VII
Eseney, on gün düşünse de kızı öyle eritip yakacak kadar etkileyecek hiçbir şey bulamadı. İki defa Artıkbay’ı kızağa bağlayıp ava götürmüştü. Onu koruma kaygısıyla kurt yakalayamadı. Bu gün “Türkmen” Müsirep evine dönüyor. O gittikten sonra Eseney’in grubu iyice sessizleşmişti. Avcı Müsirep’in saçmalığını Ulpan gülerek dinliyordu. Böyle boş boş konuşup başını şişirmektense hiç konuşmamak daha iyiydi… Onun sözlerine gülmedi, kendine güldü. Sözün özü, Eseney, yalnızca Eseney olarak kalmalıydı. Başka birine benzemeye çalışıp hatip olacağım, nazik olacağım, beyefendi olacağım derse, komik duruma düşebilirdi. Eskiden beri benim adım Eseney olduğu için takdir görüyorum. Şimdi bu yaptığım nasıl bir bunaklıktır! Yok, ben Eseney’den başka hiçkimse olamam!
Eseney, memleketine gitmek için hazırlanan Müsirep’i çağırdı.
–Bir kış birlikte olalım demiştim, kabul etmedin, seni müzmin bekâr… Sebebi vardır heralde, sormuyorum. Yalnızca benim son bir arzumu yerine getir. Bir gün daha bekle.
–Tamam, bekleyim.
–Bekliyorsan, şimdi atlan. Artıkbay’a dünürlüğe git. Niye şaşırdın?.. Ulpan’a Eseney’in gönlü düştü. Benim gibi itiyarların nicesi kuma alıyor. Ben de senin gibi müzmin bir bekârım. Sen hanımı olmayan bir bekârsın, ben hanımım olmasına rağmen, on yıldan beri müzmin bir bekârım. Altmışa henüz gelmedim. Gerekirse, kızın kendisine de söyle. Senin “İlkgözağrım” dediğin bir durumun varsa, benim “Sonuncum” dediğim bu kız, Ulpan. Kadın kız denilince bu işlerden anlayan delikanlısın, göster bakalım bu defa hünerini!
–Tamam, gideyim.
–Yalnızca gidip gelme, işi bitirip gel. Sıyban adlı boy bir gün tamamen kuruyup kalsın demiyorsan eğer, onları ikna edip gel!
Eseney’in son sözü Müsirep’i derinden etkiledi. Sıyban, bir tek Eseney’i olmasa, ağaç kovuklarına sığınıp dağılıp gidecek güçsüz bir boydu. Eseney güçleneli beri, on avul Sıyban ancak bir boy haline gelmişti. Ama işte bu Eseney zürriyetsizdi. Akrabaları arasında bunun izinden gidecek, yerini tutacak hiçkimse yoktu. Onun gibi bir kişi daha bütün Sıyban içinde bile yoktu. Onun başka taraflarını bir yana bırakırsak, iki oğlu vefat ettikten sonra tamamen zürriyetsiz kalması da Müsirep’i çok derinden üzüyordu. O da insan ya hu! Ama bir yandan da içinden Ulpan’a da acıdı. Eseney her ne kadar onun yakını olmakla birlikte, kancayı başka birine taksa da olurdu. Şimdi ne olacaktı? Bu kıza yazık olmaz mıydı? Yazık ya hu, on avul Sıyban’ın bir kadınının dul kalmadan oturduğunu gördün mü!.. Müsirep, içinden hem Eseney’e acıyarak hem de Ulpan’a acıyarak Artıkbay’ın evine geldi.
Ulpan evde değildi. Müsirep bundan faydalanıp hangi maksatla geldiğini lafı hiç dolandırmadan, kızın anne babasına hemen söyledi. Eseney’in selamını iletti. Lafı hiç dolandırmadı, süsleyip püslemedi, doğrudan söyledi. Artıkbay Bey, sesini çıkarmadan sessiz ve düşünceli bir şekilde oturdu, kızın annesi Nesibeli ise ağlayıp, evden çıkıp gitti.
–İşte bu, Artıkbay Bey, gelme sebebim. Ne cevap veriyorsunuz?
–Aman, Müsirep ya hu!.. Eseney bir kez gözünü diktiyse, almadan rahat eder mi hiç? Ulpanımı ben vermiyorum dersem, Eseney bunu kabul eder mi dersin? Söyledi, önümden geçti, oldu bitti değil mi, almadan rahat etmez o!
–Öyleyse, siz razısınız diyeyim mi?
–Hangi razılık?
–Şimdi gidip sizin ne dediğinizi söyleyim?
–Ulpan kendi kararını kendi verir. Kendisiyle konuşsun dedi de. İşte “baba, hayır duanı yap” dediği gün, yapacağım dua olsun, dua etmek zor değil ki…
Artıkbay biraz daha sessiz kaldı. Müsirep de ihtiyarın cevabı değişir mi acaba diye bekliyordu. Anne razı değildi, baba razı değildi. Gidip bunu söylerse, Eseney’in tavrı değişir mi? Yok, değişmezdi. Buna, kızın razı olmadığı da eklenirse ne olacak peki? O zaman zorlamasına zorbalığı da eklenirdi.
–Müsirep, ben seni yirmi yıldan beri biliyorum. Sadakatinden ve samimiyetinden başka, gizli bir yanını görmüş değilim. Ulpan ile kendin de konuş. Samimi düşünceni söyle. Şu geveze adaşın, tan ağarmadan gelip, Ulpancan’ı tilki avlamaya götürdü. Gideceğiz dediği yer Tuzlugöl… Bu evin kapısı ne tarafa bakıyorsa, o tarafta. Müsirep atına bindi ve ihtiyar Artıkbay’ın söylediği tarafa doğru gitti. Yavaşça yürüyüp gitti. Evet, bu uygunsuz bir elçilik olmuştu. Eseney’e iki şey geçmezdi: bir, ok geçmezdi, bir de söz geçmezdi. “Senin “İlkgözağrım” dediğinse, benim “Sonuncum” dediğim” dedi, oldu.
Ulpan, bu gün çok mutluydu. Babasının az sayıdaki yılkısını Sadir’inkilere katıp gönderdiğinden beri geçen bir hafta boyunca, ata binip bozkıra çıkacak, kendini zinde tutacak bir sebebi kalmamıştı. Gençlik ateşi yanıp duran enerji dolu Ulpan için, evde pineklemek, resmen insanın sabredemeyeceği bir azaptı. Bu gün işte tan attığından beri at üstündeydi. Gün gülümser gibi açıktı. Mavi gök hergünkünden farklı, sanki bu gün daha da yükseklere çıkmış gibi görünüyordu. Geceleyin yağan yumuşacık kar, her yeri ak ipek gibi kaplamıştı. Genç kayınlar, ak duvak örtünen edepli bir gelinmişçesine tazimde bulunur gibi eğiliyordu. Beyaza bürünen çalının dibinden pır diye ak keklik uçtuğunda, çalının dallarındaki kar hemen yere döküldü ve sanki ak kekliğin kanatlarından çalının dallarına kir bulaşmış gibi göründü.
Bozkırda büyüyen Kazak kızına yılın dört mevsimi asla bir değildir, her bir günün içinde kaç mevsim vardır. Hepsinin de ayrı bir güzelliği vardır. Bir haftadan beri ata binip bozkıra çıkmayan kız, bozkırını özlemişti.
Bu gün avcı Müsirep’in kartalı da görünen tilkiyi adım attırmadan yakalıyordu. Fakat kartala tilki yakalatmak o kadar da eğlenceli değildi. Koşmak da yoktu, kovalamak da yoktu. Bindiği “Müzbel doru” da memnun değildi. Ava çıkıp da at koşturmadıktan sonra bunun neresi zevkliydi ki! Eseney’in üç buyruğundan birinin, bir kızı hor kılmadığı yoktu ki! Eli çok serttir onun. Demir ağızlık olmasaydı gösterirdim nasıl at koşturulduğunu! Pantolonumun paçaları parça parça olana kadar koştururdum…
Avcı Müsirep ilginç bir insandı. Bazen ölmekte olan tilki ile kavga ederdi. Sen nesin, kızıl şamdan, kara pantolon paçası hilekâr!.. Sen nesin ha, kızıl renkli küçük köpek, kara ayaklı bir üçkağıtçı!.. Kurtulacağını mı sandın? Evine varamadan yere serilip kurnazlığına bak hele şunun! Köpek yavrusunu Kazaklar dokuz ayı dolduğunda “evine vardı”, yani yetişkin oldu diye düşünürdü. Kartalın yukarıdan süzülerek gelip hamle yaptığında iki defa dokunup da alamadığı kancık tilkiye avcı, bu utanmazlığını söyleyip onu utandırıyordu. Senin annen ya hu, senden de beter işe yaramaz…
Avcı daha sonra kartalına kızmaya başladı. Sen nesin, bundan önce hiç kancık görmedin mi? Gördün! Ne zamandan beri sana söylüyorum: kuyruğunu dikip koşan, tilkinin kancığıdır. Onun başı kuyruğunun dip tarafında değildir, ne tarafa doğru yönelmiş gidiyorsa o taraftadır. Kuyruğunun dip tarafına doğru gidersen, onu, senin ağzına yüzüne dolar. Ondan sonra bir ay otur evde, baban ölmüş gibi bir üzüntü içinde… Güzelim Ulpan, bağla bunu…
Görmüş geçirmiş adam, tilkiye sanki kendi hanımına kızarmışçasına kızıyordu. Ben seninle birlikte yaşayıp gidiyorum, sarı ve kirli donlu yaşlı üçkağıtçı seni! Ne var da sen böyle kendini beğeniyordun. İhtiyar Müsirep’in gözüne ilişirsin de, yere serilmez misin işte böyle?..
Avcının boş laflarını daha fazla dinlemek istemeyen Ulpan evine döndü.
–Ağabey, ben maralımı bir göreyim demiştim…
Ulpan, maralın izini takip ediyordu, “Türkmen” Müsirep’i sonradan tanıdı. İki köpek arkasında, av arayarak yavaş yavaş geliyordu. Başında kuzu derisinden kara börk, kara tay derisinden kürk, uzaktan uzaktan yürüyen kızıl renkli at, Ulpan’a çok tanıdık geldi. Ulpan onu görünce sevindi. Tuzak kurmadan, art niyetsiz, dürüstçe konuştular. Müsirep, beğendiğini gizlemedi de. Bunda korkacak bir durum ya da tehlike de yoktu. Ulpan da onu beğeniyordu.
Bu birini beğenmenin masum bir şekliydi. İkisi de biliyordu, birbirine söylemeden, ömür boyunca sessizce sürüp gidecekti. Büyüklük de küçüklük de engel değildi, başka bir engel de yoktu. Böyle bir beğenme, dokunarak mutlu olmaktan da daha yukarı bir masumluktu. Şımartmayı bilen ağabey ile şımarmayı bilen kızkardeş arasındaki sevgi misaliydi. Ne olduğu ve nereden başladığı belirsizdi, Ulpan ile “Türkmen” Müsirep’in arasındaki ilişki böyle başlamıştı.
Ulpan hızlıca atını koşturup gelerek:
–Müsirep Ağabey, kurt avlamaya çok geç çıkmışsın? Dedi.
–Kurt avlamaya değil, seni görüp halini hatrını sorayım diye geliyorum, güzelim. Yarın artık memlekete dönüyorum.
–Memlekete? Bizi böyle bırakıp gidiyor musunuz?
–Bırakıp gitmek de ne demek, kurban olayım… Sana kıyıp da kim seni bırakıp gider! Çok geçmeden geri geleceğim.
–Olsun, bu gün bizdesiniz ya. Gitmiyorsunuz. Ben size bir kucak kuvray29 kesip getirdim… Ne kadar çok çeşidi var! Kuruyanı da var, çalılar arasında taze ve yeşil olanları da…
–Olsun, Ulpancan olsun…
–O, akşama olacak. O zamana kadar kurt kovaladığınızı gösterirsiniz.
– O da olsun… Kurttan korkmuyor muydun?
–Sizin yanınızda olup da korkar mıyım hiç?
–Peki, tamam, güzelim… Fakat benim dediğimden çıkmayacaksın ona göre!
–Kabul, Müsirep Ağabey, kabul. Sadakatle sana itaat eden kulunum…
Müsirep atından inip, Ulpan’ın atının üstündeki eğeri iyice düzeltti. Üzenginin kayışını azıcık uzatırken eli kızın ayağına dokundu, sıcacıktı. Sıcaklık bütün vücuduna yayıldı, elini hızlıca çekti.
–Haydi, şimdi gidiyoruz.
İkisi birlikte dörtnala gidiyordu, Ulpan’ın gözüne maralın daha yeni bıraktığı ayak izleri ilişti.
–Müsirep Ağabey, maralımı görmek ister misiniz?
–Gör dersen göreyim.
Şimdi Ulpan öne geçip gitmeye başladı.
–Gel, gel canım, haydi gel!..
Maral çalılık arasından birden kendini gösterdi ve kibirli bir yürüyüşle açıklığa çıkıp durdu. Ölçülü sarımtrak boynuzu gün ışığıyla birleşip, altın bir hançer gibi parlıyordu. Avcı Müsirep’in “Altın boynuzlu ak maral” demesi bu sebeple olsa gerekti. Apak ak maral değildi, kışa doğru ak tüylerle kaplanmaya başlayan, aka doğru çalmakta olan, bozca renkliydi.
Maral, sadece Ulpan’ın tanıdık sesinden korkmadığı için göz önüne çıkmıştı. Şimdi şaşkınlık içindeydi, biraz ürkmüştü. Bu kız da beraberinde köpekle mi gelmişti yoksa? Öyle olsa gerek, yanında erkeği de var. Erkekler bizim düşmanımızdır. En iyisi, köpeklerini üstümüze kışkırtmayanıdır. Bu iki sarı köpek gerçekten seni parça parça edebilecek bir belanın ta kendisi olabilir!..
–Gel, gel canım, haydi gel!..
Yok, bu gün ben bu kıza şımararak hoplayıp zıplayıp oynayarak yaklaşmasam daha iyi olacak. Dört ayağım, siz her an kaçmak için hazır olun. Sevmek istiyorsan yalnız gel. Köpeklerini getirme!..
Maral birdenbire kayboldu. Köpekler onu gördü ama onu diğer hayvanlardan biri zannetti ve kovalamadı, keçi mi acaba? Yok, teke olmalı…
–Güzelmiş! Dedi Müsirep. -Bütün vücudunda hoş görünmeyen bir tek yer olsun ya! Nasıl bir mükemmellik, her uzvunun orantılı olduğu nasıl bir güzellik. Bunun güzelliğine heveslenmeden, göze ilişir ilişmez kovalamaya başlıyoruz. Bu güzeli kesip, etini yiyoruz.
Ulpan, Kazak delikanlılarının güzel kızlara nasıl hevesli olduklarını söylemek istedi, ama acaba kendi kaderini ima etmiş mi olur diye düşünüp duraksadı. Kendisi böyle bir işe rastlamamakla birlikte, gençliğinde güzel olarak bilinen yengelerinin yüzlerine hiç gitmeyecek damgaların basıldığını, nasıl horlandıklarını biliyordu.
İki sarı köpek yeri ve rüzgârı koklayarak koşturup sahibine bakıp durdu ve rüzgâra karşı hızla koşmaya başladı.
–Ulpancan, köpekler bir şeyi hissettiler. Şimdi bir yerden kurdu kovalamaya başlarlar. Sen kurdu kovalamaya başlayan köpeğin peşinden git. Beş yüz metreden fazla yaklaşma! Kurt ağaçlığa ya da göle doğru dönerse, önünü kesip yüzünü göreceğim diye boş yere uğraşma. Köpeğin arkasında ol. Kurt, on bin metre kadar kaçıp ağaçlık arasına döner. O sırada ben de bir tarafından çıkar gelirim.
Müsirep ve Ulpan atlarını birlikte sürdüler. Sık ormanın uzaklaşıp giden ağaçlık ve çalılık düzlüğününün diğer tarafına çıktıklarında Ulpan, birden Müsirep’e bakıp:
–Aaa, ağabey, bir köpek durdu, dedi.
– O zaman haydi davran, koş! Şu yel gibi hızlıca tek başına giden sarı köpeği takip et, geride kalma!
Ulpan, fırtına gibi hareket etti. Sanki atla birlikte yaratılmış gibi adeta uçuyordu. Pars, sahibine görünmeden gitti. Sadak, kurdun kokusunu uzaktan alıp, epeyce bir süre çapraz bir şekilde koştu. Müsirep onun peşine düştü.
Sadak, öylesine oynayarak koşup gelir gibiydi. Tanrı dedikleri kancık olmalı heralde!.. Tam sırası, tavşan yemiş. Fakat Pars biraz koşar. Yakında ağaç da göl de görünmüyor. Kancığın adı kancık, hemen kaçıveriyor. Bu kancık köpek kararsızlığa sürüklüyor, bir o yana bir bu yana kaçıp boşa uğraştırmasaydı iyiydi. Ee, Pars onun kendi istediği yöne gitmesine izin vermez. Kız da yakın gidiyor. Pars’ın kokusu ile kızın kokusu bazen ayrı, bazen birlikte geliyordu. Off, kancığın kokusu ya hu, burnunun direğini kırıyordu. Kışın ortalarıysa eğer, kancığın kokusu bir günlük yerden bile tanınıyor. O sırada bir defa denk gelip de görür müydü kendisi…
Ulpan, Pars’ın arkasından at koşturuyordu. Kurt ve köpeğin arası epeyce yakınlaşsa da hala açık vardı. At koşturmak için yaratılmış dümdüz bozkırda, at dizini geçmeyen apak kar köpeğe de kurda da ağır gelmiyordu. Dizginleri boşaltırsa “Müzbel Doru” kurda adım attırmayacak gibi görünüyordu. Fakat o zaman ne olacaktı? İşte ulaştın kurda, kamçıyla dövecek misin? Ulpan, bir hayvana asla kamçıyla vuracak biri değildi. Kurdun yüzünü göreceğim diye boşa uğraşma diye yapılan uyarı hala aklındaydı. Müsirep bu uyarıyı oldukça ciddiyetle yapmıştı. Gerçekten diyorum ya hu, kurdu kovalayıp ona yetişirsem, o bana doğru koşup, ağzını kocaman açıp bana saldırır. “Kızı görürsem, kızıl gırtlağım gıdıklanıyor, dayanamayıp yutuveririm de öyle giderim!” diyen kurt bu değil mi!.. Tanrım ay, sen koru!
Ulpan, sarı köpekten gözünü ayırmadan koşturup, ne yöne, hangi tarafa, nasıl gideceğini bilemeden kalakaldı. Kaçıp kurtulamayacağını farkeden kurt defalarca avlanmaya çıktığı sık ormana doğru nasıl yöneleceğini de bilmiyordu. Şimdi bir an dikkat ettiğinde, önünde sık ağaçlı orman göründü. Bu neredeki ormandı acaba? Köpek ile kurdun arasındaki mesafe iyice kapanmıştı. Bu ikisine kendisi de yakınlaşıyordu. Ne yazık ki, ormana kurt önce girecek gibi görünüyordu. Sarı köpek eğer ki ormana kadar kurdu yakalayamazsa, kurt kurtulacaktı. Sadece bin metrelik bir mesafe kaldı. Bağırmak gerekli galiba? Kime? Kurda mı? Müsirep Ağabey bir görünseydi iyi olacaktı. O da görünmüyor ki. Kurt kurtulacak galiba. Ormana sadece beş yüz metre kaldı… Ok boyu… ip boyu… Kurtuldu ya hu canı çıkasıca… Bırak, hamle yapmazsa olmaz…. Ay, bu da neyin nesi? Kar yağıyor ya hu. Kurt nerede, inine girip kurtuldu mu? Sarı köpekler de ikisi bir araya geldiler. İki sarı köpek, kurdu bırakıp kendi kendilerine dalaşmaya başladılar…
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Konar-göçer devirde birkaç çadırdan meydana gelen Kazak yerleşim birimi.
2
Jut: Çok soğuk geçen kışlarda Kazakların geçim kaynağı olan hayvanlarının ölmesi ve bunun sonucunda yaşanan kıtlık ve açlık hâli.
3
Batır: Bahadır; düşmana karşı koyan; vatanını seven, vatanı için canını veren kişi; akıllı, aklı ile düşmanı yenip milletini yücelten kişi; cesur; yiğit ve gözüpek kişi.
4
Küy: Kazakların millî müzik aletleriyle çaldıkları geleneksel bir müzik türü, melodi.
5
Baldak: Av için kullanılan kartal ve öteki kuşların konduğu elin altındaki eğerle dirsek arasında destek olan ağaç.
6
Ağa Sultan: 19. asrın ilk yarısında Kazak bozkırlarında ilçe yöneticilerine verilen isim.
7
Biy: Kazaklar arasında bir anlaşmazlığı gidermek için iki tarafı dinleyerek karar bildiren kimse, hâkim; hatip, güzel söz söyleyen, sözü dinlenen, itibarlı kişi.
8
Töre: Han sülalesinden olan erkek çocuklara verilen unvan, şehzade.
9
Bolıs: Çarlık Rusya zamanındaki bir idarî taksimattır, ilçenin karşılığı sayılabilir. İdarecisine de bolıs denir.
10
Aktaban Şubırındı: Kazakların, 1723 yılında (Bolat Han devri, 1718-1730) gerçekleşen büyük çaplı bir Kalmak saldırısı sonunda büyük kayıplar vererek Güney Kazakistan’ı Kalmaklara bırakmak zorunda kaldıkları, Kazak hafızasında hiç unutulmayan acı tarihî olaylardan biridir. Bu olayın Kazak tarihinde “Aktaban şubırındı” olarak adlandırılmasının nedeni, Kalmaklara yenilen Kazakların kafileler hâlinde, ayak tabanları yürümekten bembeyaz oluncaya kadar, daha kuzeye, Güney Kazakistan’dan Kazak bozkırlarına doğru göç etmesinden dolayıdır. “Aktaban şubırındı” yıllarından sonra Kazak Hanlığı’nda iç huzursuzluk belirgin bir şekilde hissedilmeye başlamış ve bu huzursuzluklar sonrasında Üç Kazak Cüzü idarî olarak tamamen ayrılma sürecine girmiştir.
11
Yönetim merkezi, idare merkezi, saray.
12
Kışın kesilmek için özel olarak semirtilen hayvan.
13
Evin (çadırın) en değerli yeri, köşesi, baş köşe.
14
Saba, kımızı saklamak amacıyla at derisinden yapılan kımız kabıdır. Bu kabın içine yüz litreden fazla kımız sığdığı için büyüklüğünü vurgulamak amacıyla tay yüzen yani kabın içinde bir at yavrusunun yüzebildiği ifadesi kullanılmıştır.
15
“Köp bolsa kenesarı cüzge keler, jüzge jetse ajal kelip ol da öler.” Kazaklar arasında Kenesarı isyanı ile ortaya çıkan “Kenesarı en çok yüz yaşına kadar yaşar, yüz yaşına gelse bile ecel gelir nihayetinde o da ölür.” anlamına gelen bir sözdür.
16
Horunjiy: Subaylıkta bir rütbe.
17
Vali.
18
2-4 yaş arası, henüz yavrulamamış at.
19
Kısırlaştırılmış olan hayvan.
20
Valilik.
21
Anadolu’da bişi/pişi olarak bilinen, yağda kızartılan mayalı hamurdan yapılan millî Kazak yiyeceği.
22
Kerege: Keçe çadırın katlanıp açılabilir şekilde olan iskeleti.
23
Kam, bahşı.
24
Arapça kelimelere bir türlü dili dönmeyen Eseney’in “Lahavle…” telaffuzu.
25
Kalınmal: Geleneksel Kazak hayatında erkek tarafının kız tarafına ödediği başlık parasına benzer bir bedeldir. Kalınmal bedelinin yüksekliği, kalınmalı veren ve alan tarafın sosyo-ekonomik düzeyinin bir göstergesidir.
26
Yabanî at.
27
Metinde “kosay kaloş” olarak geçen bu ayakkabı, çizmenin üzerine giyilen cizlavet lastik ayakkabıdır.
28
Kazak geleneksel sofra adabına uygun olarak sofranın en kıymetli misafirine hayvanın kellesi ikram edilir. Etin diğer bölümleri de sofradaki hiyerarşiye göre sırayla sofradakilere pay edilir.
29
100-150 cm boyunda büyüyen, temmuz ayında şemsiye şeklinde çiçek açan bir bitkidir. Eylül ayında çiçek ve yapraklarını döküp sarı renge dönüşür ve rüzgârda özel bir ses çıkarır.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книгиВсего 10 форматов