İçimden, “Hayda şuna bak!” diyerek ağzım açık, hayretler içinde dinledim kendisini.
Doğrusunu söylemem gerekirse, “Rüstem Destan”ı adlı bir karışlık kalınlıktaki kitabı görmüşlüğüm vardı, ancak okumamıştım. Kırağı ile gömülmüş yoğun kamışlı, parlak buz ile örtülü Kızılsay adlı küçük ırmağın kenarında o, destanı uzun çok uzuuun anlattı. “Gider gitmez o kitabı bulup derhâl okumalıyım! Ne muhteşem!” dedim kendi kendime.
“Keşke Rüstem gibi bahadır olsam!” dedi o parlak buzu çatır çatır oyarken.
Çobanların çocukları her zaman hayalci olurmuş. Ben de bazen şu aydınlık dünyaya bakıp hayallere kapılırdım. Öğleden sonra sıra dama oyununa gelirdi. Sürekli yenilmekten olmalı ki canım sıkılmaya başlamıştı. Ancak inatçı huyum üstün geliyordu.
“Hey soğan gibi soluyası haylazlar!” diyen Tusan’ın annesinin geldiğini fark etmemişiz bile. Annesi tir tir titriyor, sesi ise zor çıkıyordu. “Anjinim tuttu, ateşim yükseldi, ölmek üzereyim! Allah ölümünü gösteresi Tusan! Sen buradaymışsın. Oyunun batsın inşallah!” diyerek tahta ile dama taşlarını hızla çekip aldı. “Hadi eve lanet olası!” diyerek elindeki kırbacı ikincinsinde de geçiriverdi.
Tusan, tüm hızıyla koşarak uzaklaştı. Akşam koyunları karşılamak için çıktığımda Tusan’a rastladım.
“Dama taşlarını tahtası ile birlikte sobaya attı.” dedi.
“Ne zaman oynayabiliriz?”
“Önemli değil. Bir çayın kâğıt ambalajını saklamıştım. Ondan yaparım. Yarın öğleye hazır olur. Sen babama ‘Kahramanlık Destanları’ adlı kitabı bulsana. Biliyor musun okumayı aşırı seviyor. Anneme kızma, biliyorsun hasta. Uyurken iki göğsüne yılan sarılmasından uyanmış ve korkusundan hiç hareket edemeyip donakalmış. Babam yetişmiş de yılanı kaptığı gibi dışarı atmış. Annem o gün bu gündür ürkme hastalığına yakalandı. Sekiz aylık bebeği ölü olarak doğdu, bin çeşit hastalık edindi. Her yıl doğum yapar, ancak yürümeye bile gücü yok. Ben olmazsam ölür. Biliyor musun beni ölesiye sever. Ben uykudayken sarılıp öper, başımı sıvazlayıp ‘Aslanım Tusan’cığım benim, yazık oldu sana, günahını aldım. Okutamadım seni. Okutamadım.’ diye ağladığında gözyaşları yüzüme damlar. Uyanık da olsam uyuyormuş gibi yatmaya devam ederim. Hastalık yordu, bitirdi. Allah’tan hep iyileşmesini dilerim.”
Onun büyük gözleri yaşla dolmuştu. Ağladığını göstermemek için, arkasını dönüp uzaklaştı. Giderken çöken omuzları sarsılıyordu.
“Tusan, sana ilkbahar tatilinde yepyeni dama getireceğim!” dedim arkasından.
O, duymazlıktan geldi, dönüp bakmadı. Boğazım düğümlenerek ben de hıçkıra hıçkıra ağladım kendi kendime. Geceleyin öğrencileri toplayan Poltara İvan isimli iri yapılı sarışın şoförün arabasına binip köyün, yatılı okulun yolunu tuttum.
* * *İlkbahar tatilinde getirdiğim yepyeni damamı gören annem:
“Aşimhan abim çok zor durumda. Yengemiz aniden vefat edince onca çocukla köye taşındı.”
“Peki Tusan?”
“Tusan, çobanın birine yardımcı olarak çalışmaya başladı.”
İlçe öğrencileri arasında dama şampiyonu unvanını kazanarak iyice hazırlıklı gelen benim için annemin haberi alnıma taş vurulmuş gibi tesir etti.
* * *Şakası yok, o zamandan bugüne kadar nice yıllar geçti. Dünkü gencecik delikanlılar, bugün altmışını geçen birer olgun adamlar oldular. Köy ve sınıf arkadaşlarımla Sadabay’ın düğününde başköşede oturmuş, Alpamıs’ın sunduğu kelleyi kemiriyordum. Bir yandan da uzun zamandır görmediğim akrabalarla samimi ve hoş sohbet ediyordum.
“Dayı oğlu Tusan nerelerde bugünlerde?” diye sordum.
“O, köyümüzün et parçalama ustasıdır. Kendisi et parçalıyor ilerideki evde.” dedi Sadabay.
Sıcak havaların devam ettiği sonbahar mevsimi. Aladağ’ın eteği büyük bir keyif içinde uzanıyordu. Kapının önüne çıktığımda Sadabay:
“İşte Tusan.” dedi.
Eyerde dimdik oturan Tusan’cığım atıyla sokağın yokuşunu çıkıyordu. Dayı oğlu Tusan’ı görmeyeli uzun zaman olmuştu. Köyün ötesindeki çocukluğumuzun neşesi olan şu yüksek Aspankora Dağı gururlu dağ tekesi gibi mağrurlanıyordu. Yaklaştım ve sordum;
“Tusan, sen bugünlerde hiç dama oynuyor musun?”
KORKU
Kaşları çatık soğuk sonbahar mevsimi başlamıştı. Buz gibi yağmur, canları sıkıyor, odada soğuğun hâkimiyet kurmasına neden oluyordu. Genelde yığınla ortalıkta dolaşan yurt eğitmenlerinin hepsi birden, tatil izni alıp evlerine gitmişlerdi. Soba yakılmayan odada kalıp büzülüp titreyenler, öksüz çocuklar ile anne babaları yerin dibine taşınan çoban çocuklarıydı.
Oğlanlardan Abu, Rahmet ve ben, üçümüz; kızlardan ise Aynaş ve Şarbankül ikisi kalmıştık. Şarbankül, ağabeyi Jenis ile Degeres Köyü’ndendi, öksüzdürler. İki yaş büyük ağabeyi Korday’daki meslek okulunu kazanmıştı. Boru gibi upuzun tek katlı yurdun bir tarafında erkek öğrenciler, onun karşı tarafında ise kız öğrenciler kalırdı. Ortadaki küçük koridorda geceye doğru bekçi Almabek ihtiyar, ağız kısmı kırık eski siyah sobada dumanını çıkararak ateş yakardı.
Akşam yemeğinden sonra bekçi Almabek ihtiyarın yanına toplanırdık. İhtiyar, kalın ve dağınık isli sakalını sıvazlardı. Gazeteye parmak kalınlığında sarılan tütününü keyifle içine çekerdi. İlginç ve etkili bir şekilde bir şeyler anlatmakta ustaydı. Sobanın yanı sıcacıktı. Eski efsaneleri, değişik kahramanlık hikâyelerini acayip severdim. Titreten buz gibi odada oturmaktansa odun taşımaya, soba yakmaya yardım etmeyi tercih ettiğimden, Almabek ihtiyarın yanında olup onun anlattıklarını dinleyerek büyük bir keyif alırdım! Bir defasında bekçi, tütününü içip arada bir öhhüüaa diye öksürerek Karamergen’in Oğlu Joyamergen hakkında eskiden Kakpatas’ta yaşanan bir olayı her zamanki gibi dinleyeni büyüleyerek anlattıktan sonra:
“Hadi çocuklar yatın. İhtiyar adamın boş sözleri bitmez hiç. Hoppala şuna bak, Abu mışıl mışıl uyuyakalmış bile. Yatağa yavrularım.” deyince iki kız kendi odalarına gitti. Biz de buz gibi soğuk yatağımızı ısıtamayıp giden çocukların battaniyelerini üstümüze kat kat örterek yattık. Vücudumun titremesinden gözlerimi kapatamıyordum. Bekçi, öhhüüaa diye öksüre tıksıra dış kapının sürgüsünü çekti ve bizim odamıza gelerek gaz lambası ile bir kez baktıktan sonra çıkıp yerine geçti. Biraz sonra ihtiyarın horlaması duyuldu.
O yıl okulu bitiriyordum. Aynaş ile Şarbankül bizden bir alt sınıfta okuyorlardı. Şarbankül’ün ağabeyi Jenis’le ikimiz dosttuk. Benden iki yaş kadar büyük olmasına rağmen birbirimizi iyi anlardık, sırlarımızı paylaşırdık. Şarbankül, yatılı okulda kalmıştı. Sarışın ve biraz kilolu kızın altın gibi parlayan saçları ne kadar güzeldi. Saçlarını bazen kalın bir örgü, bazen de iki örgü yapıp bıraktığında, açık kumral sırtında büyülü dünya nazlanarak gidiyor gibi gelirdi. Çekici olan sadece saçı değildi. Kendisi aynı dolun ay gibi açık kızıl tenli, güzel kalın kaşlı, dışa çıkık dolgun dudaklı, ince ve güzel burunlu bir kızdı. Hacimli kâkülü de kendisine çok yakışırdı. Gülümsediğinde sağ yanağının uç kısmında meydana gelen çukuru hiçbir kızda yoktu muhtemelen! Ya gözleri, gözleri berrak su gibi pak, temiz ve acayip gizemliydi. Bazen üzülüyor muydu ne? Utandığında yanakları kızarırdı, böylece daha da güzelleşirdi. Bizim taraflarda sonbahar geldiğinde elma yetiştiricileri aport7 elmalarını toplarlardı. İşte o güneşte olgunlaşan, küçük çocuğun başı kadar olan kıpkırmızı aport elmaya bak da Şarbankül’ün yüzünü görmüş ol! Büyüyüp genç kız olan güzel, ne giyerse giysin yakışırdı. Onun öyle renklendiğini gördüklerinde delikanlıların tamamı, olgun adamlar bile, ağızlarını açıp hayretler içinde bakakalırlardı.
Korday’a meslek okuluna giden ağabeyi, Şarbankül’ü bana emanet edip tekrar tekrar tembihlerken:
“Nariman, sen çok akıllı bir delikanlısın. İkimiz dostuz. Annem ve babamı kaybettiğimizde kardeşim çok küçüktü. Annemle babamın ruhu huzurunda onu üzmeden büyüteceğime söz vermiştim. Artık sana emanet, kardeşime göz kulak ol.” dediğinde başımı sallamıştım durmadan. Ağabeyi sık sık mektup yazarak haberini alıyordu. Ben de Şarbankül’e gözüm gibi bakardım, ona göz koyan oğlanlardan her şekilde korurdum.
Bana dayanarak koluma girmesi, melek gibi gülümsemesi, nazlanması ne kadar güzeldi! Kulağıma fısıldayarak katıla katıla gülerdi. O bana bir şeyler anlattığında delikanlıların tamamının kıskanmaları ne kadar güzeldi.
O gün şiddetli bir fırtına kopmuş, pencerenin camları çıtırdamıştı. Ardından rüzgâr esip şıkır şıkır yağmur yağmaya başlamıştı. Etrafı sarıya boyayan sonbahar geleli beri gökyüzü put kesilip bir damla damlatmamış, her yer toz içinde kalarak köylüler gökyüzüne yalvararak bakmıştı.
Şu yağışlı soğuk sonbaharda ta Kanşengel’in de ilerisindeki yoğun kumun ortasında koyunlara bakan annemle babam ne yapıyordu acaba? Onlara karşı duyduğum özlemden kalbim sızlıyordu. Küçücük kız kardeşlerim nasıl olmuşlardı acaba? Tatlı tatlı konuşmaya başlamışlardı muhtemelen. Çobanlar bütün yazı yaylada geçirirler ve sonbahara doğru aşağı tarafa, ta uzaklardaki kıvrım kıvrım yoğun kızıl kumun içine taşınırlardı. Onların yanlarına sadece kış tatilinde, yılbaşında gidebilirdim. İşte Azrail gibi kış yaklaşıyordu. Ayaklarımda çizme, üstümde palto, başımda kışlık şapka yoktu henüz. Babamlar para göndereceklerini söylemişlerdi, bekleye bekleye gözlerim yollarda kalmıştı. Hâlâ yazlık kıyafetlerle tir tir titreyip donuyordum. Kimsesiz çocuklara okuldan güzlük, kışlık kıyafetler paylaştırmışlardı. Onlar, sıcak kıyafetlerle daha iyiydiler. Benim yazlık ayakkabımın ince tabanından ısıran soğuk, beynime vuruyordu resmen. İşte yağmur da yağıyordu, ne yapacaktım? Bir tarafa çekince diğer tarafı eksik bırakan sıkıntılı yalan yaşam seni! Babam, o kadar emek vermesine rağmen, kolhoza olan borcundan dolayı batmış durumdaydı. Alnına her bakımdan tam sefillik yazılmıştı, yaşamı fakirlik içinde geçmekteydi. Yatılı okula giden delikanlı oğluna kıyafet alamamak ne kadar acıklı bir şey!
Hey gidi alev alev yanan çocukluk ve gençlik dönemim! Zehre bandırılmış çiçek gibi neşesiz, ezik ömrüm, hüzünle ve için için ağlamakla geçiyordu. Yoksulluk içindeki o günlerim aklıma geldikçe hâlâ kaburgalarıma kadar soğuk yemiş gibi oluyorum. İki ayağım buz içinde kalmış bir durumda hissediyorum kendimi.
Üzüntü ve kızgınlık içinde yatarken, yağmur diner gibi olmuştu, gözlerim kapanıvermiş, çok karışık bir rüya gördüm. Yegizbay dedemin erkek devesinin üzerindeydim. Hayvanın uzun tüyleri bulut gibi, kendisi de dağ gibiydi. Devenin yavruları da peşimize takılmıştı. Kışisaz’da dolaşıyordum.
“Nariman aslanım, şu beyaz deve yavrularından birine ay biçimindeki damgayı vuracağım.” diyordu tüm Aytek’in bilge aksakalı. “Dur bakalım, çok geçmeden büyürsün oğlum! Üzülme, kızma! Daha rahatlayacaksın. Al götür, hediye olarak aldığın hayvanı!” diyerek bir tane bembeyaz deve yavrusunu bana verdi. Ben de heyecan ve sevinçten içim içime sığmadı, gözlerimden yaşlar döküldü sanıyorum. Tam o esnada, bir yerlerde gürültü koptu, çığlıklar duyuldu. Gerçek mi yoksa rüya mı olduğunu anlamamıştım, kafam karışmış olarak uyandım.
“Şarbankül! Şarbankül’ü…” diyerek zifiri karanlık oda içerisindeki Aynaş, tüm gücüyle bağırıyordu. “Öldürdüler! Şarbankül öldü! Öldürdüler onlar!”
Odadaki üç çocuk, yatağımızdan fırlayıp koridora attık kendimizi. Hantalca hareket eden, ayı gibi karşımızda dikilen Almabek ihtiyardı.
“Allah’ım, bu ne dehşet bir şey!” diye bağırıyordu. Koridordan üst üste koşarak geçip kızların odasına daldık. Sizin için yalan, benim için gerçek, Şarbankül’ün üzerinde ağzı ile burnundan, gözünden ateş saçan Azrail oturuyordu. Kafası yusyuvarlaktı, yüzünden yayılan alevler ortalığı ışıtıyordu.
“Eyvah, eyvah!”
Almabek ihtiyar, nice kanlı savaşın şahidi olan insan değil miydi. “Allah korusun! Bismillah, hadi buradan, hadi şeytan!” diyerek elindeki eğik siyah sopasını olanca gücüyle korkunç yaratığa vuruverdi. Bu vuruşla, yaratık paramparça oldu, küçük parçalar hâlinde etrafa saçıldı.
“Şarbankül, gözünü seveyim yavrum.” derken gazlı lambayı yukarı kaldıran Almabek, dikkatle kızın yüzünü inceledi: “Şarbankül yavrum, ne oldu? Allah korusun, ağzını aç da boğazına bakayım, korkmuş olmalısın.”
Almabek ihtiyar, kızı ayıltmak için uğraşıyordu.
“Şarban, Şarban hadi kalk.” diye Aynaş hem ağlıyor, hem konuşuyordu. Kızın bedeni cansızdı, kız kendinde değildi. Lamba ışığından yüzünün bembeyaz kâğıt gibi renksizleştiğini fark ettim.
Eli ayağına dolaşan ihtiyar, kızın buz gibi olmuş elleri ile ayaklarını ovaladı, göğsüne kulağını dayayarak dinledi:
“Nefes alıyormuş yavrum, nefes alıyor!” diyerek sakalı titreyerek ağlamaya başladı.
Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Yurttaki iki gaz lambası ile Almabek’in lambasını sonuna kadar açıp odayı aydınlattık. Hepimizin gözleri yuvasından fırlayacak gibi olmuştu. Etrafımıza ürkerek bakıyorduk. Biraz önceki alev saçan yaratığın ne olduğunu düşünüyorduk. Biz öyle bakarken, nice savaşı yaşamış Almabek, sopasıyla yerdeki parçaları dürtmeye başladı.
“Allah korusun, şunlar da neyin nesi? Şunlara bakın.” diye zemine saçılan “Azrail” dediğimiz yaratığın parçalarını toplamaya başladı. Biz de korka korka yaklaştık. Almabek “Alçaklar! Faşist bunlar!” diye küfrediyordu. Aynaş, hıçkıra hıçkıra yaşadıklarını anlattı.
“İkimiz koca odada korktuğumuzdan aynı yatakta yatarız. Zifiri karanlıkta pencerenin üst bölümü pat diye açıldığında ürkerek uyandık. Baktık ki o camdan uzun sopaya asılmış, her yerinden ateşler fışkıran bir yaratık bize doğru geliyor. ‘Auuuu! Sizi canlı canlı yiyeceğim’ diyerek erkek sesiyle kahkaha attı. Filmlerdeki şeytan gibi tepemizde ileri geri sallanıp duruyordu. Kudurmuş gibiydi. ‘Ben şeytanım, sizi yiyeceğim, kemiklerinizi de çiğneyip kemireceğim.’ diye üsteledi. Yanına diğer yaratıkları da getirmiş olmalı ki pencere dibinden neşeli kahkahalar duyuluyordu. Sesimi çıkaramadım gözlerimi sımsıkı kapattım. Bir an pat diye bir ses geldi. Gözlerimi açtığımda deminki şeytanın Şarbankül’ün üstünde oturduğunu gördüm. Şarbankül, var gücüyle çığlık attı ve kendini kaybetti. Daha da sesi çıkmadı. Ben kalkıp size doğru koştum.” dedi Aynaş hıçkırarak, tir tir titreyerek.
“Allah korusun, kalk yavrum! Su getirin, su!”
Ağzına su doldurup yüzüne serpti, ancak Şarbankül kendine gelemedi. Bekçi, zemine parçalanan “şeytan” kalıntılarını topladı.
“Bal kabağı bu ya! İçini çıkarıp temizlemişler, göz ve ağız yapmış, ortasına mum yakmışlar. Bakın işte. Bal kabağı kabuğu! Soytarılar, oyunları batasıların yaptıkları korkunç şeye bak. Eyvah, hadi Şaykül’ü çağıralım, Davken’e haber vereyim.” diyen Almabek ihtiyar kendini toplayıp bize görevler vermeye başladı.
Yatılı okulun müdürü Davitbay İsagulov, savaş gazisiydi. Rusçayı ve Almancayı su gibi konuşuyordu. Yurdun bitişiğindeki binada oturuyordu. Müdürün evine ben koştum. Dışarısı aydınlanmaya başlamıştı. Yağız yer yumuşak karla kaplanmıştı. Tek ayak üzerinde yürüyen tavuk gibi titreyerek, ince ayakkabımdan su geçtiği halde gittim geldim. Ayakkabımın altı delikti, soğuk içime işledi.
“Ne oldu! Neler oluyor, Allah kahretsin! Aya bakıp yıldız mı sayıyordunuz bekçi Almabek yoldaş!” diye bekçiye bağırarak girdi.
Hepimiz susuyorduk. Ortama sessizlik hâkim oldu. Bekçi ihtiyar, bel bükmüş, kem küm ediyordu. Kekeleyerek nefes nefese anlatmaya başladı.
“Almabek yoldaş, sorumluluğa tabi tutulacaksın. Pencere neden açık kalmış? Düşmanlar neden girer devletin yurduna?” diye kızınca iyice şaşkına döndük.
“Şu delili hiçbir şeyine dokunmadan kenara koyun. Şarbankül nasılsınız?”
Bembeyaz yatakta, sarı saçları dağılmış, ay gibi yatan huri, zavallı bir duruma düşmüştü. Baygın bir şekilde uzanıyordu.
Köy hemşiresi Şaykül, güçlükle sığdığı belli olan beyaz önlüğünün içinde, tüm vücudunu sallayarak içeri girdi. Zar zor nefes alıyordu. Elindeki ışıldayan beyaz kutusunu açtı, içinden araç gereçlerini çıkararak kızı muayene etmeye başladı.
“Çok korkmuş. Kalp çalışıyor. Sinir krizi geçirmiş. Şimdi iğne yapacağım.” dedi Şaykül.
Hemşiremiz Almatılıydı. Köydeki Sagındık ağabeyimiz kaçırmış, getirmişti. Soyulmuş yumurta gibi tombul olan yengemiz, bir- iki çocuk doğurduktan sonra, daha da yayılarak şişmanlamıştı. Şehirli olduğundan Rusçaya geçtiği sık olurdu.
İğne ile ilaç verilince, bir müddet sonra Şarbankül, gözlerini açıp şaşkın şaşkın etrafa bakarak:
“Ne oldu?” dedi duyulur duyulmaz bir sesle fısıldayarak.
“Bir şey olmadı, yok bir şey!” diyen İsagulov Hoca bile heyecanlanmış, ne yapacağını şaşırmıştı.
Şarbankül’ün gözleri yaşararak doluyor ve şıp şıp diye yüzünden aşağı akıp yastığına damlıyordu. Yüzünün rengi atmıştı ve bembeyaz olmuş, burnundan soluyordu. Dolgun dudaklarını sımsıkı ısırıp hareketsiz bir şekilde yatmaya devam etti.
“Artık her şey yolunda. Korkma.” diyen Şaykül hemşire araç gereçlerini toplamaya başladı. Kazakça ve Rusça karışık “Biraz uyusun. Her şey normal.” dedikten sonra peşinden koşa koşa gelen hafif sarhoş, uzun boylu kocasının koluna girip yurttan ayrıldı.
Şarbankül’ün yanından bir adım uzaklaşamaz olmuştum. Sapsarı kalın saçını okşuyordum. Alnı, tüm bedeni yanıyordu. Burnu da tıkanmış, zor nefes alıyordu. Sonra bir anda gözyaşlarını öyle bir serbest bıraktı ki.. Aklından kim bilir neler geçmiştir zavallının!
“Nariman anlatsana, ne oldu?” dedi gözleri çeşmeye dönüşen Şarbankül.
Islanmış, alev alev yanan yüzünü sildim.
“Şarbancığım ağlamasana. Korkma. Sakin ol. Soytarıların işleri. Bal kabağını oymuşlar. İçine mum koyup sizi korkutmak amacıyla sopaya takmışlar. Pencereden içeri soktuklarında, kabak yuvarlanarak senin üzerine düşmüş. Sen de çok kokmuşsun. İsagulov Hoca, şu anda etrafı dolaşıp kontrol ediyor. Kar yağdığından izleri kaybolmuş olabilir, yine de bulacaklar onları. Hapse atılacaklar!” diye altın gibi parlak saçlarını okşamaya devam ettim.
Rengi atmış yüzüne, çeşmeden akarcasına akan gözyaşlarına baktım, benim de içim yandı, boğazıma hıçkırık tıkandı.
“Allah hepsini kahretsin!” diyordum dişlerimi sıkarken ağlamamak için kendimi zor tutarak.
“Korkma Şarban. Bal kabağı diyorum, kabuklarını topladık. İsagulov Hoca, Uzunağaç’tan milis çağırdı, sonuna kadar araştırtacaktır!”
Eliyle kolumu tuttu sıkıca:
“Nariman sen gitme, yanımdan ayrılma! Gözlerimi kapattığımda annemle babam sesleniyor, beni çağırıyor. Onlar, ben yedi yaşımdayken ölmüşler biliyorsun! İkisi şurada pencerenin öbür tarafında, bana bakıyorlar. Mimikleriyle, el sallayarak beni çağırıyorlar yanlarına! Korkuyorum!”
“Yanından ayrılmam, sadece korkma!”
Şarbankül’ün ateş gibi yanan iki elini ovalayıp saçlarını okşadım uzun uzun. Güzelce büyüyüp serpilmiş, tüm köyün gözünü alan genç kızın göğsü bir kalkıp bir iniyordu. En sonunda sakinleşir gibi oldu, uykuya daldı.
Erkek öğrencilerin odasında İsagulov Hoca, olan biteni tüm detayına kadar sorarak hepimizi sorguya çekti. Özellikle de kibrit gibi kuru ve zayıf Abu’den gözlerini almıyordu.
“Abu, sen hepsini gördün, hadi anlat gerçekleri!”
“Hocam gece çok sıkışınca dışarı çıkmıştım. İki-üç çocuğun sokağa doğru koştuğunu gördüm.”
“Kimler, tanıyor musun? Yüzlerini gördün mü?”
“Karanlıktı, çıkaramadım.”
“İki kişi mi, üç mü?”
“Üç kişi gibi. Ya da iki miydi?”
“Hey eşek beyni yemiş beyinsiz! Hadi anlat, yoksa canını alırım. Kimler onlar?”
“Zifiri karanlıktı. Fark etmedim. Üstelik çok sıkışmıştım.”
“Sen görmüşsündür, anlat hadi!”
“Bilmiyorum Hocam, çok karanlıktı. Takır tukur kaçıp kayboldular.”
“Eyvah, Şarbankül kaçtı!” diye Aynaş bağırarak çığlık attığından titreyerek yerimizden kalktık.
“Allah korusun! Ne diyorsun?” diyen Almabek, elindeki sopasını yere düşürdü ve iki defa yerinden kalkmaya yeltense de kalkamadı.
Hepimiz dışarıya koştuk. Yurdun kapısı sonuna kadar açılmıştı. Dışarısı süt rengini almıştı. Tepeden binlerce, milyonlarca beyaz tanecikler dökülüyordu. Kar, üstünden geçen kızın yalın ayağının izlerini belli ediyordu. O izleri takip ederek koştuk. Uzaklardan, çok uzaklardan yüksek ve net gülme sesleri, köpeklerin hırıltısı ve havlama sesleri duyuluyordu.
İlk kar üzerine yeni düşen çıplak ayak izi, okulu dolaşarak Uzunağaç’a götüren yola sapmıştı. Önümde akan yıldız hızıyla koşan zayıf ve kuru Abu, arkasında ben, benim arkamda Rahmet ve asker pantolonuyla gürültü yaparak koşan İsagulov Hoca… Almabek ihtiyar, yorularak nefes nefese kalmıştı, fazla uzaklaşamadan kesilmişti.
İleriden kızın karaltısı gözüktü. Peşinde kıza yaklaşmadan hırlayan ve havlayan bir sürü köpek vardı. Şarbankül’ün bu kadar cesaretli olduğunu kim bilebilirdi? Köyün pek çok mezarını bulunduran yamaca doğru yürüyordu.
Tüm hızımızla durmadan koştuk. Yokuşa yaklaştığımızda nefes almakta zorlanmaya başladık. Kaçan kız büyük bir hızla, beyaz karın üzerindeki ceylan gibi zıplayarak ve havlayıp gürültü koparan köpekleri peşine takarak yamacın üstüne çıkıverdi.
Biz ise pek çok mezarın bulunduğu yamacın üstüne oflaya puflaya zor çıkabildik. Sadece bembeyaz gecelik giymiş Şarbankül, ayak bileğini geçen kara bana mısın demeden hoplaya zıplaya dans ediyordu. Köyün kudurmuş köpekleri, hırlayarak ona yaklaşmaya cesaret edemeden uzaktan ince ve tiz bir sesle hırlıyordu. Kimi köpekler, ön ayakları üzerine çöküyorlardı. Kız, onlara doğru saldırır gibi koştuğunda kuyruklarını sıkıştırıp bellerini bükerek kaçmaya başladılar. Ayakkabısız, şapkasızdı. Üzerindeki beyaz geceliği sırılsıklam su olmuş, bedenine yapışmıştı. Belini saran dağınık saçları hop kalkıyor, hop iniyordu. Bu şekilde mezarların arasında zıplaya zıplaya geziyordu.
“Şarban, Şarbancığım!”
–“Ah-ha-hu, eh-he-hu!”diye delirmiş gibi çıkan kahkahalar insanın yüreğini ağzına getiriyordu.
“Annemle birlikteyim, babamla birlikteyim, gidin buradan!” diyerek saklambaç oynuyormuş gibi orada burada beliren mezarların arkasına saklanıyor, kaçıyordu.
O kadar hızlı koşuyordu ki çok uğraşmamıza rağmen yakalamakta zorlandık. Zayıf Abu, yetişip yakalamaya çalıştığında, bir anda atladı ve çocuğu hızla itti. Abu, bembeyaz karda buldu kendini. Rahmet’le ikimiz zor yetişip yakaladık. O kadar güce sahip olmasına hayret ettim, ikimizi iki yana atıverdi. Tekrar peşine düştüm ve belinden sımsıkı tuttum. Dağılan saçı da iyice ıslandığından, üzerinden su damlıyordu.Geceliği bedenine yapışmış olan kızı kaldırmak güç oldu. İsagulov Hoca yaklaştı, ardından köyden diğer insanlar yetiştiler. Hepbirlikte yurda nasıl getirdiğimizi tam olarak hatırlamıyorum bile. Hantalca nefes nefese koşan İsagulov’un asker paltosunu çıkararak üzerine örttüğünü hatırlıyorum hayal meyal.
Yatağına yatırmak daha da zor oldu. Kızgınlıkla silkeleniyor, yerinde duramıyordu. O kadar gücü kuvveti nereden bulmuştu acaba? Öyle uğraşıp dururken geceliği cart diye yırtıldı. Bembeyaz, dolgun, temiz ve kusursuz göğüsleri ortaya çıkıverince erkeklerin hepsinin gözleri kamaşmıştı, ancak hepimiz arkamızı döndük. Toplanan kadınlar, üstünü çıkarıp kuruladılar, başını sarıp yatırdılar. Ona da itiraz edince çarşaflarla yatağına sarıp bağladık. Sabah olup hava iyice aydınlanır aydınlanmaz iki milis görevlisi geldi. Yurdun etrafını iyice aramaya başladılar. Araştırma esnasında sırık gibi uzun, kabuğu soyulmuş beyaz sopa buldular. Ardından iki milis görevlisi iki yanımıza geçip ifademizi almaya başladı. Özellikle de Abu yalnız görüşüyorlardı. Sorguyu uzun tutmuşlardı. “Mesane rahatsızlığım vardır, çok sıkıştım.” demeseydi hiç bırakmazlardı belki.
Şarbankül’ün yattığı tarafa gidip duruyordum endişe içinde. Sıkıca bağlamış olmalarına rağmen kâh deli gibi kahkaha atıyor, kâh bağıra bağıra ağlıyordu. Arada bir “Anne, baba gitmesenize, şimdi geliyorum. Baba! Anne!..” diyerek yalvaran sesle fısıldayarak konuşuyordu. Bazen de “Git, git hey şeytan, hey azmış albastı!” diye ürkerek bağırdığı oluyordu.
Sabahın erken saatlerinde okul müdürünün çağırdığı ambulans geldi. Şarbankül ile İsagulov’un eşini götürdü ambulans. Milisler ise İsagulov, Almabek bekçi ve Abu üçüne ifadelerinin alınması için ilçe merkezine gitmeleri gerektiğini söyleyip beraberlerinde götürdüler.
Milis tarafından götürülenler akşamın son otobüsü ile döndüler. Abu’nun yüzü kararıp gözleri çökmüştü, çocuk ezilmişti.
“Domuzlar, hayvanlar! Beni kapatıp dövdüler, dövdüler! Böğrüme vurup köpekmişim gibi tekme attılar. Ne söyleyebilirim ben, ne bileyim? Bir şey görmediğim doğru mu, doğru. Yemin ediyorum.” diyerek kendisini gıcırdayan eski yatağına atıp hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Yapma Abu, yapma!” diyerek sırf kemikten müteşekkil sırtını sıvazladım, zor yatıştırdım.
Yoğun kar, bir gün ve bir gece boyunca yağdı. Dizleri geçecek kadar olunca, okula gidemeden üç gün yurt odasında kapanıp kaldım. Şarbankül’ü kovalarken ayaklarımdan geçen soğuk yüzünden dizlerim bükülünce açılmıyor, açılınca da bükülmüyordu. Sonunda Karakıstak’taki hastaneye yatırıldım ve yirmi gün kadar hastanede kaldım. Zar zor iyileştikten sonra döndüm.