banner banner banner
Şafak Sancısı
Şafak Sancısı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Şafak Sancısı


Şike, hatırlarsanız 1969’da, Moskova’da, genç şair ve yazarların Sovyetler Birliği genelinde üçüncü kurulu toplanmıştı. Sizi o zaman tüm dünya tanıyordu. Sizinle bir iki kelime konuşmak, konuşmalarınızı dinlemek bizim gibi gençlere büyük bir sevinç kaynağı idi. O zaman beni tanımıyordunuz. Buna rağmen ben yanınıza yaklaşmış, bir yandan Kırgız olduğunuz için sizi yakın bir ağabey bilerek az çok konuşmuştum. Yukagir halkının genç yazarı Semyon Kurilov’la sizi tanıştırmıştım. Onun Hanido ve Halerha adlı romanı SSCB Yazarlar Kurulu Başkanı Konstantin Fedin’in tebliğ konusu olmuştu. Kurul toplantısına iştirak edenler de eseri ve sanatının altını çizmişler, ona iltifatta bulunmuşlardı. Sonradan, adı geçen romanı Almatı’ya getirip meşhur Kazak gazeteci Mınbay İlesov’a çevirisini yaptırmış, Kazakça yayınlatmıştım. Semyon çok masum ve kabiliyetli bir insandı. Maalesef genç yaşta vefat etti.

S. Kurilov’un bu romanı, yanılmıyorsam o zamanlar topu topu 608 kişiden ibaret olan Yukagir milletinin şeceresi mahiyetinde bir sanat eseriydi. Demek istediğim şu: Yukagir milletinin, Sibirya’nın diğer düşük nüfuslu milletlerinde olduğu gibi, çok tuhaf bir geleneği varmış. Misafire saygısını ifade etmek için ev sahibi kendi hanımını gelen kişiyle aynı yatakta bırakırmış.

Aytmatov: Evet bu davranışın altında da düşünmeye değer bir yaklaşım var. Bir elin parmakları kadar az olan bir milletin hepten yok olmamak, silinmemek yolundaki mücadelesidir bu aslında. Kan yakınlığı olanların bir biriyle evlenmesi genetiği zarara uğratırmış. Yani, kan yenilenmeyince, yeni doğan bebeğin özürlü olma ihtimali yüksekmiş. Yedi göbeğe kadar evlenmeme adetini, nesilden nesile aktararak zihinlere işleyen atalarımızın basiretine hayret etmemek elimde değil. Halkımızın güzel gelenek-göreneklerini, cömert yapısıyla iyilikseverliğini hep muhafaza eden büyüklerimize köy akademisyenleri denilebilir.

Şahanov: Evet, köylerimizin yazıya geçirilmemiş kendi kanunu var, dedik. Köy insanı, içgüdüsel olarak bu kanunun gereğini yerine getiriyor. Örneğin, gelinler asla büyüklerin önünden geçmezler. Onları görünce hafif eğilerek selam verir, seslenmezler. Aynı zamanda eltilerine, kayınlarına ve görümcelerine karşı saygısını, onların kendi isimlerini söylemeyip başka güzel isimlerle hitap etmekle belli eder. Muhteşem bir kültür değil mi?

Aytmatov: Bizim köyün gelinleri de kayınlarına isim takmakta ustaydılar. Bazen, kaynının mesleğiyle ilgili olurdu bu isimler. Mesela, Jılkışı Kaynağa[7 - Jilkışı: Ata bakan, atçılıkla uğraşan. Kazak ve kırgızlar büyük kayınlarına “Kaa-ynağa” (kayın ağa) derler. (Ç. N.)] gibi veya uzun boylu birisiyse tam tersine Kiçkine Ata (Küçük Ata) derlerdi. Şeker’de çok zayıf birisi vardı. Gelinleri ondan bahsederken “Tirşeken”[8 - Tirşeke: Zayıf, bir deri bir kemik manasında.] geliyor, Tirşeken şöyle demiş, böyle demiş” diyorlardı. Demek köyde her insanın kıymet ve haysiyetine göre belli bir yeri oluyor.

Şahanov: Bu konuyla ilgili halk arasında şöyle bir hikâye anlatılır:

Bir nehrin öbür kıyısında kalın kamışın beri tarafında, bir kurdun saldırısı sonucunda bir koyun ölmek üzereymiş. Su almaya çaya giden bir genç gelin, koyunu o vaziyette görür görmez murdar olmasın diye bıçağını bileği taşında bileyip koyunu kesmiş. Köye döndüğünde olayı nasıl anlatacağını şaşırmış; çünkü Özenbay,[9 - Nehirbay] Kamışbay, Koyuncubay, Kaskırbay,[10 - Kurtbay] Kezdikbay,[11 - Bıçakbay] Kayrakbay[12 - Bileğibay] adında kayınağaları varmış. Tabii isimlerini söylerse büyüklerine karşı saygısızlık yapmış olacak. Az düşündükten sonra şöyle demiş gelin: Sarkıramanın[13 - Sarkıramam: Çağlayan demektir, buradaki manası da çağlayarak, akan su.] karşı yakasında, kışırdamanın[14 - Kışırdama: Kamış demektir.] beri tarafında, melemeye[15 - Meleme: Koyun.] uluma [16 - Uluma: Kurt.] saldırmış. Kesmeyi[17 - Kesme: Bıçak.] bilemeye biledim de melemeyi boğazından kesiverdim.”

Köy akademisini, eski göçebe kültürünün özü olarak vasıflandırabiliriz. Mesela, birisi ev mi inşa edecek, asar[18 - Herhangibir menfaat beklemeksizin birinin işine ortaklaşa yardım etmek, imece.] yapılır, köy halkı hep beraber yardıma gelirmiş. Düğün veya ölüme, kimin olduğuna bakılmaksızın tüm köylülerin ortak meselesi olarak bakılır ve böyle mühim işlerden geri kalmak büyük bir ayıp sayılırmış.

İshak isminde bir dayım vardı -Allah rahmet eylesin-. İyilikte onun eline su döken yoktu. At sırtında dahi olsa yerde taş gördüğünde iner, alır taşı kenara, kimsenin takılmayacağı bir yere atardı. Bunun sebebini soranlara da “Bizden sonra geçenler takılıp düşmesinler” diye cevap verirdi.

Her yıl bahar aylarında Badam Nehri dolup taşardı. Sel, köyün tam ortasındaki köprüyü alır götürür, köy halkı birbirine ulaşmakta zorluk çekerdi. İshak Dayım atıyla çok rahat bir şekilde nehirden geçebilmesine rağmen, sadece kendini düşünmez, kimseden yardım da beklemezdi. Avlusundaki kavak ağaçlarını keser, köprüyü bir an önce tekrar kurmanın telaşına düşerdi. Tabii köylüler onu görünce utanır, toplanır ve hep beraber köprüyü inşa ederlerdi.

Ahlakta ve millî değerlerimize sahip çıkmakta onun gibisi yoktu bizim köyde. Ne yazık ki kansere yakalanmış, yatağa mahkum olmuştu. Vefatından birkaç gün önce beni çağırarak; “Yavrum, atalarımızın yolundan gitmek üzere hazırlık yapmaktayım. Yakında öleceğim” dedi ve sesi kısıldı. Biraz sonra tekrar kendine gelerek; “Sana danışacak çok önemli bir mesele var. Canım yavrum, şair olacağım diye hayli zamandır çabalıyorsun. Çok az kimseye nasip olan bu soylu sanatın kıymetini anlarsan, bahtın açılır. Çünkü söz kudretli bir tılsımdır, temizlik ister. İçin dışın tertemiz olmalı. Dünyanın cazibesine takılıp yanlış adım atarsan, ağzından çıkanın hiç bir kıymeti kalmaz. Başın belaya girer” dedi ve devam etti. “Senden en son isteğim şu: İçkiden uzak dur. Zaten içmediğini biliyorum. Bundan sonra da içmezsen çok memnun olurum. Tercih senin. İlla ki benim dediğimi yap demiyorum; iyice düşün, taşın. Kesin kararını kendi ağzından duymak istiyorum. Zamane adeti dersen, kendine güvenin yoksa söz verme. Ben rencide olmam…” dedi.

– “Ata düşünmeye bile gerek yok, dileğiniz buysa tamam. Benden söz!” dedim. Dayım çok sevindi. “Allah ne muradın varsa versin! Bahtın açılsın!” diye bir deri bir kemik kalmış elini elimin üstüne koyarak memnuniyetini belirtti:

– Artık gözüm arkada kalmayacak. Allah’ın emanetini iade etmeye hazırım.

Aramızda geçen bu konuşmadan iki gün sonra vefat etti.

Annem, Umsın Aytbaykızı ise 1994’te 85 yaşında Allah’ın rahmetine kavuştu. O sıralar ben Kırgızistan’a Kazakistan Büyükelçisi olarak yeni gelmiştim. Annemi siz de çok iyi tanıyorsunuz. Bir çok kere misafiri de olmuştunuz. Anam 13 çocuk doğurmuş. Ne yazık ki kardeşlerimin hepsi daha küçükken, olur olmaz rahatsızlıklar sebebiyle ölmüşler. Merhum anacığım, ben bir yere sefere çıkarken üç çeşit erzakı mutlaka çantama koyardı: Yağda kızartılmış katlama ekmek, kazı[19 - Özel olarak seçilmiş at etinden hazırlanana sucuk. (Ç. N.)] ve kurt.[20 - Lor peynirinden, süzmeden, çeşitli şekiller verilerek kurutulan yiyecek türü (kurut).]

O zamanlar Moskova’ya, çeşitli toplantılara çok giderdik. Anam, arkadaşlarıma götürmem için bu üç yiyeceği özenle hazırlardı. Rus şairi Yevgeniy Yevtuşenko’ya karşı ayrıca saygı beslerdi. Oğlunun şiirlerini (Rusça’ya) çevirip zor günlerde yardım elini uzattığı için mi, yoksa ailece sevdiğimizden mi bilmem, onu çok severdi.

Moskova’ya otele gelince; “Buyurun bunları size annem yolladı, memleketimin geleneksel yiyeceklerinin tadına bakın” diye anneciğimin göndermiş olduklarını çantamdan çıkarır, masanın üstüne koyardım. Yevgeniy Aleksandroviç bir ara bana, “Senin anan bana Kazak köyünü çağrıştırıyor” demişti.

SSCB Yüksek Kurulu üyesi olarak Moskova’da çalıştığım yıllarda, en yakın dostlarımız Rasul Hamzatov ve David Kugultinov’la çok samimiydik. O zaman, Yüksek Kurul üyeleri için Moskova Oteli’nde özel odalar ayrılırdı; biz orada kalırdık. Köyümün üç çeşit yemeğinin çok sık olarak bende bulunduğundan haberdar olan Rasul Gamzatov; “Apamın[21 - Apa: Ana] gönderdiklerini ne zaman yiyeceğiz? Bak bana, sakın başkalarına ikram ettim bitirdim deme, bize yutkunmak düşmesin” diye hep şaka yapardı.

Bir gün Almatı’dan geldiğimde buzdolabını bomboş buldum. Kazı ile katlamadan eser bile kalmamıştı. İki üç tane kurt bırakmışlar. Her zaman, kendim içmesem de misafire ikram ederim diye içki, konyak bulundururdum. Boşalmış şişeleri masanın altında görünce, kimlerin bu işi yaptığını hemen anladım. Tam o sırada telefon çaldı. Ahizeyi kaldırdığımda, David Kugultinov’un her zamanki şakacı sesini duydum: “Bizim izimizi tanıdın mı? Sen yokken (vestiyerden) anahtarını alıp Rasul ikimiz odana girdik. Uzun zamandır senin davetlerine icabet edememiştik. Köyüne de gidemedik diye üzülüyorduk. Ananın gönderdiklerinin tadına baktık. Bundan sonra kimse bizim senin memleketine gitmediğimizi iddia edemez.”

İkimiz de güldük. Burada, annem hakkında daha enteresan bir hadiseyi anlatayım. Rahmetli anneciğim her ay emeklilik maaşını alır almaz evin yanındaki bakkaldan toptan bisküvi, şeker alır; cebine doldururdu. Anamın avluya çıkmasını komşu çocukları iple çekerdi. Anamı görür görmez etrafını sararlar, sevinç çığlıkları atarlardı. Anacığım, cebindekileri çocuklara dağıttıkça zevk alırdı.

Bir gün, Guryev (şimdiki Atırav) bölgesine gittiğim sırada, Ravil Şırdabayev isimli gençle tanıştım. Ravil doğduğu yerin tarihini, millî geçmişimizi çok iyi bilen, halk arasında anlatılan menkıbelerden haberdar, tam manasıyla vatansever birisi idi. Onunla konuşa konuşa anlaştık, anlaştıkça yakınlaştık ve samimi dost olduk. 19. yüzyılın meşhur mücadeleci şairi, Atırav’da doğup büyüyen Mahambet Ötemisoğlu hakkındaki çok dehşetli bir vakıayı Ravil’den dinledim. Sonradan bir şiirimde anlattım.

Atırav seferimin sonunda Balıkçı İlçesi bana “Fahri Balıkçı” unvanını vermişti. Gelenek gereği, misafire at bindirmek gerekiyordu. Ancak onlar at yerine ağırlığı 60-70 kiloluk bekire balığını hediye etmişlerdi. Jayık Nehrinde yaşayan, köpek balığı sınıfından olan bekirenin vücudunun % 25’i siyah havyardan ibaret imiş.

Atırav’ın ileri gelenleri, beni hava alanına kadar uğurladılar. Hatta Balıkçı İlçesi Komünist Parti Komitesi Başkanı Orınbasar Erkinev uçağa kadar benimle geldi, elindeki kocaman valizi yanıma koydu ve; “Sakın şunu unutmayın!” dedi.

– “O ne?” dedim ben şaşırarak.

– “Hani geçen size hediye ettiğimiz balık vardı ya, onun havyarı”.

Yaklaşık 15-20 kilo siyah havyar, o zamanın şartlarında çok büyük para ederdi. İşin enteresan tarafı bundan sonra başlıyor. Ben seferden döndükten birkaç gün sonra annem Şımkent’e misafirliğe gitmişti. Annem gider gitmez benim hanım buzdolabını açmaz mı? Bir de ne görsün! Atırav’dan getirdiğim siyah havyardan nerdeyse hiç kalmamış.

– “Yine cömertliğin mi tuttu? Havyarı kime verdin?” dedi hanım.

– “Hayır, hayır! Buzdolabına yaklaşmadım bile”, deyip kendimi savunmaya başladım. Evdekiler de şaşkın.

Çok geçmeden, kaybolan havyarın sırrı açıldı. Akşam işten dönerken avluda karşılaştığım, komşumuz olan yaşlı Rus kadını;

– “Muhtar balam nasılsın? Çok yaşa yavrum. Senin gönderdiğin hediyeye çok sevindik. Çok pahalı yiyecek ya. Bizim gibi emeklilik maaşıyla zar zor geçinenlerin nasıl alsınlar onu? Neredeyse altı ay yeriz” diye teşekkürlerini yağdırdı. Ben, kadının neyi kastettiğini önce anlayamadım.

– “Niçin teşekkür ediyorsunuz, anlayamadım?” dedim.

– Geçende annenizle büyük bir tabakta yolladığınız havyar var ya, onu diyorum.

Böylece, hiç ummadığım yerde bir sürü insanın duasını almıştım. Meğer annem o günlerde çok nadir bulunan, çok pahalı yiyecek sayılan siyah havyarı komşulara – kimisine kâseyle, kimisine tabakla – cömertçe dağıtıvermiş.

Sonradan eve döndüğünde; “Anne böyle yapmasan” diye alttan alarak konuşmaya başlamıştık. Anam hiç oralı bile olmamış, “Patlayana kadar yiyeceğine paylaşarak ye, dememiş mi büyüklerimiz? O kadar çok havyarı ne yapacaktınız? Boşuna durduğu yerde bozulurdu” diye gülmüştü.

Tanımadığı kişiye selam vermeyen, yıllarca komşu oturup birbirinin yüzünü bile görmeyen, davetsiz birbirinin kapılarından bile bakmayan şehirlilerle uzun süre birlikte yaşamasına rağmen, anamın kanına, canına işleyen köy zihniyeti, köylülere has cömertlik, konukseverlik psikolojisi hiç değişmedi.

Şike, baştaki konumuza geri dönsek mi, ne dersin? Şeker Köyü’ndeki liseye babanız Törekul Aytmatov’un adını vermişler. Lisenin avlusunda meşhur mimar, Lenin Ödülü sahibi Profesör Turgınbay Sadıkov tarafından yapılmış babanızın heykelini dikmişler. Babanız Törekul’un, “halk düşmanı” iftirasıyla tutuklanana kadar büyük bir devlet adamı olduğunu biliyoruz…

Aytmatov: Değil görmek veya yaşamak, o yılların dehşetini duymak bile çok ağır. Babam Moskova’da, Kızıl Professura Enstitüsünde okurken anam Nağima Hamzakızı, dört çocuğuyla birlikte yatakhanede kalıyordu. Çocuklardan en büyüğü olan ben, dokuz yaşındaydım. En küçük kardeşim Roza ise altı aylık bebekti. Tüm Sovyetler Birliği’ni dehşet sarmıştı. 1937’nin Ağustos, Eylül aylarındaki Pravda gazetesinde, “Burjuva Milliyetçileri” ve “Kırgızistan Merkez Komünist Parti Komitesinin karmaşık siyaseti” konularında iki makale yayınlanır yayınlanmaz devlet idaresindekiler kara listeye alınmaya başlandı. Babam da onların arasındaydı. Tehlikenin yaklaştığını hisseden babam; “Çocuklarla geri dön. Beni tutuklayacak olurlarsa seni de halk düşmanının hanımı diye sorguya çekebilir, sürgün edebilirler. Kimsesiz kalan yavrularımızı öksüzler evine teslim eder, soyadlarını değiştirirler. Frunze’ye değil, doğru Şeker’e gidin. Ata yurt, akraba sizi aç bırakmaz. Yaşadığım sürece mektup yazar, haberleşmenin yollarını araştırırım” deyip, anamı Kazan tren istasyonundan trene bindirmiş. Tren kalktığı zaman, bir hayli mesafeye kadar bize el sallaya sallaya koşmuş, koşmuştu. Değerli eşiyle candan sevdiği dört yavrusunu son defa uğurladığını Allah o anda ona hissettirmiş olmalı.

Moskova’dan kalkan tren Orınbor, Saratov üzerinden Kazakistan’ın geniş bozkırlarından geçerek yedi gün sonra Maymak İstasyonunda durdu. İndiğimizde gece yarısıydı. Dağlık yerlerdeki geceyi bilirsin. Durduğu yerde insanın içine ürperti salan kapkaranlık o geceyi hayatım boyunca hiç unutmadım. Ertesi gün, Subanbek Ağa’nın arabasıyla Alımkul’un Şeker’deki evine gittik.

Babamın Moskova’dan postane fişine alelacele yazdığı en son mektubunu halen saklıyoruz. Enstitüden atıldığını yazıyordu. “Acaba ne zaman tutuklayacaklar?” der gibi tedirgin hali her cümlesinden belliydi. Anam Nağima’ya gözbebeği dört yavrusunu emanet ettiğini, kendisinin suçsuz olduğunu ve gücünü kuvvetini genç Kırgız Devletinin gelişmesi için sarf ettiğini anlatıyordu mektubunda.

Babam, çok geçmeden, 1 Aralıkta Moskova’daki Vorovskiy Sokak 25/15 nolu dairede tutuklanıyor; Frunze’ye (şimdiki Bişkek) trenle getirilip hapse atılıyor ve sorguya çekiliyor.

Dedem Aytmat’ın, Birimkul adlı bir kardeşi varmış. Birimkul’un Alımkul, Özibek ve Kerimbek isminde üç oğlu olmuş. Alımkul amca, babamdan birkaç yaş büyüktü. Şeker Köyü muhtarıydı. Hanımının ismi Ajar’dı. Bir de Toktagül adında kızı vardı.

Halk Düşmanının ailesi olarak memlekete döndüğümüzde, birçok insanın bizden uzak durmaya çalıştığını da hissediyorduk. Gözüne ilişenin şahit gösterilip pirenin deve yapıldığı o devirde, biriyle küsmek de yersiz olurdu. Kimisi barınacak yer, kimisi de yiyecek tedarik ederek bize sahip çıkmaya çalışan akrabalarımızın varlığına ne kadar şükretsek azdı.

Ancak o günler de uzun sürmedi. Bir ay sonra Alımkul’u, halk düşmanının amcası olduğu bahanesiyle tutukladılar. Bazen kader insanı öyle imtihan ediyor ki, olaylar karşısında elin kolun bağlı kalıyor. Alımkul’u götürdükten birkaç gün sonra onun polis olan kardeşi Özibek’i de halk düşmanının akrabası diye hapse attılar.

Babamın kardeşi Rıskulbek, biz Moskova’dayken Frunze şehrindeki Pedagoji Lisesinde okuyordu. Çok sessiz, iyiliksever birisiydi. Memlekete döndüğümüzde Rıskulbek’i Karakız Halamın evinde bulduk. Halk düşmanının yolması sebebiyle onu da liseden atmışlardı.

Bir gün sabah erkenden uyandım. Karakız Halam ile anam ağlıyorlardı. Çok ağlamış olacaklar ki, yüzleri gözleri şişmişti. Meğer İç İşleri Halk Komiserliği görevlileri gece yarısı baskın yapmışlar, Rıskulbek’i de götürmüşlerdi. Böylece, bizim sülaleden dört kişi çok kısa zamanda kayıplara karışmıştı.

Şahanov: O devrin hikâyelerini dinledikçe, halk düşmanı çıkmayan köy hiç yok mu diye düşünüyor insan. Hatta bazı kimselere öyle iftira atmışlar ki, uydurulan bahanelere çocuk bile güler. Suçsuz masum inanları olur olmaz nedenlerle öldürmeye, hapsetmeye nasıl cesaret ettiklerine şaşıyorum. Hani sizin eserleriniz üzerinde araştırma yapan Profesör Rustam Rahmanaliyev var ya, onun babasının nasıl tutuklandığını duymuş muydunuz?

Aytmatov: Hayır duymadım.

Şahanov: Rustam’ın babasına dışarıda birisi tütün ikram eder. Sonra da tütünü sarması için eline bir gazete parçasını verir. Zavallı adamcağız, hiçbir şey düşünmeden tütünü gazete kâğıdına sarar, içmeye başladığı anda karşısında birisi belirir ve tütünü sardığı gazete kâğıdını tekrar açmasını emreder. Zavallı adam kâğıdı açınca bir de ne görsün, yanmış Ulu Rehber Stalin’in resmi. İşte tutuklanma organizasyonunun bir örneği. Siz konuşmanıza devam edin.

Aytmatov: Alımkul amcam hapiste öldü. Özibek’ten ilk başta Aktuz kurşun madeninde çalıştığından bahseden bir mektup almıştık. Savaş yıllarında haber alamadık. Hapishanenin ağır işlerinde çalışırken veya savaş meydanında ölmüş olabilir diye düşündük.

Çocukken köyün ta öbür ucundan beliren postacıyı görür görmez, babamdan veya amcalarımdan mektup geldi mi diye heyecanlanırdık. Bizim bekleyiş içindeki bakışlarımızdan postacı çok rahatsız olurdu. Yanımızdan çabuk ayrılmak isterdi. Savaştaki babalarından, ağabeylerinden haber bekleyen çocukların mahzun duruşlarının zavallı postacıyı ne kadar üzdüğünün şimdi farkındayım.