O zamandan sonra dünürlerin arası açılmaya başladı. Kötü niyetli tüccar, oğlu olmayan kötürüm ihtiyara baskı yapıp, daha önce kalınmal olarak verdiğim beş tayı olan kısrağımı geri ver demişti. Artıkbay bunu doğru bulup, onun bu dediğini kabul etmişti, ancak Tülen, beş kısrağın on yıldan bu yanaki artışını da istemişti. Onun istediği bu rakam, Artıkbay’ın hiçbir zaman karşısında göremeyeceği çok sayıda yılkı oluyordu. Artıkbay, kalınmal karşılığında aldığı beş tayı olan kısrağı geri vermişti ama on yıldan bu yanaki artış davasından hala da kurtulmuş değillerdi. En sonunda uzak bir yere gidersem kurtulur muyum acaba demişti. İşte bunun üzerine Tülen, sözünden dönen kızı yakalatıp getirtmek için yiğitlerini göndermişti…
Ulpan başında dünkü deri başlığı, üstünde ince kıyafetinin üstüne giydiği deve yününden cepken, yerinden kalkamayan babasını korumaya hazır bir halde, onun uzağında durdu. Korktuğu için sararıp solmuştu, korktuğuna utandığından dolayı gülümseyen bir hali vardı. Her gün yaptığı gibi alaca karanlıkta az sayıdaki yılkısını çitin içine getirip kapısını kapatıp, tan atarken otlatmaya göndermişti. Kenjetay’a atı eğerleme görevini vermesinin sebebi de buydu.
Ulpan yayılmakta olan yılkısını topladığında, ağaçlar arasından iki atlı çıkıverip:
–Bu kimin yılkısı? Diye sordu.
–Bizim.
Ulpan, geceye doğru ağaçlar arasından çıkıp gelen adamların olsa olsa hırsız olduğunu düşünerek, yılkısını bağırarak sürmeye başladı. Kızın sesini hemen tanıdılar. Ağaçlar arasından:
–O! Onun ta kendisi!
–Davran, tut! Diyen sesler yakınlaşmaya başladı.
Gizlenerek gelen kız yılkısını da bırakıp, tek başına avuluna doğru koştu. Arkasında kovalayanlar, Ulpan onlardan neredeyse bir ok boyu daha erken evine ulaştı.
Sadir, gençleri sürüyerek götürdükten sonra, Ulpan babasının yanına oturdu ve ağlamaya başladı. Konuklarına sanki halini anlatır gibi hıçkırarak ağladı. Ne büyük bir hor görülme! Bu güne kadar hiçkimsenin yüzüne duramadığı, şımarık büyüyen Ulpan, mal karşılığında satılıp gidecek birçok kızdan sadece biri oldu ya! Eğer evde konuklar olmasaydı, deminki delikanlılar bunu bağlayıp sürüyüp götüreceklerdi ya. Götüreceklerdi ve de pis kokulu Mirzaş’ın koynuna sokacaklardı. Ondan sonra yatıver eriyip her gün tükenerek… susuver… ölüver… Ulpan titredi… çocuk gibi karakteri vardı, çok korkmuştu, küçük bir çocuk gibi de ağladı. Şımarık olsa da yiğit bir kızdı, bu sebeple de horlandığı için gururu kırıldı ve ağladı. Evine kıymetli konukların geldiği gün, büyük bir utanç başıma geldi diyerek, utancından ağladı.
Eseney, Müsirep’e baktı. Bir şeyler söyle de gönlünü alsana der gibiydi. Müsirep zaten bir şeyler söylemeyi kendisi de isteyip, Eseney’den bir işaret bekliyordu, hızla söze başladı:
–Güzelim Ulpancan, başına musallat olan bir beladan kurtuldun. Şimdi artık tamamen kurtuldun. Ağlama! Demek bu eve gelirken niyetimiz temizmiş ki size yapılan bir zorbalığa tam denk geldik. Artık bundan sonra bu bela senin başına terkrar dönüp gelmeyecek. Artıkbay Bey ve Nesibeli yengemizin biricik kıymetli çocuğunu nerede olursak olalım mutlaka koruyacağız. Bu eve hiç kimsenin zararı dokunamaz artık. Bahtın açılacak, güzelim. Dengine varırsın daha, ağlama…
–Bu bölgede kırk eve yakın Kürlevit varız… Dedi Artıkbay. -Yaza doğru bir avul olup birlikte yaşıyoruz ve kışa doğru ağaçlık arayıp, sık ağaçlık yerleri yerleşme yeri seçip dağınık olarak yaşıyoruz. Bu gün eğer siz gelmeseydiniz halimiz haraptı. Eseney, sen yılkını hiçbir yere gönderme… Kendi ekibini de alıp yanıma gel, buraya yerleşin.
–Artıkbay Bey, siz neyi istersiniz de ben sizin istediğinizi yapmam ki. Fakat artık dünürlerinizden korkmanıza gerek yok. Ben kendi ekibimi sizin dünürlerin avuluna yakın bir yere götürüp onlara yakın yere yerleşsem nasıl olur diye düşünüyordum.
–Oy, o zaman zalim tüccarı tamamen durduracaksın ha!..
–Dursun kalsın!.. İzin verirseniz Sadir ve beraberindekileri buraya yerleştirmek istiyordum… Yılkınızı Sadir’inkine katıp gönderirseniz, Ulpancan da kış soğuğunda geceleyin yollara düşmezdi.
–Oldu, Eseneycan, oldu. Bana Sadir’den başka yoldaşın gereği yok artık!
Ulpan, yalnızca o anda gülümsedi. Konuklar akşam yemeğinden sonra atlarına binip gitti.
VI
Sadir, eski tutsak geleneğinin hepsini uygulamak isteyerek, kız kaçırmaya gelen delikanlıların ellerini arkada bağlayıp, Ese-ney ve beraberindekilerin yanına yaya olarak getirdi. Hepsi de başları kabak, başlıklarını çıkarıp koyunlarına sokmuştu. Sadir kendisi at üstünde, mızrağı elindeydi, yanında ise Eseney’in gönderdiği Kenjetay vardı, o da tek başına at üstündeydi.
–Kerey-Uvak kin güder, Süyir Batır teke kovalar! Diye bağırdı Sadir. -Kerey-Uvak ile düşman olursan, Süyir Batır’ın zulmünü de görürsün! Denildiğini duymuş muydunuz, haydut itler?
Delikanlıların hiç sesi çıkmıyordu. Gece boyu epeyce kalınlaşan köpük gibi karı etekleriyle sürüyüp, bir o yana bir bu yana yalpalayarak yürüyüp gelmişlerdi. Karınları açtı. Biraz da kamçı yemişlerdi. Eseney’in hırsızlara karşı sert olduğunu da duymuşlardı. Korkuyorlardı.
–Tüh, Stap’a da benim götürmem gerekti bak ya hu!.. Tanrı izin verirse Stap’a varana kadar kulaklarınızdan olursunuz. Stap’ta kulaklarınız iyileşene kadar iki ay yatarsınız. Demiri kıpkızıl kızdırıp, alınlarınıza “eşkıya” diye damga basacaklar. Tanrı izin verirse, onu ben basacağım… Ondan sonra herkes huzurlu olacak, “İtjekken”e kadar Rus’un polisleri sürüp götürecek.
Sadir, bunu delikanlılara gece boyunca yaptığı eziyeti Eseney’e söylerler mi diye tehdit etmek amacıyla söylüyordu.
–Kerey-Uvak kin güder, Süyir Batır teke kovalar!.. “İtjekken”e kadar iki kış, iki yaz yayan götürsünler… Belinize kadar kara gömülerek, ama yalpalamadan yürüyün bakalım!
Eseney ve beraberindekilerin bulunduğu yer, Sadir’inkine uzak değildi. Sadir delikanlılara bu nasihatlerini söyleyip bitirene kadar, Eseney çıkıp geldi. Delikanlılar, Eseney’in evine girer girmez yere diz çöküp, birer birer yere kapanıp kulluk bildirdi ve daha sonra ancak kapı önüne sıralandılar.
–Şimdi gidebilirsin, beraberindekileri göçür! Dedi Eseney Sadir’e.
Sadir çıkıp gitti. Yılkıcı değil, birdenbire cengâver oluvermişti, hızlıca çıkıp gitti.
–Evet, sizler kimsiniz?
–Kerey boyundanız, Ağa Sultanımız, Kerey’iz, sizdeniz… Bağlan ağzında oturanlardanız.
–Dün Artıkbay Batır’ın evine ilk giren sensin… Sen kimsin?
–Tülen’in büyük oğluyum… Adım Mırzageldi.
–Hımm, kız sizindi öyle mi?
–Evet, efendim… Erkek kardeşim çocukluğunda hastalanmıştı… Kışa doğru iyice zayıfladıktan sonra biraz onu mutlu edebilir miyiz diyerek, nişanlısını alıp getirsek diye düşünmüştük.
Delikanlının gece boyunca düşündüğü bir hileydi bu. Kardeşim hasta dersem, Eseney yufka yürekli, merhamet eder demişti.
–Hasta kişiye kadın mı getirilir?
–Gönlü hoş olur ümidiyle… Kalınmalı tamamen ödendikten sonra kız bizimdir diye düşünmüştük.
–Verdiklerinizi geri almışsınız ama!
–Kârını hiç alamamıştık…
Ezilerek konuşmasına rağmen, delikanlının aklında nasıl bir hainlik olduğunu Eseney kolayca anladı. Kazak hilelerinin hepsi birbirine benzer. Erkek kardeşi ölüm döşeğindeymiş… Nişanlısını alıp gelirlerse eğer, o zavallı kızcağız “küçük kardeş ölürse, ağabeye miras” kalmaz mıydı?
–Bu akıl, baban Tülen’in mi yoksa senin kendinin mi?
–Babamıza hiç söylememiştik…
–Şimdi dönün gidin. Stap’a şimdilik göndermeyeyim. Eğer baban, Artıkbay’da kalan malım var diyorsa, kendisi bana gelsin. Yok eğer gelmezse, kış ortasına doğru bir çift yılkıyı ben o tarafa gönderirim, o zaman karşılaşır… Kenjetay, bunların ellerini çözüp, serbest bırakıp gönder!
Delikanlılar Eseney’e tekrar tekrar tazim edip, çıkıp gittiler. Akşam olmaktaydı. Kendileri açtı, atları da tir tir titreyerek, dün geceleyin bağlandıkları yerde aç duruyorlardı… Beraberindekileri getirip Artıkbay’ın yanına göçürmekte olan Sadir, bunlara hala kızgın bakıyordu. Bazen Eseney’in böyle merhamet ettiği zamanlar da oluyordu!.. Hiç değilse falakaya bile yatırtmadığını gördün mü bak!..
Mırzageldi’nin içine çok büyük bir korku düşmüştü. Eğer Eseney, bir çift yılkısı ile gelip onların yanına yerleşirse, bundan daha büyük jut olur mu bak? Şimdi Ulpan’dan da ümit kesmekten başka ne çare kaldı? Sonuç olarak, Tülen’in bütün işi gücü sarsılıp, düzeni bozulacaktı. Beş baytal atın hakkı bir hilekârdaydı ne vardı bunda? Hey, bu boş söz ya hu, Ulpan gibi bir kadına nerede rastlarsın artık!.. Bu sefer alıp kaçırabilseydim, kaderde yazılmamışsa da yazılacaktı!..
Kendileri de atları da acıkan delikanlılar, bu “Karşıgalı” ormanının içinde sınır olarak oturan akraba dünürlerine doğru yola çıktılar. Çok hızlı bir şekilde atlarının izlerini arkalarında bırakarak oraya ulaştılar.
Ulpan’ı küçük oğlu Mirzaş’a isteyen Tülen’in büyükbabası Tilepbay’ın teyzesi Akbaypak’tan doğan Karabay’ın Kayırgeldi’sinin yeğeni İgenberdi’nin torununu alan Irımbek, evinde idi.
Artıkbay’ın evinin sakin bir yerde olduğunu, kızın hava karardıktan sonra otlayan atları toplayıp evin önündeki çitin içine getirip kapattığınıTülen’e haber veren kişi, işte bu Irımbek idi. Ulpan’ı alıp kaçmak, kaz yavrusunu tutmaktan da daha kolay demişti…
Dün akşama doğru Irımbek, kız kaçırmaya gelen delikanlıları kendisi getirip Artıkbay’ın az sayıda yılkısının yakınına, ağaçların arasına gizlemişti. Delikanlılar kızı yakalamaya çalıştıklarında, o hemen oradan ayrılıp evine doğru gitmişti. Ondan sonraki yaşananlar bütün “Karşıgalı”ya yayıldığı için, Irımbek’in ödü kopuyordu. Irımbek evinden çıktı ve:
–Aman, işte toklu, işte kazanım… Alın da gidin. Ben şimdi bittim! Dedi. Delikanlılar da hala burada oyalanmaktan korkup, Irımbek’in verdiklerini alıp gittiler. Mırzageldi boş boş gitmedi elbette, küfrederek ayrıldı.
–Gözü çıkasıca, domuz gözlü, Artıkbay’ın evine Eseney’in geldiğini nasıl bilmezsin?
–Aman kulunuz olayım, gidin şimdi! Dedi Irımbek.
Irımbek’in bu kadar telaşlanması da boş yere değildi. Geçen gece yaşlı Artıkbay’ın evinde olan olay, tan ağarana kadar “Karşıgalı”da kışlayan kırk çadırlı Kürlevit boyu arasında tamamen yayılmıştı. Bu gün yaşlı adamın eşi dostu, bütün akrabaları hepsi oradaydı.
–Hey Allahım, Allah saklamış ya hu!
–Eseney Bey gelmeseydi vah vah, Ulpancan’dan ayrılıp da kalacaktık.
–Nesibeli Ablanın boz koç kestirip kurban etmesi çok yerinde olmuş… Kellesini Eseney’e ikram ediniz28!
–Aksakal, siz bu yıl boş yere kıyıda kışladınız… hâlâ da bizim ortamıza gelip konmanız daha doğru olur…
–Başka söze ne hacet, arada laf taşıyan kötü niyetli biri var. Onu bulup cezasını vermek gerek!..
Irımbek, gün boyu kendi de orada bulunup bu sözlerin hepsini işitip, hayatından ümidini kesmişti. Hanımı hala oradan dönmemişti. Onun alıp getireceği daha da ilave haberler vardı!
Halkın duyup bildiklerini saksağan cıvıldayarak, karga gaglayarak iyice abartıp konuyla ilgili dedikodular çığ gibi büyümüştü.
–Eseney kız kaçırmaya gelenlere kırk kamçı falaka çektirmiş.
–Kuzu misali bağlayıp alınlarına kırklık kızdırıp basıp, “İtjekken”e süreyim demiş diyorlar. Tanrı bilir, doğrudur!..
–Kendi içimizdeki laf taşıyan haini de onlarla birlikte sürse çok iyi olurdu.
–Eseney, ihtiyarın çadırını bir kış koruması için Sadir adlı bir yiğidini bırakıp gitmiş…
Sadir’in beraberindekilerle gelip, Artıkbay’ın çadırına yakın bir yere çadırlarını kurduğu da doğruydu. Sadir’in beraberindekiler dört kara çadırdan oluşuyordu: at seyisleri, sağmacılar, köpek ve kartal bakıcıları, hepsi oradaydı. Sadir’in yanında on kadar yiğidi de vardı. Şimdi artık ihtiyar Artıkbay hiçkimseden korkmuyordu.
Eseney kendi beraberindekileri yerlerinden hareket ettirmedi. Bir an, Ulpan’a göz dikmem hainlik diye de düşündü. Ben yetmişe dayandığımda o, otuza ancak gelecek. O zaman ben ne yapacağım diye düşünüp tedirgin oldu. Ulpan başka kızlar gibi: Tanrı nasip etti, ben de kabul ettim diyerek ebediyen boyun eğip, ebediyen ses çıkarmadan oturacak birine benzemiyor. Bu, Eseney’in mantığını devreye sokarak düşündüğü ve gerçek olandı.
Ne yazık ki, bu düşünce, bu dosdoğru gerçek, namaz esnasında uçup gitti. Sabah namazını kılıyordu. Eseney’in aklına, küçük Ulpan’ın çocukken onun sırtına yapışması geldi. Ne kadar da yumuşak dokunuyordu! Bütün vücudunu daha önce hiç hissetmediği bir his kapladı, bu his onu mest ediyordu. Kadife gibi et beni nasıl da yakışıyordu…
Bu Ulpan şimdi, bu yaşımda da sırtıma asılır mıydı! Bir kez olsa bile… Nasıl bir haz duyardı o zaman! Ben bir şey biliyorsam o da ağabeyli kardeşli iki “Türkmen”in ikisi de Ulpan’a kur yapıyor gibiydiler. Biri yakışıklı ve genç bir delikanlıydı. Ağabeyi ise şimdiye kadar evlenmemiş müzmin bir bekârdı. Özellikle ağabey, kadınlar kızlar tarafından çok beğenilen, şeytan tüyü olan biriydi. Bir gün: “Eseney, bu kızı bana iste” derse, o zaman ne diyeceğim? Yok, ben böyle düşünüp durursam delireceğim sanırım. Avcı Müsirep’e katılıp tilki avlayıp döneyim.
Eseney namazını yarım yamalak kılıp, kalkıp gitti.
Avcı Müsirep, dünden beri ölecek gibi horlanmış hissediyordu kendini. Eseney’in ava çıkalım haberini aldıktan sonra, yeniden canlanıverdi.
–A, Tanrı varmış!.. Müsirep daha ölmemiş meğer! Dedi Sadir’e.
Yanında on kadar yiğidi olan Eseney, “Karşıgalı” diyarını gezip gün boyu dışarıda vakit geçirdi. İki kartal, dört kurt kovalayan köpekler Eseney’indi, iki sarı ise “Türkmen” Müsirep’inkiydi.
Eseney’in köpekleri, kim olursa olsun istediğini alıp koparan, kendi aralarında dalaşıp duran köpeklerdi. Oysa Müsirep’in iki sarı köpeği ise aynı yuvadan olan, hiç dalaşmayan iyi anlaşan uysal köpeklerdi. Bu ikisi meşhur, cins, avcılık kanına sinmiş belalardı. Avcılığı sahiplerine bunlar öğretiyordu. Kurt ile tilkiyi hangisi önce görürse, doğruca kovalamaya başlardı ve ikincisi de uzaktan merakla bakıp kestirme yoldan gidip, pusuya yatardı. Birinin adı Pars, birinin adı Sadak idi. İkisi daima sahipleriyle beraber, sahiplerinin beraberindeki ekip içinde bulunurdu.
Eseney’in köpekleri önce çıkıp boğuşmaya başladı. Adeta bir düve kadar büyük kurt, köpeklerin keskin dişleriyle buluştu. Köpeklerde, hangisi önce yıkılırsa onu parçalama gibi bir alışkanlık vardı. Dördünden biri sakatlanıp ayağa kalkamadı. Üstü başı kıpkızıl kan içindeydi.
İki Müsirep’in köpekleri bir arada duramıyordu. “Türkmen” Müsirep yanına Sadir’i alıp, kendi köpeklerini beraberinde götürüp, oradan ayrıldı. İki sarı köpek sahiplerini kendileri yönlendirip, hayvanların yayıldığı yoldan uzaklaştıktan sonra ancak havayı koklayıp, rastladıkları izleri koklayıp uzaklaşıp gitti. Avcı yürüyüşü yavaştır. Bu sebeple avcılar köpeklerini gözden kaybetmeden, uzaktan takip edip, yavaş yavaş geliyorlardı.
Kurda akşama doğru rastladılar. Bir kilometre yakınlıktaki mesafeden dik dik baktı ve yürümeye başladı. Pars, hemen harekete geçti.
–Düve kadarmış. Erkek kurt, börü! Diye Sadir de atını koşturdu.
Sadak, kurdun yöneldiği tarafa doğru, onun önünü kesecek şekilde, kestirmeden gidiyordu. Acele etmeden, yavaşça koşuyordu. Müsirep kendi de onun arkasından gitti. Az sonra Pars da, Sadir de uzaklaşıp görünmez oldu. Sadak aynı şekilde gitmeye devam ediyordu. O, önünü kesecek şekilde koşmaya devam etti. Arada sırada hoplayıp zıplayıp kurtun olduğu tarafa doğru bakıyordu.
Sadak, kurdun uzaktan duyulan kokusunu alarak takip ediyordu. Koku bir yakınlaşıp bir uzaklaşıyordu. Önceleri kurdun sıradan kokusu geliyordu, beş kilometre koştuktan sonra kurdun kokusuna ter kokusu da karışmaya başlamıştı. Şişman ve semiz miydi acaba?.. Bu dönemde dişi kurtlar yalnız gezmezdi, yavrularını avlanmaya alıştırarak yavrularıyla birlikte gezerlerdi. Bu, işte, erkek olanıydı. Erkek olduğu kokusundan da anlaşılıyordu zaten. Koyun yemiş olmalı, koyun etinin kokusu duyuluyor. Ay Allahım, koku nereye kayboldu? Yok ya hu!
Sadak, biraz daha hamle yapıp kovaladı ve sonra durdu. Bildim, bildim! Öbür tarafa doğru dönmüş olmalı. Hiç farketmez, rüzgar o taraftan esiyor. Şimdi bulup alacağım, şimdi… Sahibine bir bakış atıp özür diledi ve dönüp ikinci tarafa doğru, önünü kesecek şekilde koşmaya başladı. Çok geçmeden koşması da hızlandı. Atılarak gidiyordu. Sahibi de ata kamçıyı bastı. Müsirep’in atı da çok kuvvetliydi, öyle olsa da Sadak yine de daha hızlıydı ve çabuk uzaklaştı.
Biraz sonra Müsirep, kurt ile yarım kilometre kadar mesafelik yerden önünü keserek geçip yakınlaşan Pars’ı gördü. Sadir kaldı. Kurtun göğsünden atıldı ve kurt yere yığıldı. Pars da yetişti. Şiddetli bir boğuşma…
–Kurban olayım hey, Sarı Sadak’ım hey! Diye Müsirep de geldi.
Kurdun üstü başı kırpkırmızı kandı. Karnı parçalanmış, bağırsakları dışarı çıkmıştı. Sadak, kurdu halen de boğazına yapışmış vaziyette ısırmaya devam ediyordu. Karnını, bağırsaklarını parçalamak Pars’ın yaptığı bir işti…
Müsirep, Sadak’ın alnını, ensesini okşayıp: “Kurban olduğum hey, sarı Sadak’ım hey!” diye köpeğin ağzını zar zor açtırdı. Çenesi resmen kilitlenmişti.
Müsirep o sırada farketti ki, Sadak buraya gelene kadarki elli adımlık yeri pusuda sürünerek gelmişti. Bunu her zaman yapardı. Bu, kurda görünmemek için yaptığı bir şeydi. Müsirep bunu ilk defa görmüyordu. Sadak, kurdun geçeceği yere sürünerek gelip gizlenirdi ve tam karşı karşıya geldikleri anda ok gibi atılırdı. Hızlıca kurdu yakalardı ve boğazına yapışırdı. Isırırdı ısırırdı. O sırada Pars da yetişip kurdun karnını, bağırsaklarını parçalardı. İyice hırslanmış vaziyette burnunu sokup çıkarıp, başını iki yana sallayınca bütün iş biterdi.
Müsirep, kurdu Sadir’in eğerinin arkasına bağlayıp, ekibin olduğu yere doğru yola çıktı. Artıkbay’ın avulu bunların dönüş güzergâhındaydı. Uğramasalar ayıp olurdu, kurdu onlara bırakıp gitmezlerse daha da büyük bir ayıp olurdu. Müsirep bir düve büyüklüğündeki erkek kurdu sürüyerek eve girip:
–Artıkbay Bey, işte kurdunuz! Dedi.
–Hey, hanım, toy yap, kazan kur! Bizim eve on beş yıldan beri giren ilk kurt bu!
Biraz daha gecikerek Eseney ve beraberindekiler de bu eve geldiklerinde, tek parça halinde yüzülüp kuruması için gergiye gerilen kurt derisi keregeye dayanmış olarak duruyordu. Büyüktü. Hayvanın suratı, çadırın kubbesini oluşturan çubukların bükülen kısmına kadar ulaşırken, kuyruğu ise yere kadar uzanıyordu.
–Türkmen, Artıkbay Bey’e kurdu getirip bağlamışsın ya! Dedi Eseney.
–Elimize geçen yalnızca bu oldu.
–Erkekmiş, devamı gelerek sürüsüyle yirmi yedi olsun, Artıkbay Bey.
Avcı Müsirep, iki tilkiyi birden yüklenmiş olarak geldi.
–Nerede benim Ulpanım, kraliçem! Buraya gel, sarın bu iki kızıl tilkiyi. Selamunaleyküm, Artıkbay Bey. Sağlığınız, sıhhatiniz nasıl? Kurban olayım, ihtiyar ağabeyin büyük bir ayıp yapmıştı… İşte bu ayıbıma karşılık olsun! Nesibeli, sen nasılsın? Benimle alay edeceksen et, bana her gün gülseniz yeridir. “Güleceksen, ihtiyara gül” dedikleri budur işte.
Ulpan gülümseyerek gelip iki tilkiyi aldı ve:
–Ayıp dediğimiz şey, bize tekrar geri gönderilmedi mi, Müsirep Bey?! Siz verdiniz, ben de aldım. Şimdi de size geri veriyorum… Siz kendiniz alınız, diye tilkileri tekrardan ona uzattı.
Eseney töre çıkıp oturdu:
–Ayıbın mayıbın geri verilmediği de, geri dönmediği de olabilir, dedi. Bu, “Müzbel Doru” adlı atın geri verilmeyeceğini hatırlatmaktı. Bu konuda, bu defa Ulpan’ı nasıl olur da konuşturabilirim diye gün boyu düşünmüştü.
–Dönüp yılkı sürüsüne katılmasına, tekrar döndü demiştim ya, öylesine. Ulpan, dünden beri hiç sesini çıkarmadan oturmasını doğru bulmayıp, küçük bir şaka yapmıştı.
Eseney biraz düşündü ve Artıkbay’ın yılkısının “Müzbel Doru” ile birlikte Sadir’in mallarına eklendiğini hatırladı.
–Yılkı sürüsüne katıldıysa, yılkı sürüsünü tamamen alayım demektir de! Dedi.
“Bu ne demek? Kalınmal olarak veriyorum demek mi? Bu ihtiyarda böyle bir düşünce de olabilir! Bırak bunu, böyle bir düşüncesi varsa, hemen onu bu düşüncesinden vazgeçirmek gerekir”.
–Bizim eve sürü olarak gelen malın hayrı olmaz, dedi Ulpan. Sesi belli belirsiz bir sertlikte çıktı.
Bunların neyi ima etmeye çalıştıklarını anlayamayan avcı Müsirep:
–Ulpancan, kurban olayım, ayıbı kurusun, babana hediyem olsun. Alıver, güneşim! Diye lafa girdi. Ulpan bu neşeli ve gülen haliyle tilkiyi aldı ve mutfağa gitti.
Çay içerken yine lafın ucu Ulpan’a gelip dokundu. Eseney ve beraberindekiler avda bir maralı ellerinden kaçırmışlardı. Avcı Müsirep bundan söz açtı:
–Peh peh vay! Altın boynuzlu akmaraldı! Esney Bey, sizin köpeklerin ağızlığı olmadığında, kurtulamazdı. Avcılıkta mahir köpekler, hepsi birlikte hızlıca hamle yapmadan, pusuya yatarak kovaladılar. Sizin köpekler üçü birden hamle yapıp, birlikte yorgun düşüp, sonunda birbirleriyle dalaştılar, zar zor ayırdık. Her yerden gelen köpek, köpek olmuyor.
Artıkbay heyecanlandı:
–Altın boynuzlu akmaral mı dedin sen? Vay be, onu bizim avulun delikanlıları gün boyu kovalayıp, iyice yorup sıkıştırdığında, Ulpancan onu kurtarmıştı… Zavallı maral yorulduğu için göle güp diye yığılıvermişti. O değil midir, Ulpancan?
–O herhalde.
Ulpan’ın maralı kurtardığı gerçekti. Delikanlılar göle yığılı-veren maralı nasıl yakalayacaklarının bir yolunu bulamayınca, ihtiyar Artıkbay’ın mızrağını istemeye adam göndermişlerdi. Ulpan babasına: “Verme!” dedi ve atına binerek hemen gitti.
Bu maral, Ulpan’ın arada sırada gördüğü maralıydı. Maral, onu kovalamayan, üzerine köpekleri kışkırtmayan kıza alışmıştı. Çok yakınlaştırmamakla birlikte hoplayıp zıplayarak kaçıp gitmiyordu da. Çalıların yapraklarını koparıp yerken, Ulpan’dan gözlerini hiç ayırmadan ihtiyatlı davranarak ona bakıyordu.
Ulpan göle geldiğinde, on beş kadar atlı delikanlı gölün etrafını dolanarak gelip, köpekleri kışkırtarak koşturuyordu. Suyun soğuk olduğu bir zamandı, bu yüzden kimse göle girememişti.
Ulpan, delikanlıları oradan kovup göndermişti.
–Ne var, kırk çadırlı Kürlevit boyu, kırk yapraktan koparıp alayım diye mi geldiniz? Dokunmayın! Bu benim maralım! Dedi.
Delikanlılar utanıp, köpeklerini de alıp hepsi dağılmışlardı. Az sonra maral da sudan çıkıp, silkindi ve sık ağaçlığa girip kayboldu. Gün boyu insanoğlu tarafından kovalanmış olsa da, Ulpan’dan bu defa da kaçmamıştı, kendini toplayıp yavaş yavaş yürüyerek gitmişti.
–Gözleri pasparlak ya hu, kapkara… dedi avcı Müsirep.
–Kara gözlü, ak alınlı mı yoksa? Eseney, bunu hemen araya sıkıştırıp söylemişti. Bu söz tam da Ulpan’a söylenmiş gibi olduğu için utanıp, “Türkmen” Müsirep’e dönüp: -Sen ayrılıp gitmeseydin ak maral kurtulamazdı! Deyiverdi.
–Evet, o bana da denk geldi. Hayvan olarak yaratılanların en güzeli. Elli adımlık yerden çalılar arasından vurulabilirdi, kovalamadım.
Ulpan, minnettar bakışlarıyla Müsirep’in yüzüne okşar gibi baktı.
–Ben köpeklerimi güzel hayvanların üzerine göndermiyorum. Bu kadar güzel yaratılanı köpeklere talatıp, kana bulamayı vebal olarak görüyorum. Ben kurda ve tilkiye hevesliyim…
“Gerçekten mi? Nasıl?” dercesine Ulpan’ın azıcık gülümseyen gözleri parlayıp yeniden Müsirep’e doğru odaklandı.
Maralı öven sözleri aslında Ulpan için söyleyen ve fırsatı iyi değerlendiren yakışıklı Müsirep, bunu doğrudan kaba bir şekilde söylemeye karşı olduğunu da fark ettirdi.
–Ulpancan, seninle aynı dilekte olan da varmış bak gördün mü! dedi Artıkbay sevinerek. -Bu marala bütün avul Ulpan’ın maralı diyor. Hepsi de onu koruyup kolluyor.
–Hey Allahım, kraliçem, dokunmuyorum maralına, dokunmuyorum. Bundan sonra eğer ona göz dikersem, beşikte yatan bebeğimi görmek nasip olmasın! Diye avcı Müsirep ant vermeye başladı.
–İki yavrusu ve anası Tuzdıköl civarında yaşıyor, diyerek Ulpan bir hatırlatma da yaptı.
Eseney maral hakkındaki sohbetin başlayıp devam etmesine sevinse de, şimdi bitmesine üzülüp keyfi kaçtı. İlk önce kendi akrabası Müsirep’e sinirlendi. Maralı kıza denk tutup överek, köpeklere talatıp… kana boyayıp… öldürmek vebal olurdu demesi nasıl bir saçmalamaktı? Özellikle beni sinirlendirmek için söyledi. Hiç olmazsa bir akşam olsun, aslında kızdan bahsedip maral hakkında konuşup, maraldan bahsedip kız hakkında konuşup eğlenip gülüp vakit geçirmiş oluyordu ya. Ulpan da susup konuşmayım demiyordu doğrusu. İki Müsirep’in sırayla giyinip giderek, sözün sonunu cehennemin dibine kadar getirip sonra muhabbeti kapattığını gördün mü!.. Kendim de Allah’a şükür, pek çok beceriksizden biriyim… ayıp mayıp… atlar, marallar hakkında konuşma oldu… Bunlardan birinden birini olsun ne konuşup dikkati üstüme çekebildim ne de konuşmayı istediğim gibi yönlendirebildim. Sadece sözü bağladım. Aslında, ben sözün gelişerek devam etmesine hiç bakmaksızın, hemen hüküm vermeyi âdet haline getiren bir kişiyim. Kıza hüküm ne gerek? On gün düşünsem de gelecekteki bir akşam Ulpan’dan başka bir kişiye söz hakkı vermeden… Ulpan ne söylese de yerinde söylüyor… bazen güldürüp bazen düşündürüp… bazen de başının üstünden ok gibi geçen yırtıcı kuş gibi… bazen ok gibi saplanıp… eritip, yakıp… döneceğim.