ köyünde ne yapacağım?”
Kıztamam, kendi elleri ile sırıdığı yorgan ve döşeğin serili olduğu tek kişilik, baştarafları tahtalı karyolanın üstündeki örtüyü, körpe çocuğu okşuyormuş gibi sıvazlayarak, karyolanın önüne, yere oturdu. Sırtını karyolaya dayayıp oğluna doğru döndü ve:
“Hele sen de otur oğlum,” dedi. “Bak, işte oraya, o minderi koyduğun yere, geç, otur. He, Balahan, oğul, gel şimdi güzel güzel konuşalım.” Kadın yine gözlerini odanın dört bir yanında dolaştırıp sakince: “Neyin eksik ki? dedi. “Şimdilik burada yaşarsınız, sonra yavaş yavaş büyük bir ev yaparsın inşallah. Hem de ben gelinimi köye, kendi evimize getireceğim. Beş on gün köyde kalıp sonra da buraya taşınırsınız.”
Kıztamam, bakışlarını masanın üstüne dikip bir şey okuyormuş gibi sağ eli ile sofranın saçaklarını oynatan oğlunu bir daha süzüp: “Doğru söylemiyor muyum ay oğul? Böyle daha güzel olmaz mı?” diye sordu.
Balahan konuşmadı. Kıztamam ise bu sohbeti yarım bırakmak istemiyordu:
“Oğlum,” dedi, “Düğün yapmak için paramız pulumuz yok, diye mi çekiniyorsun? İneğimizden, koyunumuzdan üçer beşer satarız, yine yetmez ise borç para buluruz, şimdi herkes öyle yapıyor; borç para alıyorlar, düğünden sonra da ödüyorlar. Biz de öyle yapamaz mıyız, olmaz mı?” diye sordu.
Balahan başını biraz yukarı kaldırıp odanın tek penceresinden bahçeye bakarak:
“Ya düğünde yeteri kadar takı takılmaz ise? Alacaklılar da kapımıza gelir, yakamızdan tutarsa, o zaman ne yapacağız ana?” deyip bir anlığına sustu, sonra da: “O zaman el aleme rezil rüsva oluruz. Varımızı yoğumuzu da satıp borç öderiz, benim yüzümden kuru yerde kalırsınız hepiniz. Yok, ana, sen her zaman “borç kötü şeydir, Allah’ın lanet bayrağıdır,” demiyor muydun? Acele etme, hele biraz daha çalışayım, kardeşim de ufak tefek bir şeyler kazansın, elimizde paramız pulumuz olsun, işte o zaman bu konuyu konuşuruz. Üstelik Gülgez’in isteyenleri var, dünürcü gelmek istiyorlar, diyordun. Öncelikle Gülgez’i düşünmek lazım, önce onu bir gelin edip yeni yuvasına göçürelim, sonra bana da sıra gelir,” deyip ayağa kalktı. Kaynayan çaydanlığın fişini pirizden çekti ve demliği alarak çay demlemeye koyuldu. Balahan’ın, bu mevzuyu burada bitirmek istediği anlaşılıyordu.
Kıztamam ise kolayca teslim olmak, oğlunun isteğine boyun eğmek istemedi. Yeniden söze başladı. Bu işten el çekecek gibi de görünmüyordu.
“Oğlum, o ne biçim söz, nasıl yani? Borca batarız diye mi düşünüyorsun? Öyle mi? Fakirliğimize bakma sen oğul, her oğlunu evlendirenin, kızını gelin edenin düğününe gidip takısını takmışız. Köyde hiç bir düğünden geriye kalmadık. Sen baban Memiş’in bağırıp çağırmasına, ona buna sövmesine bakma. Hatırımızı sayan insanlar, eşimiz, dostumuz çoktur. Korkma, senin düğününe de herkes gelecek, hayli takı takacaklar, iyi de para, pul toplanacak…”
Anası, Balahan’ın tekrar yerine oturmasından cesaret alarak biraz daha yüreklice: “He, eminim ki yeteri kadar para pul toplanacak…” dedi.
Balahan anasına doğru dönüp:
“Peki, babam bu işe ne diyor? Onunla konuşup fikrini öğrendin mi?” diye sordu.
“Elbette, babana da sordum, konuştum onunla. Bu işin olmasını, benden çok baban istiyor, her ikisi de koca adam oldular, daha bekar geziyorlar, diyor. Bazen, birdenbire sinirlenip gül ağzını açıyor: Bu oğlanların yedi sülalesi …, niye evlenmiyorlar? diye sizin ardınızdan söyleniyor. İstiyor oğlum, senin evlenmeni o da istiyor.”
Kıztamam oğlunun dikkatle kendisini dinlediğini görüp:
“Kaldı ki, Gülgez… Onu gelin etmeye ne var? Onun için kendini üzme sen, yıllardır ekmeğimizden aşımızdan kesip onun çeyizini hazırladım.Yorganının döşeğinin yüzüne varıncaya; iğneden tut, ipliğe kadar her şeyi, her şeyi hazır Gülgez’in. Borç harç da olsa, bütün çeyizini tamam etmişim…”
Balahan: “Ağız yokladılar, Gülgez’in dünürcüleri gelmek istiyorlar, diyordun, ne oldu?” diye bacısının durumunu detaylıca öğrenmek istedi.
Kıztamam ayağa kalkıp çay doldurmak isteyen oğluna: “Dur, çayı ben doldururum,” dedi ve kendinden emin konuştu: “Anan ölsün, benim için eziyet çekme. Zaten yemeğini kendin pişiriyorsun, elbiselerini kendin yıkıyorsun… Evlendireceğim seni, bu yaz mutlaka evlendireceğim.”
“Ana, bırak ben sana hizmet edeyim, sen burada misafirsin. Gelelim, yemek pişirmek, elbise yıkamak işine… Bunlar sandığın kadar zor değil, öğrencilik yıllarımda her işin üstesinden gelmeyi öğrendim, sen hiç endişe etme,”dedi, anasını yormak istemedi, çayı kendi doldurdu ve kardeşinin durumunu sordu yeniden.
“He, Gülgez’in dünürcüleri ne zaman gelecek?”
“Oğlum biz şimdi yaylaya göçüyoruz. Ben birkaç gün yukarıya, yaylaya çıkmayacağım. Bir müddet daha köyde kalacağım. Evi barkı, kapıyı bacayı silip süpüreceğim. Gülgez’in bu meselesini bacılarımla da bir konuşacağım. Dünürcü gelenler kendi adamlarımız, tanıdıklarımızdır, buna söz yok ama yine de bacılarıma bir danışacağım. Dünürcüler, kaç yıldır ova köylerine göçmüş olsalar da, bizimle ilişkilerini hiç kesmediler. Buradan biraz daha ötede komşu rayonda oturuyorlar,” Kıztamam, dünürlerinin kim olduğunu iyice anlaşılması için oğluna ip ucu verdi. “Şehre yakındır, evlerini, eşiklerini sen de görmüştün. Geçen yıl, hele bu işlerin sözü sohbeti ortada yokken, biz pazardan geliyorduk, onlara doğru dönmüştük, hatırladın mı? Kendin de görmüştün yaşadıkları yeri, bizi de çok iyi karşılamışlardı, canı gönülden hürmet etmişler, ağırlamışlardı, çok sevecen bir aileydi. Kasım da senin gibi okumuş, işi gücü var. Çalışkan, sessiz, sakin, tertemiz oğlandır, diyorlar. “
Balahan başı ile tasdikleyip: “He, biliyorum, iyi oğlana benziyordu,” dedi, sonra da: “Ana, peki bunlar, yani bu Yakuplular, niye bize bu kadar yakınlık gösteriyorlar? Ta çocukluk yıllarımdan hatırlıyorum, biz ovaya iner inmez gelip bizi ararlar, bulurlardı. Yakup dayının kardeşi, damadımız olmak isteyen Kasım’ın amcası Yusuf dayı da öyle! Anaları Gevher hala nasıl da samimi, sevimli bir kadın idi. Garip bir huyu vardı. Sepetle bize hediye getirirdi. Giderken de “sepetim nerde” diye sorardı hep.
“Evet oğlum, onlar her zaman bizi arayıp sordular, hatırımızı saydılar. Her yıl biz kışlağa indiğimizde bizi ziyarete gelirlerdi. Ne yazık ki, Gevher hala çok erken rahmetli oldu. Allah onun ömrünü evlatlarının ömrüne eklesin… Yaşadıkları şehir de ömrümüzün heder olup geçtiği bu Acıdüz’e uzak değil. Bize gelip gidemeseler de tanıdıklardan biri ile haber gönderir, halimizi hatırımızı yine sorarlar. Allah selamını esirgemezler. Eğer unutmadıysan, sana anlatmıştım… Onların babaları ile benim anam Balanaz, akrabadırlar, yakınlığımız var…” diye Kıztamam etraflı bir izahata başladı: “Anam Balanaz’ın babası Çeşmeli’den idi. Balanaz Göğbulak’a, benim babamın köyüne gelin gelmiş. Çeşmeli köyünü kuranlar ise, Yakupluların dedeleriymiş. Yakuplular o zamanların zengin, mal, mülk sahibi adamları sayılırmış. Ova sayılan Beziravan’dan her yıl yaylaya, şimdi bizim gidip geldiğimiz yurt yerlerine çıkarlarmış. Yaylaya gidip gelirken, onlar, yayla ayağında, yolları üzerinde olan Çeşmeli’de eğleşip burayı mamur etmişler, köy kurmuşlar. Dedem, anam Balanaz’ın babası, şimdi bizimle hısım olmak isteyen Yakup’un babası ile amca çocuklarıdır. Beziravan şimdi bile mamur köydür. Yakuplular soylu soplu, asaletli bir ailedir oğlum. Köyde yaşayanları da çoktur, başka şehirlere, rayonlara göçenleri de… Yakup’la kardeşi de göçüp ovanın ortasındaki bu şehre yerleşmişler.