Aydolu’mu elinden tutup derhâl Tilemis adlı dostumun evine gittim. Dostum ve eşi gelişimize çok sevinerek büyük ilgi gösterdiler. İçkili sofra kurup kutladık, eğlendik. Ardından yapılacak düğün konusu konuşulmaya başladı. Zavallı Aydolu, gözleri yaşarmış hâlde bana bakıp duruyordu. ‘Çok özlemiş anlaşılan zavallım!’ diye düşündüm. Ancak gözlerinde bir sıkıntı vardı sanki, namus ve şeref miydi bulunan yoksa? ‘Özlem denen çok zor bir şeydir gerçekten! Ben de çok özledim, artık birlikteyiz canım. Birlikteyiz.’ diyordum içimden. Of!”
Oda arkadaşım, oflaya puflaya yerinden kalkıp pencereye yaklaştı. Dışarıda ıslık çalan ayaz vardı, her taraf kırağı tutmuştu. Avucuyla camı silip bir süre sessizce dışarıyı seyretti. Ne düşünüyordu acaba? Sırık gibi uzun, ipince, kürek kemikleri kalkık adam, tekrar tekrar cama üfleyerek gözlerini dışarıya dikip öyle uzun uzun baktı ki… Kalp rahatsızlığına genelde şişman, kilolu insanlar yakalanırlardı. Şu adamda ise bir gram fazla yağ yoktu.
“Of!” dedi yine ve yatağına oturup bacaklarını aşağı sarkıtarak anlatmaya devam etti.
“O geceyi Tilemis’in evinde geçirdik. İkimize aynı odaya yatak yaptılar; benim için yere, Aydolu için kanepeye. Tilemis’le eşinin yüzlerinden tebessüm eksilmedi. Mahsustan böyle yaptık diyorlardı sanki. O, soyunmadan kanepeye bitkin bir hâlde oturuverdi. Işığı kapattım. Cesurdum. Kız çekindikçe cesaretim artıyordu. Sürüklercesine getirip yanıma yatırarak üstündekileri çıkardım. Kız, artık razı olmuştu. Meğerse… Of!”
Oda arkadaşım, iki eliyle kalın, güçlü ve beyazı artmış dağınık saçlarını sımsıkı tutup derin bir ah çekti.
“Keşke şimdi sigara olsaydı. On sene önce bıraktığım sigarayı şimdi canım öyle bir çekiyor ki. Of!.. Ne diyebilirim, kız gözyaşlarını öyle bir akıttı ki! Otuz yaşına gelen ben bilmiyormuşum, kızın kendisi nefesi kesile kesile hepsini anlattığında tüylerim diken diken, sinirlerim alt üst oldu.
Meğerse… İnek çiftliği ilkbahar gelince dağın eteğine yerleşmiş, inek sağanlar da her gün köyden oraya gidip gelmeye başlamışlar. Öyle akşamların birinde köye bırakma teklifinde bulunmuş Kızılmurın5 adlı elli yaşındaki çiftlik başkanı. Millet gerçek adını unutmuştur, sürekli içki içerek kızarmış burunla dolaştığından Kızılmurın adını almıştır. Yolda giderken iri yapılı koca herif, oğlak keser gibi bildiğini yapmış. Kız, öleceğim diye hüngür hüngür ağlamış, hapse attıracağını söylemiş. Kızılmurın, ‘Bir kişiye bile söyleyecek olursan kafanı kavun gibi kesiveririm.’ demiş.
Bu olay ben gider gitmez olmuş. Ertesi gün inek sağma işini bırakmış. O gün bu gündür işsizmiş. Üniversiteyi de kazanamamış. ‘Sen beni affedemezsin, biliyorum affedemezsin canım.’ diyordu yüzünü elleriyle kapatıp ağlayarak.
Tan yeri ağarıncaya kadar gözlerimi kırpmadım, o da tan yeri ağarıncaya kadar bükülerek yattığı gibi uzun uzun ağladı. Ben bedbahtın ise dili tutulmuştu, koca taş gibi sertleşmiştim. Tan ağarır ağarmaz ev sahiplerini uyandırmadan evi terk ettik. O, büroya kadar benimle birlikte geldi:
‘Amir, Allah huzurunda affet ya da öldür beni. Ben seni sadece bu dünyada değil, öbür dünyada da çok seveceğim, inanır mısın canım!’ dedi.
Tepki vermedim.
‘Artık ben senin için yokum! Sen benim için kaybolmuş insansın!’ diye yüzüne söyleyiverdim. Kız, için için ağlayarak sırtını dönüp gitti. Of! Hayat işte! Herkese evleneceğimi duyurmuştum bile! Çaresizce, beklenmedik bir şekilde şimdi beni ziyaret eden yengenle evlendim. Evde kalmış öğretmenmiş. O günden bu yana inanır mısın yirmi bir yıl geçti aradan. Hızlıca gelip geçermiş zaman. Unutmuşum, unutuyormuşum. Gelen mektubu olmasaydı.”
Yastığının altından elleri titreyerek çıkardığı zarfı bana verdi.
“Kendin okusana.”
Sesi titriyordu, kalbi hızlı çarpıyor olmalıydı. Hastanelerde çok kalan insanın hekim gibi olup hastalıklarla ilgili her şeyden bilgili olma özelliğini edindiği malumdur. Mektup, bildiğimiz kareli okul defterinin orta iki sayfasına yazılmıştı.
“Amir,
Nasılsın? İyi misin? Seni hep merak eder, sorarım. Gazeteden Bakan olduğunu okuduğumda nasıl sevindiğimi bir bilsen! Ben senin istediğini mutlaka elde edeceğinden hiç şüphe duymamıştım, emindim. Bugünlerde nasıl olduğunu çok merak ediyorum!
Ben mektubu sana özel olarak gönderdim, sadece senin açıp okuman için. Sen beni tamamen unutmuşsundur. Ben, Aydolu. Serektas’taki Jakıpbay çobanın kızı var ya! Hatırladın mı? Aydolu ne diye mektup yazıyor diye kızmayasın. Kusuruma bakma. Söylemek istediğim… Ne olduğunu biliyor musun? Seninle son görüşmemizden sonra ya delireceğimi ya da intihar edeceğimi düşünmüştüm. Ne ölü, ne de canlı biri olmuştum. Öyle yaşarken hamile olduğumu öğrendim. Kimden mi dersin, senden. Senden çocuğum olacağını öğrendiğimde yaşama karşı sevgim uyandı. Senden çocuğum olacağı için çok sevindim. Sen güleceksin belki, ancak benim yaşamamı sağlayan bir tek o oldu. Anneme sırrımı açtım, kadıncağız ağlayarak akıl verdi. ‘Amir evlenmek istemezse evlenmesin, çocuğumu doğuracağım.’ dedim. Annem çözümünü buldu. Kendi memleketinden bekâr birini bularak iki ay sonra evlendiriverdi. Altı ay sonra doğum yaptım. Etrafa süresinden önce doğduğu söylentisini yaydık. Adını da senin adına benzeterek Abil koydum. Aynı sen, aynı! Daha sonra altı çocuk daha doğurdum. Böylece yedi çocuğun annesi oldum. Kocam yumuşak huylu, iyi bir insandı. Geçen sene vefat etti, yüksek tansiyondan. Geçenlerde vefatının birinci yılı nedeniyle mevlit okuttum. Ben de sık sık baş ağrısı yaşar, bazen yataktan kalkamaz duruma düşerim.
Amir! Bu çocuk senindir. Buna önce Allah şahit, sonra seninle ben şahidiz. Oğlun Abil yazın evlenmek istiyor. Büyüdü, eskiden sen nasıl idiysen, aynı senin gibi ince ve uzun boylu. Artık ona gerçeği söylemeye cesaretim yok, soyadı farklı, babası ayrı. Şayet bana bir şey olursa ona göz kulak olasın.
Sen, Abil’in kendi çocuğun olduğundan şüphe duyuyorsundur. İnanmıyorsan, gizlice gel de bak. Anladın mı? Yüce Allah huzurunda, rahmetli annemle babamın ruhları huzurunda Abil’in babasının sen olduğunu söylüyorum Amir! Yalan söylüyorsam ruhların ruhu çarpsın! Benim bedduamdan olmalı ki Kızılmurın aynı yıl trafik kazasından vefat etmiş köpek! Köpeğe köpek gibi ölüm işte!
Amir! Bu mektubu sadece kendinde saklayasın, sonra yaşlandığın zaman olur da oğlunu arayacak olursan kendisine gösterirsin. Ben senden önce gideceğim herhâlde. Fakat ben hayattayken ne benim yanıma, ne de oğlumun yanına yaklaş! Ben o sıkıntıyı kaldıramam. Anladın mı? Ölürüm, utancımdan, özlemden, dertten! Anlıyor musun?
Sen kendine iyi bak, bu oğluna, doğacak torunlara lazımsın. Genel Sekreter’in kızıyla evlendiğini, daha sonra şehre taşındığını duydum. Ben uzaklara evlendim. Şimdilerde nasıl oldun acaba?
Peki canım! Sen beni hâlâ affetmemişsindir. Biliyorum, ama ne yapabilirim? Ben senin için dua ediyorum. Sana beddua etmem, kızmıyorum. Şu mektubu tam üç gün yazdım. Başım çok ağrır oldu son zamanlarda.
Hoş ve sağlıkla kal canım!
Selamlar Aydolu.”
Bu satırlardan sonra oturduğu evin adresini belirtmişti.
Amir, kirpiklerini bile kıpırdatmadan dik dik bana bakıyordu. Sopsoğuk bakışları içime işlemişti. Yüreğim yerinden oynadı. Gözleri çakmak çakmak olmuş, beti benzi atmıştı.
“Ne diyorsun?” dedi.
“Ne diyeyim? Yazık olmuş.”
“Kime?” dedi ani bir tepki vererek. “Kime yazık olmuş? Bana mı? Oğluma mı? Sen ne bilebilirsin ki?”
Dar odanın içinde bir ileri, bir geri gidip avuçlarını birbirine sürüp durdu.
“Kimse bilmiyor. Ben bahtıma tekme attım. Aydolu, benim kısmetim idi. Ya Allah’ım!” Titreyen elini iç cebine götürdü, ilaç çıkararak içti. “Bende kalp yoktur, kalbim o eski zamanda yumruya dönüp sertleşmiştir. Aydolu’yu kovduğum gün taş olmuştur muhtemelen. Biz, insan denen mahluk, acımayı, affetmeyi, anlamayı neden bilmeyiz? Neden? Ha?”
Bakan, ileri geri yürüdükten sonra:
“Size yürümek, ayağa kalkmak yasaktır, dinlenin.” dediğime hiç kulak asmadı.
Bir türlü sakinleşemeyip dışarı çıkmıştı, biraz sonra hemşire elinden tutup getirdiği gibi yatağına yatırdı ve her ikimize de iğne yaptı.
“Sigara bulur musun kızım!” dedi.
Hemşire sert biri imiş:
“Sizin sigara içmemeniz gerektiğini eşiniz söylemişti. Yasak!” dedi sert bir şekilde bakan olduğuna bakmadan.
Oda arkadaşım biraz sakinleşmiş gibi göründü.
“Hey gidi zaman!” dedi hayret edercesine, âdemelması aşağı yukarı hareket etti. “Beni şeytan azdırmıştır. Sen biliyor musun? Sen bilmezsin, bu mektubu aldıktan sonra ben hepsini özledim. İçimdeki pişmanlık göğsümü doldurarak kalbimi ağzıma getirir oldu. İçimdeki pişmanlık tutuşarak alev alev yandım sanki. Makam, görev, saygı ve ilgi deriz ya hep, ne için lazım onların hepsi, ne için ha? Eğer sen kendi yuvanda mutlu değilsen, soyunu devam ettiremiyorsan… Of, canım of! Evet, evet… Biliyor musun benim hiç çocuğum yok. Allah bana süt kokusu yayan bir bebek nasip etmedi, etmedi. Bir bebeği öpüp sevmeden, soyumu devam ettirmeden mi gideceğim bu dünyadan? Bunu kabullenmek istemiyorum. Ne yapabilirim? Of! İlçe başkanının kızı ile evlendikten sonra görevde durmadan yükseldim. Ne içeceğimizin, ne yiyeceğimizin endişesini duymadık, dünyanın yarısını gezip gördük, rahat rahat eğlendik. Ancak çocuk sahibi olamadık. Bir yıl geçti, iki, beş, on yıl geçti… Eşimin gitmediği doktor kalmadı, her çeşit tetkik yapıldı. Sorun bende gibiydi. Meşhur bir profesöre götürdü beni. Doktor, eşimle ikimizi iki-üç muayeneden geçirdikten sonra korkunç haberi duyurdu. Muayene sonuçları sorunun tamamen bende olduğunu gösteriyordu. Hayatta çocuk sahibi olamayacakmışım. Eşim sapasağlammış. Hamile kalmasına bir engel yokmuş. Bütün sorun bendeymiş. Ne yapacağım diye çıldırdım? Gerçekten de karım somun gibi tombuldur. Yanakları da pespembedir. Bense ölmek üzere olan deve gibiyim ve zayıfım. O kadar üzüldüm, o kadar gururum kırıldı ki… Karım, ‘Ben seninle öbür dünyada da birlikte olacağım. Allah vermezse yapabilecek bir şey yok. Böylece, anlayış içinde, birbirimizi üzmeden geçinip gidelim.’ dedi. Beni bir çocuğu sever gibi teselli etti. Ne yapabilirdim? Of! Çocuk evlat edinmek amacıyla yetimhaneye de gittik, cesaret edemedik. Anne babalarının nasıl insanlar olduklarını bilemezdik. İnsanın üç gün sonra mezara da alıştığını söylerler ya, o doğruymuş. İkimiz de durumu kabullendik ve güzelce yaşamaya devam ettik. Kaderimize razı olduk. Yaraya tuz basmamak için çocuk konusunu bir daha açmadık. Ya, ulu Allah, insanların tamamına verdiği küçücük bebeklerden birini neden bana, neden şu bedbaht kuluna vermemişti? Yaşıtlarımın aslan gibi oğulları ile ceylan gibi kızlarını gördüğümde için için yanardım. Kendi kendimi yemeye başlamıştım. Eşimin karşısında kendimi suçlu hissediyordum, yerin dibine geçmek istiyordum. Buna iyice inandırmıştım kendimi. Kötü kaderime bin defa lanetler yağdırarak dertten yanıp yakılsam da belli etmemeye çalışıyordum. Ancak tam da o dönemde, Aydolu’nun mektubunu aldığımda aklımı yitireyazdım. İnansam mı, inanmasam mı? Bir değil, bin defa okumuşumdur mektubu. İnansam mı, inanmasam mı? Oğlum varmış. O zaman ben baba oluyordum, baba! Soyum devam edecekti. Doğanın kanunudur bu. Ancak profesör baba olamayacağımı, doğuştan sıkıntım olduğunu söylememiş miydi? Ne bileyim, küçücük kafam kazan gibi oldu. Of! Allah’ım! Sonunda düşüne taşına gizlice doktora gittim muayene için… İnanır mısın, sapasağlammışım. Ona da güvenmeyip bir başkasına daha gittim. O da ‘Siz yüzde yüz sağlıklısınız!’ diyerek elime mühür vurulmuş bir kâğıt verdi. Gözlerim yuvalarından fırlayacakmış gibi olmuştu. O profesörü aradım. Kayınpederimin yakın dostu idi, yaşlanmış, hastalanıp yatalak olmuş. Aslında mühür vurulmuş kâğıdı gözüne sokmak için, sinirden tir tir titreyerek ortalığı yıkmak için yanına gelmiştim. Oysa beni görür görmez ‘Oğlum gel, otur!’ deyip ağlayıverdi. ‘Hayatımın sayılı günlerini yaşıyorum, senin hayatını kararttım. Eşinle kayınpederin yalvarıp yakardıklarından, çok istediklerinden sana yalan söylemek zorunda kalmıştım. Aslında kısır olan eşin. Kayınpederin kızının kocasız, kendisinin de senin gibi başarılı damatsız kalacağından korkarak üsteleyip beni ikna etmeyi başarmıştı. Ahrete gitmeden önce rica ederim beni affedebilirsen affet. Ya da şimdi kendi ellerinde boğ ve öldür. Ben buna razıyım. Ancak o şekilde mezarda rahat edebilirim.’ dedi iyice güçten kuvvetten olmuş profesör hırıldayarak, yataktan başını kaldırmaya gücü yetmeyip ağlarken.
Delirecek gibi olmuştum. Ne eşime ne de kayınpederime bir şey diyebildim. Kendimi koyacak yer bulamayıp akşama kadar odamdan çıkmadım, kimseyi kabul etmedim. Akşam kafam karışık bir hâlde arabaya binerken düştüm. İşte kalp krizi dediğin sıkıntıyı yaşadığım an. Of! Canım benim… Ne diyeyim, buradan çıkayım, o kahpe sırrını öğrendiğimi anlamayacaktır. Oğluma bu mektubu göstereceğim! Bir çıkayım… Hey gidi günler! Oğlum var! Ben hızlıca oğluma gideceğim! Kendim evlendireceğim, masrafının tamamını kendim karşılayacağım. ‘Gençtik, akılsızdık, ancak sen benim kanımsın, ayrılamaz dostumsun.’ diyeceğim Abil’ime. Aydolu’nun gözlerini seveyim, bu haberi bana ilettiği için, ayaklarına kapanacağım, eteğini öpüp başımı eğerek özür dileyeceğim. Onun tırnağı bile olamam zavallı ben! Ben güzelce bir ağlayıp rahatlayamadım. İçimdekileri dışarı bir akıtabilsem kalbim yağmurdan sonraki çiçek gibi açılır, neşelenirdi. Ne güzel, Aydolu’mu görüp Abil’in yanağından öptüğümde hüngür hüngür ağlayacağım, o zaman içimde toplanmış sıkıntı sel gibi akıp gidecek, hepsi gözyaşlarımla birlikte akıp yok olacak. Ondan sonra sağlığıma kavuşacağım. Sen buna inanır mısın?” diye iki gözü alev gibi parlayarak baktığında kalbim hızlı hızlı çarpmaya başlayınca ilacıma sarıldım.
“İnanıyorum, tabii inanıyorum!”
O, gözlerini yukarı dikip rahatlamış bir şekilde sevgi dolu bakışlarla bakakaldı.
“Oğlum bak, baban geldi huzuruna, şu Aydolu da annen, diyeceğim. Oğlum da hüngür hüngür ağlar herhâlde. İkimiz sarılıp içimizi döküp rahatlayana kadar öyle bir ağlarız. Ondan sonra sırtını sıvazlayıp kıvırcık saçını okşar, özlemimi giderene kadar öyle bir koklarım ki…” diyerek gülümsedi.
İnce ve yumuşak bir sesle fısıldayarak konuşması ne güzeldi! Sesi titreyerek ağlayacak gibi olmuştu, ancak gözlerinden bir damla bile yaş akmamıştı. Delirmiş gibi kendi kendine fısıldayıp uzun oturdu ve:
“Ben oğlumu ölesiye özledim.” dedi.
Bunları söylerken ağzı kulaklarına gitmişti. Öyle dedikten sonra yan yatıp mektubu tekrar okumaya başladı.
* * *Geceye doğru kalbimin sancısı çok artınca sakinleştirici iğne yaptırıp zor uyuyabildim. Gecenin bir saatinde, bedenim üşümüş, tüylerim ürpermiş bir hâlde soğuk terler içinde uyandım. Kalbim kötü bir şey hissetmiş gibi sızlıyordu. Hemen pencereye baktım, camı yoğun kırağı tutmuştu. Rengi atmış Amir’in yataklarına gözlerim ilişti. Hızlıca yanına yaklaştım. Amir, sırtüstü yatmış, uzanıp gerildiği gibi donup kalakalmıştı. Gözü yuvalarından çıkmıştı. Kaskatı olan vücudu sopsoğuktu. Boyu çok uzamış gibiydi. Cansız ve sert bedenini kuvvetle sarsmış durmuştum.
“A-a-a-a!” diye bağırıyordum güya, ama sesim çıkmıyor.
Kalbimi tutarak koştum, odanın kapısını sonuna kadar açtım ve gerçekten bağırmaya başladım:
“A-a-a-aa!”
Birileri bana doğru koşuyordu. Beyazımsı silüetler yavaş yavaş yaklaşırken, gözlerim karardı ve bembeyaz bir perde belirdi, belirdi. Tekrar yatağıma gidemeyip bayılmış, düşmüşüm. Soğuk ve sert yatağa bağlanmış gibi uzuuun bir süre, tam olarak üç ay, hastanede kaldıktan sonra kalbimi idarelik duruma getirip taburcu oldum.
Aklıma hâlâ Amir geldikçe sırtımdan soğuk ter fışkırıverir, ellerim ve ayaklarım alevlenir. Üstelik yeni bakan tayin edildiğini duymuştum radyodan. Peki, o mektup neredeydi? Zavallı Aydolu ne yapıyordu?
Hiçbir şeyden haberim yoktu. Amir, öbür dünyaya göçmüştü, canlı şahit olarak ben kalmıştım. Bana şu fani dünyada bitmeyecek bir borç yükleyip de gitmişti. Son borç.
Umarım ki bu yazdıklarımı okuyarak Abil, babasının kim olduğunu öğrenecektir. Babasının oğluna iletemediği son borcunu ödeyişimdir bu. Abil oğlum, sen neredesin? Erkek toklu yabancıya gitmezmiş.
TUSAN’IN DAMASI
Kış tatilinde, ta kumlu ve kuytu bölgede oturan annemle babama gelebilmiştim nihayet. Onuncu sınıfta okumama, artık büyük bir delikanlı olmama rağmen, annemle babamı özlemiş, şu tatili dört gözle beklemiştim. Yatılı okulun her gün durmadan verdiği lezzetsiz çorbasından da bıkmıştım.
Kolhoz, çobanlara kışlık azık olarak deve kesip vermişti. Akşamları evin ortasındaki demir sobanın üzerinde tuzlanıp bekletilmiş deve eti, kıvamında kaynıyordu. Sobanın önünde tezek közünde ekmek pişiyordu.
“Kaysar’cığım kalk yavrum!” diyerek artık kocaman olan sırtımı okşayıp büyük bir sevgi ile öpüverdi annem. Bir annenin sıcak avucu, ilgi ve sevgisi, özlemi ne kadar güzeldi!
Gerilerek zor kalktım.
“Gel canım! Kahvaltı hazır!”
Zahmetlere kapılan annemle babamın ortasında şımarırdım. İç dünyam tamamen aydınlanır, acayip duygular yaşardım. Harika bir dünyaydı!
Annem, benim için sakladığı kurut6, tereyağı, şeker ve bisküvilerinin hepsini çıkarıp ağzıma sokarcasına yedirirdi. Tıka basa doyduktan sonra canım sıkılarak dışarı çıkardım. Aşimhan, annemin akrabasıydı. Babam ve Aşimhan, daha hava aydınlanmadan, sabah erkenden koyunları otlatmaya çıkarırlar ve ancak akşam karanlığı indiğinde üstleri başları buz tutmuş bir hâlde dönerlerdi. Komşumuzun karısı sık sık hastalanan bir kadındı. Çoğu zaman yataktan kalkamayıp başını eşarpla sararak inleye inleye yatardı. Hasta olan insan sinirli oluyordu. Onların da benim yaşlarda Tusan adlı iri yapılı, orta boylu ve geniş omuzlu çocukları vardı. Çocuk, sabahtan akşama kadar koşar dururdu. Annesi sık sık hastalandığından dördüncü sınıftan sonra okula devam edememişti. Ne zaman görsem iş yapıyordu. Koyunlu köyün işleri bitmezdi ki…
Babasıyla sabahın erken saatlerinde kalkar, koyunları sayarak otlatmaya çıkarmaya yardımcı olurdu. Zayıf ve güçsüz, topal ve hasta olduğundan ahırda kalan hayvanlara ot verirdi. Öğleye doğru onları da önüne katar, Kızılsay’daki nehre götürür ve nehrin buzunu kırarak hepsine su içirirdi. Evindeki annesi ile küçük kardeşlerinin üstlerini giymelerine yardımcı olur, karınlarını doyurduktan sonra ateş yakar, eve su getirirdi. Çocukların çamaşırlarını yıkayıp yemek pişirirdi. Öylece hiç dinlenmeden çalışır dururdu.
Çökmüş beyaz develer gibi bembeyaz karın altında kalan şu oyuk, kumlu ve kuytu yerde bu iki ev ahalisinden başka kimse gözükmezdi.
Okuldan geleli bir-iki gün geçmişti ki, iyice sıkıldım ve üstümü giyerek dışarı çıkıp Tusan’ın yanına gittim.
O, kenarı tamamen buz tutmuş kuyudan su çekiyordu.
“Bu sene kaça gidiyorsun?” diye sordu.
“Ona.”
“Ben de şimdi ona gidiyor olurdum.” diye kem küm ederek, kovadaki ağzına kadar dolmuş suya üzgün bir yüz ifadesiyle bakakaldı.
“Bu sene okulu bitiriyormuşsun. Sonra ne yapacaksın?”
“Üniversiteye gideceğim.”
“Ben, pilot olmak isterdim. Onun için yeteri kadar sağlıklıyım. Her gün ağırlık kaldırıyorum. Gözlerim de keskin. Dürbün olmadan da ta uzaktakileri hemen tanıyorum. Saçlarımı da uzatırdım. Babam bitleneceğim diye sıfıra vurur hep.” diyerek tamtakır sıfıra vurulmuş başını sıvazladı.
Ev tarafından annesi, “Allah canını alası Tusan! Nereye kayboldun? Yer mi yuttu seni!” diye bağırdı.
Bunu duyan Tusan, “Tamam ben gidiyorum! Annem hasta ya!” diye telaşa kapıldı, ağzına kadar doldurulmuş iki kovayı alıp hızlı adımlarla evine doğru gitti.
İlk dikkatimi çeken küçücük iki gözünün üzgün, dertli ve düşünceli olduğuydu. Diğer çocuklar gibi itişe kalkışa oynamazdı. Kahkaha atıp içten gülmezdi. Kaşlarını çattığı gibi koştura koştura evin işleriyle meşgul olurdu.
Biraz zaman geçince, ben de anneme yardımcı olmaya, ahırda kalan küçük hayvanlara bakmaya başladım. Akşamları otlaktan dönen hayvanlara ot verirdim. Annemin bu kadar işi nasıl yetiştirdiğine şaşırmıştım. Yorgun ve bitkin bir şekilde akşam yatağa atıyordum kendimi.
Dördüncü gün, Tusan’la ikimiz, yığını sıkıca bastırılmış otu dirgenle ayırmaya çalışıyorduk. Ot, insanın burnunu yakıyordu. Çok geçmeden terlemiştik. Tusan, dirgeni pat diye sokup sallaya sallaya bir deste otu çekip çıkarıverdi. Güçlü olduğu her hâlinden belli oluyordu. Bense nefes nefese kalmıştım, dirgene dayanıp duruyordum.
“Sen dama oynamayı bilir misin?” diye sordu.
“Ben okulda damadan şampiyon olmuştum.” dedim övünerek.
O, ot yığınlarının bulunduğu yerdeki bir boşluğa elini sokup bir çuval çıkarıverdi. İçinden iki egzersiz tekeri ve bir tahta çıktı.
“Hadi öyleyse oynayalım.” diyerek çıkardığı yayvan tahtayı açtığında kare kare yapılan dama tahtası gözüktü. Ahşaptan yontulmuş beyaz ve siyah taşları ayrı ayrı gazeteye sarmıştı. Onları getirip yerleştirmeye başladı.
Otların üzerine yan yatıp dama oynamaya başladık. Şu uzaktaki kumlar arasındaki dört sınıflık eğitimi olan Tusan’ı kendime eşit kabul etmemiştim. Rast gele hareket etmiş, üç defa üç taşımı birden yedirerek çok kötü yenilmiştim. Yatılı okulun herkesi geride bırakan başarılı öğrencisi, okul kurulunun başkanı, dama şampiyonu olan ben, böyle kolayca yenildiğim için çok utanarak, taşları tekrar dizmeye başladım.
İkinci defada da çok kötü bir şekilde yenildim, hemen peşinden üçüncü mağlubiyetim geldi. O ise yendikçe neşeleniyordu. Azı dişlerine kadar göstererek kahkaha atıyordu. Sinirlenerek tüm taktikleri kullanmaya başlamıştım. Ancak nafile… İki-üç hamle yapmadan hepsini anladı, önümü engelleyerek darbe indirdi.
“Hey kahrolası Tusan! Ahmak! Nereye kayboldun? Şu çenesi kenetlenesi küçük ağlıyor!” diye bağıran annesinin sesini duyar duymaz keyfi yerinde oturan Tusan’ın rengi kaçtı. Çocuk yerinden fırladı. Alelacele damasını toplayıp çuvala koyarak ot yığınlarının arasına sokuverdi.
“Hadi gidiyorum!”
“Bir oyun daha oynasaydık!”
“Yarın aynı saatlerde! Tamam mı?” diyerek otları kızağa yükledi, karnı şişmiş öküzüne “ıhı!” ederek aceleyle uzaklaştı.
Hıncımı ot yığınlarından aldım. Tozu kaldırarak sağa sola dağıttım güzelce. Bugüne kadar beni kimse geçmemişti. Birinci sınıftan onuncu sınıfa kadar sadece takdir kazanan, herkesin önünde giden Kapsalov bugün nasıl olur da tekme yerdi? Benimle eşit güçte biri olsa neyse, kelimeleri heceleyerek zor okuyan çocuğa yenilmiştim. Evindekilere övüneceğini düşündükçe çıldırıyordum. Duyanlar ne diyecekti? Rezaletti! Ertesi günkü oyuna kadar sinirlerimi yatıştıramadım. Gururuma o kadar dokunmuştu ki, patlayacak gibi olup ot taşımaya erken çıkmıştım. Ancak Tusan’ın işi uzun sürdü. Koşa koşa evine bir giriyor, bir çıkıyor, arada bir ahıra gidiyor, hayvanları su içirmeye götürüyordu. Öylece evin yoğun işlerini öğleye doğru ancak bitirebildi. Ben ise, tek başıma dama taşlarını tahtaya dizmiş, taktik düşünüyordum.
“Gel büyük usta!” dedim yaklaştığında.
“Benim adım Tusan, gerçek adım Turmagambet. ‘Rüstem Destan’ı yazan bir şairin adıymış. Ona benzeterek koymuşlar.”
“Evet Tusan, Turmagambet! Bugün gücünü bir göster bakayım.” diye ilk hareketi yaptım.
Allah, Allah! Ben bin düşünüyor, kafamı epey yorarak taşı zar zor hareket ettiriyordum. O ise anında tak tak diye ilerliyor, kahkahalar atıyordu. Yüksek sesle güldüğünde dertleri kayboluyor, gözleri ışık saçıp yüzüne kan geliyordu. Neşesinden büyük keyif aldığı belli oluyordu. Ne kadar oynasak da hep kaybettim. Çok üzülmüş, sinirlenmiş olmalıyım.
“Al işte eşit olduk!” diyerek yerinden kalktı.
Benim gözlerime bakıp özellikle eşit olmamızı sağladı. İlginç olanı her gün öğleye doğru dama oynamamız olmuştu. Evinden annesinin kızgın ve acı bağırmaları duyulana kadar oyunu bırakmıyorduk. Onun kahkahaları, çocuksu güzel gülüşleri ayazlı bölgede sık sık yankılanır olmuştu. Saf ve pak gülüşler… Zafer gülüşleri… Neşeli gülüşler… Çok mutlu olarak kalkıp giderdi. Kaşlarımı çatıp üzgün üzgün dönerdim ben de evime.
Bazen ağır işleri yaparken de ondan geri kalmamaya çalışırdım. Kendimce onunla yarışmak isterdim. Yapılı ve tıknaz çocuk, yorulmak nedir bilmezdi. Ben ise arık ve bitkin at gibi ter içinde nefes nefese kalır, kızarır, bozarır ve yorulurdum. Tatil bitene kadar onunla dama oynadım. Bir kez bile yenemedim. İki hamle yaptırmadan yakalar, tak tuk diye taşlarımı yiyiverirdi.
Bazen hayvanları suvarmaya birlikte giderdik. Ondan daha bilgili olduğumu sergilemek için kahramanlık destanlarından alıntılar anlatırdım.
“Kaysar sen biliyor musun? Rüstem Bahadır neden oğluyla savaşır, neden teke tek dövüşür?” dedi.
“Hangi Rüstem?”
“Rüstem destanı var ya. Bizim evde kitabı var. Babam her akşam yemekten sonra sesli okur. Okuyup bitirince tekrar baştan başlar. Yanında oturup bazı yerlerini ezberledim bile.”
“Hadi okusana.”
Sağ kolunu sallayarak sesini değişik değişik çıkarmaya başlamıştı; bir bahadır, bir düşman gibi oluyordu. Rüstem bahadır hakkındaki destanı etkili bir biçimde okudu.