Книга Halis Öğretmen - читать онлайн бесплатно, автор Muhittin Gümüş. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Halis Öğretmen
Halis Öğretmen
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Halis Öğretmen

Aralık ayının ilk günlerinde soğuk bir gece yarısı kahveden eve geldi ve henüz uykuya dalar dalmaz, kapısı çalındı. Israrla kapının uzun uzun vurulmasından dolayı endişelendi. Yavaşça kalkıp baktığında gelenin postacı Vehbi olduğunu gördü.

– Hayırdır Vehbi?

– Dursunbey ilçesinden geliyorum Hocam. Hediyemi sakın unutma! Gece yarısı mektubunu yetiştirdim… Yarın sabah 08.30’da Balıkesir İşçi Bulma Kurumunda hazır olacaksın! Acele et! Mezitler istasyonunda İzmir Ege Ekspresine yetişmeye bak! Treni mutlaka durdurmalısın! Yoksa hakkını kaybedersin!

– Tamam, hemen hazırlanıyorum Vehbi. Sağ ol kardeşim.

Halis Öğretmen, davet mektubunu açıp okuduktan sonra giyinip yola çıktı. Her taraf zifiri karanlıktı. Hiçbir şey ve hiçbir yer gözükmüyordu. Derelerden, çukurlardan zar zor geçiyordu. Uzaklardan kurtların ve köpeklerin ulumaları duyuluyordu. Karanlıkta dallara takılıyor, düşüyor, kalkıyordu. Tek korkusu treni kaçırmaktı. Gecenin karanlığında yol sapağını da şaşırdığı için boş yere epey yol yürüdüğünü anlamıştı. Yanlış tarafa gittiğini tren yolu köprüsünden fark etmişti. Yolu tahminen bulmuş ve raylardan ayrılmadan gidiyordu. Uzaklardan tren sesi gelmeye başladığında “Eyvah, mahvoldum. Treni kaçıracağım. Daha birkaç km yolum var!” derken meğerse gelen yük treni olan bir marşandizmiş… Yük treni geçtikten sonra kendisine güç kuvvet geldi… Uçarcasına koşuyordu, çünkü trene yetişemediği zaman Almanya hayali orada bitecekti. Ege Ekspresi Ankara – İzmir seferi yapan trendi ve Mezitler istasyonuna ulaştığında henüz görünürlerde yoktu. Derin bir nefes aldıktan sonra tatlı bir dinginlik de pek hoş gelecekti Halis Öğretmen’e.

Mezitler istasyonunda istasyon şefi Ali Nazmi Bey ve oradaki diğer çalışanlar öğretmeni tanımışlardı. Ali Nazmi Bey’e:

– Şefim, treni durdur, Balıkesir`e yetişmeliyim!

– Eğer Almanya` ya gidiyorsan hocam, İzmir Ege Ekspresini durdurayım; yoksa karışmam ben! Halis Halis Öğretmen terliyor ve konuşacak halde değildi. Kendisine su ve bir bardak çay ikram ettiler.

Ali Nazmi Bey, Halis Öğretmen’e yaklaşıp:

– Almanya’yı bana versen, gecenin bu saatinde köyden dışarı çıkmam! Dağlar ve yollar kurt ve it dolu, hocam!

Birkaç dakika geçmeden Ali Nazmi Bey, kırmızı sinyali verdi İzmir Ekspresine… Tren durdu. Şefe teşekkür ettikten sonra kompartımanlardan birine bindiğinde trende beylerin, paşaların ve hanımların yolculuk yaptığını görür. Trenin sadece Halis Öğretmen’i almak için trenin durdurulduğunu fark etmişti herkes. Sabahın ilk saatlerinde Balıkesir’e indi. İşçi Bulma Kurumunda madenci sınavının son mülakatına girdikten ve birincilikle kazandığını duyduktan sonra “Artık burada bir engel kalmadı. Allaha şükürler olsun! İnşallah İstanbul’daki Alman İrtibat Bürosundaki son tetkikten de geçersem ver elini Almanya!” dedi.

Kazanmıştı sınavı ama Balıkesir’deki kurum elemanları öğretmenden para koparmak için bin bir çeşit sıkıntı çıkarmışlardı. Pasaportunu bile saklayıp, kayboldu diyerek blöf yapmışlardı. Halis Öğretmen’i epey uğraştırmışlardı. Sonunda Emniyet Müdürlüğündeki pasaport polisinin telefonu ve yardımıyla tüm engeller aşılmıştı. Alışveriş yapıp, öğle treni ile köye geri döndü. Bu arada postacı Vehbi’nin hediyesini de unutmamıştı. Köy halkı, Halis Öğretmen’e de İstanbul yolu gözüktüğünü konuşmaya başlamıştı.

Aralık ayının ortalarında Balıkesir’den İstanbul’a otobüsle yola çıkan Halis Öğretmen, İstanbul – Şişli’deki Alman İrtibat Bürosunun önünde toplanan madenciler arasındaydı. Dikkat çekmemek için Halis Öğretmen eski ceket içine yeni bir gömlek giymiş, tıraş olmadan gelmişti. Tercüman, işçileri tek tek çağırdığında; aceleci, herkese bağırıp çağıran uzun boylu, pos bıyıklı bir Alman memur, kapının önünde kısa bir tetkikte bulunuyor; “Kitabın şu sayfasını oku!” dedikten sonra işçiler okumaya başlar başlamaz “Tamam, bu adam okuma biliyor, geç içeri!” diyordu. Daha önceki sınavda “Sen hızlı okudun! Doğru yazdın!” diye kabul edilmediği aklına geldi “Ben pek hızlı olmasa da ağır aksak okusam yeterli… Aman yine bir aksilik olmasın…“ diye içinden dua ediyordu. Halis Öğretmen de içeri girdiğinde uzun boylu, kalın gözlüklü pala bıyıklı bir Alman memuruyla tercüman vardı. Nerede ve hangi madende madenci olduğunu sordular. Her soruya çok çabuk cevap verirken öğretmen olduğunu söylememiş, içinde burkulan bir şeylerin eşliğinde Ali Sayakçı’nın kömür işletmelerinde çalıştığını söyledi. Sonra kan ve idrar verip, doktor muayenesine çağrıldı diğer işçilerle birlikte! Alman doktoru uzun boylu, dazlak kafalı, sarışın ve kalın bıyıklıydı. İşçilerin ağız ve diş kontrolünü yaptıktan sonra Halis Öğretmen’in özellikle kolundan tutup bütün gücüyle dayanıklılığını denedi. Ardından genç bir hemşire de “Başınızı sola çevirin ve donlarınızı indirin!“ dediğinde pek utanmıştı öğretmen Halis. Sağlık muayenesinden sağlam çıkanların pasaportları toplandı ve işçi damgası vuruldu. Halis Öğretmen böylece ilk defa, EBV- Eschweiler Bergwerksverein Taşkömürü İşletmesiyle İstanbul’da 26 Alman Markı yevmiyeyle iş akdini imzalamıştı. Konsolosluk tercümanı “1973 yılının Ocak ayında hareket emrini bekleyin!” demişti. Köye dönerken yine hüzün ve mutluluğun bir arada olduğu ahvaldeydi Halis Öğretmen… Köy içinde gezerken bazen Avrupa’yı fethetmeye gidecek asker gibi hissediyordu kendini. Nihayet beklenen haber geldi ve İstanbul madencileri bekliyor, ardından Almanya da bekliyordu onları. Artık köylülerle, öğrencilerle vedalaşma zamanı gelmişti. Evinden, ocağından, çocuklarından ve peygamber mesleği öğretmenlikten ayrılma zamanı gelmişti.

1973 yılınınŞubat ayının başlarında güneşli bir gününde muhtar, ihtiyar heyeti ve köy halkı caminin önünde toplandı. Cami hocası dualar okuduktan sonra Halis Öğretmen herkesle kucaklaşıp helalleştiği sırada gözyaşları sel olmuştu. Köy halkı, “Bizi unutma hocam!” diyerek uğurluyorlardı. Öğrencilerin üzüntüsünü ve gözyaşlarını dindirmek imkânsızdı. Siyah önlükleriyle ve beyaz yakalıklarıyla caminin duvar dibine dizilmiş vaziyetteyken her birinin yanaklarından öperek vedalaştı… Yolu olmayan köyden şehre gitmek için binek hayvanları en iyi araçtı. Eşinin önceden hazırladığı tahta bavulu eşeğe yükledikten sonra Dada istasyonuna ulaştı. Buradaki dostlarla ve tanıdıklarla da vedalaştıktan sonra uzun yolculuk başlıyordu.

Halis Öğretmen’in babası Tayyar amca memleketten gelerek gelinini, torunlarını ve köydeki eşyasını toparlayıp trenle Turhal`a götürdü. Kendisi de diğer madencilerle birlikte ertesi günkü otobüsle İstanbul’a hareket etti. Yola çıkan bütün işçiler gibi İstanbul`daki Alman İrtibat Bürosunun kapısına bakıyordu. 6Şubat 1973 tarihinde güneşli ama soğuk bir kış gününde kalkan bir otobüsle İstanbul-Yeşilköy havalimanına ulaşmışlardı. İlk kez uçağa binecek olan bütün işçilerin heyecanı gözlerinden okunuyordu.

7Şubat 1973 tarihinde gece yarısı Münih havalimanına indiklerinde soğuk iliklerine işlemişti herkesin. Almanya’nın bu kadar soğuk olduğunu hiç kimse söylememişti onlara. Daha ilk günde kar, yağmur, rüzgâr ve soğukla karşılaşan işçilerin kıyafeti de kış şartlarına uygun sayılmazdı. İlk andan itibaren Almanların hep bağırdığını ve emir verdiğini fark etmişti Halis Öğretmen. İnsanlık denen şey birdenbire yok olmuştu âdeta. Münih havalimanından tren istasyonuna geldiklerinde yine çok soğuktu ve herkes çok üşüyordu. Münih tren istasyonunun altındaki sığınaklara işçileri doldurduklarında sıcak bir yer olmasına rağmen çok pis kokuyordu. Oturulacak yerler vardı ama herkesin gözlerinden de uyku akıyordu. Çünkü günlerdir uykusuz, yorgun ve perişan vaziyetteyken uyumak istiyordu gariban işçiler… Onları anlayacak kimse yoktu maalesef. “Sıraya girin!” diye bir sesle irkildi bütün işçiler. Bağıran tercümandı; çok kaba birisiydi. Halis Öğretmen’in içindeki fırtınalar erken esmeye başlamıştı. “Nedir bu bizim başımıza gelenler Allah’ım?” diyordu. Gruplara ayrılan işçilerin Köln-Aachen Grubunda yer alan Halis Öğretmen’in ekibine “Bekleyin! Bu trene bineceksiniz!” denildi… Orta yaşlı bir Almanı grubun başına vermişler ve durmadan bağırıp çağırıyor, el kol hareketleriyle konuşuyordu. Halis’in trene binince birdenbire aklı başına gelir ve “Nerede kaldı benim köyüm şimdi?… Nerede kaldı, öğrencilerim? Nerede dostlarım, arkadaşlarım? Yahu sahi ben neredeyim? Nerede çocuklarım, eşim? Onlara bir şey olursa kim bakacak? Bensiz ilk geceyi nasıl geçirdiler acaba? Oğullarım sabah uyandıklarında, beni göremeyecekler ve hep ağlayacaklar… Yavuz’um, Ahmet’im daha küçükler onlar… Ahmet yeni yeni gülücükler dağıtmaya başlamıştı. Ben niçin geldim Almanya`ya…? Şu an bin pişman oldum. Ben köklerimden kopmak istemiyordum… Ben bir öğretmendim! Şimdi olacağım kömür madencisi… Kalem tutan ellerim kazma tutacak! Kolay mı öyle kazmayı vurmak? Bazen kalem ağır gelir kazmadan… ” diyordu. O Alman’ın hakaret ihtiva eden hareketlerinden dolayı geri dönmeyi düşünmeye başlamıştı. O andaki çaresizlik içinde, Almanya’da bir trendeydi öğretmen Halis. Hızlı tren Münih istasyonundan ayrılmıştı. Artık ağlamak da fayda etmeyecekti. Halis Öğretmen elindeki ekmek paketini gözyaşlarıyla birlikte açtı. Ekmek vardı, su yoktu trende. Tren bütün hızıyla gidiyordu, ama nereye? Kimse bir şey söylemiyor, sadece Alman’ın bağırtılarından başka bir şey duymuyorlardı. Yolculuk ne kadar sürecek ve geceyi nerede geçireceklerdi? Kimse bilmiyordu.

Halis Öğretmen’in treni 16.30 da Köln tren istasyonuna geldiğinde mahşeri kalabalık vardı. Hemen bir bardak su bulup içmek için sağa sola bakınırken Alman Kızılhaç görevlisi yaşlı bir kadın “Gelin kahve için!” diye yanına çağırdı. Kocaman çay kazanında koyu renkli bir suyu naylon bardağa koyuyor ve bunu kahve diye dağıtıyordu, Halis Öğretmen’in görmediği bir şeydi bu. Çok sıcaktı ve üzerinde köpüğü de yoktu. Bu nasıl kahveydi? Bir yudum çekip ağzına almasıyla yere püskürtmesi bir oldu. “Bu da nedir be kadın?” diyordu. Elinde sigarasıyla yakası bağrı açık, kapı gibi bir Türk geliyordu. İşçilerin kahveyi içmediğini görünce, etrafa seslenerek; “Aha bizim kuşlar gelmiş!” dedi. Halis Öğretmen, “Beyefendi susuzluktan yandık, su nerede?” dediğinde aldığı cevap ilginçti. “Ne suyu yahu! Burası Köln, cola için kana kana! Burada su içilmez!” dedi. Herkesi bir büfenin önüne doğru çekti. Büfeciye “Cola, cola!,“ diye bağırdı. Herkese ısmarlamıştı, parasını da kendisi ödedi. Kendine güveni ileri derecede olup biraz da kalender görümlü bu adam Halis Öğretmen’e dönerek:

– Sen nerelisin?

– Amasyalıyım ama Tokatlı da sayılırım. Balıkesir’den geldim.

– Birader sen de karar ver artık nereli olduğuna. Artık Almanyalısın, Almancısın hatta bizimkilere göre Alamancısın sen ulan!

– Bize yardımcı olduğunuz için teşekkür ederim.

– Durun daha yardımlarım devam edecek. Hadi bakalım, Aachen’a bu perondan binersiniz. Yanınıza bir de Türk vereceğim. Her derdinize derman olacak. Sakin olun, hiçbir şeyden endişe etmeyin, korkmayın!

– Sağ olun!

– Hadi yolunuz açık olsun! Güle güle gidin!

“İşte Türk dediğin böyle olur birader!”, diye yol arkadaşıyla konuşan Halis Öğretmen bir yandan da hayallerini birbirlerine anlatıyorlardı. Kendilerine rehberlik eden adam sürekli nasihat ediyor; aman dikkat edin, memleketi unutmayın, paranızı birahanelere, kadınlara, dolandırıcılara kaptırmayın, diyordu. Nasihatler dizisi devam ederken yolda tren durdukça inenler, binenler oluyor ama Halis Öğretmen’in yolu bitmemişti.

İşçilere yardımcı olan Türk vatandaşıyla Aachen´a geldiklerinde veda zamanı da gelmişti. Kısa sürede ne insanlar varmış dünyada demek geldi içinden. Trenden indiklerinde EBV´dan gelen suratsız bir tercüman:

– Haydi, binin şu otobüse! Kaz gibi sağa sola bakacağınıza binin hadi!

İşçiler çaresizce diyecek bir sözleri yoktu. Bu ruh hâlinde güler bir yüz beklemek, hoş bir tarzda karşılanmayı arzu etmek hayalcilik olurdu.

Tercümanın yüzü gülmüyor, söylediği de anlaşılmıyordu. Adeta sarhoş gibi bir hâli vardı. İşçilerin otobüse bindiğini gördükten sonra bir arabaya binip geçip gitti. Halis Öğretmen de sanıyordu ki otobüs içinde bize açıklama yapacak, kalacağımız ve çalışacağımız yer hakkında bilgi verecek diye… Ama nafileydi beklentileri. Tercüman bindi arabasına çekip gitti. Kendisi ise otobüsün en ön koltuğuna oturdu. Otobüs, işçileri Alsdorf -Mariadorf`ta işçi pavyonuna saat 21.00 civarında Heim (İşçi evleri) kapısına ulaştırdı. Otobüsten indikten sonra içeriye alınan işçilerin adları okundu ve odaları gösterildi. Ellerine birer paket de yiyecek verdiler. Herkes odasına çekildikten sonra hüznün zirveye ulaştığı saatler çoktan başlamıştı. Böylece 08Şubat 1973’te EBV´da resmen işe başlamış oluyordu.

İlk iş gününün sabahında erkenden kaldırdılar Halis Öğretmen’i ve bütün işçileri. Uykudan uyandırırken bile hiç insanî üslup yoktu. Moral bozukluğu içinde dışarı çıktığında karşılaştığı manzara da pek hoş değildi. Yağmurla soğuk bir arada ve gökyüzü kapkaraydı, sıkıcı bir hava vardı. Fabrika otobüsüyle EBV, eğitim merkezine, – Alsdorf’ta Herzogenratherstr.– Ausbildungszentrum- denen yere götürdü işçileri. Halis Öğretmen madenci elbisesiyle hayatında ilk defa burada tanışıyordu. Yıkanma yerlerini gösterdiklerinde büyük bir şaşkınlık içinde kaldılar. Herkesin aklından geçen ve demek istedikleri tek söz: Olamaz! Almanlar meydanda, çırılçıplak yıkanıyordu. “Bizim edebimize, ahlakımıza uyacak bir hâl değil. Bizim için ayrı yıkanma yerleri yapsalar olmaz mı diyeceğim ama diyemiyorum! Kime diyeceğim ki zaten?” diyordu madenci Halis. O gün Türk madencilerin hiçbiri yıkanmaya yanaşmamıştı. Burada davar gibi, mal gibi, hayvan gibi hisseder insan kendini. Böyle bir ortamda her şeyin meydanda olduğundan ar damarı olmayanların ya da kendi değerlerini kaybetmiş olanların rıza gösterebileceği bir yerdi. Herkesin ortak düşüncesine göre insanlığın bu hâlini Türk insanı yaşamamıştır. İlk gün tamam ama ikinci gün çalıştıkları yerde kömürün tozu vücutlarının her kısmına işlemişti ve mecburen duş almaları gerekiyordu. Peştamal kullanarak duş almaya alışacaklarına kanaat getirdikten sonra her şey normale dönecekti. Bunca işçi arasında her türlü anlaşmazlık çıkabilirdi ama sükûnet içinde herkes çalışırken ilk kavga duş sırasında çıkmıştı. Bir madencinin “Yıkanan adama bakılır mı kardeşim?!” diyerek bağırmasıyla ilk kavga başlamıştı.

Alsdorf´taki – ALSDORF Herzogenratherstr.– Ausbildungszentrum´daki işyerinden eve gelince madencilere 50’şer Alman Markı cep harçlığı para verdiler. Tencere tabak alasınız diye. Madenci Halis “ Bu para, neye yetecek ki?” diye itiraz ettiğinde Balıkesirli bir arkadaşı koluna girerek dışarı çıkardı ve “Aman ha, dikkat et! Buradan hemen kovarlar seni. Bunca zahmet boşa gider. Dikkatli ol!” diyerek sakinleştirdi. Zonguldaklı madenci bir arkadaşı Alsdorf-Mariadorf tren istasyonunu gösterdi ve tren biletini verdi Halis ve arkadaşına. Artık trene bu istasyonda binip Alsdorf-Busch Wilhemschacht`ta ineceklerini öğrenmişlerdi. Eğitim merkezine de buradan gittiklerinden çok iyi bilmeleri gerekiyordu. Eğitim merkezine geç kalanları veya eğitim esnasında beğenilmeyenlerin Türkiye’ye gönderilme tehlikesi olduğunu herkes biliyordu. Yavaş yavaş Almanca öğretiliyordu. İlk öğrendikleri ise kazmanın Almancasıydı. Elbiseleri giyecekleri ve nasıl soyunacakları öğretiliyor, niçin yeraltında kesinlikle sigara içilmeyeceği öğretiliyordu. Eski madencilerin derslerdeki tercümanlığı aracılığıyla anlamaya çalışıyorlardı yeni madenciler.

Öğretmen Halis’in madenci Halis olması pek kolay değildi. Azap içinde geçen bir ayın sonunda ilk maaşını almak üzere Mariadorf’taki bankaya gittiğinde maaşının 420 Alman Markı olduğunu öğrendi. Halis itiraz ederek:

– Olamaz böyle bir şey! Bu resmen haksızlık! Bana paramın tamamını verin!

– Sizin maaşınız bu kadar! Yapacağım bir şey yok.

Kızgın ve üzgün hâlde bankadan ayrılırken “Hafta da bin mark verileceğini ben daha köydeyken Uzun Ağa’dan duymuştum. Bu adam benimle dalga mı geçiyordu yoksa?” diyordu madenci Halis.

Bir aydan fazla süren kursun sonunda Siersdorf Emil Mayrisch adlı kömür ocağında yeraltına indiklerinde madenci Halis, “Bu maden ocağı denen şey insan aklının kabul edebileceği gibi bir yer değil. Kocaman makineler çalışıyor, birkaç katlı dev asansörle yeraltına, 710 metre derinliğe iniyoruz. Vay be! Ardından da yeraltı trenine biniyoruz ve çalışacağımız yere ulaşıyoruz. Bu nasıl bir dünya Allah’ım!” demeye başladı. Halis’in asıl sıkıntısı bundan sonra başlıyordu. Kazma küreği eline verince çok zoruna gitti. Madenciler hep yeni gelenlere bakıyorlar, başlarında da Demokles’in kılıcı gibi postabaşı ustalar duruyordu. “Öğretmenliği bırakıp buralara ne diye geldim ben? Yok muydu bunun başka yolu?” diyordu kendi kendine…

Madenci Halis yavaş yavaş işe ısınmıştı daha doğrusu çaresizlik sebebiyle alışmak zorunda olduğunu da biliyordu. Yeni arkadaş edindiği kişilerle her cumartesi akşamı restorana gidiyordu. Uzun Ağa´nın anlattığı sarışınları da görmek mümkün değildi. Uzun Ağa’ya göre haftada bin mark para kazanacağız diye düşünüyordu. Sonunda anladı ki; ne ocağın önünde bekleyen sarışın ve kırmızı arabalı Marialar vardı, ne de Almanya´da haftada bin mark para veren maden ocağı… Bu adam tek kelimeyle yalan makinesiymiş. Meğer köye geldiğinde cebinden çıkarıp gösterdiği paralar da köydeki zavallılara hava atmak için arkadaşlarından ve akrabası olan köylülerden borç alarak topladığı ve cebinde gezdirdiği emanet paralarmış. Borç batağında yüzen zavallı bir Uzun Ağa’ymış…

Uzun Ağa, yüzlerce yalanla bütün yörenin köylülerini uyutuyormuş. Halis’in öğretmenken madenci olduğunu bilen yoktu çevresinde. Kendisi bu tür zavallı işçilerin kaldıkları barakalara gidip onlara adam akıllı sözlerle yardımcı olmaya çalışıyor, nasihatlerle daha düzenli yaşamalarını, iyi çalışmalarını, alın terlerini har vurup harman savurmamalarını öğütlüyordu. Pazar günlerini arkadaş ziyaretleriyle geçiriyor, çay içip memleket hasreti gideriyordu.

Artık madenci oluyor gibiydi Halis Öğretmen. Memlekete mektup yazıyor, aileye para gönderiyor, çocukların fotoğraflarını istiyordu. Gün geçtikçe memleket hasreti çoğalıyordu. Akşam yastığa başını koyduğunda “Oğullarım; Yavuz’um, Ahmet’im, hayat yoldaşım Medine, babam, kardeşlerim ve bütün akrabalarım… Gözü yaşlı bıraktığım Kumluköy’deki öğrencilerim… O sümüğünü bile silemeyecek kadar çelimsiz ama okuma azmiyle dolu zavallı köylü çocuğu Sami’yi, çakır çakmak gözleriyle cevval bakışlarıyla her işe koşan İbrahim’i unutamıyorum… Şimdi ne yapıyorlar acaba?” diyordu.

Maden ocağında kaza haberleri herkesi ciğerinden vuruyordu. Kaza geçiren madencilerin hastane ziyaretine çok önem veriliyordu. Hasta odalarının birinden çıkıp diğerine gidiyorlardı. Hastanın ilaçtan çok morale ihtiyacı olduğunu onların sözlerinden daha çok bakışlarından bile anlamıştı Halis Öğretmen. Kimilerinin ailesine mektuplarını da Halis Öğretmen yazıyor, böylece hayatta görmediği ve belki de ebediyen göremeyeceği insanlara selamlar gönderiyor ve güzel haberler vererek onların sevinmesine sebep oluyordu.

İyiden iyiye madenci gibi davransa da “Sen madencilik yapamazsın Halis.” dediklerinde Halis de şunun şurası beş altı ay daha çalışıp biraz da Almanca öğrenirim, sonra da memlekete dönerim.” diye cevap veriyordu.

Bir gün madende işe giderken tünelin başında durup düşündü ve kararını verdi. Mühendis Steiger Debus Hoffmann’ın yanına gitti ve:

– Ben sabah vardiyasında çalışmak istiyorum.

Hoffmann, sert ve kaba üslubuyla yüzüne bakarak:

– Neden?

– Almanca kurslarına katılmak istiyorum. Aachen’da Almanca kursu var. Lütfen bana izin verin de akşamüzeri kurslara katılayım.

Staiger Debus’un cevabı hazırmış zaten. Yine sert ve kaba üslubuyla, hatta Halis’in yüzüne bakmadan:

– Esel braucht kein Deutsch! (Eşeğin Almancaya ihtiyacı yoktur!)

Halis bir şey diyemeden doğruca iş elbiselerini giyip uzaklaştı oradan. Ocağa giderken “Adam bizi resmen eşek yerine koydu. Bu ne alçak adammış? Hayır, dayanamayacağım bu kadar aşağılanmaya!” diyerek indi ocağa. Biraz sonra Steiger Debus Hoffmann gelip madencilere iş taksimatını yaptı. Ağır adımlarla ileri geri dönüp dururken düşünceli bir hâle bürünmüştü. Aslında Steiger Debus Hoffmann’In aklı Halis’in isteğinde kalmıştır. İç muhasebesi yapıp vicdanının sesini dinlemeye karar verdiğinde Halis’le daha iyi bir diyalog kurmaya karar verdiği anlaşılıyordu. Yanına yaklaşıp sorular soruyor ve kısa cevaplar alıyordu. Almancayı öğreneceğine kanaat getirdiğini fark edince bir hafta sonra Halis’i sabah vardiyasına verdi ve böylece sürekli sabah vardiyasında çalışmaya devam etti. Steiger Debus Hoffmann’ın bu kadar anlık değişik davranışlarına anlam verememişti.

Halis, Aachen´a gidip VHS ´de kurslara yazıldığını anlatmaya çalışırken çok zorluk çekiyordu, Hoffmann’la konuşurken… Adam çok sert biriydi. Steiger Debus, tuttuğunu koparan, aynı zamanda kafası çalışan bir mühendisti. Daima bağırarak konuşarak disiplinli bir adam rolünü oynuyordu; işçileri paydos ettikten sonra Halis’in yanına uğruyor ve ona fiil çekimi yaptırıyordu. Değişik sorular sorup Almanca konuşturmaya çalışıyordu. Birkaç ay zaman geçtikten sonra Halis’i usta sınıfına dâhil etti. Çalıştığı Almanca kitabını alıp her gün fiil çekimlerinden başlayarak âdeta kök söktürüyordu. Giresunlu Osman ve diğer oda arkadaşlarına anlattığında “Olmaz öyle şey, yahu! Steiger Debus’u görünce diğer işçi çavuşu Betriebsführer bile kaçacak delik arıyor! Kaldı ki seninle konuşsun! Mümkün değil. O ceberut Alman seninle ilgilenir mi hiç?” diyorlardı.

Steiger Debus Hoffmann’ın sürekli ilgisi Halis’i daha dinamik tutuyordu. Almanca dışında değişik alanda sorular soruyor ve cevaplar alıyordu. Bir gün Fizik alanıyla ilgili olarak “Kuvvet yönleri ve Moment kuvvetini” konuşurken, Pisagor Bağıntısı nedir?” diye sordu. Halis, tebeşirle çizerek anlattığında Debus’un hayret dolu bakışları ve ses tonu değişmeye başlamıştı.

Sürekli Debus soru sorarken bu defa da madenci Halis ona Cebirden bir soru sordu. Cebinden tebeşiri çıkardı ve duvarların kenarlarını sağlamlaştıran geniş metal levhaların üzerine yazarak problemi çözmeye çalışırken Betriebsführer’in çalışma ekibiyle kalabalık bir ustabaşı ekibi şaşkınlık içinde seyrediyordu. O sırada Betriebsführer yani İşletme müdürü de geldi “-Ne yapıyorsunuz?” dedi ve lambayı üzerlerine çevirdiğinde Debus, bağıra bağıra anlatmaya devam ediyordu konuyu ve Halis’i işaret ederek “Bu adam bana soru sordu ve ben de cevaplamaya çalışıyorum. Galiba bu defa cevabı zor verdim.” dedi Steiger Debus Hoffmann, Halis’le diyaloğunu devam ettirirken bazı şüpheleri de zihninin bir kenarında taşıyordu. “Zavallı bir kömür madeni işçisi benim gibi üniversite mezunu mühendisi sıkıntıya düşürecek kadar sorular soruyor ve benim bile bilmediğim Fizik, Cebir ve Matematik alanıyla ilgili bilgilere sahip bir adam bu Halis. Bu adamda bir farklılık var, diğer işçiler ‘Günaydın!’ demeyi beceremiyor, bu şimdiden Almancayı halletti. Ders verecek kadar geliştirdi. En iyisi yarın bunu sıkıştırayım da sıradan bir işçi olmadığını, aslında özel gönderilmiş birisi olduğunu ima edeceğim. Bakalım ne diyecek?” diye içinden geçiriyordu.

***

– Halis Gümüş, gel de biraz konuşalım!

– Peki efendim.

– Sen kimsin? Çocukluğundan bugüne kadarki hayatını anlatır mısın?

– Anlatırım sayın Hoffmann… Ama neden bunu öğrenmek istediğinizi merak ediyorum.

– Ben işçileri pek sevmem, onlara her zaman sert ve kaba davranırım. Yumuşak davranınca başıma neler geldiğini çok iyi yaşadım geçmişte. Ben sana yardımcı olmayı düşünüyorum. Hadi anlat!

– Ben küçük yaşta annemi kaybettim. Şu anda sekiz çocuklu bir ailenin evladıyım. İki oğlum var. Yoksul bir ailenin içinden çıktım, çalıştım ve buraya madenci olarak geldim.

– Hayır, hayır… Pek inanamıyorum. Üniversitede okumadın mı?

– Üniversitede değil ama yüksekokulda okudum efendim.

– Seni yer üstünde bir göreve vermek için yardım edeceğim ama tek şartla…

– Nedir efendim şartınız?

– Gerçekten kim olduğunu söylemen yeterlidir.

– Efendim… Yalan söylemedim size…

Ertesi gün akademiye giriş sınavı sorusu gibi sorular sordu mühendis… Halis yine cevapladı. Hoffmann çıldıracaktı…

– Nerden biliyorsun bu kadarını?!!!

– Ben öğretmendim Bay Hoffmann…7 yıl ilkokullarda öğretmenlik yapıp geldim buraya. Büyük ailemin geçimini sağlamak için geldim. Şimdi öğretmen Halis değil, madenci Halis’im ben!

Bay Staiger Debus’un hayret dolu sözleri:

– Ben bunu anlamalıydım. Ne kadar mankafaymışım yahu!

– Estağfurullah efendim. Ben söylemeyince sizin anlamanız mümkün olmazdı.

– Şüpheleniyordum senden ama öğretmen olabileceğin aklıma gelmemişti. Keşke biraz daha eğitimli insan gelse ne kadar iyi olur. Bu işçiler hemen dönecek değiller. Çocuklarını ve ailesini buraya getirenlerin topluma uyum sağlaması pek zor olacak. Sen de öğretmenliğe devam edersin bir iki yıl sonra… İşçi çocuklarını okutursun, asıl işine dönersin böylece…

– Teşekkür ederim beyefendi. Zaman her şeyin ilacıdır.