Kazak Türkleri’nin Sosyo-Kültürel Yapısı
Kazak Türkleri’nin sosyo-kültürel yapısını, Rus işgalinden önce, Çarlık ve Sovyet devrinde olmak üzere üç başlıkta ele almak doğru olacaktır.
Rus İşgalinden Önce
Konar-göçer hayatın bir gereği olarak Kazaklar, hayvanlarını otlatmak için otlaklar ve sulak araziler arasında yer değiştirirlerdi. Yaz mevsiminin başında kışlaklardan çıkılır ve yaylaklara göçülürdü. Göç alanlarına yerleşme belli bir düzen içinde gerçekleşirdi (Bacon: 42). Her ruvun ve her ailenin kendilerine ait geleneksel bölgeleri vardı. Kışlaklarda akrabalık bağlarına göre bir arada oturulurdu. Yaylaklarda ise büyük gruplar daha küçük gruplara bölünerek yerleşirdi. Kış mevsiminin çetin şartlarına sabreden Kazak halkı, baharı her zaman neşeyle karşılardı. İlkbaharda yapılan göçler eğlence içinde gerçekleşirdi. Kazak halkı çocuklardan yaşlılara kadar en güzel elbiselerini giyer, şarkılar söyleyerek yaylaklara göçerdi. Baharın eğlencesi yaz mevsiminde de devam ederdi. Halk, yaz gecelerinde bir araya gelerek sohbet meclisleri kurar, sözlü halk edebiyatı ürünlerini icra eder, müzik aletleri eşliğinde çalıp söyleyerek eğlenirdi (Bacon: 43; Levşin 2007: 19).
Kazak konar-göçer hayatı at üzerine kurulmuştu. At, bozkır Kazaklarının hareketliliğini sağlardı. Büyük at sürülerine sahip olan kişiler ekonomik değerin çok üstünde bir prestije de sahip olurdu. Çocuklar çok küçük yaştan itibaren at binmeye başlardı (Bacon: 41). Yaz ve sonbahar aylarında hayvanlar verimli otlaklarda iyi beslenerek şişmanlarken, normal geçen kışlarda bile hayvanlar bahara kadar iyice zayıflardı. Kötü geçen kışlarda, hayvanlar açlığa ve soğuğa dayanamayıp telef olurdu (Bacon: 43).
Attan elde edilen ürünlerin başında kımız geliyordu. Kısrak sütünden yapılan kımız, Kazakların en sevdiği içkiydi. Bahar aylarından başlayıp yaz sonuna kadar elde edilebilirdi. Bu dönem içerisinde bir kısrak, sabah beşten başlayıp, akşam hava kararana kadar geçen vakit içerisinde, yaklaşık iki saatte bir olmak üzere günde altı veya yedi kere sağılabilirdi (Kurmangaliyeva Ercilasun 2008: 58). Kazak Türklerinin temel besinleri et idi. Etlerin en kıymetlisiyse kazı adı verilen at etiydi. Kazak konar-göçer geleneğinde misafirperverlik önemli bir yer tutardı. Yılın hangi mevsimi olursa olsun, misafir geldiğinde koyun kesmek âdetti. Toylarda ve ölüm merasimlerinde de hayvan kesilirdi (Bacon: 44).
Kazaklar keçe çadırlarda (kiyizüy) yaşardı. Bu çadırlar, konar-göçer hayat şartlarına uygun olarak yapılırdı. Kazak çadırları, duvarları açılıp kapanabilen ve tahta kafeslerin birleştirilmesiyle yapılan çadırlardı. Soğuğa karşı mükemmel koruma sağlarken, taşınılacak zamanlarda pratik bir şekilde keçeler toplanır, kafesler kapatılarak hacimleri küçültülürdü. Konulacak yerde ise çadırlar yeniden açılıp kurulurdu (Bacon: 44; Levşin 2007: 16-17).
Kazak sosyal hayatı, akrabalık bağları üzerine kurulmuştu. Evdeki büyük oğullar evlendiklerinde ona babasının çadırının yanında yeni bir çadır kurulurdu. En küçük oğul ise evlendikten sonra ayrı eve çıkmaz babasının yanında kalarak yaşlandıklarında anne ve babasından sorumlu olurdu. Anne ve babası öldüğünde de çadır en küçük oğula kalırdı. Kazak avulu geniş bir aileydi, baba, evlenmiş oğullar, evlenmemiş kızlar, babanın erkek kardeşleri ve onların ailelerinden oluşuyordu (Bacon: 47). Kazaklar arasında boy akrabalığı o denli önemliydi ki, kişilerin sosyal durumunu, otoritesini ve diğer boylarla olan ilişkisini belirlerdi. Ayrıca boy akrabalığının sosyo-ekonomik hayata da etkisi vardı. Kazaklar arasındaki akrabalık bağları, bir kimseyi akrabasının suçuna kefil olmak, borcunu ve cezasını ödemek, akrabalarını başkalarına karşı korumak ve akrabalarına maddî yardımda bulunmak zorunda bırakabilirdi (Kazakstan Tarihi Oçerkter 1994: 202). Kazaklar arasındaki akrabalık ilişkileri, Kazaklar arasında güven duygusunu artırırdı. Her Kazak kendi uruğuna ve cüzüne güvenir ve kendisini yalnız hissetmez, grup içinde bir sosyal kimlik kazanırdı. Kazaklar arasındaki akrabalık ilişkileri, toplumdaki bütün hayatî gelenekleri düzenleyerek yasa düzeyine yükseldiği için, akrabalık ilişkilerini bozanlar ayıplanır ve gruptan dışlanırdı. Konar-göçer hayatta yaşayan biri için bundan daha ağır bir ceza yoktu (Sahipova 2007: 185).
Kazaklar arasında yediden yetmişe herkesin bilmesi gereken, bir nevi millî sözlü tarih olan şecere son derece önemliydi. Bozkırın Şifahî Tarihnamesi olarak da adlandırılan şecere, bir kişinin veya bir ailenin en uzak atasından başlayarak bütün kollarını belirten soy ağacı, soy kütüğü idi. Kazaklarda şecere geleneğinin bu denli önemli olmasının nedeni, konar-göçer hayat tarzıydı. Çünkü şecere konar-göçer hayatın pusulası işlevini görüyordu. Her konar-göçer Kazak Türkü için şecere, önemli bir Kazak değeriydi. Bu bağlamda, Kazaklar arasındaki akrabalık ilişkilerinin güçlü olma sebebi de her Kazak Türkü’nün kendinden başlayarak yedi atasına kadar sayabilmesiydi. Şecere geleneği Kazakların kimlik oluşumlarında ve kimlik muhafazalarında çok önemli bir işleve sahipti. Şecere, Kazaklar için tarihî bir bellek vazifesi görüyordu. Kazaklar arasında yedi ata (yedi göbek) aşılmadan kesinlikle kız alıp verme de olmazdı. Bu geleneği bozan kişi Kazak kimliğine kast etmiş sayılır ve uruktan dışlanarak cezalandırılırdı (Sahipova 2007: 184-185). İki Kazak karşılaşınca birbirlerine hemen şecerelerini sorardı. Mensup olunan boyları ve yedi atayı bilmek Kazaklar için çok önemliydi. Toylarda, kurultaylarda oturma düzeni ve yemek ikramı da şecere sırasına göre olurdu (Bacon: 49). Her boy, o boya aidiyetin bir simgesi olan urana (slogan) sahipti. Bununla birlikte her boyun bir damgası da vardı. Her boyun kendi mülkiyetindeki şeylerde bu özel işaret bulunurdu (Bokayeva 2002: 708). Kazakların mezar taşlarında, yaylaklardaki kayalarda, atlarda ve diğer hayvanlarda bulunan damga, boylar için bir tür tapu mahiyetindeydi (Gömeç 2011: 140).
Kazaklar arasında egzogami vardı ve evlenecek gençlerin en az yedi göbek akrabalık ilişkisinin dışında olması gerekirdi. Yedi göbekten yakın akrabalık ilişkisi olanlar kesinlikle birbirleriyle evlendirilmezdi (Bacon: 49). Bu sebeple nişanlılar birbirlerine uzak bölgelerde yaşardı. Çocuklar çok küçük yaşlarda “beşik kertmesi” usulüyle nişanlanırdı. Zengin ailelerin erkek çocukları, on iki ile on beş yaş aralığında, kızlar da daha ergenlik çağına gelmeden evlendirilirdi. Kızların erken yaşlarda evlendirmelerinin bir sebebi, kız ailelerinin başlık parası alma arzusuydu. Kazaklarda evlilik, aileler arasında sosyal ve ekonomik ilişkiler kurardı. Damat tarafı kızın ailesine kalınmal adı verilen başlık parasını ödemekle yükümlüydü. Ancak bazen aileler birbirlerinden gelin alarak kalınmal ödemekten kurtulurdu. Kalınmalın bir kısmı ödendikten sonra damadın gelin adayını bir çadırda görmesine izin verilirdi. Kalınmal geleneği yabancılar tarafından kızların mal karşılığında satılması olarak değerlendirilirken, bu gelenek konar göçer hayatta nişanı muteber kılar, büyüklüğü evliliğin sağlamlığını garantiler, erkek tarafının kıza ve ileride doğacak çocuklarına bakabilecek maddî refaha sahip olduğunu gösterir ve veren tarafa da alan tarafa da sosyal bir prestij sağlardı (Bacon: 52-53). Kazaklar arasında birden fazla kadınla evlilik de vardı. Zenginler, ilk eşleri belli bir yaşa gelince daha genç bir kadınla ikinci, daha sonra üçüncü bir evlilik de yapabilirdi. Bununla birlikte, ölen kişinin geride kalan karısı ile ölenin ailesindeki erkeklerden biri evlenir, geride kalan dul kadın ve varsa çocukların bakımını üzerine sorumluluk olarak alırdı. Amengerlik adı verilen bu gelenek nedeniyle de Kazaklar arasında birden çok eşliliğe sık sık rastlanırdı. Kazak kızlarının hayat şartları oldukça ağır olmakla birlikte evlilikte de söz hakları yoktu, ancak evlilik konusunda erkekler de söz hakkına sahip değildi. Evlilik kararında aileler etkiliydi (Bacon: 53).
Kazak kadınları bütün vakitlerini avul hayatının işleriyle geçirirlerdi. Yemek yapmak, çocuklara bakmak, hayvanları sağmak, sütten yiyecekler yapmak, dikiş dikmek, keçe yapmak, dokuma dokumak, çadırları kurup sökmek, evin erkeğinin atını eğerlemek hep Kazak kadınlarının yapması gereken sorumluluklar arasındaydı. Buna karşın, erkeğin hayatı daha serbest ve at üstünde geçerdi. Eve bir konak geldiğinde kadın yemek pişirir ve onu misafire ikram ederdi ancak kendisi erkeklerden sonra yemek yerdi. Böyle olsa da Kazaklarda evin sahibi kadın olarak görülürdü. Kazak kadınları yüzlerini örtmez, at yarışlarında, manili atışmalarda ve diğer millî oyunlarda genç erkeklerle birlikte rahatça hareket ederdi (Bacon: 53-54).
Kazak toplumunun idarî ve sosyal yapısı iki temel zümreye dayanıyordu. Bunlardan biri, toplumun üst katmanını oluşturan ak süyek, diğeri ise halk tabakasını oluşturan kara süyek’tir. Ak süyeklerin temelini, töreler oluşturuyordu. Bunlar kendi soylarını Cengiz hanedanından Cuçi ulusuna dayandırıyor ve Kazaklar arasında seçkin bir zümreyi meydana getiriyordu. Kazak hanları da bunlar arasından seçilmekteydi (Kazakstan Tarihi Oçerkter 1994: 205). Soya dayanan böyle bir ak süyeklik anlayışı, Kazaklar arasında yerleşik bir “sınıf”ın varlığını düşündürebilir. Ancak, daha 19. yüzyılın ikinci yarısında Türkistan’a gelen bazı Batılı diplomatlar, Kazak han ve sultanlarının dünyanın başka hiçbir yerinde olmadığı kadar az anlam ve güce sahip olduklarını, aralarından birinin büyük başarılar kazanıp, ardından kitleleri sürüklemesinin onun ak süyek oluşuna değil, kendi şahsî yeteneklerine bağlı olduğunu belirtmiştir. Yeteneği ölçüsünde, kara süyekten birinin de aynı dereceye yükselebileceğine vurgu yapmıştır (Bacon: 51). Levşin de, ak süyek olan hanın ak süyekliğinden kaynaklı bir yetki ve güce sahip olmadığını belirtmiştir. Han, boy beyleri tarafından seçilmekteydi ve boylardan herkes bu seçime katılabilirdi. Han ne kadar ak süyek olursa olsun, hanın otoritesi, zekâsı, zenginliği ve etrafında onu destekleyenlerin çokluğu ile doğru orantılıydı (Rumyantsev 1910: 18-19). Dolayısıyla Kazak toplumunda ak süyeklik, sınırsız bir yetki ve imtiyaz sağlamıyordu.
Kazaklarda kara süyek, toplumun büyük bir kısmını oluşturan halktı. Halk kendi içinde Ulu, Orta ve Küçük Cüz olarak üçe ayrılıyordu. Üç Cüz bir araya gelerek Kazak Hanlığı’nı meydana getiriyordu. Üç Cüz’e birden hâkim olan han, ulu han adını alırken, her bir cüzün başında bulunan han da kişi han (küçük han) adıyla anılıyordu. Han çocuklarına sultan unvanı veriliyordu. Bu cüzlerin altında ruv adı verilen idarî ve sosyal boy yapılanması, ruvların altında ise avul adı verilen daha küçük yapılanmalar yer alıyordu. Yakın akrabalardan oluşan yaklaşık on aile bir avulu oluşturuyordu. Aymak ise, birkaç avulun veya ruvun yaşadığı bölgeyi tanımlıyordu. Ruvların başında ruv bası (uruk başı), aymakların başında aksakal ve avulların başında avul ağası bulunuyordu (Kurmangaliyeva Ercilasun 2008: 25-26). Aksakallar, yönetimde oldukça etkili kişilerdi. Güçlerini kendi alt birimlerinde kendilerine duyulan saygı ve hürmetten alırlardı. Kazak hanlarının, halka kabul ettirmek istediklerini aksakalların nüfuzunu kullanarak kabul ettirmeye çalıştıkları da olurdu. Aksakal unvanını alan kişi zeki olmanın yanı sıra, konar-göçer hayat tarzının özelliklerini iyi bilmeli, hayvancılığa dair bilgi ve deneyime de sahip olmalıdır. Bu özellikleri nedeniyle aksakallar toplumda çok büyük bir değere sahiptir ve onların kararları Kazaklar tarafından kabul görür. Aksakalların kararlarına aykırı davrananlar toplumdan dışlanır (Kazakstan Tarihi Oçerkter 1994: 206). Barış zamanlarında Kazaklar arasında sadece küçük grupların başkanları etkilidir. Buhran zamanlarında küçük gruplar bir araya gelerek tek bir idarecinin idaresi altında toplanır. Başkanın otoritesi, emrindekilerin saygısı ölçüsünde güçlüydü (Bacon: 50). Kazak liderlerinde, akıllı ve becerikli olmak, geniş bir aileye sahip olmak, etrafındaki fakirlere yardımcı olmak ve büyük hayvan sürülerine sahip olmak gibi özellikler aranırdı (Bacon: 51).
Kara süyekler arasında kendisine saygı duyulan, ileri gelen denilebilecek diğer kişiler ruv bası, biy ve batırlardı. Ruv bası temsil ettiği ruvun ortak kararıyla seçilmiş, ruvun seçkin bir ailesine mensup bir kişi olurdu. Biyler ise, adalet işleriyle ilgilenirlerdi. Hukukî düzenlemeleri yapmak ve Kazaklar arasında çıkan anlaşmazlıkları çözmek biylerin göreviydi. Batırlar da askerî lider olarak Kazak toplumunda çok büyük bir prestije sahipti ve siyasî alanda da etkili kişilerdi. Batırlık babadan oğla geçmezdi. Batırlar, bu unvana gösterdikleri cesaretle, kahramanlıkla ve kendi gayretleri ile sahip olurdu (Kazakstan Tarihi Oçerkter 1994: 205).
Kazak din anlayışı, İslamiyet ve bozkır ruh kültünün birleşiminden oluşuyordu. Çariçe Elizabeth’in, Kazaklara eğitimleri için Kazan Tatarlarından din adamları göndermesinin ardından, İslamiyet Kazaklar arasında daha çok tutunmaya başlamıştı. Tatarlar, Kazaklar arasında hem dinî kimlikleriyle hem tüccar olarak hem de Kazak boy beylerinin yanında kâtip olarak bulunurdu. Kazaklar arasında Hive ve Buhara’dan gelen mollalar da vardı. Kazaklar sünnî olmakla birlikte, aslında aralarında mezhepler arasındaki farkı bilen de yoktu. Mollalar bile İslam dininin ince ayrıntılarını bilmezdi. İslamın beş şartına tam anlamıyla uyulduğu görülmezdi. “Allah” adı dualardan çok, eski Türk inancından; Türk Tengri inancından kalma ilgili ritüellerde duyulurdu. Bir molla geldiğinde namaz kılınırdı ancak beş vakit namazın düzenli olarak kılındığı görülmezdi. Cuma günleri ise toplu şekilde namaz kılınmazdı, zira Kazakların topluca namaz kılınan camileri yoktu. Sosyal dayanışma çok güçlü olduğu için zekat vermeye de Kazak sosyal hayatı içerisinde pek rastlanmazdı, çünkü fakir aileler zengin ailelerin yanında çalışır, onlarla birlikte yaşar ve kendi ihtiyaçlarını kendi emekleri ile karşılardı. Kazaklar arasında genellikle oruç tutulmazdı. Çok az sayıdaki Kazak, Mekke’ye gidip hacı olurdu. Bu kazanılması çok meşakkatli bir statü olduğundan Kazaklar arasında hacılar çok büyük bir saygı görürdü (Bacon: 54-55). İslamın şartlarına uymakta esnek olan Kazaklar, İslâm dininin bazı gereklerine ise uyarlardı. Erkek çocuklar sünnet ettirilir ve toylar düzenlenirdi. Düğünlere molla çağrılırdı. Cenaze töreninde molla varsa dualar okurdu ancak molla bulunmadan geçen cenaze törenleri de olurdu. Ama genel olarak ölüm törenlerinde yapılan ritüeller daha çok gelenekseldi. Kazaklar düğünlerinde olduğu gibi ölüm törenlerinde de büyük ziyafetler verirlerdi. Ölümün birinci yıldönümünde ölen kişi anılır ve “ölü aşı” tertiplenirdi. (Bacon: 55-56).
Yirminci yüzyılın başlarına kadar eski Türk inanç geleneği Kazaklar arasında yaşamıştır. Toplumda hastalıkları tedavi etme, gelecekten haber verme, kayıp nesneleri bulma gibi işlevleri yerine getiren ve Kazaklar arasında sayılan kişiler yanında, hayvanların kürek kemiğini yakarak fala bakan, kehanette bulunan kişiler de vardı. Halk arasında mollaların Kur’ân’dan ayetler yazarak yaptığı muskalara da inanılırdı. Ondokuzuncu yüzyılda hastaları tedavi etmek amacıyla hem halk hekimlerine hem de mollalara başvurulurdu (Bacon: 56-57).
Kazaklar arasında en önemli törenler düğün, ölüm ve ölüm yıldönümünde yapılırdı. Bu törenlerde çok büyük ziyafetler verilir ve çeşitli yarışmalar düzenlenirdi (Bacon: 58). Yılın hangi mevsimi olursa olsun, Kazaklar arasında türkü söyleme geleneği yaygındı. Konar-göçer hayatın bir parçası olarak, Kazaklar bir araya gelip sık sık çalıp söyleyerek kendi aralarında eğlenirdi. Göç esnasında, düğünlerde, cenazelerde söylenen türküler vardı (Bacon: 58). Avul avul dolaşarak çalıp söyleyen akın adı verilen halk ozanları, halk tarafından çok sevilir, büyük bir memnuniyet ve hürmetle ağırlanırdı. Kazaklar arasında çalıp söyleyen kişilerin akın olabilmek için akınlık yeteneklerini halk karşısında ispatlamaları gerekirdi. Akın olmak isteyen kişiler, akınlıklarını halka kabul ettirmek için akın olarak kabul edilen başka kişilerle yarışır eğer halk tarafından beğenilirlerse akın olarak kabul görürlerdi, ancak halkın beğenisini almayan kişilerin akınlığı kabul edilmezdi (Mukanov 2005: 162).
Kazaklar arasında on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar çok zengin bir sözlü gelenek gelişmişti. Okuma yazma oranı Kazaklar arasında çok yaygın olmamasına rağmen, Kazaklar medrese tahsili için ya kuzeye İdil-Ural bölgesine ya da güneydeki Buhara, Semerkant gibi şehirlerdeki medreselere eğitim görmeye gidiyordu.
Çarlık Devrinde
Kazak topraklarının Çarlık hâkimiyetine girmesinden sonra, Kazakların verimli topraklarına Rus göçmenlerin iskân edilmesi, Kazakların otlaklarını gittikçe daralttı. Onların kışlak ve yaylak olarak kullandıkları bölgeler tahıl arazileri hâline getiriliyordu. Kuzey ve Doğu Kazakistan’daki en verimli bölgelere Rus göçmenlerinin yerleştirilmesi I. Dünya Savaşı’na kadar sürmüştü (Bacon: 107).
Rus ticaret kasabaları ve mevsimlik panayırlarla Kazaklar yabancı mallar almaya başladı. Ayrıca, bozkırda geçici pazarlar arasında mal taşıyan Sartlar ve Kazan Tatarları da vardı. Ticaret konusunda bilgisiz olan Kazaklar yüksek fiyata, kötü mallar alıyordu (Bacon: 109).
Kazaklar arasındaki davaları her iki tarafın saygı duyduğu biyler çözerdi ve kimse bu kişilerin verdiği karara karşı çıkmazdı. Oysa bu dönemde, Kazakların kendi istekleri dışında, Rusların gösterdiği hâkime gitmeleri zorunlu olmuştu (Bacon: 111).
Çarlık devrinde Kazakistan’da pek çok Rus Çarlık yöneticisi görev yapıyordu. Bu Ruslar, Kazakça bilmedikleri için çoğu Kazan Tatarı olan tercümanlar aracılığıyla Kazaklarla anlaşıyordu. Aynı zamanda, Kazak bölge yöneticileri de Rusça bilmediklerinden onların da bu tercümanlara ihtiyacı vardı. Dolayısıyla tercümanlık ve kâtiplik yapan kişiler büyük önem arzediyor, kimi zaman meseleleri kendi menfaatleri doğrultusunda yorumlayarak kaydediyordu (Bacon: 112).
Çarlık devrinde toprak anlayışında da değişiklik oldu. Kazaklarda her boyun belirli yaylak ve kışlağı vardı, bu arazi içindeki otlaklardan faydalanma hakkı da o boya aitti. Ancak bu otlaklar kimsenin mülkiyetinde değil, sadece boylar otlaklar üzerinde hak sahibiydi. Ancak zamanla mülkiyet anlayışı Kazaklar arasında da görülmeye başlandı. Önce kışlaklarda yapılan evlerin mülkiyeti alındı. Bu evler de artık miras bırakılıp satılabiliyordu. Daha sonra, otlaklar da kişilerin mülkiyetine geçerek miras bırakılabildi. Kuzey bölgelerinde Kazaklar topraklarını Ruslara kiralayabiliyordu, ancak maddî olarak güçlenen Ruslar ilgili memuru ikna edip bu kullandıkları araziyi kendi üzerine geçiriyordu. Bu durum Kazakların kendi topraklarını kaybetmesine neden oluyordu. Bazı zengin Kazaklar da nüfuzlarını kullanarak boylarının eski topraklarına sahip olup fakir akrabalarını ırgat durumuna düşürebiliyordu (Bacon: 112-113). Çarlık Hükümeti, istila politikaları gereği Kazaklar arasında geleneksel akrabalık bağlarını zayıflatıp, Kazak topraklarında uruklar arasında çatışmalar yaratıyordu. Özellikle bolıs seçimlerinde urukların arası açılıyordu. Kazaklar arasındaki bu çatışmaları önleyecek en önemli savunma mekanizması da yedi ata geleneği idi. Yedi ata bilinci, Kazak nesilleri arasındaki bağı güçlendiriyordu (Sahipova 2007: 192-193).
Çarlık devrinde eğitim alanında da önemli değişiklikler meydana geldi. Başlangıçta, Kazak çocukları Kazakların yüksek eğitim veren okulları olmadığı için Rus liselerine gönderiliyordu. 1841’de Kazakların kendi liseleri kuruldu. Çarlık Hükümeti de Kazak çocuklarının Rus okullarında okumasına sıcak bakıyordu. 1813’te Omsk’ta, 1825’te Orenburg’da Kazak öğrenciler için açılan sınıflar vardı. 1850’den sonra ise eğitim, artık Rus şarkiyatçı İlminski’nin stratejik planları doğrultusunda yön verilen bir alan olmuştu. Kazaklar için açılan Rus-Kazak liseleri ve Kazak Öğretmen Okulları Kazaklar arasında aydınlanmaya öncülük eden okullar oldu. Bu okullarda okuyan Kazaklar, Çarlık İdaresi’nin de işine yarıyordu, çünkü Ruslar, Kazak yurdundaki Rus idarecilere yardımcı olabilecek Kazak kâtip ve tercümanları bu sayede yetiştirmiş oluyordu. Amaç ne olursa olsun, Kazaklar arasında açılan Rus sistemine uygun okullar vasıtasıyla sayılı da olsa elit bir Kazak grubu yetişmişti (Bacon: 113-115).
Sovyet Devrinde
Sovyet yöneticileri, hayvancılıkla uğraşan konar-göçer Kazakların yerleşik hayata geçirilmesi ve tarım alanına kaydırılması ile yakından ilgilenmiş ve büyük çaba göstermiştir. Çünkü konar-göçer hayat yaşayan Kazakları kontrol altında tutmak oldukça güçtü. 1921-1922’de yapılan toprak ve su reformu ile Yedisu ve Sır Derya bölgesindeki fakir Kazaklara toprak dağıtımı yapıldı. 1926-1927’de, bay olarak adlandırılan zengin Kazaklardan alınan araziler fakir Kazaklara dağıtılmaya başlandı. Kazaklar arasında hâlâ geçerliliğini korumaya devam eden hayvancılığa karşı Sovyetler 1928’de, baylardan aldıkları büyük hayvan sürülerini fakir ve orta hâlli ailelere dağıttı. Bu tarihten itibaren Kazaklar arasında kolektifleştirme politikası uygulanmaya başlandı. Kolektifleştirme şartlar dikkate alınmadan büyük bir hızla uygulandı. Kolektifleştirilme süreci Kazaklar için oldukça çetin geçti. Konar-göçer Kazak aileler kollektif kamplar olan kolhozlarda yaşamaya zorlandı, hayvanları otlak yokluğundan telef oldu, kolektifleştirmeye karşı çıkan Kazaklar “gerici baylar” olarak suçlandı, kimisi sürülürken kimisi de öldürüldü. Sonuç olarak 1926-1939 yılları arasında Kazak nüfusunda azalma yaşandı (Bacon: 131-132).
Kolektifleştirme ile birlikte Kazak bozkırlarında endüstrileşme de başladı. Güney bölgelerini pamuk tarlaları kapladı. Üç milyon metrekarelik Kazakistan Rusya’nın maden yatağı hâline geldi. Kazakistan’ın zengin krom, bakır, kurşun ve civa madenleri için Kazakistan’ın çeşitli bölgelerinde fabrikalar kuruldu ve işlenen bu madenler Sovyet ekonomisinin önemli bir bölümünü oluşturdu. Böylece Sovyet devrinde Ruslar, Kazakların yer altı ve yer üstü zenginliklerine de el koyarak bir çeşit sanayii sömürgeleştirme siyasetini de yürütüyordu (Akder 1957: 91). II. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş esnasında Kazakistan’a pek çok etnik grup sürgün edildi. Bunlar arasında Koreli, Ukraynalı, Alman, Kırım Tatarı ve başka gruplar yer alıyordu. Çarlık devrinde olduğu gibi, Sovyet idaresi boyunca da mütemadiyen Rus iskân siyaseti Kazakistan’da uygulanmaya devam etti (Bacon: 132). Kazakistan’da uygulanan Rus iskân siyaseti, Kazakistan’ın demografik yapısına çok büyük zarar verdi. Sovyetlerde, ülkelerin yerli halkının yanındaki ikinci en büyük etnik grup Rus grubu olarak görülürken, durum Kazakistan için farklılık arz etti. Kazakistan’da yerli Kazak halkının Rus grubundan sonra geldiği dönemlerin yaşandığı da oldu. Böylece Kazaklar tam anlamıyla kendi ülkelerinde sığıntı durumuna düştü. Bu durum 1959 ve 1970 nüfus sayımlarında çok açık bir şekilde görülmektedir (D’encausse 1984: 108).
Tablo 5: 1959-1970 yıllarında Kazakistan’da Kazak ve Rus nüfusu
1960’lara gelindiğinde Sovyetler, Sovyet ekonomisinin konar-göçerlerin ürettiği süt ve süt ürünlerine, ete, deriye, yüne, kürke ihtiyacını kabul etmiş ve konar-göçer hayatın gerekliliğini anlayarak, konar-göçerlerin yaşadığı coğrafyaya en uygun üretim şeklinin hayvancılık olduğunu anlamıştı. Dolayısıyla Ruslar, bu tarihten sonra Kazakların hayvancılıktaki maharetlerini takdir etmiş ve desteklemişlerdi. Yine aynı dönemde konar-göçerlerin dertleriyle de yakından ilgilenerek, onların hayat şartlarını kolaylaştırmak için çözüm önerileri de aramaya başlamışlardı. Bu amaçla 1961’de Devlet Başkanı Kruşçev, Kazak çadırları için daha dayanıklı maddelerin üretimini istedi. O, çobanların millî ekonomideki işlevlerine dikkat çekerek, çobanlar için çadırlardan vazgeçmeyip, çadırları daha kullanışlı hâle getirme gerekliliği üzerinde durdu (Bacon: 136-137). Hatta incelenen romanlardan Ösken Örken’de tamamiyle bu konu ele alınmıştır. Kruşçev’in Kazak bozkırları için belirlediği bu siyaset, bire bir olarak Muhtar Avezov’un Ösken Örken romanına yansımıştır.
Her kolhozun bir merkezi vardı. Bu merkezde değirmenci, marangoz, toplanılabilecek bir kültür merkezi ve çocuklar için de bir okul olurdu. Kolhoz merkezlerinin çok azında bütün bir yıl oturan bulunurdu. Ancak Rusların da bulunduğu karışık tarım merkezlerinde durum farklıydı. Bölge merkezlerinden ise diğer bütün ihtiyaçlar karşılanırdı. Hastane, kütüphane, postane ve okul bu bölge merkezlerinde bulunurdu. Bazı bölge merkezlerinde, radyo istasyonu, otel, hamam ve berber de olurdu (Bacon: 139).