Muhittin Gümüş
Halis Öğretmen
HALİS ÖĞRETMEN
Birkaç gündür annesinin ciğer parçalayan öksürüklerinin daha ne kadar devam edeceğini bilmiyordu Halis. Demlikte kaynayan ıhlamurdan bir bardak içtiğinde, boğazını ve ciğerlerini yumuşattıkça bir miktar kesilen öksürük nöbeti akşam yemeğinden sonra ocak başında yeniden nüksetmişti. Ne kadar da yorulmuştu şu kahrolası öksürükten. Uyku saatine doğru artık takati kesilen Şerife an nenin gözleri kapanmış, karanlık odanın içinde sobadan yansıyan alevin yansıttığı alaca karanlık içinde sessizlik hâkim olunca da uykuya dalmıştı bütün aile. Halis, sabah uyandığında bambaşka bir evde olduğunu anladığında çok şaşkındı. Gözünü açtığında oymalı ve nakışlı tavan tahtalarını ve ikizi Emine’yle küçük kız kardeşi Hatice’nin de ayak ucunda yattıklarını gördü. “Neden kendi evimiz de değiliz?” diyecek kadar da bilinci yerinde değildi. Henüz beş yaşındaki bir çocuk için kışın ortasında sıcak bir yatakta uyumak fena bir yer sayılmazdı. Neden amcasının evindelerdi? Bir tuhaflık vardı ama odaya gelip de soran eden de yoktu. Yataktan yavaşça çıkıp pencereden etrafa baktığında yolun alt kısmında üçgen biçimindeki bahçenin içinde kaynayan kara kazanların altından tüten dumandan kendi evlerinin de görünmediğini fark etti. Yıkanacak çamaşır ve haftalık temizlik için çeşmenin yanındaki yunak ta yanardı bu kazanların ateşi. Arada bir ağlama ve çığlık sesleri geliyordu kulağına… Şaşkındı çocukcağız. Birisi onlara “Sakın bu evden çıkmayın!” demişti sanki. Zaman ilerledikçe meraklı bakışlar artarken bir yandan da ablası Gülendam’ı arıyordu gözleri. Bahçede toplanan kalabalığın da neden oluştuğunu da anlamaya çalışıyordu. Geçen zaman içinde çocukların odasına ne gelen vardı ne giden? Nihayet öğleye doğru kendilerine Rabia Yenge'nin getirdiği sıcak çorbayla mısır ekmeğini yerken bile kardeşler birbirlerine soramadılar “Niçin buradayız?” diye… Hatice, “Anneme gidelim, evimize gidelim!” dediğinde “Anam hasta, o buraya gelene kadar siz bir yere gitmeyin dedi Zeynep yengem. Dışarısı çok soğuk, üşür hasta oluruz biz de…” demişti Emine. Zaman kavramı o yaştaki çocuklar için izafi olmakla birlikte olan olaylarla ilgili bir bilince sahip olacak yaşta da olmadıklarından sadece anneye duyulan özlemden dolayı merakları zirveye ulaşmıştı. “Şerife Ana hastanede… Uzun zaman gelemeyecek” dediklerinde bir çocuk hüznünün tarifi mümkün olmayan görüntüsünü kimselerin resmedemeyeceğini, üç beş sözle de asla tasvir edemeyeceğini anlamak zor değildi. Henüz 10 yaşına girecek olan Gülendam ablaları biliyordu her şeyi… Zaten tembih etmişlerdi ki “Sakın ola ki ikizler ve Hatice bilmesin, duymasın! Bembeyaz kefenin içinde esmer güzeli bir annenin cansız bedenini kardeşlerine anlatabilecek kudreti yoktu Gülendam’ın. Zatürreden vefat eden annenin yerini kim tutacaktı ki?
Halis’in babasının dört öksüz çocukla baş başa kalması, zorluklar içindeki hayatının daha da çekilemez bir hâl almasına sebep olmuştu. O küçük yaştaki çocuklara kim bakacak, kim büyütecekti ki? Tayyar, çaresiz bir hâlde daha iyi yaşamaktan ziyade her canlı gibi hayatta kalmak için bir çare arıyordu. Çocuklar amcaoğullarının, kayın biraderlerinin evinde veya yakın komşularının yardımıyla karınlarını doyursa da onlar için anne gibisi yoktu elbette. Anneye en çok ihtiyaç duydukları zaman annesiz kalmak pek zor gelmişti. Sıkıntılı geçen üç beş yıl içinde evlenmeye çalışmıştı. Neticede 35 yaşını geçmiş Tayyar, Erbaa’nın uzak köylerinden 18 yaşındaki güzeller güzeli bir kızla evlenmiştir ve onun da ilk hanımının adıyla aynıdır. Şerife; tombul yanaklı, çekik gözlü, fındık kurdu gibi, hanım hanımcık biridir. Tecrübesiz ve toy bir kadıncağızdır. Gurbette o yaşta gelin olmak kolay değildir elbet. Kader onu bir yokluktan alıp başka bir yokluğa gelin etmişti. İlk çocuğu Selim’i doğurduktan sonra kocasından tek isteği ailedeki bütün çocukların ve bundan sonra dünyaya gelecek evlatlarının geleceği için şehre yerleşmekti. Şehirde düzenli iş bulup çalışmak için tarlaları, evi ocağı, malı mülkü satıp Turhal’a yerleşmeye karar verdi Tayyar. “Şeker fabrikasında işe girerim, belki bir iş kurarım ve çocuklara da iyi bir gelecek hazırlarım.” diye düşünüyordu. “Bir ev yeri kadar bahçen olsun. Her yeri satma!” diyen amcasını bile dinlememişti. Sanki fakirliğin tek sebebi köyde yaşamaktı. Oysaki 1950’lilerin küçük bir şehrinde hayat çok mu güzeldi? Bir fabrika, bir maden… Başka? Her şey ancak çalışarak elde edilebilirdi.
Nihayet göçtüklerinde şehirdeki hayatın farklı olduğunu her gün hissetmişti. Kendi eviniz ve sabit geliriniz yoksa hayat çekilemez ve yaşanamaz oluyordu. Köydeki bütün mal varlığını satıp parasını da yavaş yavaş eritmeye başlayınca hiçbir şeysiz ortada kalmaktan korku ve endişeye kapılmıştı Tayyar Ağa. Halis’in okul çağı gelip geçtiği hâlde onu yaşı büyük diye okula kabul etmiyorlardı. Bunu öğrenen şehrin eski Belediye Reisi Raif Yazgan duruma müdahale ederek Atatürk İlkokulu Müdürü Ali Ergenekon’a rica edip Halis’i okula kaydettirdi. Herkes tarafından sevilen, takdir edilen ve fukara babası Belediye Reisine Raif dede derdi Halis de. Raif dede, Halis’in okula başladığı gün sevincinden okulun duvarına yaslanmış ağlıyordu. Onu ilgiyle seyreden çocuklar kocaman insanın ağlamasına bir anlam verememişlerdi. Reis dede arada bir okula uğrayıp çocuklara şeker dağıtıyor ve “İyi okuyun! Memlekete iyi adamlar lâzım çocuklar!” diyordu. Yaşıtlarından azıcık büyükken ilkokulu bitirdi ve ardından ortaokul ve liseyi okumak için Tokat’a gittiğinde yaşını bahane ederek okula kabul etmemişlerdi. Sanat Okulunun Ağaç İşleri bölümü dışında seçebileceği bir bölüm de olmadığını söyleyerek okuma azmini zayıflatıyorlardı. Okuyup marangoz olmak yerine hiç zahmet etmeden de marangozhanede ustalık öğrenmesinin mümkün olduğunu biliyordu. Babası yanında olduğu hâlde Halis cesaretini toplayıp valilik makamına çıktı. Reis dedesi ona öyle tembih etmişti çünkü. Vali Hakkı Albayrakoğlu’nun huzuruna çıkmak için vilayet konağına gittiğinde kapıdan girmesi de pek kolay olmamıştı. Nihayetinde insaf sahibi bir görevli Vali Beyle görüşmesine yardımcı oldu. Halis heyecanlıydı ve gördüğü sıcak ilgi ve şefkatten dolayı da mutluydu. Vali Bey de merak etmişti; “Bu kara yağız delikanlı benden ne isteyecek acaba?” diye düşündü ve sordu:
– Nedir evladım arzun?
– Okumak istiyorum Vali Bey…
– Buna mâni bir şey mi var? Okula kayıt ol, oku!
– Maalesef beni okula kayıt etmiyorlar. Leyli meccani (yatılı) okullarda yer yok diyorlar. Ailem Turhal’da, burada kalacak yerim olmayınca yatılı okumalıyım. Ayrıca yaşımın büyük olduğunu söyleyerek kabul etmiyorlar. İlkokula geç başladım ve dolayısıyla geç bitirdim. Altı kardeşiz ve babamdan başka çalışıp kazanç sağlayacak kimsemiz yok.
– Şimdi Maarif Müdürünü arayacağım ve derhal seni önce Erkek Sanat Enstitüsüne, ardından lise kısmını okuyacağın zaman da Muallim Mektebine kaydetmelerini buyuracağım.
– Teşekkür ederim muhterem Valim. Ömür boyu unutmam bu iyiliğinizi.
– Sağ ol evladım. Başarı haberlerini bekleyeceğim. Her karne alışında vilayet konağına gel ve bana göster karneni. Senin velin ben olacağım.
– Şeref verirsiniz Vali Bey.
Vilayet Konağı’ndan çıktıktan sonra sırtından büyük bir yükü yeni indirmiş gibi bir ferahlık ve hafiflikle elindeki Vali Beyin imzasını taşıyan pusulayı sımsıkı tutarak gittiği okulun kapısında -birkaç saat önce kendisini kabul etmeyen- okul müdürünün yardımcısıyla birlikte beklediğini gördü. Saygısızlık olmasın diye içinden geçenleri söylemedi. Babası Tayyar amca ise valiye şikâyet etmiş gibi gözükmenin ezikliğini de hissederek:
– Müdür Bey… Vali Beye ben değil oğlan gidelim dedi de gittik vallahi… Yoksa ne işimiz vardı vilâyet Konağında. Devletin adamını meşgul etmek gibi bir niyetimiz yoktu. Yanlış anlama bizi…
Müdür de günah çıkarır gibi ve yardımcısının da baş sallayarak onu tasdik edercesine:
– Tamam… Kaydını yapacağız bu kara oğlanın! İyi ki valiye gittiniz; yoksa kayıt edemezdik. Vali Bey’in emri başımız üstüne efendim…
Tayyar amca, oğlunu yatılı okula vermenin sevincini yaşasa da Halis, Öğretmen Okulunun orta kısmına giremediği için üzüntülü ama 3 yıl sonra başarılı okursa Öğretmen Lisesine kayıt olabileceğine olan ümidini kaybetmemiş olarak babasının elini sımsıkı tutmuş; arkamda sen varken daha güçlüyüm ama inşallah bu hevesin kısa zamanda kaybolmaz baba der gibiydi.
Kaydını yaptırdıktan sonra okudu ve hep başarılı bir öğrenci olarak okudu. O yıllarda Halis’in kendi köyünden gelip başka okullarda okuyan arkadaşlarının da olduğunu öğrendiğinde çok sevinmiş ve Hoca’nın Ahmet’le de o yıllarda başlayan arkadaşlığı onun okuma azmine büyük katkı sağlamıştı.
Halis, 1963’te Erkek Sanat Enstitüsünün orta kısmını bitirdi ve hemen öğretmen okuluna kayıt olmak istediğini söylediğinde müdür yardımcısının pek hoşuna gitmemişti bu talebi. Çok iyi marangoz olarak daha ileri aşamada mobilyacılık ve dolap yapımında büyük usta olacak bu çocuğu Sanat Enstitüsünde tutma gayreti beyhude idi. Nihayet Öğretmen Okuluna kayıt olduğunda daha güzel kıyafetle, daha iyi şartlarda okuma imkanına sahip olmuştu. 1966’da Öğretmen Okulunu üstün başarıyla bitirdi. Öğretmen Okulundan mezun olduğu günkü sevinci tarifsizdi. Babası Tayyar amcanın çevresinde değil ilkokulu bitiren, okul yüzü gören kimse yokken oğlunun öğretmen okulundan mezun olmasından duyduğu gururu kelimelerle ifade edemese de her hâlinden belliydi. Kısa zaman sonra 26 Temmuz 1966’da Maarif Müdürlüğünden gelen kararnameyle Zonguldak’ın Karadeniz Ereğlisi’ne bağlı Ketenciler Köyü ilkokuluna tayini çıktığını öğrendi. O güne kadar Tokat ve Amasya’dan başka vilayet görmemişti. Gidip görev yapacağı köyün nasıl olduğunu da merak ediyordu elbette. Dokuz yaşına kadar köyde çok zor şartlarda yaşamıştı. Kış günlerinde bile yalınayak veya çarık giyerek kızakla kaydığı günlerden annesini kaybettiği günlerdeki sıkıntıların yanında hiçbir zorluk ona ağır gelmeyecekti; öksüzlüğün, fukaralığın verdiği zorluklara dayanmışken gurbete mi dayanamayacaktı? …
Ketenciler Köyü’nün tabiatı, insanları, okulu kendi köyündekinden farklı mıydı, değil miydi? Tüm bunları merak etmesi de normaldi tabii. Babasının aldığı tahta valiz ve bir kat yatak yorgana yattığında başını koyacağı küçücük bir yastığı bile yoktu. İstanbul’a giden otobüsle yola çıktığında yeni bir hayat yolculuğu çoktan başlamıştı Halis Öğretmen için. Yolda acıktıkça yanındaki çantadan çıkarıp yediği cevizli burma kömbenin yanında içmeye suyu da yoktu. Aslında yolda da yokluklar devam ediyordu, olmayan başka bir şey de şikâyetti. Şikâyet edilecek ne vardı ki? Karnımız gözümüz doyuyor ya, işte o yeter bana diyordu Halis Öğretmen. Ancak geride doyuracağı dokuz nüfus vardı. Sorumluluk anlayışıyla büyümüş olup, çektiği sıkıntıları kardeşlerine yaşatmak istemiyordu.
Karadeniz Ereğlisi Maarif Müdürüne takdim ettiği yazının ardından kendisine Ketenciler Köyü’ne üç gün içinde gitmesi gerektiği söylendi. Köy ilkokulunda kendisinden başka iki öğretmenin daha olduğunu ve kalabileceği iki odalı bir ahşap ev olduğunu söylemişti. Köye ulaştığında pek de yabancı gelmeyen tabiatla karşılaşmış, sevinmişti Halis Öğretmen. Köyün insanları da misafirperverliklerini gösterme yarışındadır. İlk günlerde eve yerleşme ve alışma evresi pek zor geçmemiş olsa da genç öğretmen için pek kolay değildi. Okuldaki diğer öğretmenler de Halis Öğretmen’e yardımcı olmaktalardı… Köydeki okulda 140 öğrenci vardı ama üç öğretmen nasıl baş edecekti ki? Arada bir köy kahvehanesine gidip sohbet etmeye de alışmışlardı. İşi gücü olmayan köylülerden iskambil ve tavla oynamayan yoktu nerdeyse. Köylüyle kaynaşmak için kahvehaneye gitmekten başka bir yol da yoktu. Allah’tan köy muhtarı Sâdık amca, babacan ve görgülü bir adamdı ve Halis Öğretmen’i pek sevmişti:
– Halis hocam! Sen efendi adamsın… Yokluklardan buralara kadar gelmişsin. Okumuş adam olmanın faydasını ilk vazife yaptığın bu köyde göreceksin. Eminim ki öğretmenlikle ömür boyu mutlu olacaksın. Allah her insana ilmin faydalısından nasip etsin. Bizim çocuklarımıza iyi bir eğitim vereceğinizden eminim. Bir ihtiyacınız olduğunda mutlaka söyleyin bana.
– Sağ ol muhtar amca. Yardımlarınız için teşekkür ederim. İyi ve güzel işlerimizi başkalarına, yanlışlarımızı bize söyleyin lütfen. Siz hayat tecrübesine sahip, bilge insana benziyorsunuz. Ben gencim ve öğretmen olsam da sizden öğreneceğim pek çok şey vardır. Bana manevi katkılarınız olursa yeter.
– Sağ ol evlat… İltifatınıza lâyık olmak isterim.
Halis Öğretmen, “Köy ilkokulunda her şey güzel giderken bir yandan da önce askerliğimi yapayım, sonrasında Allah kerimdir.”, diyordu.
Vilayetteki Askerlik Şubesine uğradığında bir an önce askerlik görevini yapmak ve ardından çok sevdiği öğretmenlik mesleğine devam etmeyi düşündüğünü söyledi. Kısa süre içinde sevki yapıldı ve Balıkesir Edremit’te Askerî okulda ders verirken çok sevdi mesleğini. Aradan geçen zaman içinde askerlik de bitmişti. Askerliğini yaptıktan sonra Halis Öğretmen, ilk görevli olduğu köyden 1968 yılında Balıkesir’e tayin olmuş ve aynı zamanda okul müdürü olarak atanmıştı. Yeni tayin olduğu köyün adı Kumluköy’dür … Dursunbey’e bağlı köyün nerede olduğunu sorduğunda gösterilen dağların arkasından iki saat daha yürümek gerektiğini, yol olmadığı için eşekle ya da katırla gidilen bir yer olduğunu söylemişlerdi. İçi cız etse de öyle yollarda zaten yürümüş olduğundan pek de yabancı değildi zor yollara. Kumluköy’de ahır üzerine yapılmış tek odalı evde kalmak zorundaydı. Başka bir imkân ve ihtimal de yoktu zaten. Okul ise tek dershaneli olup beş sınıfın öğrencisi bir arada okuyacaktı. “Beşi bir arada mı, beşi bir yerde mi desem bu hâle?” diyordu Halis Öğretmen. Bu köyde günler geçse de geceler bitmiyor, her şeyin yokluğunun içinde yalnızca güzel insanlar vardı. Heyecanla okumak isteyen mahcup köylü çocuklarının gözünde Halis Öğretmen’in verdiği ışıklar parlıyordu. Muhtarın gayretleriyle okulun yanına bir lojman yapıldı ve burada altıncı yılına girmişti. Oğlu Yavuz iki yaşında, Ahmet ise dört aylıktı. Biraz daha iyi bir evde yaşıyordu. Köydeki yetişkinlere de okuma yazma kursları düzenliyor, yaz aylarında ipekböcekçiliği yaparak kazancından hasta olduğu için çalışamayan babasına da para gönderiyordu. Kardeşlerinden Selim, Fatih, Fatoş ve Hüseyin büyümüşler ve okula devam ediyordu Turhal’da. Onların da masraflarını karşılayacak tek maaşlı Halis Öğretmendi. O yıl, 80 kilogram ipekböceği kozasını Bursa’da 28 lira 75 kuruştan sattığında bunca emeğin karşılığı bu kadar az olmamalı diyerek döndü evine. Her gün ipekböceklerine dut yaprağı taşımaktan bıkmıştı. Dağların arasında kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde başka hangi şekilde geçimini sağlayacak bir iş yapabilirdi ki?
Bir kış günü köylülerle kıraathanede hasbihal ederken fötr şapkalı, geniş yakalı gömleğine biraz eğreti bağlanmış genişçe kravatlı bir adam girdi. Kenardaki boş masaya oturdu. Ceketinin yan cebinden bir deste iskambil kâğıdı çıkardı. Kendi kendine desteleri karmaya başladı. Arada bir kâğıt çekiyor ve “Hah işte bu yahu! Buldum sonunda en güzelini!” diyor. Halis Öğretmen gibi diğer köylüler de adamın hareketlerini yan gözle izliyorlar fakat bir anlam veremiyorlar. O sırada muhtar içeriye girer. Küçükler ayağa kalkarak yer verirler. “Buyurun muhtarım, masamıza oturun!” derler. Yan masadaki fötr şapkalı adamdan da gözlerini ayıramazlar, fakat adama bir şey de soramazlar. Almanya’dan izne yeni gelen Uzun Ağa dedikleri adamın garip hareketleri dikkat çekicidir. İzne geldiğinde akrabaları pek mutludur ve her hafta yeni giysiler alıp gelen Uzun Ağa’nın davranışları da tuhaf gelir Halis Öğretmen’e. Durumu fark eden muhtar:
– Ne o Uzun Ağa? Nelerle meşgulsün yine? Gel hele de iki laf edelim. O elindekiler ne öyle?
– Muhtarım sağ ol… Ben kimim ki sizin gibi büyük adamlarla oturayım. Okul müdürü, ormancı ve kocaman muhtar… O masaya kaymakamlar hatta valiler oturuyor, ben gariban bir adamım. Haddim değil sizinle oturmak.
– Gel yahu yanımıza! Otur şöyle bakalım. Ceplerin de pek kabarık Uzun Ağa. Çok mu para kazandın Almanya’da ha?
– Haftada bin mark kazanıyorum. Siz de gidin şu Almanya’ya paranın ne olduğunu orada görürsünüz. Bakın elimde bir deste kâğıt var ama o bildiğiniz iskambil kâğıdı değil.
– Nedir öyleyse?
– Şansınıza bir kâğıt açalım da bakın. Madenden çıkınca aha bu fotoğraftaki gibi Alman kızları karşılıyor bizi. Bayılıyorlar bizim Türk erkeklerine…
– Bizimle dalga geçme yahu? O kadar para kazanıyorsan çok iyi ama kazandığın parayı da kızlarla mı yiyorsun?
– Onlardan kalan para aha bunlar Müdür Bey.
– Vay be… Nerdeyse 25-30 bin mark paran var ha… İki yılda bunu mu kazandın? Çekelim senin şu kâğıtlarından da bakalım nasıl bir sarışın çıkacak şansımıza?
Muhtar da bir kâğıt çeker ve hayretler içinde bakar. Kâğıdın iç yüzünde filmlerde bile görmedikleri sarışın veya değişik tiplerde Alman kızlarına benzer, frapan giyimli kadın fotoğrafı vardır. Üstelik tanınmış artist kadın fotoğrafı da değildir bunlar.
– Uzun Ağa! Kimdir bu hatun kişiler?
– Muhtarım. İsteyeni aha bu kızların olduğu memlekete göndereceğim. Alamanya’ya gitmek isteyenleri yazıyorum deftere. Balıkesir İş ve İşçi Bulma Kurumuna listeyi vereceğim. Sen muhtarsın, yaşın da epey var. Seni yazamam ama şu 35 yaşını geçmemiş herkesi yazarım.
– Yaz bakalım… İsteyen herkesi yaz.
– Ha bu arada Müdür Bey, şu filtreli Alman sigarasını indir cebine… Sonra sen de bana iyi bir şeyler ısmarlarsın. Kahveci Sallabaş’a söyleyeyim de şu bin markın ateşiyle kahve pişirsin sana.
– Olur mu öyle şey Uzun Ağa? Para servettir, alın terinin sembolüdür. Çoluk çocuğun nafakasıdır yahu!
– Cebimde bunlardan çok var Hocam! Daha bunlar yarısı sayılır. Şirket hepsini vermedi hemen harcamayasın diye. Kalanını dönünce verecekler…
– Vay be Uzun Ağa! Emeğinin karşılığını fazla fazla ödüyor ha bu gavurlar, öyle mi?
– Şirketten “Göster bu paraları da onları paranla ez!” dediler bana Hoca!
– Bak bunu iyi dememişler… Köylüler sana kırılır. Öyle fazla şişinmesen iyi olur.
– Okumuş adamsın Hocam. Laf etmesini sen bilirsin, ben bilemem ki… Bana orada Bottroplu madenci Uzun Ağa derler. Madenden çıkınca kırmızı arabalarıyla sarışın kızlar bekler her gün beni. Kim önce davranırsa ben ona biner giderim. Sen de devletten maaş, böcekten ipek beklersin Hocam! Durma buralarda! Seni de madene götüreyim.
– Neyse şimdi zamanı değil Uzun Ağa… Sonra yine konuşuruz.
Zaman zaman Uzun Ağa, Halis Öğretmen’in yanına gelip sohbet ederken, bazen de komşu köylerden “Hoş geldin” demeye gelenlere hep aynı hikâyeleri anlatıyordu. Arada bir Halis Öğretmen Uzun Ağa’nın yanlışını bulmak için sorular soruyor ama adam o kadar uyanıktı ki bir anlattığını ikinci kez anlatırken isimleri karıştırmıyordu. Çünkü bütün kızların adı Maria’ydı. Arabaların ve kızların gözlerinin renkleri değişse de isimleri değişmiyordu.
– Uzun Ağa! Söyle bakalım şu mavi arabalı sarışın kızın adı neydi?
– Şimdi söyleyiverem Hocama. Tabii ki Maria…
– Mavi arabanın sahibi kızın adı da Maria’ydı. Almanya’da başka kız adı yok mudur?
– Şimdi diyorsun ki Uzun Ağa’m yalan söylüyor. Bu ağanız neler gördü neler… Almanlarda Maria adı çok değerlidir. Onun için kızlara başka ad koymazlar… Başka adlar da var ama o adlar sakıncalıdır.
– Peki Uzun Ağa’m. Arabalarının markası nedir bu Mariaların?
– Fort hocam fort…
Halis Öğretmen, okuduğu yabancı romanlarda, seyrettiği sinema filmlerinde Maria adının olduğunu biliyor, bir de gazetelerden Ford’un bir araba markası olduğunu duymuştu. Adam abartılı konuşsa da pek de yalanı yoktu ona göre. Uzun Ağa anlattıkça anlatıyor ve Halis Öğretmen’in kafası da karışmaya devam ediyordu. “Hocacığıma deyiverem… İster inan ister inanma!” diye başlayan cümlelerle palavralar birbirini kovalasa da yapacak bir şey yoktu. Gece yarılarına kadar dinleyicisi vardı Uzun Ağa’nın. Uzun Ağa’ya göre “Almanya dediğin yer aha şu dağın arkasında. Çıkıp bak, vallahi görürsün! Hemen şuracıkta! Sokakları parayla ve sarışın Alman kızlarıyla dolu.” diyordu.
Bir gün Uzun Ağa, Halis Öğretmen’e gelir:
– Bak Hocam! Sana bir sırrımı söyleyeceğim. Sakın ağzından kaçırmayasın ha…
– Nedir sırrın Uzun Ağa? Anlattıklarının hepsi yalan mıydı yoksa? Pişman mı oldun yahu?
– Aman Hocam… Bizde yalan dolan ne gezer? Ne pişmanlığı be… Bak şu cüzdandaki fotoğraflara…
– Eee. Yine sarışınların fotoğrafları… Sende başka renk yok zaten.
– Bak hocam… Aha bu öğretmen, şu uzun saçlısı avukat, aha bu da hastanede hemşiredir. Hepsiyle başa edemem diye bu üçünü seçtim. Artık başkası gelmesin diye… Kıyımdan ayrılmazlar vallahi.
– İyi de bana neden gösteriyorsun ki?
– Tek güvendiğim adamsın sen Hocam! Cahillere gösterir miyim ben?
– Eyvallah Uzun Ağa…
Uzun Ağa’nın cüzdanındaki üç hatun kişinin fotoğrafını hem kendi köyünde hem de civardaki ahaliden duymayan kalmadığı gibi görmeyen de kalmamıştı neredeyse. “Ahırdaki öküzümü, eşeğimi, kümesteki kazımı, tavuğumu satarım bu Almanya’ya giderim.” diyenlerin sayısı böylece gün geçtikçe artıyordu.
Kumluköy’ün sakinlerinden ve komşu köylerden gelenler Almanya’ya beni de yaz diye sıraya geçmişlerdi âdeta. Kahvede adını kendi isteğiyle yazdıranların yanı sıra, ailesinin veya büyüklerinin kabul etmeyeceğini ileri sürerek “Sakın yazma!” diyenler de olmuştu. Uzun Ağa’ya inanmış gibi davrananlar olduğu gibi “O sahtekârın kendine faydası yok ki bize olsun!” diyenlerin yanı sıra “Kaybedeceğimiz bir şey yok! Uzun Ağa ismimizi yazdı. Çıksa da çıkmasa da bahtımıza!” diyorlardı.
Halis Öğretmen, Uzun Ağa’nın kısa sürede bunca para kazanması, filtreli sigara içmesinden, giydiği kıyafetten etkilenmişti. “Cahil bir adamın Almanya’da kazancı bu kadar iyiyse ben okumuş adam olarak emeğimin karşılığını alamıyor muyum acaba?” sorusu kafasına takılıyor ve uzun uzun düşüncelere dalıyordu.
Aradan geçen iki ay içinde kışa doğru İş ve İşçi Bulma Kurumu aracılığıyla Almanya’nın İstanbul Başkonsolosluğundan işçiler için celpnameler dağıtılmıştı. Halis Öğretmen, ben de Balıkesir’e gideyim de yazdırayım kendimi. Onca yıl okuyup öğretmen oldum, okul müdürü oldum ve ardından işçi olmak pek de makul karşılanacak bir iş değil ama bu vesileyle kaderimde bir değişiklik olacaksa şimdi olmalı, aksi takdirde geç kalmış olurum.” diyerek gitmeye kadar verdi.
Sabahın erken saatleriydi. Tan yeri ağarmadan ana yola kadar yürüyen işçi adaylarıyla Balıkesir’e ulaştıklarında perişan hâldeydi. Sırayla alınan işçi adaylarına önce sağlık tetkiki yapılıyor, sonra okuma yazma durumuna göre karar veriliyordu. Kazananlar sevinç içinde, kaybedenler üzüntülüydü. Halis Öğretmen de İş ve İşçi Bulma Kurumuna adını yazdırdı. Bir aya kadar seni çağırırız dediler. Hemen madencilik alanıyla ilgili bir kitap satın aldı.
Tekrar yollara düşüp çıktı Kumluköy’e. Eşi Medine Hanım da merak içindeydi. Halis Öğretmen’in ise ağzını bıçak açmıyordu. Okuldaki çocuklar aklına geliyor ve bir gün bu meslekten vazgeçmesinin çok güç olacağını düşünüyordu.” Ben gidersem kim gelir ki buraya? Öğretmensiz kalırlarsa bunun vebalini nasıl taşırım?” diye iç muhasebesine başlamıştı. İşçi adaylarının katılacağı sınava davet edilmesi gerektiğini söyledi eşine. Sabırla beklemekten başka çare de yoktu.
Çağrıyı beklerken dağları taşları dolaşıyor, ellerim nasırlaşsın diye elinde bir balyozla taş kırıyor, odun kesiyor ve kazmayla meyve ağaçlarının dibini eşiyordu. Muayenede mahcup olmamak için çalışmış ve yıpranmış el görüntüsü olmalıydı. Nihayet İş ve İşçi Bulma Kurumuna kasım ayında davet edildi ve heyecanlıydı. Heyet huzurunda görevli:
– Aç ağzını, dedi. Dişler ve ağız sağlığı iyiydi. Ellerde yeteri kadar nasır ve çatlak yoktu. “Şu gazete sayfasını oku bakalım!” dediler; okudu. “Kalemi al ve şu kâğıda adını yaz bakalım”, dediler; yazdı. İşçi seçme komisyonunun başındaki adamın tuhaf bakışlarından şüphelenmişti. Fakat birkaç saat sonra sonuçlar açıklanacaktı. Heyecanla bekledi Halis Öğretmen. Komisyona öğretmen olduğunu da söylememişti.
Öğleden sonra seçilenlerin ismi okunduğunda Halis Öğretmen’in adı yoktu. Bu duruma çok içerlemiş ve hemen komisyonun başındaki adama sitem ederek:
– Beyefendi nasıl oldu da kazanamadım, bir sebep söyleyin de bilelim!
– Sen hızlı okudun, hızlı yazdın. İyi okuyan adamdan işçi mişçi olmaz birader! Ayrıca ellerin de nasırlı değil ki senin!
– Yok mu bunun başka yolu?
– Yok! Var git köyüne!
Halis Öğretmen’in pek gücüne gitmişti. Hayat boyu girdiği sınavları kazanmıştı ama bu defa kader ona gülmemişti. Kısa bir süre sonra kurumun müdürüne ulaştı ve durumunu anlattı. Müdür de kendisine bir yemek ısmarlaması hâlinde yeniden bizzat sınava alacağını söyledi. Gittikleri lokantada afiyetle yemeği yedikten sonra ertesi gün yeniden sınava alındı. Yazıyı yavaş okudu, kalemle adını yazarken bir harfini eksik bıraktı. Ellerinin nasırı sorulduğunda “Bizim yöredeki madenci Ali Sayakçı madeni erken kapattı, böylece ellerim tazelendi. Yaklaşık on beş gündür çalışmadığım için nasır kalmadı.” dedi. Müdür, madenci olarak kabul edildiğini hemen ilan ettiğinde sevinçle hüznü bir arada yaşıyordu.