Книга Çaresiz Yolcu - читать онлайн бесплатно, автор Novruz Necefoğlu. Cтраница 3
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Çaresiz Yolcu
Çaresiz Yolcu
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Çaresiz Yolcu

Oğlum, en yakın akrabalar bile, bizden ırak olsun, hatta kardeş kardeşi arayıp sormuyor bu zamanda. İyi insanlardır onlar. Sağ olsunlar, bizi hiç unutmuyorlar…” Kıztamam, sözlerine ara verdi. Sonra, sanki gözleri yol çekti.

Balahan, anasının çehresine aniden bir kederin konduğunu hissetti. Derin bir düşünceye dalan Kıztamam’ı bu kederden ayırmak için:

“Ana, çayını içmedin soğuttun, yeni bir çay doldurayım mı, diyerek yerinden kalktı, gelip anasının önündeki bardağı aldı ve kapıya doğru gitti. Kapıyı açıp soğumuş çayı dışarı döktü. Bardağı kapının ağzında, duvardaki muslukta yıkayıp tekrar içeri geçti. Elektrikli çaydanlıktaki sıcak çaydan, anasının bardağına çay doldurdu ve önüne koydu: “Ana, bunu da soğutma ha, iç,” deyip önceki yerine oturdu.

Anasının konuştukları, şimdi Balahan’ı da o yerlere döndürmüştü.

…Çeşmeli. Evet… Çeşmeli köyünden olan o lale yanaklı, orta boylu kız… Yüreği şiddetle dövünmeye başladı. Bedenine bir sıcaklık yayıldı, yüzünün kızaracağını ve bunu anasının da hissedeceğinden çekinip halini anasına belli etmemek için kendini meşğul gibi göstermek istedi. Kalkıp kendisine de çay doldurdu, küçük masanın üstüne koyup tekrar yerine oturdu. Oğlunun bu telaşlı, tedirgin hareketleri, Kıztamam’ın gözünden kaçmadı…

…Yaratılmışların içinde analardan daha hassas bir mahluk var mı? Olabilir mi? Kıztamam’ın içine bir ışık doğdu. Balahan’ın kendisine hele daha çok soru soracağını, çok şeyi öğrenip bilmek isteyeceğini hissetti, içinden güldü, dudaklarına zarif bir tebessüm kondu, çehresi nurlandı. Anasının yüzünden, Balahan’ın demin sezdiği o gölge yok olmuş, çekilip gitmişti…

Kıztamam’ın yüreği atlanmıştı. O, oğlunun yeni doldurup önüne koyduğu çayı keyifle içip, oğlunun soracaklarını beklemeden konuşmasına kaldığı yerden devam etti:

“Oğlum, Balahan, Yakuplularla bizi birbirimize bağlayan şey, onların bizimle olan iyi münasebetlerinin sebebi, sadece dedelerimiz arasındaki kan ve akrabalık bağları değil ha…”

“Yani, akrabalıktan daha önemli bir mesele var, öyle mi?” diye Balahan sordu.

“Var, oğlum, var, şimdi sana bir olay anlatacağım, sen bunu ilk defa duyuyorsun, iyi dinle…”

“…Anamın, yani ninen Balanaz’ın elinden her iş gelirdi. Hamile kadınlar, onun yardımıyla kurtulurlardı, anam, bu işte çok tecrübeliydi, işini çok iyi bilirdi. Şimdi o işi okumuş ebeler yapıyor. Köylerde, çocuk doğururken ölen kadınlar pek çoktu o yıllarda. Anam ise maharetliydi. Bizim ellerde böyle bir kural da vardı ki, bu köyde elinden iş gelen, işi bilen biri varsa, onun üstüne başka köylerden kimseyi davet etmezlerdi. Çünki o zamanlar her köyün kendi hekimi, dülgeri, çömlekçisi, daha ne bileyim neyi vardı. O köyün tabibi kendisi beceremeyeceği bir iş olursa, bunu filan köyden filankes yapar, onu çağırın derdi. Ya da hasta sahibi, sözü geçen bir adam ise, kendisi karar verir, başka köyden adam çağırırdı…”

Balahan da anasına koşulup:

“Eh, bizim köylerin de yazılı olmayan böyle “özel kanunları” o kadar çok ki…” dedi. “Üstelik bu kanunlar çok yerinde, çok güzel,” diye ilave etti.

O olay, şöyle olmuş…

… Abosat iki gündür başını eve sokamıyordu. Bahçede geziyor, çevreyi dört dolanıyor, gezdiği yerleri bir daha gezip arada kendini mahalleye, köyün içine vuruyor, tekrar dönüp eve geliyor, deli gibi fırlanıyordu. İçeriden: “Öldüm, ay ana!” diye feryat figan koparan karısının çığlıklarından, karısına yardım etmek isteyen kadınların meşveret kurup birbirlerinin sözünü kese kese konuşmalarından korkuyor, adeta ödü patlıyordu. Karısı ikinci çocuğunu dünyaya getirecekti. Gevher ise inliyor, bir türlü doğurup kurtulamıyordu. Köydeki kadınlara doğum yaptıran ebe, Çolak Balahanım’ın verdiği talimatlarla, akrabaların, konu komşu kadınların yerine getirmediği bir şey kalmamıştı. Gevher ise kavrulup yanıyor, elekten saca geçiyor, yükünü yere koyamıyordu.

Balahanım, geçen akşam hamile kadının sancıları şiddetlenince, bacısı Sekine’yi Abosat’ın yanına, bahçeye gönderip: “Tüfek atsın, kurşun sesinin faydası olur,” demişti. Abosat da on altılık av çiftesini çekip, namluyu havaya doğrultarak üç kez ateş etmiş ama hiçbir faydası olmamıştı.

Akşam oluyor, gökyüzü kararıyordu. Gevher ise sancılandıkça bağırıyor, ancak çocuğunu dünyaya getiremiyordu. Yardım için toplanıp gelen kadınların sayısı da artmıştı. Bu kez de Balahanım’ın maslahatı ile Gevher’i palazın arasına koyan dört kadın, yarım saattir hamile kadını palaz ile yerden kaldırmış yayık gibi sallıyorlardı. Çolak Balahanım’ın sürekli: “Zorla Gevher, zorla!” demesinden, Abosat’ın etleri didikleniyor, vücudunu soğuk terler basıyordu. Nereye gidecekti, kime başvuracaktı? Bilmiyordu. Oradan uzaklaşmaya da içi elvermiyordu. Sevimli oğlu Yakup’un anasından, hayat yoldaşı olan ve ona ikinci evladını bahşetmek isteyen karısından uzaklaşamıyordu. Arada bir, birileri ile yüksek sesle konuşuyor, öksürüyor, bir şekilde, yakınlarda olduğunu karısına bildirmek istiyordu. Yardıma gelen bu kadar “ak pürçekli”nin içinde, edebsizlik edip de ne Gevher onu çağırarak: “Abosat yardım et, ölüyorum,” diyebiliyordu, ne de Abosat sevgili karısına: “Karıcığım, buradayım, yanındayım, dayan, her şey daha güzel olacak,” deyip teselli, verebiliyordu. Gevher’in durumu, zaman geçtikçe daha kötüye gidiyordu.

Gelininin çektiği azaplardan dolayı evin içinde kendisine yer bulamayan Abosat’ın anası Gülzar, birdenbire Çolak Balahanım’a patladı:

“Ay avrat! İki gündür bizi güvendirip bu evin damına kadar asıp salladın, dolandırdın bizi. Bize yaptırmadığın kalmadı, ne dediysen yaptık! Çocuk debeleniyor, hiç korkmayın, bir şey olmaz, diye diye, bizi iki gündür beklettin. Gelinim elden gidiyor ama sen başka birinin gelip bu işe el atmasının da istemiyorsun. Artık çocuktan geçtim, gelinime bir iş olursa, seni bu köyden göçüreceğim!” diyerek Balahanım’ı tehdit etti, sonra da: “Abosat, nerdesin, gelinim, torunum elden gidiyor oğlum, sür atını Gökbulak’a, yerde mi, gökte mi, neredeyse bul! Balanaz’ı al getir, yetiştir buraya, durma oğlum, haydi, davran,” diye oğluna seslendi.

Anasının bu ani kükreyişinden, Abosat’ın dizleri titremişti. Ağzında dili kurumuştu. Bir kelime dahi etmeden tavlanın önünde duran, direğe bağlı olan ata doğru koştu. Nerdeyse, atı yedeğinde çekerken eğerini vurup aceleyle sıçrayıp ata binerek Gökbulak’a doğru dörtnala sürdü.

…Balanaz çocuklara akşam yemeğini verip sofrayı topladı. Küçük kızı Kifayet tarakla yün elçimliyor, diğer kızlar da ona yardım ediyorlardı. Damın altındaki küçük odanın açık penceresinden, yaklaşmakta olan sonbaharın serin rüzgarı içeri vuruyor, odaya hoş bir koku getiriyordu. Bahçeden gelen telaşlı ve gür ses, birbirleri ile fısıldaşarak konuşan, gülüşen kızların sesini böldü:

“Balanaz hala! Evde misiniz?”

Balanaz, hemen kapıya yönelip dışarı çıktı. Kızlar da pencerenin önüne dizilmiş, sesin geldiği karanlık bahçeye bakıyor, gelenin kim olduğunu öğrenmek için birbirlerini iteliyorlardı. Balanaz attan inip gölge gibi görünen adamı, o karanlıkta tanıdı. Gelen atlı daha ağzını açıp bir kelime dahi etmeden:

“Abosat, sen misin? Hayrola, ne oldu, gecenin bu vaktinde seni hangi rüzgar attı buraya?” diye heyecanla sorup haber aldı. Abosat titrek, heyecanlı aceleci bir sesle:

“Hayırlı akşamlar Balanaz hala,” dedi, “Gevher hastalandı, İki gün, iki geceden beri…” Abosat utandı, sözünü tamamlayamadı, sonra devam etti: “Anam, beni buraya yolladı, Balanaz halan tez yetişsin, dedi…”

Balanaz:

“He, demek vaziyet çetin, olsun… İçeri geçseydin…” Balanaz bunu dedikten sonra Abosat’ın cevabını beklemeden ekledi: “Bekle, torbamı alayım, şimdi geliyorum. Sen de atı döndür,” diyerek, eve geçti. Böyle durumlarda gerekli olan eşyalarını hazır durumda sakladığı pamuktan dokunmuş büyükçe torbasını yokladı. Raftan aldığı bir iki şeyi daha torbaya attı. Kızı Kifayet’e: “Ben gelinceye kadar korkmazsınız değil mi?” dedi, “Uzak bir köye gidiyorum, kardeşiniz de nerdeyse gelir. Siz korkmayın,” diye kızların korkup korkmayacağından emin olmak istedi.

Kızlar hep bir ağızdan:

Neden korkacakmışız ki ay ana, senin gönlün rahat olsun, güle güle git,” deyip analarını kapının ağzına kadar savuşturdular.

“Balanaz hala, gel, ata sen bin,” diyen Abosat’a, şimdiye kadar dünyanın binbir halini, sıcağını, soğuğunu görmüş olan bu kadın:

“Atını önden, yolun ağı ile sür, davran, beni geciktirme,” diye talimat verip hızlı adımlarla bahçeden çıktı.

....Onlar gelip Bezirvan’a ulaştığında, vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Gevher’in yürek dağlayan feryadı, kadınların telaşlı sesleri, daha onlar bahçeye varmadan, uzaktan da duyuluyordu.

Balanaz, avluya girer girmez, hızla evin basamaklarını çıkıp önüne çıkanları hiç umursamadan Gevher’in yattığı odaya geçti. İki gündür, ortalığı velveleye veren kadınların sesi, bağrışmaları, aniden kesildi.

Abosat sadece: “Balanaz, geldiğin yollara; o yollara basan ayaklarına kurban olayım, yavrum elden gidiyor. Gökte Allah, yerde sen, ne edersen et…” diyen anasının sesini, yakarışlarını işitti.

Çok konuşmayı sevmeyen, el arasında “suskun ebe” diye bilinen Balanaz derhal işe koyuldu…

Kulakları seste olan, içerden dışarı taşan her kelimeye kulak kabartan Abosat, Balanaz’ın: “Zavallı gelini o kadar sağa sola sallayıp çırpmışsınız ki, karnındaki çocuk ters dönmüş… Yerimi daraltmayın, biraz kenara çekilin. En iyisi mi, siz eyvana çıkın! Kızım, sen rahat ol, uzan, düz uzan… Yastığı başının altından alın, düz uzansın,” diye buyurucu bir eda ile verdiği talimatları işitiyordu ve yavaş yavaş heyecanı da geçiyordu. Balanaz’ın: “Çabuk olun, sıcak su getirin,” diye emretmesinden sonra iyice rahatlayan Abosat’ın kulağına biraz sonra bebek sesi de geldi. Çocuk sesi! Bu Yusuf’un, şimdilerde Gülgez’i isteyen Kasım’ın emmisinin sesiydi…”

***

…Kıztamam sözlerini tamamlayıp gözlerini oğluna dikti:

“Oğlum, Balahan, Abosat da, anası da, daha hayattayken, Balanaz nineni her gördüklerinde: “Gevher’i de, Yusuf’u de bize gökte Allah, yerde sen verdin.” derlerdi. Gevher rahmetli de son günlerine kadar çocuklarına: “Beni size, Yusuf’u da bana bağışlayan önce Allah, sonra Balanaz halanızdır. Bu kadını, onun çocuklarını asla unutmayın,” derdi. Gülgez daha çocukken, Gevher onu ilk gördüğünden beri: “Sen benim Yakup’umun gelini, Kasım’ımın karısı olacaksın,” diye severdi. Senin de çok sevdiğin o; ak pürçekli, göyçek hanım, çocuklarının kulaklarını bu sözlerle doldurmuştu. Onlara güveniyorum. İtibarlı insanlardır. Köye varır varmaz haber göndereceğim. Bizden haber bekliyorlar, gelip Gülgez’i istesinler, kızın sözünü alsınlar…”

Kıztamam, Gülgez ile ilgili sözlerini tamamlayıp ayağa kalktı, odanın bir ucundan bir ucuna gidip gelerek volta attı. Sonra pencerenin önüne geçip bahçeye, oğlunun diktiği fidanlara baktı: “Burada, ovada ağaçlar tez büyüyor, bir iki yıl sonra meyvelerini yersiniz inşallah,” dedi ve arkasını dönüp önceki yerine oturdu. Sırtını karyolanın tahtasına dayayıp geriye yaslandı. Sanki ağrıyan sırtının kemiklerini ezmek, kuluncunu kırıp ağrılarını dindirmek istiyordu. Oğluna doğru döndü:

“Balahan, çay sıcak mı? Bir bardak daha içerim…” dedi.

Balahan: “Evet, çay sıcak ana, hemen doldurayım,” dedi ve anasının bardağına sıcak çay doldurup getirdi.

“Otur, oğlum, otur ve söyleyeceklerimi de iyi dinle. Gülgez’i nişanlayacağız ancak ben seni evlendirmeden, gelinimi evime getirmeden bacın Gülgez’i gelin etmeyeceğim…”

“Niçin ana, Gülgez’i gelin edip daha sonra benim evlenme işimi düşünsek, olmaz mı?”

“Yok, oğlum, olmaz. Ben Gülgez’e çok alıştım, ona bağlandım. Evimde onun yerini tutacak olan gelinimi göremezsem bağrım çatlar, bunalırım, deli olurum. Evime Gülgez’in yerine bir gelin getireyim ki, sonra da kızımı gelin edeyim. Hem kızımın düğün hazırlıklarını da gelinimin yapmasını istiyorum. Gelinim kızımı bacısı gibi evimizden çıkarıp yola salsın. Kararım kesindir, beni kâh dağa salıp kâh ovaya getirme, Balahan. Hele köye bir varayım, bu yaz seni mutlaka evlendireceğim,” diyerek, tatlı tatlı konuştu ve sadece analara özgü bir muhabbetle: “Beni kırma, ay oğlum,” diye sözlerini tamamladı.

Balahan: “Tamam ana, diyelim ki ben evlenmeye razı oldum, Bana kimi alacaksın? Herhalde bir düşündüğün var ki, böyle ısrar ediyorsun, öyle değil mi?” diye çekinerek sordu.

Kıztamam’ın yüzüne bir sevinç ışığı kondu. Gülmemek için kendini zor tuttu, içinden: “İşte böyle konuşursun, böyle dile gelirsin, heee…” diye oğluna döndü: “Geçen yıl yaylaya, sen bizi ziyarete geldiğinde bizim çadırın önündeki bulağın başına inen başı bohçalı, eli sepetli, söyleyip gülüşen o kızları hatırlıyor musun? O kızları unutmadın değil mi?” diye gülerek sordu.

…Çifte tepenin arasındaki dereden turna katarı gibi arka arkaya dizilip Cam Bulağı’na doğru inen o kızların kahkahaları dağa taşa yayılmıştı. İki gün önce, çalıştığı ova rayonundan, ana ve babasını ziyaret etmeye gelen, köyde sıkılıp tek başına yaylaya çıkan Balahan, çadırın karşı tarafındaki patates tarlasını suluyordu. Arkın başına gelip elini yüzünü yıkadı ve oraya doğru gelmekte olan kızlara baktı. İyice yaklaşarak artık kendi çadırlarına ulaşmakta olan, yanaklarının rengi dağ lalesinden farksız olan güzelleri uğrun uğrun seyrediyordu.

Balahan’ın davranışlarındaki tedirginliği, anası Kıztamam’ın gözünden kaçmadı. Ne de olsa ana yüreğiydi, yüreği kanatlandı. Kucağındaki çalı çırpıyı ocağın üstüne, kaynaması için koyduğu isten iyice kararmış çaydanlığın yanına atarak kızların geldiği yola doğru yürüdü ve kızların önüne çıktı.

Kızlar onu görünce hep bir ağızdan:

“Selam, Kıztamam hala,” dediler.

“Aleykümselam, canı yanasıca kızlar. Allah nazardan saklasın sizi, böyle süzüle süzüle nereden geliyorsunuz?” diye takıldı onlara, sonra da oğluna dönüp: “Gelin buraya, gelin bakalım, görelim hanginizi kendime gelin seçeceğim?” diyerek yanına gelen kızları çadıra davet etti. Kızların arasında, kısmetinin kapalı olduğunu kendisi de bilen, baharının taze menekşe devrinin zamansız soldurup, gençliğini yele vermiş Semengül de vardı. Semengül arkadaşlarına:

“Gelin bakalım kızlar, gelin bu mutluluk benim bahtıma düşmez ama bakalım kimin bahtına düşecek. Haydi, gelin,” deyip elindeki sepeti yere bıraktı, başında taşıdığı bohçayı da indirip sepetin yanına koydu.

Kıztamam kısmeti bağlanmış, artık karımış olan Semengül’ü: “Kız evde kaldıkça altına döner Semengül, sen kızların en güzelisin, öyle deme kızım,” diye teselli etti.

Kıztamam, çadıra girip bir elinde sabah erkenden, sac üstünde pişirdiği taze ekmekler, diğer elinde de kap kacak ile geri döndü. Elindeki tabakları, kaya gibi yüksek taşın ortasından, kaynayarak şırıl şırıl akan bulağın gözünden, avuçlarını su ile doldurup ellerini, yüzlerini yıkayan kızların yanına koydu. Kıztamam tekrar çadıra girip büyük bir kapta kokulu, yağlı peynir de getirdi ve kendisi geri dönene kadar taşın üstüne artık sofrayı açmış olan kızlara:

“Daha ne istersiniz, ne getireyim?” diye sordu.

“Bunlar yeterli Kıztamam hala, su kaplarınızı nereye koyuyorsunuz, yerini söyleyin, ben doldurup çadırınıza götüreyim,” diyen Nilüfer, Kıztamam’ın elindeki peynir dolu kabı onun elinden alıp sofranın üstüne koydu.

Kıztamam bu kıza dikkatle bakıp:

“Sen Zernişan’ın kızı Nilüfer değil misin? Maşallah, nasıl da büyümüşsün, sen ne güzel kız olmuşsun, ay canın yanmasın senin,” diyerek sanki bir şeyler düşündü ve çadıra girip iki su kovası getirerek kıza uzattı.

Kıztamam, hala patates tarlasının başında dolaşan oğlunu sesleyerek:

“Balahan, gelsene, ne bekliyorsun orada?” diye çağırdı. Bala-han ile söyleşip gülüşen bu bekar kızlar arasında bir köprü kurmak istiyordu.

Kıztamam Nilüfer’i göz ucuyla ve dikkatle süzerek, bulak suyunun akıp giderek dereye döküldüğü yerin yamacındaki küçük papates tarlasını sulayan Balahan’ı, tekrar çağırdı. Oğlunun yaptığı işten alıkoyup, söyleşip gülüşen, onun getirdiği peynir ekmeği lezzetle yiyen, çeşmenin gözünü güvercin gibi, kanadı ile okşaya okşaya, gagası ile öpüp damla damla içen kızların yanına getirdi, sonra da onlarla konuşması için:

“Oğlum, gelsene, misafirlerimize bir hoş geldin desene,” diye çıkıştı.

Semengül:

“Ey, Balahan, yoksa tarladan patates çıkarıp bize soğutma mı pişireceksin? Gel, görelim, ova seni iyice tuzlayıp kavurmuş mu? Korkma, yemeyiz seni ay oğlan, gel sen de peynir ekmek ye,” diyerek gülüp şaka yapıyor, kızlar da onun kahkahasına koşuluyordu.

Balahan da bulağa yaklaşıp:

“Hoş geldin, nasılsın Semengül bacı?” dedi, sonra da şaka ile: “Bu dağlar ancak sana yeter, beni ne yapacaksın ki, bırak ben kendi derdime yanayım,” diyerek, tutuşup yanan bakışlarını, elindeki ekmek parçasını iki parmağının ucunda tutan ve anasına yakın duran, ürkek ürkek bakan Nilüfer’e dikti.

Kıztamam halanın getirdiği peyniri sıcak ekmeğe dürüp lezzetle tadan kızlar, Cam Bulağı’nın diş sızlatan suyundan kuşun gagasıyla içtiği gibi su içip güle güle vedalaşarak karşıdaki tepeye doğru uzayan yoldan obalarına doğru yola düştüler.

Kıztamam’ın niyetini anlayan kızlar, Nilüfer’i ortaya attılar, kızlardan biri: “Kıztamam hala, seni nasıl da yanına çekmişti,” dedi, bir diğeri: “Balahan’ı gördünüz mü? Anası Nilüfer ile konuşurken, oğlan nasıl da nefes dahi almadan bakıyordu. Ama gözleri konuşuyordu, gözleri.”

Nilüfer ise, bir türlü susmayan, ona söz atıp sataşan kızlara cevap vermiyor, daha doğrusu söz bulup diyemiyor, lale yanakları tutuşup yanıyor, yüreği güp güp atıyor adeta yerinden koparcasına çarpıyordu. Öne doğru koşmaya çalışıyor, sanki içine dolan, henüz adını dahi bilmediği bir ışığın, hararetin birileri tarafından görülüp elinden alınacağını sanarak korkuyor, ileri doğru kaçıyordu.

Kızlar: “Kıztamam halanın oğlu, Allah bilir, göğün kaçıncı katındaydı,” diyerek gülüşüyorlar, Semengül ise: Bak, göreceksiniz, bir gün o ova rayonunda çalışan oğlan, tor atıp önümüzde koşan kızı, o dağ ceylanını, eninde sonunda avlayacak. Vallahi avlayacak, billahi avlayacak,” diye sesini yükseltiyordu. “Ne mutlu böyle kaynanası olana,” diyen kızlar, bu yaylaların nazlı güzelleri, kınalı keklik gibi seke seke, gaggıldaya gaggıldaya uzaklaştılar.

Kıztamam karşıdaki tepeyi aşmakta olan kızların arkasından bir daha seslendi:

“Ay kızlar! Yaz sonunda da gelin ha, zirinc10 toplamaya da gelin, o zaman size kavurma pişireceğim, yolunuzu bekleyeceğim ha…” deyip deminden beri dikildiği yerde öylece kızların ardından bakan oğluna doğru döndü…

***

....Anası, Balahan’ı daha fazla bekletip merakta bırakmadı: “Balahan, şimdi anladın mı, sana kimi almak istiyorum?”

“Yok, anlamadım vallahi, kimi almak istediğini demedin ki…”

“Bak, geçen yıl yaylada çadırımızın önüne gelen kızların içinde biri vardı, sana da ürkek ürkek bakıyordu…” dedi, Kıztamam, sözüne biraz ara verdi: “Senin de ona uğrun uğrun baktığını hissetmiştim,” diye takıldı. “Hani, kızlar yola düşünce ben arkalarından onu çağırmıştım, durup, beklemişti… Sana Çeşmeli’den Zümrüt ile Almurat’ın kızı Nilüfer’i almak istiyorum oğlum. Oğluna dikkatle bakıp: “O zaman ben fırsat bulup onun kulağına: “Kızım, gelinim olacaksın inşallah, seni oğlum Balahan’a almak istiyorum diye fısıldadım. Kız, hiçbir şey demeden kaçmıştı. Şimdi hatırladın mı? İşte o kızı, Nilüfer’i diyorum, a oğlum…”

Balahan’ın yüzü alev almış yanıyordu. Anası, onun gönlünde yatanı ne zaman, nereden öğrenmiş, içindekileri nasıl da okumuştu?

“Evet ana, o kız hoşuma gitmişti,” diyen Balahan başını kaldırıp anasının yüzüne bakmadan, oturduğu yerden kalkıp bahçeye çıktı ve yeni diktiği meyve fidanlarını kova ile sulamaya başladı.

***

Kıztamam Almuratgile çoktandır gidip geliyordu. Kızın anası Zümrüt ile de konuştu bu meseleyi. Kızının da Balahan’a meyilli olduğunu bilen Zümrüt, bu işe canı gönülden onay verdi. Ama kızın babası Almurat’ı bu işe razı edemiyordu. Kıztamam’ın, Almurat’ın üstüne göndermediği adam kalmamıştı. Almurat ise göğe taş atıp başını altına tutuyor: “Benim Memiş’e verilecek kızım yok! Kıztamam’a da deyin, artık gelip gidip bizi incitmesin, dile düşürmesin,” diye bu işin olmayacağını bildiriyordu.

Kıztamam’ın son ümidi Cihangir kişi idi. Bu gün de son ümit yeri olan bu kapıya gelmiş, halini arz etmiş, kaygı ile Cihangir kişinin ne diyeceğini bekliyordu.

Cihangir kişi Kıztamam’ın söylediklerini sabırla dinledi ve derinden düşündü. Oturduğu yerden kalkıp güneye açılan pencerenin önüne geldi. Bir ucu sarp, yalçın kayalara kadar uzayan geniş düzlük, güneş ışıklarıyla kızıla boyanmıştı. Yaylanın koynunda, iri görkemleri ile etrafa meydan okuyan armut ağaçları meyveye durmuştu. Akşama doğru zirveleri kızarmakta, ufukla kucaklaşmakta olan dağları, hayli seyretti. Esrarengiz bir manzaraydı.

Bakışları, bir ucu yol ayrımında biten sık ağaçlarla örtülmüş bölgeye ilişip kaldı. Kıztamam’ın söyledikleri onu da uzaklara; hatıralarla dolu gençlik yıllarına götürdü.

“Delinin biridir, yere, göğe sığmıyor. Yaz gelince bu dağdan o dağa at koşturmakta; kış gelince de diz boyu karda, ayı ile pençeleşmekte, domuz avlamakta… Bir gün ya ayı parçalayacak, ya da domuz… Böylesine kız verilir mi?” diye, bir zamanlar, sevdiği kızı ona da vermek istememişlerdi. Değişik bahanelerle, gönderdikleri eçlileri kaç kez geriye, eli boş döndürmüşlerdi. Sarp dağları, düz ovaya çevirip korkusuzca at koşturan Cihangir de, sevdiği Şahsenem’i, karşıda görünen bu dağlardan daha ilerideki güneyden kuzeye doğru büyük bir araziyi tutan, yiğitleri, cavanları ile övünen Ordugah köyünden kaçırmıştı. Şahsenem terkisinde, iki köy arasında sınır olan, işte o Haça Kaya’daki yol ayrımından, yağız atını uçurumun dibinden sürmüş, yokuş aşağı seyirtip inmiş ve gelip kendi köyüne ulaşmıştı. Sonraları, Şahsenem’in anası ve babası ve diğer Ordugahlılar onu çok sevmişlerdi. Onun adını her yerde iftiharla, gururla anmaktan şeref duyuyorlardı.

Bu geniş, misafiri hiç eksik olmayan, bağlı bahçeli evde çok mutlu günler geçirmişlerdi. Seve seve büyütüp yetiştirdikleri oğulları, kızları, hepsi bu bahçeden pervazlanıp uçmuşlardı. Önceleri sık sık gelen, bütün yazı onlarla birlikte geçiren torunlarının geliş gidişleri de eskisi gibi değildi artık. Cihangir kişi, karşıdaki heybetli dağlara bir daha baktı. Sadece bu koca dağlar önceki heybeti ile duruyordu; bir de sevgili karısı Şahsenem, şimdilik onunla birlikteydi.

Galiba pencerenin önünde çok beklemişti. Geriye dönüp divana, önceki yerine oturdu. Odayı bir uçtan bir uca kaplayan halının üstünde, karısı Şahsenem ile birlikte, dizleri üstüne oturup kıpırdamadan bekleyen Kıztamam’a doğru dönerek, yavaş yavaş:

“Kıztamam, kızım, ben seni iyi tanıyorum,” dedi. “Nasıl cefakar bir kadın olduğunu da biliyorum. Anan Balanaz da çileli, bir kadındı. Bir sürü çoluk çocuğun geçim derdi ile tek başına çok kara günler geçirdi. Allah ona rahmet eylesin. Baban İmanhan’ın da gençliği hatırımdadır. Yiğit adamdı. Biz çocuk idik, o zamanlar, yaşım küçük olsa da, akranlarımdan daha fazla kendimden büyüklerle arkadaşlık ederdim. Onu hâlâ çok iyi hatırlıyorum. Zavallıyı askere alıp cepheye gönderdiler, gitti, bir daha geriye dönmedi. Ne ise, dünyanın inişi de yokuşu da çoktur kızım… Sen hiç merak etme, ben Almurat ile konuşurum. Onlar Memiş’ten yana endişe ediyorlar, bunu, elbette sen de anlamışsındır. Ailenin adı, evinin sahibi Memiş’tir, o da öyle nam salmış, ne yapalım? Dünürü, hısımı Allah kendisi verir, arkadaş değil ki, böyle bir arkadaşı seçtiğin için utanasın,” diye gülümsedi. “Ancak biliyorum, Balahan çok akıllı oğlandır. Onu tanıyanların hepsi de böyle diyor…” dedi, gözlerini ona dikip dikkatle dinleyen Kıztamam’a başı ile karısı Şahsenem’i göstererek: “Bunlar sana haber verirler. Akşam oluyor, karanlığa kalma, sen, geç olmadan git,” diyerek kendisi de yerinden kalktı.

Kıztamam da ayağa kalkıp: “Cihangir dayı, biz sizi kendimize arka, dayanak biliyoruz. Her zaman dikkatiniz üstümüzde oldu, bana ümit verdiniz, Allah sizden razı olsun,” dedi ve kapıya doğru giden Cihangir kişinin arkasından giderek açık pencereden dışarıya bakıp: “Daha akşama hayli zaman var. Atla geldim. Yavşanlı Yurt işte şurası, birazdan orda olurum, endişe etmeyin,” diyerek vedalaşıp bahçeye çıktı. Hızlı adımlarla atını bağladığı yere doğru yöneldi.

***

Almurat’ın, çevresi sık ağaçlarla kuşatılmış evinin bahçesine, eğerli, dizginli beş altı at bağlanmıştı. O gün, Almurat’ın evinin büyük odasında kızı Nilüfer’i istemeye gelen elçiler, Almurat ile ateşli bir sohbete başlamışlardı. Almurat, sözün semtini değiştirmek için ne kadar uğraşsa da, Bağır kişi temkinle uzaktan başlayıp, sözü yavaş yavaş asıl meseleye çekiyor, odanın bir tarafında, iki üç kadınla diz dize oturan Kıztamam’ın heyecanı dakikalar ilerledikçe biraz daha artıyordu.

“Biliyorum, Memiş’ten dolayı tereddüt ediyorsun; ama vallahi de billahi de haksızsın Almurat. Doğrudur, Memiş’in huyu kötüdür, dili de acıdır. Ancak çocukları akıllı, olgun, saygılıdırlar, ay Almurat! Allah Memiş’i de öyle yaratmış, çocuklar ne yapsın? Aslında bu bedbahtın kalbinde, gönlünde kötü bir şey de yoktur. Ne varsa dilindedir. Kasırga gibi eser, savurur, sonra da bir köşeye çekilip çocuk gibi ağlar. Bir de gardaş, hangi evlat ömrünün sonuna kadar anası babası ile kalıyor ki? Balahan Memiş’in büyük oğludur. İyi de bir eğitim aldı. Ova rayonunda işi, maaşı, küçük de olsa sığınacak bir evi var, geçinip giderler… Endişe etme. “He” de bu işe. Kıztamam da iyi kadındır. Biliyorsun ki, el çekmiyor. Bildiğime göre kız ile oğlanın da suyu birbirine akmış, yıldızları barışmış, ver gitsin kızı, a gardaş, dinle bizi,” diye dil döküyordu Bağır kişi.