Книга Halis Öğretmen - читать онлайн бесплатно, автор Muhittin Gümüş. Cтраница 3
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Halis Öğretmen
Halis Öğretmen
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Halis Öğretmen

Halis ile Debus arasında yavaş yavaş bir dostluğun temelleri atılmaya başlanmıştı böylece. Steiger Debus’un arada bir kahve içmeye davet etmesi de pek hoş idi. Yer üstündeki odasında kahve içerken baba nasihatleri veriyor ve “Eğer bir gün yeniden öğretmenliğe başlarsan çok iyi çalış, kendini geliştir, başkalarından geri kalma, eksiğin olmasın.” dedi.

Halis’le Debus arasındaki samimiyet bütün işçileri dikkatini çekiyor ve pek de anlam veremeyenler de yok değildi. Zaman su gibi akarken bir gün Debus, Halis’i karşısına aldı.

– Beni iyi dinle lütfen.

– Sizi dinliyorum sayın Hoffmann.

– Sana bir iyilik yapacağım, lâkin bunu bana minnettar olman için değil, tamamen samimi duygularla yapacağım.

– Sağ olun!

– Yarın işe gelme! En güzel kıyafetlerini giy, kravatını tak ve tıraşını ol. Tamam mı?

– Tamam da bu resmî kıyafetle beni nereye götüreceksiniz?

– Aachen Eğitim Müdürlüğüne gideceğiz. Seni müdürle tanıştıracağım.

– Neden? Ben artık öğretmen değilim ki…

– Yeniden öğretmen olman için sana bazı imkânlar ve fırsatlar bulmamız lâzım. Ömrün madenlerde geçmesin. Kolay olmadığını ve sana göre bir iş olmadığını zaten ilk gün kazmayı eline aldığın anda anlamıştım. Ne kadar da istemeyerek kazma sallıyordun, hâlâ hatırlıyorum. Yarın sabah 09:30’da beraber gideceğiz.

– Peki efendim. Teşekkür ederim.

Akşam konteynır kente girdiğinde kimseyle konuşmadan dinlenmeye çekildi, mesleğinden ayrıldıktan sonra bir kez giydiği takım elbisesini ütüleyip hazırladı. Yatağa uzandıktan sonra gözüne uyku girmiyordu Halis’in. Yeniden mesleğe dönmek için bulunmaz bir fırsat doğacak mıydı? Yoksa hayaller bir başka bahara mı kalacaktı? Eşi Medine ile oğulları Yavuz ve Ahmet’i de yanına alıp doğru düzgün insanî şartlar altında bir evde yaşamak, babasına, kardeşlerine daha çok yardımcı olabilmek için de güzel günlerin hayalini kurmaya başlamıştı.

Sabaha karşı biraz uyumuş olsa da Steiger Debus’la buluşmaya gecikmemeliydi. Kahvaltı bile yapmak aklına gelmedi. Yola çıkarken karşılaştığı iş arkadaşları şaşkın gözlerle bakarak içlerinden her birinin “Yahu bu bizim Halis değil mi? Kravatla işe mi gidiyor bu adam?” der gibiydiler…Halis ise kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyor, Debus’la buluşacağı kavşağa kadar hızlı adımlarla yürüyordu. Alman dakikliği Japonlar kadar olmasa da fena sayılmazdı. Debus’un arabasını görünce yüzü güldü. Halis:

– Günaydın Bay Hoffmann. Sizi bekletmedim değil mi?

– Senin diğerlerinden farkın olduğunu söylemiştim. Zamanı doğru değerlendirmedikçe gelişmiş ülke insanı olmaya da layık olamayız. Tam zamanında geldiğine göre sorun yok.

– Ben öğretmenlik mesleğimden dolayı her şeyi zamanında yapmaya alışkınım.

– Her şeye zamanında yapabilmek için her şeye zamanında başlamak daha doğru olur Halis.

– Doğru söylüyorsunuz efendim. Yatılı okulda okuduğum için küçük yaşlarda buna alıştık.

– Sana bazı tavsiyelerim olacak Halis. Aachen Eğitim Müdürüyle konuşurken çekinmeden konuş. Öğretmen olduğunu hissettir. Çekingen ve pısırık davranma. Kendine güvenen ve düşüncelerini rahatlıkla ifade edebilen birisi olduğunu göster ki amacımıza daha kolay ulaşalım. Maden işçiliğinden öğretmenliğe dönüş için gerekli şartları taşıyıp taşımadığını göreceğiz. Almanya’da öğretmen olmak için Türkiye’den daha farklı kriterleri vardır. Bakalım Müdür ne diyecek? Kendisiyle daha önce yüz yüze hiç görüşmedim. Telefonla senin kısa hayat hikâyeni anlatınca “Kısa zaman içinde gelin, görüşelim.” dedi.

– Sağ olun sayın Hoffmann. Görüşmenin sonucu ne olursa olsun size teşekkür ederim.

– Maksadımıza kavuşalım da ondan sonra teşekkür edersin. Arabayı uygun yere park edip yavaş yavaş gidelim. Daha on on beş dakika vaktimiz var. Erken gitmek de görgüsüzlük sayılır. İstersen şuradaki boş bankta biraz oturup konuşalım…

– Bizde âdâb-ı muâşeret denir buna Bay Hoffmann. Almanca olarak bu sözü tam olarak size anlatamam ama toplumda uyulması gereken yazılı olmayan kurallar gibi bir şey yani… Etiket diyorsunuz galiba… Farklı kültürlere sahip olsak da insanların ortak değerleri vardır. Davet eden kişinin davetliye hazırlığı için fırsat vermek lâzımdır. Belki bizden önce de görüşmesi vardır, değil mi Bay Hoffmann?

– Haklısın… Etiket, bir toplumun kültürel kodlarını yansıtır. Kültür ise bir toplumun eski zamanlardan bugüne kadar oluşturup kuşaktan kuşağa aktardığı maddi manevi birikimlerinin bütünüdür. Maddi ve manevi kültür ürünleri vardır. Bunlardan ilki, insanların oluşturduğu ve bir toplumu toplum yapan maddi unsurlardır. Meselâ; mimarî yapılar, folklorik ürünler, yazdıkları eserler, çocuk oyunları, gelenek ve görenekleri maddi kültüre girer. Manevi kültür ürünleri ise toplumun inançları, hayat tarzları, meydana gelen olaylara bakışı ve o olaylara karşı tutumları gibi şeylerdir.

– İki farklı milletin iki farklı dünyanın insanlarıyla karşı karşıyayız. Almanya’da bunca yabancı çalışıyor. Onların bu ülkeye uyum sağlaması için ciddi stratejik politikalar ve eğitim programları uygulanmalıdır. Kültür farklılıklarından kaynaklanan sıkıntılar çok dikkatlice çözülmelidir. Okul yüzü görmeden buralara gelen işçilerin neler yaşadıklarını çok iyi gözlemledim.

– İşte benim senden istediğim ve bize yardımcı olman gereken en önemli konu budur. Bu insanlara Türkiye’de döviz makinesi, burada da yabancı ve cahil işçi gözüyle bakılması, beyaz köle muamelesi yapılması hiç de hoşuma gitmiyor. Öğretmen olursan okullardaki Türk çocuklarının uyum sağlamasına, onları da ailelerini etkilemesi söz konusu olabilir.

– Elimden geleni yaparım efendim. Vaktimiz de azaldı. Birkaç dakika kaldı Müdürün odasına çıkmaya… Heyecanlıyım… Çok heyecanlıyım efendim.

– Sakin ol evlat! Azıcık heyecan iyidir, fakat aşırı rehavet de fenadır.

Halis, Debus’un yanında Eğitim Müdürlüğünün kapısından makam özel kalemine çıkana kadar karşılaştığı memurlara selam verirken herkesin güler yüzlü olması dikkatini çekti. Asık suratlı işçi çavuşları ve maden mühendislerinden eser yoktu orada. Kendilerini ayakta ve güler yüzle karşılayan sekreterin makama buyurun girin demesiyle birlikte Halis’in kalp atışları bebek kalbi gibiydi. Askerlik dönüşü Balıkesir’deki müdürün odasına girerken karşılaştığı ve azarlandığı anları hatırladı bir anda… Devlet kapısında ciddiyetle katı ritüellerin birbirine karıştırıldığını anlamaya başlamıştı. Kapıdan ilk olarak Debus girdi, ardından Halis… Müdür Edmund Heinz Haller’in davudi sesiyle:

– Hoş geldiniz Bay Steiger Debus Hoffmann! Sevgili Türk konuğumuz Halis Gümüş, siz de hoş geldiniz. Aachen Eğitim Müdürlüğünü onurlandığınız için teşekkür ederim. Lütfen şöyle koltuklara rahatça oturun da meseleyi konuşmaya başlayalım. Halis Bey Almanca biliyor galiba… Henüz selamlaşma dışında bir sözünü duymadık ama gözlerinden beni çok iyi anladığını hissettim.

– Evet biliyor… Benim işçi grubumda başka Almanca bilen yok. Onların Almanca öğreneceği yerde ben Türkçe öğrenir hâle geldim. Neyse… Bizi makamınıza kabul ettiğiniz için teşekkür ederim Bay Haller. Halis Bey, işçim olsa da aslında dünyanın en kıymetli mesleklerinden biri olan öğretmenlik mesleğinin yüz akı olacak idealist bir insan. Yedi yıl öğretmenlik yaptıktan sonra buraya büyük ailesine daha iyi bakabilmek için, daha iyi kazanç sağlamaya, madende işçi olmaya gelmiş. Benim vicdanım müsaade etmiyor bu insanın madende kazma sallamasına. Alman yasalarına ve eğitim kanununa aykırı olmaksızın gerekli şartları taşıyorsa açılan okullardaki Türk çocuklarına öğretmenlik yapması mümkün müdür? Bu hususta bizim yapmamız ve sizin yardımcı olabileceğiniz bir şey var mıdır? Dilediğiniz soruyu Halis beye de sorabilirsiniz. Kendisinin Almancasını da sınamış olursunuz böylece.

– Hay hay sayın Hoffmann… Sizin madencilikte ne kadar kıymetli bir mühendis olduğunuzu biliyoruz. Madende işçi çalıştıran bir kişi olarak değil, bu sektörün sorunları hakkında gazetelerdeki demeçlerinizi, köşe yazılarınızı da dikkatle okuyorum. Sizin görüşleriniz bizim için de değerlidir. Madende yalnızca kara taşkömürü çıkarmıyorsunuz Halis Bey gibi kıymetlileri de madenden çıkarıp getiriyorsunuz bize.

– Ama henüz konuşup kim olduğunu bile sormadınız beyefendi… Otuz yıllık tecrübemle kapıdan içeri adım atan insanların gözlerinden atılan bakışların şekli, yüzündeki tavrı, ağzından çıkan ilk hitabet ve selamlaşma sözlerini söylerken duyduğum ses tonu bana çok sayıda ip ucu verir. Bugün ilk aşama sınavı geçti Halis Bey. Ben de Bonn’daki Büyükelçiliğine telefon edip bir öğretmene Türk kültürüne uygun olarak nasıl hitap edilmesi gerektiğini sorup öğrendim. Türkçe Halis “Bey” diye hitap edileceğini söylediler. Beyefendi, hanımefendi gibi sözleri öğrendim. Amca, dayı, hala teyze, abi, abla gibi bir sürü akrabalık adları var… Ben de Türkçe öğrenmeye karar verdim efendim!

– Ben de bundan sonra Halis Bey diyeceğim! Şimdi gelelim asıl konumuza… Bay Haller! Ne yapmamız gerekiyor? Ben mühendis olarak hep sonuç odaklı çalışırım. Duyduğum kadarıyla siz Alman edebiyatı uzmanısınız.

– Halis Beyin diploması telefonda söylediğinize göre Yüksek Öğretmen Okulu diploması. Bizim Eğitim Enstitüsü düzeyindedir. Bu diplomayla ancak ilkokul dördüncü sınıfa kadarki çocuklara eğitim verebilir. Henüz yaşı gençken ekstern eğitimle Eğitim Fakültesine kayıt ettirelim. Açık öğretim sistemimiz çerçevesinde başarılı olursa diploması Eğitim Fakültesi diploması olur ve böylece biz ilkokuldan üniversiteye kadarki okullarda öğretmenlik yapmasının yolu açılır.

Bay Haller’den bunları duyan Halis’in yüreği iman tahtasından fırlayacakmışçasına içinden şunları söylüyordu:

– Allahım…Kadere bak yahu! Öğretmenken işçi, işçiyken öğrenciliğe… Hayatım tenzil-i rütbe baş aşağı gidiyor galiba… Okurken para kazanmak, çalışmak ve ailenin geçimini sağlamak kolay mı? Hep bu açık öğretim dedikleri nedir ki? Önce bunu anlamalıyım.

Staiger Debus’la Müdür Haller’in konuşması devam ederken birden sessizlik oluştu. Haller, sessizliği bozarak Halis’e döndü ve:

– Dediklerimizi anladınız. Siz dört yıllık fakülte diploması alacaksınız. İki yılınızı geçti sayacağız eşdeğerlik işlemlerinden sonra üçüncü ve dördüncü sınıf derslerini okuyup diploma alacaksınız. Siz bunu başaracak azimli bir insansınız. Bu diplomayla dünyanın her yerinde öğretmenlik yapabilirsiniz.

– Sayın Müdürüm… Açık öğretim sistemi nedir? Ben bunu bilmiyorum. Ülkemde böyle bir şey duymadım. Okula gitmeden sadece ders çalışıp belli zamanlarda sınava girmek biçiminde sürdürülen bir eğitim mi? Böyle bir şeyi başmühendis Eddy yani Edmund Goarenz anlatmıştı bana. Madende çalışmadan sadece öğrenci olacaksam nasıl olacak? Maaşım olmadan geçinemem. En az iki yıl değil, iki ay dayanacak hâlimiz olmaz bizim.

Halis’in bu sözleri üzerine Steiger Debus Hoffmann’la Haller’in gülüşmeleri şaşırtmıştı, ama bilmediği veya kavrayamadığı konularda gülünç duruma da düşmek istemiyordu. Haller, söze girerek:

– Madende çalışmaya devam edeceksin. Sabah mesaisinde Bay Hoffmann sana kolaylık gösterir. Akşamüzeri iki saat zaman ayırırsanız televizyondan açık öğretim derslerinizi seyredersiniz. Kitaplardan da çalışacaksınız. Dönem sonlarında öğretmenlik uygulamaları olacaktır. O durumda da ben yardımcı olacağım size. Zaten tecrübelisiniz. Değil mi Bay Hoffmann? Siz de Halis Bey’in asıl mesleğine dönmesi için, onun kas gücünden değil akıl ve bilgi gücünden yararlanmaya çalışacağız.

– Çok doğru söylüyorsunuz efendim. Biz bu genç Türk öğretmeni Mariadorf Pützdrischstrasse’de kaldığı EBV barakasından kurtulacağız. Elele verip sonucunda hepimiz mutluluk duyacağız.

– Bay Hoffmann, sizden ricam, lütfen usule dair işlemlerde sorun olursa bilgim olsun. Halis Bey biraz yabancı psikolojisiyle çekingen davranabilir. Takip ediniz ve bu bir başlangıç olur. Alman toplumunda farklı kültürlere karşı hoşgörü olsa da Hitlerci kafalar hâlâ var aramızda. Yakında yabancı düşmanlığının başlaması muhtemeldir. Savaştan bu yana henüz çeyrek asır geçti. Sosyal ve kültürel uyum ya da uyumsuzluk insanların psikolojisini doğrudan etkiler. Ruh salığı yerinde olan insanların ailesine, yakınlarına, topluma, insanlığa da katkısı çok olur. Halis Bey gibi insanları doğru bir biçimde istihdam edersek kendisine de alman toplumuna ve özellikle işçi ailelerinin çocuklarına fazlasıyla yardımcı olmuş olacağız.

– Müdür Bey… Çok teşekkür ederiz. Artık harekete geçme zamanı… Bize müsaade ederseniz işimize dönelim. Halis de diplomasını yıllık izinli olduğu zaman Türkiye’de tercüme ettirip getirir. İşin tekerleği dönmeye başlar. Şimdilik hoşça kalın.

– Güle güle beyefendi…

Aachen Eğitim Müdürlüğünün kapısından çıkıp Steiger Debus Hoffmann’ın arabasına kadar yürürken sessizce yürüdüler. Debus da arada bir yüzüne bakıyordu ama Halis bunun farkında değildi.

İçindeki heyecan yatışsa da kafasında yepyeni soru işaretleriyle çıkan Halis’in zihninin derinliklerinde çözülmesi gereken çok şey vardı. Çocuklarımı ve eşimi getirdiğim zaman onlarla ilgilenirken fakülte derslerini de birlikte yürütebilir miyim? Para kazanıp daha iyi bir gelecek kurmak istediğime göre sabretmem ve daha önemlisi azmetmem lâzım. Ah bee… Kader beni hep eziyor diye isyan etsem elde edeceğim hiçbir şey yok ki…Daha önce de olmadı. Babamın sağlık durumu da beni endişelendiriyor. Bakmaz kendine, dikkat etmez soğuğa sıcağa… Gülendam ablam, ikizim Emine, küçük kız kardeşim Hatice… Küçük yaşta baba ocağından evlenip gittiler… Onlar da çoluk çocuğa kavuştular… Canlarım… Şimdi nerede ve nasılsınız acaba? Selim ve Fatih ortaokula başlayacaklardı… Fatoş, ilkokulda başarılı bir kız idi… Hüseyin de elbet bu yıl ikinci sınıfta olmalı… Büyük kızlar kocaya gitti, üvey anadan doğan kardeşlerim mektebe gidiyor. Ah babam ah… Kim bilir gözünde tüten sıla hasreti, köydeki yetimlik ve yokluk yıllarına bile hasretsen ne diyeyim sana ben… Halis bütün bunları düşünürken arabayla EBV işçilerinin konteyner evlerinin yoluna girmişlerdi bile…

Halis’in bu sessizliğinin sebebini anlamaya çalışsa da şimdilik ona bir şeyler sormanın faydası olmadığını da biliyordu. Belki yarın işe geldiğinde “Bu kadar güzel bir gayret içindeyken ne oldu da dut yemiş bülbüle döndün evladım!” diyeceğim. Anlamıyorum bu Türkleri… Çok duygusal insanlar… Ailem diyor… Babam kardeşlerim diyor, başka bir şey demiyor. Herkes baksın kendine! Eşin ve iki oğlun sana yeter de artar bile…”diyeceğim ama bilinmez ki nasıl karşılayacak bu sözlerimi…

Arabandan inerken Halis birdenbire işe geç kalmaktan korkan işçi gibi uykudan uyanmışçasına irkilip kendine geldi, Debus’a:

– Yardımlarınız için teşekkür ederim, efendim. Bu iyiliğinizi hiç unutmayacağım. Sizi mahcup etmeyeceğim ve asıl mesleğime döneceğim. O güzel günleri sabırsızlıkla bekliyorum. Heyecanımı bağışlayınız.

– Tamam. Yarın iş saatinde görüşürüz. Kafanı dinlendir. Bugün izinlisin. Rahatına bak evlat!

– Eyvallah Bay Hoffmann!

Debus’un arabasıyla gidişini süzgün gözlerle seyrederken “Acaba benim de böyle bir arabam olur mu? Ailemi, çoluk çocuğumu rahatça gezdirmeye imkânım olur mu?” diye içinden geçirdi. Derin bir nefes aldıktan sonra aheste adımlarla yemekhanenin yolunu tuttu. Yemekhanede işçilerin birçoğunun onu görür görmez “Kurban olayım gardaş… Anam babam mektup bekliyor… Geçen sefer yazarken gardaşlarımdan birinin adını yazmamışsın da pek üzülmüş… Bu sefer ilk önce onu yaz yoksa izne gidince küser bana… Karıma mektup yazmam gerekiyor ama onu şöyle özel bir yerde yazsak olmaz mı birader? Onun yazdıklarını ben okuyorum ama içimdekileri senin kadar güzel yazamıyorum…” diyeceklerini ve onların derdini tasasını anlatırken iyice başının şiştiği anları hatırladı. Bir an dönüp konteynerdeki yatağına yatıp uyumayı düşündü. Vicdanının sesi onun böyle bir şey yapmasına engel oldu. İşçi kentinin kenarındaki kocaman meydana girdiği anda kalemi kâğıdı eline alan Halis’e doğru koşuyordu. Yemeği kendileri ısmarlayacak olsalar da kime öncelik vereceğine karar vermesi imkânsızdı. Genellikle bu durumlarda kura çekip önce kimin masasına oturacağını, sonra da kimin mektubunu yazacağını tespit ediyordu. Bu defa Kayserili Hamit’in masasına oturmuştu. Bir iki saatlik zaman içinde herkesin sülalesinin adlarını öğrenmişti âdeta. Yozgatlı Hurşit ise “Anamdan babamdan başkasına selam kelam yok! … Ben çok iyiyim. Selam eder ellerinizden hasretle öperim. Baki selamlar…” yazsan yeter Halis’im” diyordu. Bazıları köyündeki danayı, ineği, yayladaki koyunu, keçiyi, aşağı mahalledeki yaşlı dedeyi, koca nineyi bile merak ettiğinden mektup sayfalarında yer kalmazdı. Yemekten kalkarken Kayserili Hamit “Herkesin hesabını ben ödeyeceğim!” dese de cüzdandan hesap kadar para çıkmaz her zamanki gibi. Bu duruma masadakiler kahkahayı basarlar… Yine çamura yattın! Hesabı bize ödettin Hamit… Maaş günü tamamını senden almanın yolunu bulacağız dediklerinde Halis, “Bir Kayseriliden bu hesabı ancak başka bir Kayserili alabilir!” diyerek cevap verdi.

Günler, haftalar, aylar birbirini kovalarken Almanya’ya geldiğinin on sekizinci ayında 40 günlük izin kullanma hakkına sahip olmuştu. 1 ağustostan 9 eylüle kadar Türkiye’de geçecek zaman içinde biriktirdiği para ile bir ev ocak sahibi olmak mümkün değildi. Aile efradına, dost akrabaya alınacak hediyelerden sonra dönüşte eşini ve çocuklarını Almanya’ya getirmeyi düşünüyordu. Uçak parası, Almanya’da kalacağı evin kirası derken pek de kolay olmayacaktı bu seyahat. Tatil için Steiger Debus Hoffmann’la vedalaşırken “Diplomayı getireceğim ve öğretmenlik mesleğine dönmek için her şeyi yapacağım. Merak etmeyin!” dedi.

Yola çıktığında Yavuz’la Ahmet’in babasız geçen bir buçuk yılı sona ereceği için mutluydu. Bu arada unutamadığı Kumluköy’deki öğrencileri, muhtarı ve köylüleri de hiç unutmamıştı. En çok da Uzun Ağa’nın palavralarına kimsenin asla inanmamasını söylemek için onları da ziyaret etmek arzusundaydı. Uçağın İstanbul Yeşilköy Havaalanına inmesiyle birlikte bütün yorgunluğunu unutmuş gibiydi. Topkapı Otobüs terminalinden Turhal’a doğru yol alan otobüste kendisi dışında birçok gurbetçinin olduğunu gördü. Yanındaki yol arkadaşı da onlardan biriydi. Sohbet ederek geçen sürede Almanya’daki işçilerin hepsinin dertlerinin de mutluluklarının da ortak olduğunu anlamıştı Halis. Öğretmenliği bırakıp gittiğini söyleyince çok şaşkın bir hâlde tepki veren Veysel de komşu köyde çobanlıktan kurtulmak için gittiğini, aynı evde beş kardeş geçinemedikleri için gurbete çıktığını uzun uzun anlattı.

Turhal’a geldiklerinde vakit öğleye doğru, sımsıcak bir Ağustos günüydü. Otobüsten indiğinde babası Tayyar amca, kardeşleri Selim ve Fatih ile Fatoş vardı. Onlarla kucaklaştıktan sonra Halis Hocanın gözleri oğulları Yavuz ve Ahmet’i de arıyordu. Bagajdan valizleri alırken “Baba!” diye seslenen Yavuz’un bir daha babasının kucağından inmeyeceği anlaşılıyordu. Evleri garajdan uzak değildi. İki kocaman valizi Fatih’le Selim taşırlarken Fatoş da abisinin kendisine getireceği hediyeleri merak ediyordu. Eve kadar babası Tayyar amca gözyaşlarını tutamıyor. “İyi ki geldin oğlum… senin yokluğun pek zor geldi bana evladım!” diyordu.

Evde bayram havası vardı. Özellikle küçük çocuklara gelen oyuncaklar, Fatoş ve Hüseyin’e alınan kıyafetler ile Fatih ve Selim’in takım elbiseleri eve şenlik kazandırmıştı. Hepsinin okul kıyafeti hazırdı adeta. Hazırlanan sofrada Halis Hocanın sevdiği yemekler ve yedi kat döşenmiş tere yağıyla pişirilmiş sini böreği mis gibi sofrayı doldurmuştu. Bir taraftan yemek yerken diğer yandan da hasret kaldığı kalabalık aile manzarasını seyrediyordu. Küçük oğlu Ahmet kucağından, Yavuz ise yanından ayrılmıyor, eşi Medine yenge ise ilk defa bu kadar yüzü gülüyordu. Cici anne Şerife Hanım ise evin bütün idaresini elinde tuttuğunu hissettirircesine sofrada kime ne gerekliyse veriyordu.

Baba Tayyar amca oğlunun tekrar öğretmenliğe dönebileceğini, ancak Almanya’da görevli olacağını öğrenince daha da keyiflenmişti. Hoş geldin demeye gelenlerle sohbet ediyor, bu durumun birkaç gün devam edeceğini Kumluköy’den tecrübe edinmişti. Dünyaya gelip çocukluk yıllarının bir kısmını yaşadığı Yuvaköy’den de “Bizim Halis gelmiş… Hoş geldin demezsek ayıp olur…” diye düşünüp ziyaret edecek insanlar olabileceğini biliyordu. Bu arada o günlerde ikizi Emine’nin Melahat ve Meltem adlı kızlarından sonra Nebahat adında üçüncü kızının dünyaya geldiğini öğrenince ayrı bir mutluluk duymuştu.

Halis’i ziyarete gelenler arasında Halit amcası da vardı. Son derece şakacı ve nüktedan olan bu amcasının her sözüne çocukluğundan beri ihtiyatla mukabelede bulunmasının gerektiğini unutmamıştı. Halit amcasının oğlu Cemal de Almanya’da maden işçisiydi. Turhal’daki antimon madeninden Almanya’ya kömür madenine gitmişti. Aralarında geçen sohbette:

– Bizim Cemal’i de görmüşsündür Halis.

– Görmedim emmi… Uzak yerlerdeyiz. Çok farklı yerlerdeyiz.

– Kömür madeninden çıkan kimse birbirini zaten tanımaz ki… Kafada baret, yüzde kömür tozu… Kim kimi tanır ki?

– Haklısın ama biz çok uzak bölgelerdeyiz. İnşallah bundan sonraki yıllarda bütün akrabalar olarak bir araya geliriz.

– Dünyanın neresinde olursanız olun, bir ve beraber olun. Siz kardeş sayılırsınız. Baban Tayyar benim rahmetli Ahmet ağabeyimin oğlu… yeğenim olsa da sadece üç dört yaş büyüğüm ondan. Beraber büyüdük ama nasıl büyüdük… Yokluk yıllarında elimizdeki yarım ekmeği değil, yarım lokmayı bile paylaşırdık biz.

– Ah be emmi! Senin bana bir şaka yapıp tongaya bastıracağını bekledim hep. İlk kez bana şaka da yapmadın, fıkra da anlatmadın. Şaşırttın beni vallahi…

– Senin okuyup öğretmen olduğuna çok sevinmiştim ya… Şimdi maden işçisi olmana gönlüm hiç razı olmadı. Sen bir yolunu bulur, o sevdiğin mesleğe dönersin. Aklıma gelmişken söyleyeyim evladım; koca reis Raif Bey de yaşlandı, seni bekler mutlaka… Sakın ola ki Almanya’da işçiyim demeyesin; çok üzülür. İlkokula kayıt ettirirken Raif Yazgan Bey seni okul bahçesinde uzaktan seyreder, duygulanır ve ağlarmış. Arada bir babanla ziyaret ederdim de duygulanır, gözü yaşlı senden bahsederdi. Pek yaşlı olsa da eli ayağı tutuyor, hafızası yerinde maşallah…

– Tabii ki ziyaret ederim Halit emmi… O benim ikinci babamdır. Hayatta en çok şükran ve minnet duyduğum insanların başında yer alır Raif Baba. Çocukluğumda anamın vefatından sonra bana sıcak çorba içiren bütün akrabalarıma vefa borcum var. Üzerimde hakkı olan herkese vefalı davranmak boynumuzun borcudur. Öğretmenliğe birkaç yıl içinde döneceğim. Buradan diplomamı ve öğretmenlik belgelerimi götüreceğim.

– Çocuklarını da götürecek misin?

– Evet… Babam müsaade ederse götüreceğim.

– Tayyar müsaade eder… Torunlarını çok sevse de aile birliği bozulmamalı… Benim Cemal de Fadime’yle kızları götürecek.

– Hüseyin’i bırakacak mı?

– Burada okusun diye istiyorum. Ben de köyden Turhal’a yerleşirim. Nazım’a bırakırım işlerini.

– Babam da Yavuz’u vermem, Ahmet’i al da git derse ne yapacağım?

– Babanın senden başka üç oğlu var. Bir de Fatoş’u var… Kız kardeşlerin de bir sürü çocuk doğurmuş. Başı kalabalık Tayyar’ın.

İzin döneminde ziyaretlerin ardı arkası bitmiyor gibi olsa da bu durumdan şikayetçi değildi kimse. Halis Öğretmen’in Raif dedeyi ve okul müdürü Ali Ergenekon’u ziyareti onları pek memnun etmişti. Maden işçiliğinden bahsetmeden Almanya’da işçi çocuklarına öğretmenlik yapmanın yollarını arıyorum dediğinde pek sevindiler. Raif babanın “Sen vefalı bir evlatsın! Sana hakkımı helal ediyorum evladım. Allah ne muradın varsa kavuştursun. Başka bir dileğim yoktur senden!” demesi içindeki bütün sıkıntıları ve yorgunluğu yok eden sihirli sözler olarak kalbine ve zihnine nakşedilmişti.

Çocuklarıyla, kardeşleriyle, ailenin bütün fertleriyle doyasıya konuşuyor ve onların kendisinden istekleri olup olmadığını soruyor, elinden geldiğince okula devam kardeşlerinin mutlaka iyi okumaları gerektiğini hatırlatıyordu.

Köyünün ilk mürekkep yalamışı olarak kendisinden sonraki yıllarda Ankara’da Hukuk Fakültesinde okuyan Hocanın Ahmet’in kendisini ziyaret etmesinden büyük mutluluk duymuştu. Tokat’ta lisede son sınıftayken kendi köyünden Osman Yıldız, Emin, Üzeyir, Hacı Bekir (Ahmet), Mustafa, Abdullah, Süleyman’ı merak etmiş, derin muhabbete dalmışlardı. Çocukluğundan itibaren kitap kurdu olan Ahmet’in aklı, zekâsı, sahip olduğu bilgi ve azmini her zaman öğrencilerine anlattığını söylüyordu.

Halis ile Ahmet’in başarıları kendilerinden sonraki kuşaklara örnek olmuştu. Daha sonraki yıllarda her ailede birkaç ortaokul, lise ve az da olsa üniversite talebesi çıkmıştı. Kimileri de imkansızlıklar sebebiyle okuyamamış olmanın üzüntüsünü yıllarca içlerinde saklamak zorunda kalmışlardı. Eğer okusaydı çok yüksek mertebe devlet memuru olacak nice genç vardı. Ahmet’le Halis’in arasında geçen sohbetin konusu hep okumak üzerineydi…Okuyanlar ve okuyamayanlar… Okuyabilenleri anladık ama okuyamayanların mazereti neydi? Kimisi:

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.