banner banner banner
Şafak Sancısı
Şafak Sancısı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Şafak Sancısı

Moskova’dan gelmekte olan Cengiz’i karşılamaya idareciler, akrabalar ve birçok dostu gitti. Karşılayanlar arasında eşim Esenbek de vardı. Ben hastanede annemin yanında kaldım. Cengiz, evine gitmeden önce annemi ziyaret etmeye geldi. Annem yerinden zar zor kalkarak (ayakları çok şişmişti) Cengiz’i kucaklarken çok ağlamıştı. Fakat annemin o andaki gözyaşları -dağdan binbir güçlükle taşları delerek çıkan kaynak suyu gibi-sevinçten boşalıyordu. Çeyrek asırdan fazla eziyet ve hakaretle geçirdiği günlerin, uykusuz geçirdiği nice gecelerin semeresiydi bu. Annem ağır ağır nefes aldı. Cengiz’in itibarının yükselmesini, babamız Törekul’un ruhunun zaferi olarak kabul etti.”

Aytmatov: Evet, anamız için o gün özel bir gündü.

Şahanov: Herhalde çok heyecanlandınız. Neyse, konumuzu değiştirelim. Şeker Köyüne gittiğimizde yanınıza Omarbay Navbekov, Devletbek Şadıbekov gibi kardeşlerinizi ve iki sınıf arkadaşınızı alarak Rusya Televizyonunun Kırgızistan muhabiri Vladimir Fiyodorov’la röportaj için Kürkirew Nehrinin kenarına gittiğimizi hatırlıyor musunuz? Dağın zirvesinden aşağıya doğru gürül gürül akan nehir, hafif esen rüzgâr ve yemyeşil doğanın insan ruhunu tesir altında bırakmaması mümkün değildi. Etrafı seyrederken yanıma gelerek:

– “Ta oralarda, Manas Zirvesine yaklaşan küçük bir bulut parçasını görüyor musun? 10-15 dakika sonra havada sükûnetten eser kalmayacak”, dediniz.

İlk başta ben, “Şiken herhalde şaka yapıyordur, küçük bir bulut nasıl olur da şu güzel havayı bozabilir?” diye düşünmüştüm. Birkaç dakika içinde rüzgâr esmeye ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Kaşla göz arasında ne yapacağımızı şaşırmıştık. O zaman da, doğup büyüdüğünüz mekânın her detayından haberdar olduğunuzu anlamıştım.

Şike, Kazak toprağında geçirdiğiniz öğrencilik yıllarınızla ilgili bir hikâyeyi hatırlıyorum.

1995 yılında Bişkek’te gerçekleşen üç kardeş ülke Başbakanlarının (Akejan Kajıgeldin/Kazakistan, Abduhaşim Mutalov/ Özbekistan, Apaş Jumagulov/Kırgızistan) toplantısı sona ermişti. Hükümet yetkilileri, idareciler ve her türlü sahanın ileri gelenleri enerji, gaz üretimi ve sağlık alanlarında ortaklaşa çalışmayı önermişlerdi. Toplantı sonunda misafirleri Kırgızistan’daki Kazakistan Büyükelçiliğine yemeğe davet ettim. Üçü de davete memnuniyetle icabet ettiler. Büyükelçiliğe gelirken arabadan sizi aramış; “Üç kardeş her gün bir araya gelemiyor. O yüzden hükümeti yöneten kardeşlerinizle birlikte bizim misafirimiz olsanız” demiştim.

Sofra başında hemen samimi ve sıcak bir hava oluşmuştu. Siz serbest piyasadan, Türk halklarının dostluğu, medeniyet ve sanat konularındaki derin görüşlerinizi aktardınız.

Bir ara boz eşek hikâyesini anlatmaya başlamıştınız. Tam o sırada Almatı’dan Dış İşleri Bakanı Kasımcömert Tokayev’den telefon gelmiş, ben kalkmak zorunda kalmıştım. Böylece herkesin katıla katıla güldüğü boz eşek hikâyesini sonuna kadar dinleyememiştim. Şimdi sizden tekrar o hikâyeyi anlatmanızı rica etsem…

Aytmatov: Anlatayım. Jambıl şehrindeki Veteriner Yüksek Okulunu kazandığım yıllardı. Her gün teorik ve pratik dersler görüyorduk. “Atçılık Bilimi”, “Koyunculuk Bilimi”nden sonra -diğer hayvanlar tükenmiş gibi- eşeği incelemeye başladık. İlk başta “Eşek dediğin de nedir, bunu da hayvandan sayarak önemle üzerinde durmak, ders alarak okutmak kimin aklının kârı acaba?” deyip hafife almıştık. Sonradan anladık ki mesele bizim düşündüğümüzden çok farklı. İki kulağı aşağıya sarkıp anıranın hepsine eşek demekle iş bitmiyormuş. Onların da köküne, çeşidine, rengine göre bir sürü özellikleri olduğunu anladık. Hocamız Rustu. Rus-Alman Savaşı yıllarında Leningrad Muhasarasından sonra Kazakistan’a göç eden Profesör işinin uzmanı, sert bir adamdı. Okulun özel ahırında eşek olmadığından dolayı uygulamalı ders yapmak için bizi Jambıl’daki “Atşabar” pazarına götürüyordu. Şehre yakın köylerden, Kırgızistan’ın Talas’ından hayvan satmak için hafta sonları çok kişi gelirdi buraya. Satıcı ile alıcıya yaranmaya çalışan aracılar da çok olurdu.

Bir gün pazarın tam ortasında kazığa bağlanmış bir boz eşeğin yanında durduk.

“Aytmatov, bu gördüğümüz eşek hangi cinstendir? Anlat bakalım!” dedi Profesör öğrencilerin içinde bana dönerek.

– “Bu hayvan ilk defa Afrika ve Asya kıtalarında görülmüştür. Şimdi ise Suriye’de, Keşmir’de, Tibet’te, Türkmenistan’da, Özbekistan’da, Kazakistan ve Kırgızistan’da, Moğolistan’da çok var. Genelde evcilleştirilerek binek olarak kullanılıyor. Eşeklerin diğer hayvanlara göre kulakları çok uzun, dizlerine kadar ince kuyrukları olur. Hamilelik dönemi 12 aydır” diye anlatıyordum. O anda eşeğin sahibiyle göz göze gelmeyeyim mi? Köydeki Dosalı Eniştem ile Karakız Halamın komşusu, eşeği tarif etmekte olan bana bakıyor. Şaşkınlığı gözünden okunuyordu. Utancımdan kıpkırmızı oldum. Yerin deliği olsa girecektim. Sesim kısıldı. Kekelemeye başladım. Hocamın umurunda değil tabii;

– “Aytmatov, niye durakladın? Hadi devam et. Boz eşeğin diğer eşeklerden daha ne gibi farklılıkları var?” diye peşi sıra soru soruyor. O kadar sıkıldım ki, bir anda sırılsıklam terledim.

Eşeğin sahibi ihtiyar, Şeker’e gider gitmez;

– “Eyvah Törekul’un oğlu Jambıl’da eşek üzerine eğitim görüyormuş. Gözlerimle gördüm. Hocasıyla birlikte, pazarda kazığa bağlı olan eşeğimin sülalesini, neyi var neyi yoksa hepsini saydı. Çocuğun anlattıklarından sadece ben değil, eşeğim bile memnun kaldı” diye herkese anlatmış.

1940’ların sonlarında köyde savcılık, yargıçlık ve polislik tutulurdu.

Militsiya [polis] beyin olsun,
İndiiskiy [Hint] çayın olsun

ikilemesi de o yılların eseri.

– Allah izin verirse- benim büyüyünce halkın değer verdiği, itibarlı bir meslek sahibi olmamı, yüksek mevkie gelmemi ümit ederek; dışarıda okuduğum için hemşehrilerim arasında gurur duyarak, her geldiğimde birkaç kuruşunu, peynirini, yağını vererek okumamı destekleyen eniştem ile halam, eşek sahibinin lafını işitince şaşkına dönmüşler.

Aradan çok geçmemişti. Tatile geldim. Karakız Halam:

– “Konu komşu senin eşekleri incelediğini, onun üzerine tahsil görmekte olduğunu söylüyorlar. Dedikleri gerçek ise nedir bu yaptığın? Okuyacak başka şey bulamadın mı? Öğrenmek istediğin eşek ise, köyde ondan çok ne var?” deyip memnuniyetsizliğini dile getirdi. Benim belli bir makam sahibi olmamı hayal ederek duayla günlerini geçiren halam ile enişteme vaziyeti nasıl açıklayacağımı şaşırdığımı, sıkıldığımı hâlâ unutamıyorum.

İşte bu olay da köy akademisinin masumiyet ve saflık bölümüne dahil edilecek bir parçadır.

Şahanov: Bir ara Seydali Bekmanbetov isimli arkadaşımızla birlikte bizim eve gelmiştiniz. Çok güzel bir yaz günüydü. Tam kıvamında olan kımızı kana kana içmiş, geçmişteki olaylardan bahsederek bir süre muhabbete koyulmuştunuz.

Aytmatov: Savaş yıllarında eli silah tutan herkes savaş meydanındaydı ya. İhtiyar, hasta, dul ve çoluk çocuktan oluşan köylerin asıl dayanağı 13-14 yaşlarında olan bizlerdik. Baskarma [Köy Muhtarı (Ç.N.)] kolhozun işlerini yapacak kimse olmadığı için çocukları okuldan alır, her türlü işi yaptırırdı. Benim Şeker, Arşagul köyleri muhtarlıklarında sekreterlik, Seydali’nin de okul müdürlüğü yaptığı o yıllardı işte. Az çok mürekkep yalayanlar, matematikte dört işlemi doğru dürüst bilmeyenler öğretmen olmuşlardı.

Şahanov: Sonraki görüştüğümüzde Seydali Ağa sizin hakkınızda uzun uzadıya şunları anlatmıştı:

“Okulda diğer arkadaşlarımıza göre çalışkanlıklarıyla bilinen Cengiz ile ikimiz, sorumluluğu ağır işleri yüklenmemize rağmen yaz aylarında ekin biçmekten, harman işlerinden, ark (kanal) kazmaktan veya öküz arabası sürmekten geri kalmazdık. Sınıf arkadaşlarımız Toktasın, Bayızbek ve Alımbek ile beşimiz hep beraberdik. Sabahın ilk nuruyla yataktan kalkar kalkmaz, birimiz orağı, ikincimiz kazmayı, diğerimiz de küreği alır, akşam geç saatlere kadar belimizi doğrultmadan çalışırdık. Ne kadar zorluk çeksek de annelerimizin, “Babalarınız sağ salim dönerse bu zorlukları hemen unutursunuz” sözleriyle teselli ederdik kendimizi.

Günlerden bir gün, Baskarma, Cengiz ile ikimizi Maymak istasyonuna buğday taşımakla görevlendirdi. Arabaya yüklenen çuvallar dolusu buğdayı istasyona götürene kadar çok yoruluyorduk. Arabayı çeken öküz sürekli kamçı vurmazsan adımını atmıyordu. Tam önden vuran güneşin sıcağından korunmak için yüzümüzü gözümüzü elimizle gölgeleyerek Zagotzernoya [tahıl toplama yeri (Ç.N)] gelene dek ikindi oluyordu. Zagotzerno’nun idarecisi, Naumenko isminde bir Rustu. Çok babacan, ahlaklı birisiydi. Arabayla yorgun argın gelmekte olan bizi görür görmez gülümserdi. Rusçası çok güzel olan Cengiz onunla içli dışlı olurdu. Sayesinde işimizi de çabuk bitirirdik. Cengiz benden daha kuvvetli, iri yarı bir yapıya sahipti. Kocaman çuvalı omzuna alarak merdivenlerden hiç zorlanmadan yukarı çıktığı zaman, özenle bakakalırdım. Çoğunlukla oradakiler çuvalı, sürükleye sürükleye yığılmış buğdayın üstüne konan kalasların üzerinden çıkarırdı. İşlerimizi gereği gibi yaptıktan sonra tekrar köyün yoluna koyuluyorduk. Dönüşte tembel öküzler de hız alıyorlardı. Boş arabayı taşlı yollarda tangur tungur sürerek koşardık.

Uzun yolda, evden beraberimizde getirdiğimiz bulamaçla ekmeği yedikten sonra biraz daha keyiflenir; birlikte türkü söylerdik. Cengiz’in yanında hemen hemen her zaman Rus klasik edebiyatçılarının eserleri bulunurdu. Bazen, okuduklarından ilginç olayları bana da anlatırdı. Babasına, annesine, öğretmenlerine, kızlara ithaf ettiği şiirleri de çoktu. Bir ara ben de ona sevdiğim kız için bir şiir yazdırmıştım.

Yanılmıyorsam, 1944 yılında Cengiz’in iş yerine gittim. Geldiğimde tek başınaymış. Beni görünce çok sevindi.

“Seydali, İlçe merkezi Kirov’a gidip borç parasını yatırmam gerekiyordu. Yol uzun, hem bunca parayla tek başıma çıkmak da tehlikeli. Birlikte bu işi halletmeye ne dersin? Öküz arabası da hazır” dedi.

Okuldaki başımı aşkın işimi bırakıp dostumun aziz hatırı için ilçeye gitmeyi kabul ettim. Ertesi gün öğle saatlerinde aradığımız yeri sora sora zor bulduk. Önce hayvanlara su verip, sonra beraberimizde getirdiğimiz mısır unundan yapılmış ekmeğimizi yiyip kendimize gelelim dedik. Böyle otururken yanımıza orta boylu, geniş omuzlu, siyah bıyıklı bir adam geldi ve bize:

– “Çocuklar burada ne yapıyorsunuz?” diye sordu.

Biz durumumuzu anlattık.

– “Kimin oğlusun, yavrum?” deyip Cengiz’e baktı adam.

– “Törekul Aytmatov’un” der demez, adamcağız;

– “Hay Allah, altının parçasıyım desene” deyip Cengiz’e sarılarak yanaklarından öptü; “Benim adım Kojamkul. İlçe Tasarruf Bankası Müdürüyüm. Benim buralara gelmemde Törekul Ağa’nın çok yardımı olmuştu. Bana yaptığı iyiliği hayatta unutmam” dedi. Kojamkul Ağa çoluk çocuğuyla Tasarruf Bankası binasının bir odasında oturuyormuş. İkimizi hemen evine götürdü. Evinin başköşesine oturtarak yiyecek adına ne varsa önümüze serdi. Sonra getirdiğimiz istikraz parasını sayarak aldı ve makbuzunu elimize verdi. Ertesi gün bizi uğurlarken;

– “Giyecek bir şeyler alırsın, şu anda elimden gelen bu kadar”, deyip bir tomar parayı Cengiz’in cebine koydu.

Sonbahar gelince Cengiz’le beraber Jambıl şehrine gittik. Tabii Kojamkul ağanın verdiği cepteki parayı harcayana kadar duracağımız yok. “Atşabar” pazarını dolaşıp en sonunda iki asker gömleği, iki pantolon, alnında parlayan yıldızlı iki kalpak ve deri kemer aldık. Tenha bir yere gelince üstümüzü değiştirip ikimiz de küçük kızıl askerler olduk çıktık…

Gençliğinizle alakalı bir olayı daha biliyorum. Ziraat Üniversitesinde sizden iki sınıf aşağıda okuyan Musa Kasımov’la beklenmedik bir yerde tanışmıştık. Kendisi çok konuşkan biriymiş. Sizin Kırgız Hayvancılık İlmi Araştırma Enstitüsünün çiftliğinde başbaytar olarak çalıştığınız gençlik yıllarınızdan bahsetmişti.

Aytmatov: 1956’nın Ekiminde Gorki Enstitüsünün edebiyat uzmanlığı kursuna gittiğimde görevimi Musa’ya devretmiştim.

Şahanov: Burada ilginç bir şey daha var. Musa bey o zaman sizin masanızın çekmecesinden Rusça yazılmış olan iki İlmî çalışmanızı bulmuş. Birisi daktiloyla yazılmış, diğeri de el yazması makaleleriniz: Dostotoçno li triyoh kratnogo doyeniya (İnekleri Üç Kere Sağmak Yeterli mi?) ve Kukuruza v ratsiyone jivotnıh (Hayvan Besini Olarak Mısır).

Gençliğinizde emek sarf ettiğiniz bu iki eseri Museken 40 seneden beri ailesinin en değerli yadigârı olarak muhafaza ediyormuş… “Şikemin bir işine yarar, olmazsa en azından bir bakar” diye geçenlerde bana bu makalelerinizin fotokopisini bırakmıştı.

Musa beyin sizinle ilgili anlattıklarına gelince:

– Şikem çiftliğe hayvanbilim uzmanı olarak gelir gelmez, büyük değişiklikler gerçekleştirdi. O zamana kadar kimsenin düşünemediği yenilikleri arka arkaya teklif ederek, devamlı söylediklerini pratiğe dökmenin peşinde koştu. 1950’lerin ortasında Kırgız topraklarında cins inekler hiç yoktu. Önce Leningrad’tan cins boğalar getirildi. Neticede hayvanlar cinsleştirilerek, sütteki yağ miktarı artırıldı. Şikem atları cinsleştirmeye de çok önem vermişti. Kendisi de atı çok sever, hızlı koşan ata bindiği zaman hemen değişir, sevinçle coşardı. Atları, onların psikolojisini derinlemesine kavradığı Elveda Gülsarı romanından belli olmuyor mu zaten? Şikem edebiyata girmeseydi, şüphesiz hayvancılık sahasında meşhur bir ilim adamı olacaktı.

Aytmatov: Gıyabımda iyiliğimi isteyen, hem yakın birisi olduğu için böyle konuşmaları normaldir. Kimbilir ne olurdu? Kader dediğin çok esrarlı bir şey… Neyse artık seni konuşalım.

Dram yazarı Kaltay Muhammedcanov’la üçümüz Taşkent’e giderken yolda senin memleketin Ontüstik (Güney) Kazakistan vilayetine uğramıştık ya. Halk arasında “Müslümanların ikinci Mekke’si” denilen Türkistan’da bulunduk. Hoca Ahmed Yesevi’nin mezarını ziyaret ettik. Şerik Seytcanov, Alimcan Kurtayev ve Kuanış Aytahanov isimli kardeşlerin bizi misafir etmişlerdi. O sırada, doğal olarak, Otrar’ın kahramanlığını anlatan birçok olayı aktarmışlardı. Ben önceden de senin ağzından Otırar, Arıstanbab ve Türkistan hakkında çok şey duymuştum. Zaten ikide bir Otrar hakkında, oranın kahramanlarını gözlerinle görmüşçesine sayarak anlattıkların neredeyse bir destan kadar tesirli oluyordu. Senin bu tavırlarından yola çıkarak, “Doğup büyüdüğün mekânın kıymetini bilen oğlansın sen” derdim içimden. Otırar hakkında yazdığın destandan da çok etkilendiğimi belirtmeliyim.

Şahanov: Şike, memleketimle aramda trajik bir bağlantı var. Rahmetli babam eski yazıyı çok iyi biliyordu. Arap harfleriyle yazılan kıssa ve destanları çok okuduğu, eskiye ait her şeyden haberdar oluşundan belliydi. Zamanında biraz mollalık (hocalık) da yapmıştır. Ne yazık ki o yıllarda;

“Fakir fukaranın tarafını tut,

Molla ve zenginleri koyun gibi kamçıyla güt” mısralarına konu olan siyaset çok kimseyi perişan etti. İşte bu siyaset yüzünden, babam kaşla göz arasında doğup büyüdüğü toprakları bırakıp Tölebiy İlçesinin Kaskasu Köyünde oturan kızı İzzet’in evinde barınmak zorunda kalmış. O zaman ben daha 40 günlük bebekmişim.