Avcı Müsirep’in: “Sahipsiz duran toprakta eğer ki bir kış yaylarsan, çocuğunun çocuğuna kadar senin olup gider” demesinin Eseney’e ok gibi saplanmasının nedeni de işte buydu. Çocuğu olmayan bir kişiye, “çocuğunun çocuğuna kadar” denmesini işitmek elbette ağır gelirdi.
Eseney’in bu günkü namazı namaz olmaktan çıktı. Duların birini bile içinden de olsa doğru tekrarlayamadı. Önceki bildiklerini dahi unutmuş gibiydi sanki. Benim kalbim temiz, Tanrı kendi affeder, dedi ve namazı yarım yamalak tamamlayıp kalktı. Eseney bu gün erken yattı ve geç kalktı. Fakat uyuyamadı, o yana bu yana döndü durdu. Gönlüne bir sıkıntı düştü. Bir şey sanki uzaktan görünüp kaybolur gibi, onu rahatsız ediyor ve huzursuzluk veriyordu. Eseney bunu, Artıkbay Batır’a bilmeden zorluk çıkarmasından dolayı yaşadığı pişmanlık olarak yoruyordu, fakat aslında kendi de buna inanmıyordu. “Kendi kendini kandırma Eseney, kurnazlık yapma!”, diyordu. Gönlüne bir düşünce mi girmişti yoksa ne oluyordu… Düşünce değildi bu ya hu, yüreğindeki bir şeyi uzaktan sezer gibiydi… Utanılacak ve gerçekten bakıldığında tehlikeli bir his gibiydi bu. Eseney bu duyguyu çiğneyip çiğneyip o taraftan bu tarafa atmak istedi. Çiğneyip attım diye, öteki tarafa dönüp yattı. Gözlerini de yumdu. Tanrıya da sığındı. Fakat bir görünüp bir kaybolan duygu, yeniden geri döndü, tekrar tekrar geri döndü. Düşüncelerinin merkezine kısırlığının ta kendisi geldi… Kalbi tırısa geçmiş at gibi şahlanarak atmaya başlayıp, iri vücudunu hararet bastı.
Bu içimdeki beni rahatsız eden şeyden kurtulur muyum acaba diyerek, Eseney yılkılarını nereye yerleştireceğini düşünmeye başladı. Kış boyu av avlayan köpeklerini ve atlarını tekrar tekrar sayıp tamamladı. Hiç farketmiyordu, ne yaparsa yapsın rahatlayamıyordu.
Artıkbay Batır, belinden sakatlandıktan sonra Eseney onun halini sormaya gitmişti. Onun üzerinden işte tam on üç yıl geçmişti. Eseney selam verip eve girdiğinde, dört beş yaşlarındaki kız çocuk korkup, evden dışarı çıkıp kaçmaya çalışmıştı. O çocuk, üç gün boyunca kendi evine girememişti. Kapının eşiğinden bakıyordu ve ardından hemen kaçıyordu.
Bu, Eseney’in İrbit pazarından döndükten sonra arkadaşının evine minnetle geldiği zamandı. Bir at, iki yavrulu kısrak ile beraber, bir deveye çay, şeker, erik, kuru üzüm, giyecek, halı kilim, ev içinde gerekli olan her türlü araç gereci yükleyip getirmişti.
Bu meyve kuruları ve çerezler yoluyla küçük kız çocuğu Ulpan, ancak bir hafta sonra Eseney’e alışmaya başlamıştı. Deveden büyük cüsseli adamın cebi meyve kuruları ve şekerle doluydu… Bu adam, öfkelenmeyen, az konuşan, yumuşak bir ses tonu olan biriydi. Eli yüzü kapkara çiçekbozuğu olsa da iyi bir kişi olup çıkmıştı. Masum çocuk çok geçmeden Eseney ile dost olmuştu. Eseney namaz kılarken sırtına binip:
–Ben deveye bindim! Baba, sen evde kaldın! Diye çığlıklar atıp mutluluktan uçuyordu. Namazda oturmak, kalkmak, eğilmek, bükülmek, secdeye varmak vardı ve bütün bunlar küçük çocuk için eğlenceli görünüyordu.
–Kalk şimdi, otur şimdi, eğil, bükül! Diye kaç defa söylese de “devesi” onun dediğini yapıyordu. Çocuksuz kalan adam, bir süreliğine de olsa çocuk sahibi olmanın mutluluğunu yaşayıp, duygulanıp, merhamet duyguları kabarıp, çocuk sahibi olan bir kişinin mutluluğunu tatmıştı.
Eseney, iki oğlu bir günde öldüğünden beri kendi evinde küçük çocuk sesi duymamıştı. Küçük bir çocuğun kokusunun nasıl olduğunu unutmuştu, küçük bir çocuğun bıcır bıcır konuşup, olmayacak şeylere sevinip olmayacak şeylere üzüldüğünü anlamaz olmuştu.
Ulpan geç uyandı. Elini yüzünü yıkadı. Yemeğini yedi ve Eseney’e:
–Ata, namaz kıl! Dedi.
Eseney sabah namazını çok daha erken kılmış olsa da tekrar namaza durdu.
–Önce otur! Dedi Ulpan. Eseney eğilip oturdu.
Ulpan önce onun ayaklarının üstüne oturup, yakasından çekip daha sonra kollarını boynuna sardı ve: -Şimdi kalk! Dedi.
Bir gün Ulpan, Eseney’in önünde şımarıklıklar yapıp:
–Ata, senin yüzünü kim tırnaklarıyla yoldu? Diye sordu.
–Senin gibi küçük bir çocukken kara bir kurt yedi. Sen avuldan uzaklara gidip oynama, oldu mu?
O sırada Ulpan birden Eseney’e:
–Sen kara boğa mısın? Diye sordu. Hayvanlar içinde büyüyen çocuk, aslan ve fil gibi hayvanları hiç bilmiyordu.
–Yok, boğa değilim. Boynuzum yok. Çocukları boynuzumla süsmüyorum.
–Aaa, bildim bildim, sen kara buğrasın! Dağ gibi büyük bir kara buğrasın. Ben senden korkmuyorum. Sen iyi bir buğrasın, öyle değil mi?
–Evet evet.
Yine bir defasında namaz kılan Eseney’in boynuna asılıp:
–Aaa, ata, popomu karınca ısırıyor! Diye az kalsın yere düşecekti. Atlayıp yere indi.
Eseney çocuğu bir eliyle tutup, gömleğini sıyırıp, kadife şalvarını indirip, uçkur kısmında gezinen kara karıncayı yakaladı. Çocuğun belini bir iki defa eliyle sıvazladı. Kalçasından azıcık yukarıda gömlek düğmesi gibi ufakça, kara et beni vardı, Eseney’in gözü istemeden ona ilişti.
Eseney’in bu gün gördüğü genç kız, işte bu Ulpan’dı. Bundan on üç yıl önce gördüğü küçük kız, çok öncelerde onun aklından çıkıp gitmişti. Oysa şimdi, Ulpan’ın bu günkü cesaretliliği, Ulpan’ın çocukluğundaki şımarıklığı ile siyah et benini Eseney’e yeniden hatırlatıvermişti. “Küçükken şımarık olacağa benziyordu, evet hiç çekinmeden konuşan bir kız olmuş ya hu!.. Zeki ve akıllı olacaksın” diye düşünmüştü, düşündüğü meğer gerçek olmuştu. Galip gelmemize izin vermeden bırakıp gitti ya! Avcı Müsirep falakaya yatırayım mı dedi ya!.. Evet, falakaya yatır dese, falaka çekmeye başlasa… o küçücük et beni gözüne ilişse tanır mıydı acaba?!
Tanrım, benim aklıma neler geliyor böyle! Lakavlı eldabelda, galı men kazım24… Sağ yanıma dönüp yatayım bari, uyuyayım…
Yok, uykunun geleceği yok. Bedenini hararet basmıştı. Bana kara buğrasın demişti ya hu!.. Ben senden korkmuyorum dedi. Bırak, yaşlı buğra, bırak!.. Kudurma!
Gürbüz vücutlu, uzun boyunlu bir kız olmuş, öyle mi? Kara beni de büyüdü mü acaba? Yoksa o, gömlek düğmesi gibi olup apak belinde duruyor mu? Yok, beni büyümemiş olsa gerek… Ah keşke, kadife kara ben sol yanağında, bıyık altında dursaydı!
Bırak diyorum, yaşlı buğra, bırak artık! Yarın Artıkbay Beye gidip bir hal hatır sorup döneyim. Yılkımı başka tarafa gönderdiğimi söyleyip af dilersem eğer, batırın gönlünü hoş etmiş olurum.
Ulpan, hiç olmadı bir çay koyup verecektir ya hu… Çocukken dudakları kıpkırmızı, parmakları uzunca, gözleri alev gibiydi. Masum yavru, çiçek hastalığına yakalanmamış demek ki… Ey Allahım, sen koru!..
Herhangi biri herhangi bir zamanda gidip de dünür olmuş mudur acaba ya hu… Bu konuda söyleyecek söz yok ya. İtlikti bu, nasıl bir ardamarı çatlamış itlikti bu! Kazaklar daha beşikte yatan çocuklarını beşik kertmesi yapardı. Fakirleşen batır, çok önceden kızı karşılığında kalınmalını25 alıp yemiş olmalı.
Annesi Nesibeli hem güzel hem de sevimli bir kişiydi. Ona çekmiş ya hu! Huyu da annesine benzediyse, samimi, dışa dönük ve sıcakkanlı olmalı. Bu, bulunmaz bir huydur ya hu! Ona gelin duvağı nasıl da yakışırdı kimbilir!
Gümüşle süslenmiş tekne önünde, oymalı kepçe elinde kımızı nasıl karıştırdığını bir görür müyüm acaba… bir kerecik! O zaman büyük ak otağa can verirdi hey gidi!
Bırak diyorum, yaşlı buğra, bırak artık başına bela çağırma!
Yedi yıldan beri ayrı yaşadığı hanımını hatırladı. Evet, Kanıkey de güzel kadındı. Zavallı şımarıklaştı. Eseney biy olduktan sonra o da kendisini biy olmuş sayıp, halka zulüm yaptı. Zaten tanınmış bir zenginin kızıydı. Eseney ile zıtlaşmaya başladı. Bir türlü oturduğu yerde oturamayan, herkesi aşağılayan biriydi. Bu huylardan hoşlanmayan Eseney ile sık sık tartışıyordu. Doğurduğu iki oğlunun bir gün içinde vefat etmesini, Eseney’in tanrının kargışına uğraması olarak yorumladı ve o da Eseney’e beddua eder oldu. Sonunda kendi payına düşen malı mülkü alıp, Kirköylek adlı yerde ayrı olarak yaşamaya başladı.
Sert mizaçlı Eseney, o zamandan beri kadın adını unutmuşçasına sadece hayvanları ve biyliği ile yaşayıp gidiyordu. İşte şimdi, içine bir şeytan girmişçesine, gece boyu kendi kendiyle mücadele edip, gözüne uyku girmedi. Tanrısı onu tövbeye getirmeseydi, Tanrının cezasına mı çarptırılırdı ne yapardı…
V
Eseney ertesi sabah yılkılarını etrafa dağıtıp gönderdi ve akşama doğru Artıkbay Batır’ın evine geldi. Yanında “Türkmen” Müsirep, mızrakçı Sadir ve yedekteki atını taşıyan Kenjetay vardı. Avcı Müsirep’i yanında getirmedi.
–Artıkbay Batır’ın kızına ne dediğin aklında mı? Senin ayıbını ben çektim. Kar kalınlaştıktan sonra kartalına bir iki tilki yakalatıp, Artıkbay Beyin kapısına bağlayıp, ayağına kapanıp, ayıbını temizleyip dönersin. Bu gün beklemede kal. Senin çekeceğin ayıp da bu olacak.
Artıkbay Batır, konuklarını büyük bir misafirperverlik, samimiyet ve mutlulukla karşıladı.
–Arslanım benim, ah temiz kalplim benim, kötürüm kalan ağan nasıl oldu da aklına geldi? Gel bu tarafa doğru! Diye sevincini de, öfke ve nazını da birlikte bir kerede söyleyiverdi. Eseney’in odun gibi çiçek izli parmaklarını uzun uzun sıkıp sıvazlayıp bıraktı.
–Türkmenim misin, ele avuca sığmazım, şaşmayanım mısın! Diye Müsirep’in elini de uzun uzun sıkıp, gözleri yaşardı.
–Halk Eseney’in canını kurtaran Artıkbay diyorsa ben de Artıkbay’ın canını kurtaran sensin derim, kısmetli konuğum.
Yaşlı batır, Stap hastanesinde yattığı altı ay içinde Müsirep’ten gördüğü azıcık merhameti hatırlatıyordu. Unutamamıştı. Stap’a avulu yakın olan Müsirep, Artıkbay’a her hafta bir defa yiyecek içecek getirmişti. Askerî hastanenin doktoru biz elimizden geleni yaptık dedikten sonra iyice sertleşen soğuk kışta o, batırı evine götürmüştü. Hatır gönül bilen batır, işte şimdi, o zaman ettiği hayır duayı tekrarlıyordu.
Artıkbay Bey, Sadir Batır ile başka bir özlemle selamlaştı.
–Batırım, ok geçmeyenim, mızrak ustam, seni de göreceğim gün varmış be hey!.. İt seni, on beş yıl boyunca neden bir kerecik olsun uğramadın? Ölmüş olmalısın diye düşünüyordum artık!..
Diğer konuklar sakat batıra eğilerek selam verirken, Sadir yer döşeğinde oturan kötürümün yanına diz çökerek oturup iki elini birden uzatmıştı. Kötürüm batır, onu kucaklayıp, sıvazlarak sevip, sırtını yumruklayarak:
–İt seni yav, neredeydin, nerelere kaybolup gittin? Diye tekrar tekrar söyleyip, uzun süre onu bırakmadı. İkisi de hıçkırıklara boğuldu.
–Batır gereken, mızrak gereken zaman yerin dibine battı, batsın batasıca! Sadir mızrağını kement ile değiştirip yılkıcı oldu artık, diyerek Sadir de kendisinin Eseney’in eline bakan it ömrünü arzuhal etti.
Konuklar Artıkbay’ın hanımına da yaklaşarak elini tutup selamlaştılar. Annesinin yanında duran Ulpan’ı ise sadece gözleriyle hızlı bir bakışla selamladılar. Kız çocuğa bundan daha fazla bakmak, ilgi göstermek yakışık kalmazdı. Kız da bunların herbirine göz ucuyla hızlıca bakıp sadece gözüyle selamlaştı. Bu bakışların derinliğinde seyrek rastlanan bir güzellik olduğunu bütün konuklar farketti. Kara kısrağı olmayan, kımızsız ev, sarı kısrağına, semavere sarıldı. Ulpan, sarı bakır semaveri alıp dışarıya çıktı.
Hal hatır sorduktan sonra Eseney, suçunu tez elden temizlemek isteyerek söze başladı:
–Artıkbay Bey, sizin bu bölgede konakladığınızı bilmeyerek bir kabahat işledik. Eski yerleştiğiniz yer buradan çok yukarıdaydı ya hu!
–Evet, düzlüğe yakındı… “Aksuvat” idi ya. Bu yıl bu tarafa doğru indik. Yavaş yavaş sen de duyarsın, “Kuyuya kulan26 düşerse, kurbağa kulağında oynar” derler ya, işte öyle bir halimiz oldu.
–Sahipsiz duran yer deyip sık otlu otlağa hayran kalıp burada kaldık, sizin de buraya gelip yerleştiğinizi duyduktan sonra hayvanların yarısını Kusmurın’a doğru, yarısını da içlere doğru gönderdim.
–Boş yere öyle yapmışsın. Yeterki gönüller sığsın, gölün suyu bize haydi haydi yeterdi ya hu.
–Yok yok, Artıkbay Bey! Eseney bir zamanlar canını kurtaran batırının arazisini zorla almış diye adım çıksın istemiyorum.
–Eseney bir kışlığına konaklamak için gönül koymuş da, ihtiyar topal, evinin yanında yer vermemiş diye ya benim adım çıkarsa nasıl olacak?
–Size laf ettirmem ya hu, Artıkbay Bey…
–Hiç olmazsa bir kış lokmamızı paylaşıp, iyileşsin biraz diyorsan eğer, bu topal ağanı kızağa bindirip yanında götür, kurt avladığını göster. Ben evkuşu olup dışarı çıkmayalı on beş yıl oldu… Ekibini alıp gel, benim evin yanına çadırını kurdur.
Böylece, ikisi de birbirlerine karşı anlayış gösterip, uzlaştılar. Yer konusunda şimdi geri başa dönerlerse, iki tarafa da ayıp olurdu. Eseney, bir çift yılkı sürüsünü burada kışlatmaya karar verdi. Artıkbay, eğer Eseney’in yılkısı yanlarında olursa, aç kalmayacağına emindi.
–Artıkbay Bey, sadak ve mızraklarınızı hazırlayınız. Kış boyunca kurt kovalayacağız. Kapıyı açıp, sadağınızı gerip dışarıdaki hedefe nişan aldığınızı işitmiştim. İnşallah, nişan aldığınız hedefinize bir gün kurt da denk gelir, dedi.
–Eseney ya hu, başka bir uğraşım kaldı mı ki benim? Mızraklarımı bileyip, oklarımın uçlarını yontup kendime bir meşgale çıkarıyorum. Etrafta kimse olmadığında hedefe nişan alıyorum. Bazen okum hedefe tam denk geliyor, bazen hedefi şaşırıp dışarı gidiyor.
–Bu kış, eski günleri yine tekrarlarız o zaman.
–Allah razı olsun!
Konuklar, ilk geldikleri anda atlarını hemen oracıkta denk geldikleri bir ağaca bağlamışlardı. Bu aklına gelince, Kenjetay dışarı çıktı. Atları barınağa götürüp bağlamak istedi. Diğer evde kaynayan semaveri getiren Ulpan’ı görüp: -Semaveri yere koysana, canım. Eve ben götüreyim, dedi kıza iyice yaklaşarak.
Ulpan semaveri yere koydu ve:
–Delikanlı, sen bana sakın canım deme bir daha. Benim adım Ulpan. Şimdi çay içtikten sonra, şu sık ağaçların diğer tarafındaki alanda bağlı duran düne kadar senin taşıdığın doru at duruyor, onu alıp getir sen. Haydi, işte orada duruyor, yürü. Şimdi semaveri alıp eve gir… Dedi. Kenjetay’ı iyice utandırıp laf dokundurarak söyledi.
Kenjetay, semaveri alıp eve girdi. Ulpan ise arkasından geldi. O sırada Eseney, Ulpan’ı Kenjetay’dan kıskandı. Zengin bir beyefendi gibi güzel giyimli, yakışıklı genç delikanlı, kız ile konuşup da anlaştı mı acaba diye kıskançlık duydu. Fakat Kenjetay’ın yüzünde kıza karşı sadece çekingenlik ifadesi vardı. Kenjetay, kızın emrini yerine getirmek için çaya hiç bakmadan tekrar çıkıp gitti.
–Ben atları barınağa koyup geleyim…
–Eseney Mirza, sağılacak çok az sayıda kısrağımız kaldığı için, semaver denilen bu fokurdayan sarının eline bakıp kaldık. Sağolsun, sabah akşam kaynayıp duruyor… Dedi Artıkbay. -Kadın! Sarı kısrağını paslandırmadan sağacaksın.
Eseney içinden: “Sabret, ihtiyarım, kış boyu sana kımız içirtirim” diyeyazdı ve sohbetin yönünü çaya çevirdi:
–E, çaya alıştık. Bu kuruyasıcayı kanana kadar içmezsen, hepten başın ağrıyor. Vermeseydiniz isteyip yine de içecektik. Nesi-beli yengemizin sıcak bavırsağını özlediğimiz de bir gerçek, diye Eseney gevrek gevrek güldü. Elbette, diğerleri de gülüştüler.
Çay içilirken Eseney, ne kadar bakmayayım dese de, gözünü kızdan alamıyordu. Kızın başında bordo kadife ile astarlanmış kara deri börk, üstünde yine bu bordo kadife ile astarlanmış ince, içi deri kaftan, bordo kadife şalvar, belinde ise gümüş kaplamalı deri kemer vardı. Ayağında yüksek topuklu, sivri burunlu çizme, “cizlavet lastik”27, hepsi de sandık dibinde duran “bir defalığına giyildiği” anlaşılan kıyafetlerdi. Hepsi de anne elinden çıkmıştı…
Çay dolduran kızın sadece on parmağı ve yüzü görünüyordu. Güzelliğini de gençliğini de ifşa etmeyerek kendini gizleyen bir kız olsa gerekti, yoksa zeki kız, gizlediği güzelliğinin insanı ölesiye heveslendiren bir şey olduğunun farkında mıydı?.. Avcunu bütünüyle dolduracak kadar kalın saç örgüsünün altından boynu bembeyaz görünüyordu. Yalnızca incecik olan ak parmaklar değil, işe alışkın elleri kendinden emin ve işe yatkın bir şekilde bütünüyle hareket ediyordu.
Eseney kızın görünmeyenini görmeye çalışarak, onu dikkatle iyice süzüyordu. Geçmişte karıncanın ısırdığı poposu aklına geldi. Kadife siyah benin olduğu bölgeye de uzunca bir süre takılıp kaldı. Kız güzel olmasına çok güzeldi, fakat Eseney onun güzelliğini de huyunu da aklını da kendi anlayışına göre, bir okun ulaşamadığı yüce bir zirveden daha da üstün görüyordu. Gece boyunca “kudurma, kara buğra, kudurma!”, demişti kendine. Bu tövbesi şimdi de aklındaydı. İçinden bir kez daha tekrarladı. Ne çare ki, kendine de gözlerine de hâkim olamıyordu. Hatta bir iki defa Artıkbay’ın sorularını cevapsız da bıraktı.
Eseney’in gönlüne başka bir düşüncenin girdiğini kızın annesi Nesibeli hemen farketti, Müsirep de sezdi. Sadece kız, hiç farkına varmadı. Çay içildikten sonra Ulpan semaveri yerine koydu ve çıkıp gitti.
Evin birden neşesi kaçıp durgun bir hal alıp, ev sessizleşti. Bu halde kimsenin tek bir söz söylememesi kötüydü… Dün erkek kılığında gelip bunları utandıran kızın şımarıklığından bahsedip herkesi güldürmek mümkün olabilirdi belki! Kız o zaman nasıl bir tavır takınırdı acaba? Acaba kızın ağzından yine ilginç sözler çıkar mıydı, acaba ne yapardı… Hiç olmazsa, gözleri parlayıp, hızla bir bakış atıp şöyle doğrudan bir bakmaz mıydı acaba!.. Dağ gibi Eseney’in koskocaman biy olup da böyle çok kolay bir konuyu çözememesi de neyin nesiydi? Yoksa altmışa yaklaşan yaşı kuruyasıca çekingen mi olmuştu?
Ulpan, uzun süre gitti ve geri dönmedi. Şimdi onu, bu eve ister istemez getirecek, hızlıca geri döndürecek bir şey düşünüp bulmak lazımdı.
–Kenjetay, sen batıra güzel bir türkü söylesen ya! Dedi Eseney.
–Hay sen yaşa! Diye Artıkbay da bu fikre çok sevindi. Evde dombıra yoktu. Kenjetay kamçısını ikiye büküp “dombıra” haline getirdi ve “Suluvşaş” türküsünü söylemeye başladı:
Samur kürk kız çocuğa yaraşır.
Yiğidi şaşırtacak sis yoktur.
Sartoğay’ın civarını mesken tutmuş
Kantay adlı çok nüfuzlu bir zengin varmış.
Suluvşaş zengin Kantay’ın tek kızıymış,
Güzelliği huri kızıyla yarışırmış…
Kulağa hoş gelen sesiyle Kenjetay mısraları, mısralardaki düşünceleri yerli yerine yerleştirip sırayla söylüyordu. Kantay’ın zenginliğini, özellikle de kızının güzelliğini, sanki bu kız, dört köşeli bir aynaya yansımışçasına, türküsünde onu canlandırarak dile getirdi.
Suluvşaş’ı verdikleri damadın başı kelmiş. Suluvşaş onunla evlenmek istememiş, hatta ondan iğrenmiş. Çok mutsuz olmuş. Anne babası zor durumda kalmış. Çünkü daha önce Suluvşaş’ın kalınmalını almış ve kullanmışlar. Ama öte yandan da kızlarına üzülüp acıyorlarmış. Kızın Altay adında sevdiği bir delikanlı varmış. O, zengin çocuğu değilmiş ama güçlü kuvvetli, becerikli bir gençmiş. Türkü, işte bu ikisini kavuşturmak istiyordu ama kavuşturamıyordu. Kenjetay, bu sırada bazı şeyleri kendi hayatından eklermişçesine türküyü derinden hissederek söylemeye başladı. Kızın kaygısını, dinleyicilerin hissetmelerini sağlamak için, kendisi de türküyü âdeta ruhunun derinliklerinde hissederek söyledi:
Hazan eserken kazlar geri döner,
Suluvşaş’ın nişanlısı kepkeldir.
Kaygısı deve kadar büyüktür,
Kızını satıp mal alan babası pek keyiflidir!
Bu sırada Artıkbay Batır kendi başındaki dertten bahsetmek istedi:
–Kız çocuklarını hor gören biz kendimiziz, dedi. Derinden bir iç çekti.
Dışarıdan hızla koşarak gelen at sesleri duyuldu. Evdekiler şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Türkü de kesildi. At sesi yakınlaşmaya başladı. Köpekler havlıyordu. Erkek sesleri işitildi. Kenjetay, kerege başında asılı duran mızrakların birini alarak atlara doğru koştu. İri vücutlu orta yaşın üstündeki Sadir de bir mızrağı eline alıp tam koşacağı sırada, atlarından hep birlikte inip bu eve doğru gelmekte olan erkek seslerini tanıdı ve durakladı.
Eve önce Ulpan koşarak girdi. Biraz utanır gibi gülümseyen babasının yanına gidip keregeye büzüştü. Onun arkasından üç erkek hızla eve girdi. İlk giren, tilki derisinden börkü olan, kedi bıyıklı, alevleriyle çadırı yalayıp geçecekmiş gibi parlayıp sönen ateşe yaklaşır gibi bir halde nefes nefese gelip durdu ve arkasından gelen iki kişiye:
–Sürüyerek getirin! İşte orada duruyor! Diyerek Ulpan’ı gösterdi.
–Hey, sen boşboğaz, kimi sürüyerek getiriyorsun? Gözlerine bir bak! Dediğinde, Sadir’in mızrağı kedi bıyıklının omzuna saplanıp kalmıştı. Mızrağın ucu ağzından girip, ensesinden çıkmış gibi görünüyordu. Delikanlı donakalmış bir şekilde konuşamadı.
–Otur!
Delikanlı oturduğunda, Sadir mızrağın ucuyla onun başındaki börkü çıkarıp yanmakta olan ocağa attı. Ulpan’a doğru yönelen iki delikanlı da kıza elini bile dokunamadan geri çekildi. Sadir, mızrağının ucuyla işaret edip, bu ikisini de diğerinin yanına oturttu. Dışarıdan gelen iki delikanlı daha içeriye girdi. Sadir, sadece mızrağıyla işaret ederek beş delikanlıyı birden ateşin başına topladı. Mızrağını birine dahi dokundurmadı.
Uzun zamandır batırlık ruhu horlanmış bir şekilde yaşayan Sadir, Nesibeli’ye dönerek:
–İp getir! Dedi.
Fakirlerin bütün varlıkları evlerinin etrafındaydı işte. Nesi-beli koşarak çıktı ve ipi hızlıca alıp geldi.
Sadir, gençlerin başlıklarını çıkarıp yere atarak onları bağlamaya başladı.
–Senin başını ateşte ütüp, Tanrı izin verirse kendim kemiririm! Diyerek öncelikle eve ilk giren kedi bıyıklıyı iple bağlamaya başladı.
–Sen de bir güzel yontulması gereken biriymişsin, Tanrı izin verirse, kırk kamçı falakayı sana ben kendim atacağım.
–Sen kara baykuş, evinde oturduğunda nasıl da güçlüsün değil mi, ha?
Bu şekilde her biriyle ayrı ayrı sözlü alay ederek delikanlıları bağladı ve iplerin iki ucunu iki taraftaki keregeye bağlayıp kendi kendine iyice keyiflendi. Mızrağına dayanıp, kuzu misali bağlananlara tepeden baktı.
–Şimdi Eseney Biy’in hükmünü dinlesinler!
Delikanlılar törde oturan iri yarı esmer ve çiçek bozuğu yüzü olan kişinin Eseney Biy olduğunu ancak o zaman anlayıp dut yemiş bülbüle döndüler.
Baskında ve hırsızlıkta esir edilen kişileri önce iple bağlayarak aşağılamak, karşı tarafı aşağılamanın çok ağır bir türüydü. Bu dönemde de devamlılık gösteren eski bir gelenekti bu. Bir kez “iple bağlanıp” daha sonra tekrar yerine yurduna dönen delikanlının, hiçkimsenin nezdinde kadri kıymeti kalmazdı. Sadir, işte bu delikanlılara bu aşağılamayı yapıyordu.
Sadir’in “boşboğaz”, “kara baykuş” demesinde de bir mana vardı. Teke tekte olsun, savaşta olsun, karşılaştığın düşmanla bu şekilde alay edip onu aşağılarsan eğer, karşındaki kişi çok kolay sinirlenirdi. Sinirlenen kişi ise mutlaka kaybeder, yenilirdi…
–Bunlar kim? Tanıyor musunuz? Dedi Eseney Artıkbay’a bakarak.
–Kim olacak, dünürlerim işte, dedi Artıkbay. -Bizim evdeki “Suluvşaş”a dünür olan dünürlerim, diyerek kızına baktı. Fakirlik ne yaptırmıyor ki, Bağlan ağzında oturan bir tüccar olan Tülen ile dünür olmuştum. Çocuğu kel mi, hastalıklı mı, bilmiyorum ama sonuçta güzel Ulpancanım onu hiç istemedi. Topal ihtiyara baskın yapıp kızı alıp kaçmaya geldiklerini görmüyor musun! Artıkbay yine derin bir iç çekip sustu.
–Oldu Artıkbay Bey, oldu. Devamını anlatmayınız. Görüyoruz zaten. Sadir, sen bu dünürleri artık bizim konak yerine götürürsün…
Kenesarı İsyanı’ndan sonraki on beş yıl içinde Sadir’in mızrağının parladığı gün, işte yalnızca bu gün olmuştu. Bu on beş yıl içinde koyun misali bağlayıp tutsak ettiği de yalnızca bugünkülerdi işte. Avcunun içindeki kaşınma halen de devam ediyordu. Eseney’in gördüğü kadarıyla o, uzun süredir savaşmadığından, şimdi yeniden mızrağına güvenmişti ve onun öfkesi yeniden kabarmıştı. Bu yüzden o, Eseney’in buyruğuna çok sevindi. Tanrı izin verirse, onları kendi konakladıkları yere götürüp hapsettikten sonra, onları birer birer çıkarıp falakaya yatırmak mümkün olabilirdi. Biyin kararı vakti zamanı geldiğinde olacaktır, o zamana kadar güzün uzun gecelerinde Sadir’in eğlencesi için bol bol yeter…
Sadir, bağladığı delikanlıları çözüp, eyersiz atlara ikişer ikişer bindirdi. Eğer takımlarını kucaklarına yükledi. Beş delikanlı eve girdiğinde, dışarıda atları tutan iki delikanlı daha vardı. Böylece altısını ikişer ikişer üç ata bindirip, atların yularlarını birlikte düğümleyip yedinci delikanlıya tutturdu ve atları sürdü.
Ulpan’ı isteyen nişanlısı Tülen’in oğlu Mirzaş adlı delikanlı, önceki yıl bir kez gelip gitmişti. Tabiatın misk gibi koktuğu ilkbahar mevsimiydi. Ulpan, Tanrı’nın yazdığı yazgıya boyun eğip, aklında beğenmek ya da beğenmemekten hiç eser bile olmaksızın, damadı sadece görme merakıyla cibinliğe girdi ve sonra kaçarak çıktı. Kızın o güne kadar hiç duymadığı iğrenç bir kokudan midesi bulandı. Yengeleri önce eski geleneğe uygun olarak damat ile kızın ellerini birbirlerine tutturmuştu. Ulpan’ın avcuna ömür boyu yıkasan da temizlenmeyecek yağlı bir ter kokusu bulaşmış gibi oldu. Kız, o yapışkanlığı hala da avcunda hissediyordu ve Ulpan hala da ondan iğreniyordu. Bunu hatırladığında, ellerini sabunla iyice köpürtüp tekrar tekrar yıkıyordu.