Ortaokullarda, yükseköğretim kurumlarında ve değişik iş yerlerinde çokça olduklarını biliyordum. ХХI. Yüzyılda ülkemizin dizginini kimlere güvenip de teslim edecektik? Artık altmış yaşımı geçmiştim. Yıllarca canla başla çalışmıştım, şimdi ise bir tek maaşla geçimimi sağlamaya devam ediyordum. Hayatım boyunca vicdanımın temiz olmasına özen göstermiştim. Bizim nesil böyleydi. Peki, bu nesil? Bunlar herhangi bir şeyle ilgilenmiyorlar, hiçbir şeyden etkilenmiyorlardı. Tek düşündükleri esrar, zehir, dumandı. Onun için her şeyi kurban etmeye hazırlardı. Rusya’da her dört öğrenciden birinin esrar içtiğini okuduğumda çok şaşırmıştım. Peki, bizde nasıldı?
Her sokak, her köy kimin ne kadar esrar kullandığını bilir, hissederdi. Ancak seslerini çıkarmazlar, görmezlikten gelirlerdi. O oburlar ise diğer gençleri kendilerine çekerek yiyip bitirirlerdi. “Keşke eskiden olduğu gibi sert cezalar kullanılsa… Bütün esrarkeşleri gözlerin görmeyeceği, kulakların duymayacağı uzak yerlere götürüp hapse atsalar. İçlerinden tedavi olabileceklerini tedavi etseler, iyice düşkünü olanları ise halktan uzak tutsalar… Onlar nasıl olsa adam olmayacaklar. Milleti içten çürüten kurt gibiler. ‘Hastalığını gizleyen ölür.’ dedikleri gibi ilerleyip kronikleşen bu illetten derhâl kurtulmazsak geleceğimiz tehlikeye girecek! Her şeyden önce okullarda öğrenciler grup grup içiyor. Çoğu kendi milletimizin çocukları, Kazak çocukları. Kazak milleti çok misafirperverdir, hem eli, hem kucağı açıktır. Ancak hem iyiden, hem kötüden çabuk etkilenir. Her şeye meyillidir. Zarar görebileceğimizi, sıkıntı çekebileceğimizi hiç düşünmeyiz. Son zamanlarda köy gençleri toplu olarak şehre göç etmekte. İş bulamayanlar, parasız pulsuz kalanlar, yaşam sıkıntısı çekip geçimini sağlayamayanlar çeşitli gruplara dâhil olmakta. Kimileri de hırsızlık yapmakta, seks ticaretine, haydutluğa karışmakta. Öylece sonunda kendilerinin yok olacakları büyük sıkıntılarla karşılaşmaktadırlar. İçki ile sigara, sonunda dermansız bir hastalık getirir. Bu hastalığa yakalanan da esrarkeş olup aklından ve bedeninden olur, cehennemin dibine gider.” diye düşünüyordum.
Yakınlarda büyük bir bakanın oğlunu defnetmiştik. Küçük yaşta uyuşturucu kullanmaya başlamış, ardından iğne ile alma alışkanlığı edinmiş. Fazla doz alınca hayatından olmuş. İkinci oğlunun tedavi gördüğünü söylüyorlardı. Ebeveynler iş peşine düştüklerinden çocukları yetiştirme işine bakamamışlar. Sokaktaki kötü niyetli, başıboş dolaşan çocuklar, onu tuzağa düşürmüş. Zengin çocuğu olduğu için, inek sağar gibi kullanmışlar, uyuşturucuya alıştırmışlar. Çocuklar bu şekilde katıldıkları kötü arkadaş çevresinin etkisi altında kalıp kötü alışkanlıklar edinirler. Anne karnından tertemiz bir melek gibi aydınlık dünyaya gelip pis bir illet yüzünden sıkıntı çekerek hayatında görmediği, bilmediği kötü bir alışkanlıktan rezil bir şekilde toprağın karnına girenlerin günahı ve sevabı kimde olacak?
Şu derde bak!
* * *Otobüs, bir grip hastasının nefes alışverişi gibi sesler çıkararak, Merki yakınlarındaki Aspara adlı yeşil ve kamışlı bir yerde vagon-ev biçiminde sıra sıra dizilen yemekhanelerin orada durdu. Kalın enseli esmer şoför:
“İnip yemek yemeniz için 30 dakikanız var.” dedi gür bir sesle.
Öğle yemeği için yediğimiz yemek gerçekten çok lezzetliydi. Güneyin yemekhanelerinde, lokantalarında hazırlanan yemeklerin hepsi çok güzel olurdu genelde. Kımızı da kıvamındaydı. İki kâse içince alnım terlemeye başlamıştı. Orta boylu şişmanca genç kadın, elimize su döktü, havlu verip epey ilgi gösterdi.
Yatılı okulda ve askerde edindiğim alışkanlıkla yemeğimi çabucacık yer bitirirdim. Bu sefer de yemeğimi herkesten önce bitirmiş, sindirmek amacıyla ileri geri dolaşırken, sıra sıra duran vagon-yemekhanelerin arka tarafında otobüsteki kızı gördüm. Yüzü kızarmış, gözleri şişmişti, suratı asıktı. Anlaşılan ağlamıştı.
Yolcuların hepsi yerlerine geçip otobüs hareket ettiğinde yanındaki delikanlı yoktu. Kız arkamda tek başına oturuyordu. Merki’de düğün için gelen yolcuların hepsi inince, otobüste ancak üç-dört kişi kalmıştık. Yerimden kalktım ve kızın yanına gittim:
“Yanınıza oturabilir miyim?” dedim.
İsteksizce “Olur” dediğini dudaklarından anlayabildim.
Merki’nin devamındaki onarılmamış yol, çukur çukur olduğundan, otobüs sürekli sarsılıyordu. Şahdamarım bile kopacak gibi oluyordu.
“Nereye gidiyorsunuz kızım?”
Bana kötü kötü baktı. “Şu yaşlı adamın ne tür bir kötü düşüncesi var acaba?” diye düşündüğü, şaşkın ve nefret dolu bakışlarından belli oluyordu.
“Vannovka’ya.”
“Şimdiki adı Turar Rıskulov Köyü değil mi?”
“Evet öyle.”
“Deminki delikanlı neyiniz olur kızım?”
“Kocam. Niye sordunuz?”
“Hiç öylesine…”
O ise hiç konuşmak istemiyordu. Dudaklarını büzmüş, ruh gibi oturuyordu.
“Güzelim neden esrar içiyorsunuz?” dediğimde, genç kadın yerinden fırladı, kurt görmüş ceylan gibi ürkek ürkek yüzüme baktı, ne yapacağını şaşırmıştı.
“Ağabey, ağabeyciğim… Amca! Nereden biliyorsunuz? Kimsiniz? Kullanmıyorum ben…”
“Sakin ol kızım. Otur, sakinleş. Sessiz ol. Ben her şeyi biliyorum. Sen de, eşin de uyuşturucu kullanıyorsunuz. İtiraz etmene gerek yok.”
“Siz kimsiniz ağabey? Aynasızlardan mısınız?”
“Yazarım.”
“Emniyettenmiş gibisiniz.”
“Hayır, ben yazarım. Ancak her şeyi biliyorum. İkiniz de uyuşturucu düşkünüsünüz. Kocan daha çok içiyor, sen yakın zamanlarda başlamışsın.”
Sesini çıkarmadan, zavallı zavallı bakışlarla bir şeyler umarcasına duruyordu.
“Emniyet yetkilisi değil misiniz?”
“Değilim dedim ya.”
“Yemin edin.”
“İşte bak inanmıyorsan.” diyerek çantamı açtım, yolda bakmak üzere yanıma aldığım en son yayınlanan iki kitabımı ve yazar kimliğimi gösterdim. O, bir resimlerime, bir bana baktı, inanmış gibi oldu.
“Size yazık değil mi? Daha çok gençsiniz.”
“Ne yapabilirim, bırakamıyorum.”
“Sana kim içiriyor?”
“Kimse. Eşime inat içiyorum.”
Ben ona askerde yaşadığım olayı anlattım kısaca.
“İşte esrarın kokusunu uzaktan alma özelliğini öyle edindim kızım.”
“Ağabey inanır mısınız, ölmek istemiyorum.” diyerek kendini geriye attı ve gözlerini kırpmadan dik dik bana baktı.
Yüreğim cız etti. Şu genç kadının intihara girişme ihtimali çok yüksekti. Ölüm ile yaşamın arasında kalmıştı zavallı. Yavaş yavaş hayat hikâyesini anlatmaya başladı.
“Eşimle aynı kolejde okuduk. Yakışıklı bir çocuktu, güzel giyinir, güzel konuşurdu. Ona nasıl bağlandığımı kendim de anlamadım. O zaman kilolu, yapılı ve güçlüydü. Sonradan çok zayıflayıp çöktü. Hamile kalınca çaresiz evlendik. Karnım burnuma geldiğinde fark ettim ki uyuşturucu kullanıyor. Doğum yaptıktan sonra beni bırakıp gitti. Delirecek gibi olup sigara kullanmaya başladım. Babamlar, ‘Rezil şey gözümüz görmesin seni! Git, kocanın ayaklarını öp, onun evinde kocamalısın, onun kapısından çıkmalı cesedin.’ dediler, yanlarına yaklaştırmadılar. Kovdular. Sonunda kendimi toparlayıp çocuğumu kucağıma aldım ve Almatı’ya gelerek kendisini buldum. Böylece tekrar bir araya geldik. Kocamın, “Git, beni özgür bırak!” diye dövmesine de, sövmesine de dayanmaya çalıştım. Nihayetinde kölesi gibi olmuştum, bir kuruşluk değerim kalmamıştı. Ruh gibiydim, artık sigara da yardım etmiyordu. Hep hüngür hüngür ağlamakla geçiyordu günlerim abisi. Kocam okulu tamamen bıraktı, arkadaşlarının hepsi kendisi gibi uyuşturucu düşkünleri. Gündüzleri camları karartıp odayı kapatır ve bütün gün kedi gibi mışıl mışıl uyur. Geceleri ise esrarını içer ve kafayı bulup dışarı çıkar. Ne parası var, ne de yararı. Biz ise aç ve çıplağız, kira borcuna batmış durumdayız. Çocuğumla ikimizin ağlamaktan başka çaremiz kalmıyor. En ufak şeyde dövme, tekme vurma alışkanlığı edindi. Bazen beş-altı erkek evimizde toplanıp evi duman içinde bırakırlar, zevkten dört köşe olup kahkaha atarak ağızlarına gelenleri söylerler. Kocam da ‘Yemek getir!’ diye bağırır. ‘Yok’ dediğimde hayvanmışım gibi tekme tokat atar, her tarafımı morartır. Tek yaptığım ağlamak olur, ağlaya ağlaya gözyaşlarım tükendi. Bazen intihar etmek istiyorum, ancak bebeğime kıyamıyorum. Onu kucağıma aldıkça içim alev alev yanıyor. Günlerin birinde onun sarmış olduğu esrarı buldum. Meraktan bir tanesini içtiğimde, sis basan gözlerimin güneş açtığını fark ettim. Rahatlayıverdim, moralim de yükseldi hemen. ‘Şu şeyin harikaymış bee!’ diyerek arada bir gizli gizli içmeye başladım. İçer içmez her şeyi unutuyordum, rahatlıyordum. Öyle öyle farkında olmadan alışkanlık edinmişim.”
“Eşin itiraz etti mi?”
“Yok ya. Öyle bir sevindi ki. Yine çok güzel bir dayak yiyeceğimi düşünmüştüm. ‘A ne güzel oldu, artık ikimiz birlikte arayacağız.’ diyerek neşelendi. Görmeliydiniz.”
“Ne kadar üzücü.”
“Bazen hayattan umudumu tamamen kestiğim olur. Yaşamak istemem. Beni bu hayatta tutan tek şey biricik oğlumdur. Yavruma kıyamıyorum. Bir yaşında, bu aralar annemlerde. Resmini görmek ister misiniz?”
“İsterim.”
El çantasını tık diye açıp avuç kadar bir resim çıkardı. Çok sevimli bir bebek gülümsüyordu resimde. Melek gülümsemesi…
“Oğlun çok sevimli imiş, melek gibi.”
“Çok akıllı. Annemlerde şu anda. Beni arıyor, özlüyor, bekliyor. Sık sık gitmek için param olmuyor. Arada bir ziyaret ederim. Bugün de yanaklarından öper, özlem gideririm herhâlde.”
“Kocan neden Aspara’da kaldı?”
“Abi, eşimle bir gün geberip gideceğiz muhtemelen. O iyice zayıfladı, bir deri bir kemik kaldı. Zamanlıca içmediğimde benim de kollarım ve bacaklarım kasılır, yataktan kalkacak güç bulamam.”
“İrade lazım, bırakırsınız.”
“Nerdeee? Jorik iyice müptelası oldu, iğne bile kullanıyor. Poliste kayda alınmış durumda. Bazen geceleri polisler götürür. Geceyi geçirince bırakırlar.”
“Neden hapse atıp tedavi etmiyorlar?”
“Aynasızlara zengin müşteriler lazım. Jorik gibilerden kimlik bilgilerini alır, geri bırakırlar. Onlar da geceleri dolaşıp bulduklarını paylaşırlar. Bizimki gibi tamamen fakiri tutup da ne yapsınlar?”
“Allah Allah, ne kadar zormuş.”
“Arkadaşları çok kötü, hepsi esrar içer, iğne kullanır.”
“Hepsi Kazak mı?”
“Çoğu. Üniversite öğrencileri de var, lise öğrencileri de. Anne babaları önemli görevlerde bulunanları, zengin aile çocuklarını takibe alıp ilgilerini çekerek uyuşturucuya alıştırırlar. Bir kişinin üç müşteri bulması gerekir, böylece kalabalıklaşırlar. Hepsi de yarım akıllılar. Siz kâhin gibisiniz amca.”
“Çoğu zaman söylediklerim aynen çıkar.”
“Jorik, sağ salim dönecek mi? Söyler misiniz amca?”
“Sadece hepsini anlat önce. O nereye gitti?”
O kulağıma fısıldamak için yaklaşıp başını eğince, sigara, duman ve esrar kokusu geliverdi burnuma.
“Jorik Aspara’dan inip arkadaşlarıyla birlikte Şu’ya, savaş alanına gitti.”
“Şu’da ne yapacak?”
“Orada uyuşturucu, deniz gibi engin bir bölgede yetişirmiş. Onları toplayıp getirecek, gizlice satacak. Yakalanırsa hapse atılacak, mahvolacak. Sağ salim dönerse de hayatımız kurtulacak, borçlarımızın tamamını ödeyeceğiz. Belki de zengin olacağız. Yakalanırsa iş bitecek. Zaten sağlığı iyi değil, güç kuvvet kalmadı. Bu sefer elimize bol para geçerse tedavi ettirmek istiyorum.”
Genç kadın iki eliyle yüzünü kapatıp hüzünlendi. Sıtmaya yakalanmış gibi omuzları sarsılarak titredi:
“Ağabey, otobüsün arka kapısının ön basamağına gidip sigara içip gelebilir miyim?” diye izin istedi.
“Git, git…”
“Siz içmiyorsunuz değil mi?”
“O olaydan sonra elime sigara tutmuş değilim.”
“Ya, öyle insan da olur muymuş?”
Yüzü böbrek biçimli genç kadın, kısacık kesmiş saçını arkaya atmış, ilerideki kapıya dayanarak esrarı büyük bir iştahla içine çekiyordu. Küçük buzağılar annelerini emerken başlarını sağa sola sallarlar, sevinerek büyük bir keyif alırlar ya, aynı onun gibi… Esrarı zevkle içine çekiyordu. Esrarın midemi bulandıran kötü kokusu geldi burnuma. Kusacakmış gibi oldum, zor oturdum. Genç kadın, sonrasında hızla gelip tekrar yanıma oturdu. Gözlerine kıvılcım gelmişti, parlıyordu. Yanaklarına da kan gelmişti, gülücük saçıyordu.
“Abi, abiciğim, savaş meydanından sağ salim dönerse, hem Jorik’i, hem kendimi tedavi ettirmeyi planlıyorum.”
Bir şey demedim. Ne diyeyim? Onun kendi kendini kandırdığı sözlerine nasıl inanayım?
“Annen ve baban biliyor mu?”
“Hepsi de biliyor. Kızıyorlar, arada bir hocalara, halk hekimlerine götürüyorlar beni. Kırgızistan’daki ünlü bir hocaya kadar gittik. Hiç de etkili olmadı. Zehir tüm bedenini sarmış.”
“Ya kendin?”
“Benim için artık fark etmiyor. Hayatım var ya ağabey, rüya gibi. Kafam, içine binlerce sivrisinek ve büve girmiş gibi karışır. Uyuduğumda ise rüyama yılan girer. Yalın ayaklarla, tıslayan beyaz, kırmızı, simsiyah yılanların üzerinden geçiyor görürüm kendimi. İlk zamanlarda çok korkardım, ödüm kopardı. Artık alıştım. Beyaz kafalı, uzun, ince, alacalı yılanım önüme geçip yol gösteriyor, ben de peşinden takip ediyorum.”
İç çektim, kendi kendime, “Hey erkenden solan lale gibi güzel kızlarımız, hey yaşamı rezil olan güçlü, kuvvetli yiğitlerimiz, hey! Dinç, taze gençlerimiz hey! Siz kanlı savaşta hayatınızı kaybetseydiniz, size şehit derdik. Siz de cennete giderdiniz. Peki şu binlerce insanı beyninden edip deliye çeviren, aklını alan zehir için yola çıkıp onun uğrunda vakitsiz öldüğünüzde, sizin arkanızdan ne diyeceğiz?” diye düşündüm.
“Abi söylemediniz ki, Jorik savaş meydanından sağ salim dönecek mi, dönmeyecek mi?”
Dünyanın hangi köşesinde olursa olsun dilleri aynı imiş…
Eskiden askerde Valdemar da esrar bölgesine gitmeyi ‘savaş meydanına gitme’ derdi.
“Çok zor…”
“Ağabey, biliyorum, biliyorum. O bedbahtım dönmeyecek, tuz gibi yok olup gidecek desenize. Rüya görmüştüm, çok kötü bir rüya. Gitme diye yalvarmıştım. Mahvolacak artık. Bitti desenize!”
Daha demin gülücük saçan, böbrek yüzlü genç kadın, gözyaşlarını akıtıp hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Ben ineyim kızım, Taraz’a geldik.”
Elimden sımsıkı tutan kadın, gözleri yaşlara dolup sesli sesli burnundan soluyarak:
“Ağabeyciğim, o gelsin, geleceğini söyleyin. Köleniz olayım!” diye silkelemeye başladı.
“Bilmiyorum kızım. Bıraksana, midem bulanıyor.”
Otobüsten iner inmez arkama dönüp baktım. Genç kadın, yüzünü cama dayamış bir şeyler söylüyordu. Yediklerim ağzıma gelmişti, midem bulanıyordu. Kafam zonklarken, duraktaki direğe dayanarak ayakta zor durabildim. Koca göbekli kırmızı otobüs, dumanını kustuktan sonra soluk soluğa yoluna devam etti.
* * *İki-üç gün boyunca ateşim yükseldi, yediklerim geri çıktı, sürekli mide bulantısı çektim. İç organlarım olduğu gibi ağzıma gelmişti sanki. Burnumdan esrar kokusu gitmek bilmiyordu, bir türlü kendime gelemiyordum.
İki-üç gün boyunca televizyondan Şu bölgesinde büyük bir esrar grubunun yakalandığı haberi yayınlandı tekrar tekrar. Alaca çuvalı sırtına almış, çökük ve zayıf yüzlü, gözleri parlayan, bir deri bir kemik Jorik’i hemen tanıdım.
“Hey bedbaht, hey zavallı genç!”
BEYAZ PERDE
Yoğun bakım ünitesi, ölüm ile yaşam arasındaki savaş alanına benzer. Bu ünite odasında kalan hastaların da bu dünya ile öbür dünya arasındaki sınırda bulunduklarını düşünmeliyiz. İki kişilik odada uzun boylu, saçları erken ağarmış, sivri burunlu oda arkadaşım hüzünlü bir şekilde yatıyordu. Sadece arada bir, of diye göğsünü parçalarcasına derin bir nefes alıyordu. Ayağa kalkıp dolaşamayınca sıkılmıştım. Oda arkadaşımla konuşarak zaman geçirmek istemiştim. İhsas ederek onu konuşmaya çekmeye çalışıp doğru dürüst cevap alamayınca, sıkılıp yorulmuştum. Ancak üçüncü gün sırık gibi uzun boynunu kaldırıp yatağında dizlerinin üstüne oturdu. Gözlerime ilk ilişenler, hızla aşağı yukarı hareket eden boğazı, kat kat olan cildi ve biçimsiz uzun boynu oldu.
Konuşurken ipince parmakları durmadan hareket ediyordu, iki avucunu ovalayıp duruyordu. Oda arkadaşımın adı Amir’miş. Koskoca bir bakanmış. Ben de pek çok yazardan biriydim. O gün konuşmaya istekli görünüyordu.
“Senin kalbin neden rahatsız?” dedi.
Bir yaş büyük olmasından istifade ederek, resmiyeti kaldırmış, hemen ‘sen’e geçmişti.
“Küçücükken öksüz kaldık… Gülle gibi sıkıntıların hepsi tek kalbe baskı yapmıştır.”
“Hımmm…” Durmadan çıtlattığı parmakları nereye koyacağını bilmiyordu sanki. “Kalbim beni bir kere bile rahatsız etmiş değildir.” Kıs kıs güldü. “Ben genel olarak hastalık nedir bilmeden büyümüş bir insanım. Buna inanır mısın? Annem ve babam sağlar, altı kardeşimin hepsi önemli görevlerde çalışır.”
Ben oda arkadaşıma kıskançlıkla baktım. Bir insanın nasıl olur da her şeyi tam olurdu, bir insana nasıl da döke saça her şey verilirdi. Önünde annesi ile babası, ağabeyi ile ablası, arkasında kalabalık kardeşleri olanları gördüğümde yalnızlığım ve öksüz oluşum aklıma gelir, yüreğim yanmaya başlardı ya… İşte, kimi insanlar hastanenin ne olduğunu bilmeden büyürken, benim şu kemiği açılmış beyin gibi olan güzelim ürkek kalbim, çarparak ağzımdan fırlayacak gibi oluyordu. Yılda birkaç defa, ister istemez hastaneye yatıyordum. Cebimde ilacım eksik olmazdı, azıcık yorulup takatim kesildiğinde, hastalıklı kalbim kafese atılan aslan gibi göğsümü parçalarcasına içeriden vurmaya başlardı. Kurşun yemiş yaralı hayvan misali, yarı baygın bir hâlde yaşamaya ne kadar devam edeceğimi kim bilebilirdi? Yaradan Allah’a yalvararak ondan istediğim tek şey çocuklarımın aynı sıkıntıyı çekmemeleri, kimsesizlik, yoksulluk derdine maruz kalmamalarıydı.
“Beni hasta eden ne biliyor musun? Aşk!” dedi oda arkadaşım beklenmedik bir anda.
Düşüncelere dalmıştım, aniden kendime geldim.
“Neden gülüyorsun, inanmıyor musun?” diye sordu.
İstemeden kulaklarıma doğru yayılan dudaklarımı hemen toparladım. Kimi canının derdindedir, kimi de malının. Üç gün boyunca ağzından doğru dürüst kelime çıkaramadığım oda arkadaşıma ilgi gösterip başımı kaldırdım ve dik oturup dinleme isteğinde bulundum.
“Sen gül, gül. Evet, beni hasta eden aşktır! Aşk denen şeyin böyle bir zehir olduğunu kim bilebilir ki? Ooof! Dinle, yoksa her an patlayabilirim. Ben otuz yaşıma kadar hiç evlenmedim, bekâr kaldım. Yiyecek, giyecek sıkıntım yoktu. Her şey vardı, her şey yeterli idi. Ancak kız konusunda pek şanslı değildim, kimilerini ben beğenmedim, kimileri de beni beğenmedi. Öyle zaman geçerken akranlarımın hepsi evli barklı oldu, tek bekâr ben kaldım. Üniversiteyi bitirmiştim, çok da güzel işim vardı. Hayatı boyunca kadın cinsine yaklaşmayan erkek, yaşı ilerledikçe çekingenlik gibi kötü bir alışkanlık edinir, kendi kendinden şüphelenmeye başlarmış. Öyle derken kızın birine deli gibi âşık oldum. Adı ne kadar güzel, Aydolu! O zamanlar liseyi bitirenlerin tamamen çiftliğe, koyun bakmaya gitme modası vardı. Bu modanın da tam zirvede olduğu dönemdi. Aydolu da çiftlikte süt sağardı. Gencecik, on yedisini yeni doldurmuş çok güzel bir kızdı. Of! Ben, İlçe Komsomol Komitesi Sekreteriydim. Komsomol gençlerden kurulan ekiplerin çalışmasına bakmak için sık sık çiftliğe gittiğimden kızı iyice tanıma fırsatım oldu. Babası çobandı, kendi de çok sade bir kızdı. Hep ‘siz’ diye kibarca konuşurdu.
Bütün kış çiftliğe gide gele epey cesaret toplamıştım. Kucağıma alıp sarıldığımda saf saf, uslu uslu bir oturuşu vardı! Küçük çocuk gibi her şeye hemen inanıverirdi! Onun için bu dünyada benden daha eğitimli, daha bilgili kimse yoktu. Benden gözünü almadan uzun uzun bakması, her söylediğime hayret edip hayranlık duyması… Her görüştüğümde değişik değişik şeyler anlatırdım. Bende yüksek makam aşkı da vardı. Falanca başkanla birlikteydik, filanca kişiyle konuştum diye övünürdüm!
Eh Aydolu, eh! Sonunda ilkbahara doğru evine gittim. Annesi ile babası, Serektas denen yere yaylaya taşınmışlardı. Güney tarafı kırmızı taşlarla dolu dar boğaz, kuzey tarafı ise yavşan otu yetişen bir bölgeydi. Bir köşeye diktikleri keçe bir evde oturuyorlardı. 1 Mayıs bayramı kutlamaları bittikten sonra Genel Sekreter’in arabasını isteyip yola çıktık. Aydolu önceden söylemiş olmalı ki, annesi güler yüzle karşıladı. Ancak babası ağzını açıp bir kelime demedi, selamlaşırken dudaklarını hareket ettirmekle yetindi. Bir koyunu hızlıca kesiverip etlerini parçaladıktan sonra otlağa gitti. Annesi yemek yaparken bana bir şeyler sorunca Aydolu:
“Anne rahat bıraksana, utanmasın.” diye bir annesine, bir bana nazlı nazlı baktı.
Annesini hemen beğendim. Güzel annesi, çok mutlu görünüyordu. Of! Aydolu’nun annesinden bir şey gizlemediği belli oluyordu, anlaşılan birbiriyle açık konuşuyorlardı.
“Nasip olursa annemle babam istemeye gelecek, bu ayın sonunda evlenmeyi düşünüyoruz.” dedim.
Kavurma yedikten sonra yeşil alana, koyunların otlandıkları bölgeye çıktım. Kuzuları ayrı tutma zamanı bitmişti. Koyunlarla kuzular birlikte otlanıyordu. Her taraftan kuzu ve koyun melemesi duyuluyordu, hoş ve ilginç bir ortamdı. Hava da çok güzeldi, insanı güzelce sallayan hafif ve ılık bir rüzgâr esiyordu. Taşların arasından ve sert toprak tabakasından göz taşı gibi biten yavşan otu görünüyordu orada burada. Koklayınca da kokusu baş döndürüyordu. İnsanı rahatlatan güzel bir ortamdı. Pır pır uçan kuşların sesleri ne kadar hoştu!
Kızın babası, benim müstakbel kayınpederim, ilkbaharın güzel ve ılık havasına rağmen kalın giyinmişti, kafasından kalın kürkten yapılmış eski şapkasını çıkarmamıştı henüz. Kızı, geldiğimiz sırada üzerini değiştirmesini söylemiş gibiydi. Hiç tepki vermedi. İki kişi, koyunların tamamını vadinin alt tarafındaki yavaşça şırıl şırıl akan tertemiz nehre su içmeye indirdik. Sonra da yüksekçe bir tepenin üzerine geçip oturduk. Oradan etraf net görünüyordu. Yamacın üzerine güneşte iyice kuruyup yanan kıpkırmızı taşları yığmışlardı.
“Bunu neden bu şekilde yığmışlar?” diye sordum kırmızı yanaklı çobana.
“Buna kurgan derler. Serektas Kurganı burası işte. Her yerin kendi adı vardır, her yüksek tepenin üst kısmına bunun gibi kurganlar yaparlar. Şurada gördüğün iki kurganlı tepenin adı Koskudık3, şu vadideki suyun aktığı yöndeki bir sonraki vadinin adı Kızılsay, şu tarafımız Kakpaktı, şu uzakta bulanık bir şekilde görünen Buvırlı’dır.”
“Neden Serektas dediklerini biliyor musun?”
“Eskiden Serik denen yakışıklı bir delikanlının Aymankül adlı kıza âşık olduğu söylenir. İkisinin düğünü yapılırken yurda düşman saldırınca düğüne son verilmiş. Daha beyaz perdelerinin arkasına geçmeden, damat yurttaki diğer erkeklerle birlikte savaşa gitmiş. Aymankül her gün kendi çadırının yanına bir taş getirip bırakmaya başlamış. Böylece günler geçmiş, aylar geçmiş. Yıllar da geçmiş yavaşça. Serik ve diğerlerinin düşmanı kutsal Türkistan’ın ilerisinde takip edip kovaladıkları haberi gelmiş. Aymankül, her gün bir taş getirip örmeye devam etmiş. Kocaları savaşta olan diğer kadınlar da bunu görünce her gün bir taş getirip bırakmaya başlamışlar. Serik ve diğerleri düşmanla kırk yıl savaşmışlar, 40 yerden yara almışlar. Gencecik delikanlı, 60 yaşını geçmiş yaşlı ve zayıf ihtiyar olarak dönmüş yurduna. Özlemden iyice yaşlanıp ihtiyar bir kadına dönüşen Aymankül’ün ördüğü taşlar 40 yılda yüksek bir dağ olmuş. Her gün o dağın başına bir taşı taşıyıp bıraktıktan sonra kocasının gittiği yöne bakarmış gözleri iyice yorulana kadar. Bu şekilde bakıp otururken kayınbiraderleri yüksek sesle müjde isteyerek gelmiş koşa koşa. O haberi aldığında Aymankül, yüreği dayanamamış, kendi yükselttiği taşlı tepenin üzerinde yaşamını yitirmiş. Serik, eşinin yanına gelmiş, kafasını kaldırmış ve gözyaşları sel olana kadar, bir gün bir gece ağladıktan sonra o da yaşamını yitirmiş.
Ondan sonra bu tepe ‘Serik’in Taşı’, ‘Seriktaş’, ‘Serektaş’ adını almış. Buraya gelen giden yolcular geçerken bu tepeye birer taş getirip bırakırlar, oğlum git sen de bir taş getirip şu kurgana bırak.” dedi Aydolu’nun babası. Of!.. Babasının bu efsaneyi bana neden anlattığını düşünüyorum son günlerde sık sık. Neden anlattı?
Of! Bir taşı kaldırıp tepenin başındaki kurgana bıraktım. Aydolu’nun evinden beşparmak4 yemeği yedikten sonra döndük. Dönerken Aydolu’nun babası: ‘Oğlum, düğün yapılmadan, kız istenmeden damadın kız tarafına gelmesi doğru değildir.’ dedi. Of!
Bir hafta geçtikten sonra beni askerlik komitesine çağırdılar. O zamanlar askerlikle ilgili yasanın sert olduğu zamanlardı. Elime askere çağırma yazısını tutuşturup altı aylığına askere gönderdiler. Altı ay asker çizmesi giyip Novosibirsk’te yer tekmeledim. Kız isteme, evlenme konuları ertelendi elbette. Yapacak iş kalmadığı zamanlarda mektup yazdım. Ondan gelen mektupları okumak da çok ilginç oluyordu. Ne kadar saf bir insandı… Ne kadar güzel ve temiz duygulardı…
Askerden sonbaharda döndüm. Geldikten sonraki ertesi gün işe başladım. Aydolu telefon edip ‘Hemen geliyorum.’ dedi. Şuradaki Şiyen’de oturur. Öğleye doğru büroma geldi. Çok özlemişim, hemen sarıldım. Hüngür hüngür ağlamaya başladı, gözyaşları sel gibi aktı!