banner banner banner
Şafak Sancısı
Şafak Sancısı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Şafak Sancısı


Bir gün Rıskulbek’ten mektup geldi. Apam yüksek sesle okudu. Mektubunda her birimizi ayrı ayrı sormuş. Sağlık durumumuzu filan merak etmiş. Özellikle ağabeyi Törekul’u çok merak ettiğini yazıyor ve devam ediyordu: “Bizi Mançurya sınırlarına getirdiler. Yol yapım işlerinde çalışıyoruz. Hava çok soğuk, giysilerimiz de çok ince. Böbreklerimi üşüttüm. Çalışma şartları çok ağır. Herkese belli bir norm belirleniyor. O normu bitiremeyene yemek vermiyorlar. Ağır kaldırdığımda böbreklerim öyle canımı yakıyor ki… Dolayısıyla aç kalıyorum, ne ölüyüm ne de diri… Sizin durumunuzu da tahmin ediyorum çoluk çocuk… Eğer imkânlar elverirse, bir torbayla talkan gönderirseniz 5-6 ay daha yaşayabilirim”.

Bunları duyan Karakız Apam ağlamaya başladı. Tabii biz de ağladık. Ruskulbek’in müşkül durumuna çok üzüldük. Hiç vakit geçirmeden Karakız Apamla annem buğday kavurdular. Bütün gece onu değirmende öğüterek talkan (kendisinden içecek yapılan ince bulgur yarması) hazırladılar. Sabah erkenden Apam torbaya koydukları talkanı alıp yürüyerek ilçe merkezindeki postaneye gitti.

Akrabalarının gönderdiği bu emanetin Ruskulbek’e ulaşıp ulaşmadığını bilmiyoruz. Bir daha mektup gelmedi. Büyük ihtimalle talkan ona ulaşmamıştı. Böylece, o da son nefesini gurbette vermiş oldu.

Biz eskisi gibi, Şeker’de, Karakız Halamla Dosalı Eniştemin evinde kalmaya devam ettik. Onların büyük bir dere kenarında iki odalı evleri vardı. Bir odada kendileri kalıyordu, ikincisini de bize ayırmışlardı. Dosalı Eniştem çok samimi, mert bir insandı. Aynı zamanda, attığını vuran profesyonel bir avcıydı. Sık sık atına biner, tüfeğini alır, iki üç av köpeği peşinde, dağa avlanmaya giderdi. Evinin başköşesinde ayı, kurt ve yabani kedi postları asılı dururdu. Dağdan dönüşünde, eğer avlanmış ise çok keyifli olurdu. Önce Karakız Apamı, sonra da sırayla bizi adlarımızla çağırırsa, avlanmış olduğunu hemen anlardık. Hayallerimle Ay’a yükselen çocukluğumun hüzünlü hatıralarından bir çağrışımıdır bu…

Şahanov: Ernest Hemingway; “Büyük yazar olabilmek için kabiliyet ve eğitimle birlikte mutsuz bir çocukluk yaşamış olmak gerekir” demiş. İşin ilginç yönü, siz küçükken yazar olacağım diye hayal kurmamışsınız. Fakat araba sürmeyi, yani şoför olmayı candan istiyormuşsunuz. Böyle olduğunu, 1935 yılının 5 Haziranında Lenincil jaş gazetesi muhabiri Rayhan Şükürbekov ile konuşmanızdan anlıyoruz. Sizinle yapılan bu röportajı, Şarşen Usubaliyev, Taşkent arşivinden bulmuş. Tanınmış edebiyatçılarımızdan, araştırmacı Abdıldacan Akmataliyev’in kitabında yer alan röportajı da buraya almadan geçemeyeceğim:

Cengiz bu sene yedi yaşında. Kendi arkadaşları arasında, temizliğe ve disipline dikkat etmesiyle en önde. Evinde kendi kendine kitap okumaya, oynamaya alışmış. Biz Cengiz’le bir saat kadar sohbet ettik. O, önündeki kim olursa olsun kendi düşüncesini hiç çekinmeden serbestçe beyan ediyor.

– Büyüyünce ne olmak istiyorsun?

– Şoför olmak istiyorum.

– Baban nerede?

– Moskova’da.

– Oraya niçin gitti?

– Okuyor.

– Babanın daha önce nerede çalıştığını biliyor musun?

– İlçe Parti Komitesi Başkanı olarak çalışmış. Sonradan Kırgız Obkomının Başkanı olmuş. Odamdaki köşe var ya, onu babam yapmış… Büyüyünce şoför olmak istiyorum.

– Evinde nasıl oyuncakların var?

– Şu anda bende her şey var. Sadece arabam yok. Onu da babam satın alacağını söylemişti.

Soruları içinden geldiği gibi cevaplayan bu çocuk, Törekul Aytmatov’un oğlu Cengiz’dir. O, okumayı biliyor, büyük harfle basılan gazeteleri, kitapları rahat okuyor. Cengiz’in şoför olma hayalinin gerçekleşeceğinden hiç şüphemiz yok…

Gazetede bu röportaj “Cengiz Şoför Olmak İstiyor” başlığıyla yayımlanmıştır.

Şöfor olmak isteyen çocuğun gelecekte dünyaca ünlü bir yazar olacağını muhabir o zaman nereden bilsin?

Araba sürme hayalinizi destekleyerek iyi dileklerde bulunan merhum Rayhan, siz Sovyetler Birliği’nin en saygın ödülü olan Lenin Ödülünü aldıktan bir yıl sonra rahmetli olmuş.

Aytmatov: Evet, o zamanlar çok nadir gördüğümüz arabaya karşı aşırı istekliydik. Bu arzular sadece benim değil, benim gibi binlerce çocuğun hayalini süslerdi. Büyüyünce bu hayalin hayatın bir kenarında kalacağını, o zaman hiç düşünemezdik.

Köyde, halk düşmanı olarak tutuklanan babamın ismi pek ağza alınmazdı. Ancak, annem ve Karakız Apam, babam hakkındaki gerçekleri bize durmadan anlatır; babama karşı sevgi ve saygı beslememizi öğretirlerdi. Evde yabancı kimse yokken, anacığım bize babamın resimlerini, nişanlarını ve kimliklerini gösterirdi. En çok üzerinde babamın soyadı yazılı mühür dikkatimizi çekerdi. Mührü mürekkebe daldırıp kâğıda bastığımızda, Aytmatov T. yazısı çıkardı.

Karakız Apam tahsilsizdi, ama çok beliğ konuşan, irfanlı, akıllı bir insandı. Babama karşı çok saygılıydı. O, 1964 yılında ağır hastalanmış, ölüm döşeğindeyken; “Dördünüzden de razıyım. Ne yazık ki babanız çok genç yaşta öldü. Büyük işlerin başında olmayıp diğer hemşehrileri gibi basit bir şeyle meşgul olsaydı, sağ salim aramızda olurdu” diye ağlamıştı.

İlk başta babam hakkında, “10 sene hapis cezası aldı. Mektuplaşmak yasaktır” dediler. Aradan aylar, yıllar geçiyor, ümidimizi hiç yitirmiyorduk.

Günlerden bir gün, kör bir adamın, oğlunun yardımıyla evimize geldiğini ve anama şöyle dediğini hatırlıyorum: “Törekul’la birlikte tutuklanmıştık. Aynı koğuşta yattık. Azap ve zorluk adına ne varsa gördük. Törekul gibileri yüzyılda bir defa doğar. Gözlerimi körelttikten sonra beni serbest bıraktılar. Törekul da hayatta. Adalet eninde sonunda yerini bulur, ümidini kesme.”

Babamla alakalı bir haber almak ümidiyle İç İşleri Halk Komiserliğine anamla ikimiz defalarca mektup yazdık. Fakat net bir cevap gelmedi.

Şahanov: Bir ara, küçük kardeşiniz Roza’yla uzun uzadıya sohbet etmiştik. Roza, geçmişe ait anıları anlatırken ağlıyordu. “Cengiz abim üniversiteyi başarıyla bitirip yüksek lisansı kazandığı sırada, halk düşmanının oğluna Stalin bursunu nasıl verirsiniz” diye birileri dilekçe vermiş. Sonuçta ağabeyimin bursunu kesmişler. Yüksek lisans yapması da yasaklanmıştı. Ama ağabeyim hiç yılmadı, hafta sonraları demiryoluna gider, vagonlara kömür, ağaç yükler, günlük ihtiyaçlar için para kazanırdı. Kazandığı parayı biriktirerek kışın tatile geldiğinde, bize birer kış elbisesi getirmişti. Bana yakası tüylü, sımsıcak tutan bir palto almıştı. Hayatımda ilk defa böyle bir giysiye sahip olan benim o andaki sevincime diyecek yoktu. Moskova’da Madencilikte okuyan İlgiz Ağabeyime kendisinin eski paltosunu kargoyla göndermişti. Paltosunun birkaç iç ve dış cebi varmış. Kardeşinin aç ve darda kalmaması için ceplerine ayrıca para da koymuş.

1957’de İç İşleri Halk Komiserliğinden “Aytmatov T. hakkında bilgi istemişsiniz. Gelip haberini öğrenebilirsiniz” diyen bir yazı aldık.

Anam heyecanından ne yaptığını şaşırıyordu. Belli ki heyecandan kalbi küt küt atıyor, ikide bir oturup kalkıyordu. Terslik bu ya, o gün Cengiz çok hastalanmış, ateşi birden bire 40° dereceye kadar yükselmiş, kalkamıyordu. Annemi kendisi götürmek isteyip ayağa kalktığında başı dönmüştü, yürüyecek hali yoktu. Anamla beraber ben yola çıktım.

“Babanı Sibirya’ya götürdüklerini tahmin ediyorum. Şimdi oralara sürülenlerden çoğu serbest bırakılıyor ya, eh, Törekul diyorum, sizleri görünce sevincinden ağlar galiba. Cengiz ile İlgiz evlendiler. Lüsya ile ikiniz de büyüdünüz, terbiyeli birer genç kız oldunuz. Acaba babanız değişmiş mi? Tutukladıkları zaman 34 yaşındaydı. Bu sene 55 yaşına girdi. 20 yıldır görüşmüyoruz. Bir tek ölmediğimiz kaldı. Ne zorluklara maruz kalmadık ki? Allah, babanı sağ salim görmeyi nasip eyleye… Fakat Sibirya’ya sürülenler arasında oralardan evlenenler de varmış… Olsun, hayatları pahasına dahi olsa bazı şeyleri yapmaya mecbur kalmışlardır muhakkak. Yeter ki yaşasın. Hay Allah, elim ayağım titriyor. Görüştüğümüzde sevinçten kalbim durmasın” diyerek coşuyordu annnem.

Anamın konuşmalarını dinlerken gözlerim yaşardı. Allah’ım diyorum, ne merhamet! “Evlenirse evlensin, yeter ki hayatta olsun” diyor. Kendinden çok sevdiği kişinin iyiliğini isteten, gerçek sevgi dediğin kudret bu mu acaba?

Evet, annemiz babam tutuklandığında hem genç hem de çok güzeldi. İlmiyle, ferasetiyle köylüleri cebinden çıkarırdı. Onu dışarıdan görüp istemeye kalkışanlar da olmadı değil. Fakat o Törekul’dan derin, Törekul’dan yüksek, Törekul’dan yakışıklı erkeğin olabileceği ihtimalini aklının ucundan bile geçirmedi. Düşünmek istemedi… Bazı dul kadınlar gibi, etrafına bakmayı ar meselesi saymıştır. Anamız tüm hayatını sevdiğinin yolunu gözetmekle, kocasının her yaptığını büyük bir ihtimamla hatırlamakla, doğum günlerini kalbimize sürekli aşılamakla geçirmiştir. Bunları yaparken, kendini dünyadaki en mutlu insan olarak görürdü.

Konuşup düşünürken, İç İşleri Halk Komiserliğine geldiğimizin de farkında değildik. Anam giriş kapısındaki silahlı görevliye davetiye mektubunu gösterdi. O, “Siz geçin” diye annemi geçirdi ama benim orada kalmam gerektiğini işaret etti.

Annemin içeri girmesiyle dışarı çıkması bir oldu. Yüzünde bir an evvelki halinden eser yoktu. Benzi sararmış halde anamı görünce, beni tuhaf bir korku sardı. Hemen anamı ayakta tutabilmek için koluna girdim. Gözlerinden süzülen yaşlar yüzünü epey ıslatmış, anam hâlâ sessizce ağlıyordu. Dudakları titriyordu. Tek kelime konuşamadan bana elindeki kağıdı uzattı. Kâğıtta Rusça olarak şunlar yazılıydı:

Rapor

Tutuklandığı güne, yani 1 Aralık 1937’ye kadar “Kızıl Professura” Enstitüsünün öğrencisi olan Aytmatov Törekul’un davası 15 Haziran 1967’de SSCB Yüksek Mahkemesi Askeri Kumlunda tekrar ele alınmıştır.

Askerî kumlun 5.11.1938 tarihli T. Aytmatov’a dair kararının hükmü değiştirilmiş ve suç işleyenlerin hepsinin bir arada bulunmaması sebebiyle dava durdurulmuştur.

Aytmatov T. ölümünden sonra aklanmıştır.

    SSCB Yüksek Mahkemesi Askerî Kumlu
    Başkan Yardımcısı Albay M. Rusakov

Lanet olası bu kâğıt parçası, 21 yıllık ümidimizi bir anda paramparça etmişti. Anamla ikimiz, deli dana gibi el ele tutuşarak neye uğradığımızı şaşırmış bir vaziyette zar zor ilerliyorduk. Hayatın hiçbir anlamı kalmamış, hayata olan bağlılığımız kopmuştu sanki. Anacığıma bakıyorum; gözleri fersizdi, yüzünde ümitsizliğin ifadesi belirmişti. Hey kudret, dedim kendi kendime. Yirmi bir sene boyunca her türlü eziyete, zorluğa tahammül ederek bizi destekleyen, ‘Törekul bugün olmazsa yarın gelir’ ümidiydi. Ah anam ah, bu uğurda sen neler çektin neler?!

Bir an bağıra bağıra ağlamak geldi içimden. Yıllar süren, bizim ailemizi kıskacına alan adaletsizliği olanca sesimle lanetlemek istedim. Ancak yanımda sendeleye sendeleye yürüyen, ani haberin şokundan henüz ayılamayan zavallı anacığımın yarasını deşmeyeyim düşüncesiyle kendimi zorla susturmuş, sessizce gözyaşlarıma boğulmuştum.

Eve yaklaştığımızda, birbirimize sarılarak ağladık. “Evet yavrum, artık olan oldu”, dedi annem metanetini toplayarak. “Şimdilik babanın vefatını Cengiz’e söylemeyelim. Zaten hasta, duyarsa daha da fenalaşır.”

Cengiz iyileştiği zaman annem bizden Karakız Apamı çağırmamızı istedi. Çok geçmeden, köyün kendine has yiyeceklerini sırtlayan Karakız Apam çıkageldi.

Anam, halama abisinin hayatta olmadığını duyurduğunda, zavallı kadıncağız gözümüzün önünde şaşkına döndü. 21 yıl süren hasret ve kederini dizginleyemeyerek bizi sırayla kucağına alıyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Akrabalık buydu işte. Sonra sülalece toplandık. Şeker’e gidip zulmün kurbanı olan Alım-kul, Törekul, Özibek ve Rıskulbek’in ruhlarına dua bağışlayıp Kerimbek’in evinde yemek dağıttık.

Anam, babamızın vefatına tam olarak inanmış değildi. Herhangi bir açıklama yapmasa da, son nefesine kadar “belki yaşıyordur” ümidini yitirmedi. Aşağıda anlatacağım olayın da onun böyle düşünmesinde etkisi olmuş olabilir. Savaş yıllarında Kafkasya’dan Şeker’e gelip yerleşenler arasında Ayvazidi adında falcı bir Yunanlı kadın varmış. Kahve falına bakıyormuş. Dedikleri de tıpatıp çıkıyor diye, konu komşudan duyunca annem de gitmiş ona fal baktırmaya.

– “Kocan hapiste, dört çocuğun varmış. Şu anda çok zor durumdasın. Burada daha 10 sene kalacaksınız. Büyük oğlun tahsilini tamamlayınca sizi şehre götürecek. Oğlun dünyaca ünlü biri olacak”, demiş.

– Ya kocam? Hayatta mı, ne zaman gelecek?

Falcı kadın anamın sorusunu;

– “Kocan çok uzaklarda. Seneler sonra kavuşacaksın” diye cevaplamış.