Dostluk ile düşmanlık arasında bir sınır yok mudur? ‘Arkadaşım olmasına rağmen kötülük yaptı’ diye Nurtay’a kızıyorum. Aynı kötülüğün içine ben de batmıyor muyum? Daha dün Jagda’ya kötülük yapan Yeldos’u bugün evimde misafir etmeme ne demeli? Ben neler yapıyorum? Bübiş’i hatırlamam Şaziya’ya ihanet değil mi? İnsanları sövmesine sövüyorum, peki bana kim sövecek?”
İçine düşen kurt geçmek yerine onu daha çok kemirmeye başlamıştı. Sonuçta işte bugün, “İnsanlık mı, ikiyüzlülük mü, hangisi?” sorusunu sorup duruyordu. Başkasının sorduğu soruyu bir şekilde atlatırsın ama kendi kendine sorduğun sorudan nereye kaçabilirsin ki?
Yeldos gittikten sonra Şegen: “Bugün Cumartesi. Nurtay’ın dünkü eleştirisinin de, şüpheli sorusunun cevabının da acele etmeden etraflıca üzerinde dururum” diye düşünmüştü. Ancak Şaziya buna engel oldu. Bugün iyice patladı, dünkünden daha beter konuştu: “Arkadan söylenen sözler söylendiği yerde kalır. Yüzüne söylersen utanır. Utanmazsa da çekinir. Hiç olmazsa bir daha öyle kötülük yapmaz. Yaparsa da çekinerek yapar. Sen ilgilendin, ağırladın, hafif üstü kapalı konuştun. Oysa o daha çok imalı imalı konuştu. Sen kendince seviniyorsun ‘Düşüncelerimi üstü kapalı ilettim’ diye. O gitti ‘Dürüstlüğümü ispatladım’ diye. Bu mu sizin nezaket anlayışınız. Bunu da insanlık ve iyi niyet mi zannediyorsunuz? Yüzüne söylersen ödü mü kopar adamın? Onu kırmak istemezsin, ona acırsın da, Jagda’nın kırılabileceğini düşünmez misin?”
Aslında, Şaziya’nın söylediklerinde doğruluk payı vardır. Ancak, ağzına gelen her şeyi söylemekle ne kazanırsın? Suçluyu yermek, suçsuzu övmek herkesin elinden gelir. İnsanlığı sadece bununla ölçeceksek onun hiçbir değeri kalmaz ki. Az bir dürüstlüğün arkasında büyük ihanet gizli ise bunun neresi adalet olur. Aynı şekilde birine gösterdiğin saygıyı başkasına yapılan ihanet sayarsan, insanlar arasında ki uyum nasıl sağlanır? Herkesin biriyle az çok anlaşmazlığı, kırgınlığı mutlaka vardır. O kırgınlığı bahane edip herkes birbirini azarlarsa o insanların oluşturduğu toplum ne hâle gelir? İnsanlar küskünlükten daha yüksek değerlere sahip değil mi yani? Uzun lafın kısası kırgınlığı büyütmek mi daha doğru bir davranıştır yoksa elinden geldiğince barışa katkı sağlamak mı daha doğrudur?
Şegen, çalışma masasının yanında otururken bunları düşündü.
“Bana göre Şaziya gibi insanları suçlular ve suçsuzlar olmak üzere iki gruba ayırmak da suçtur.”
Şegen, biraz sonra kendisini düşüncelerinden kurtulmuş ve beyaz kâğıdı alıp yazmak üzere donakalmış olarak buldu. Ancak ne yazmak istediğini hatırlayamadı. Hatırladığı, dünden beri sürekli düşündüğü ve kendisini rahatsız eden sorulara cevap aradığıydı sadece. Fark etti ki o soruları bir iki cümleyle cevaplandırmak kolay değil; anlatacağı, karşılaştıracağı, yorumlayacağı çok şey vardı. Muhtemelen tartışmalı ve zor bir cevaptı. Cevap, Şegen’in yaşam birikimiyle neticeye bağlanacağından, insanların yaşam birikimleri farklı olduğu ve insanların birbirine benzemediği veya benzeyebildiği gibi o cevabın kimileri tarafından beğenilme, kimileri tarafından da kuşkuyla karşılanma ihtimali de vardır. Kesin olan tek şey, ne olursa olsun cevabın sadece Şegen’in kendi cevabı olacağıdır. Bu cevap da kendi özgeçmişinden oluşmalıdır.
“Evet,” dedi Şegen bu kararı üzerinde durarak, “Bundan sonraki kitabı kendi hayatımdan yazmalıyım.
Nurtay’la kavga edeceğime, yazar olduğumu kitap yazarak ispat etmeliyim. Geçmiş olmadan bugün olmaz. İlk tanışmamızı, daha sonra nasıl arkadaş olduğumuzu yazmazsam, Bübiş’i hâlâ unutamadığımı nasıl anlatırım? Dahası Bübiş’i sevdiğim hâlde Şaziya’yla neden evlendiğimi, nelerin sebep olduğunu hiçbir şeyi gizlemeden, içtenlikle yazmazsam milletin beğenisini kazanabilir miyim? Aynı şekilde Jagda’yla ikimizin dostluğunu ayrıntısıyla anlatmazsam Şaziya’nın niçin sinirlendiğini kim anlar? Kısacası, yazacaksan hiçbir şeyi saklamadan samimiyetle yazmalısın.”
Şegen, hemen yazmaya başlamaya cesaret edemeyip biraz düşünmeye karar verdi. Yerinden kalkıp kanepeye uzandı. Aniden aklına gelen düşünceye hâlâ pek inanamıyor, kendisini biraz daha kontrol etmek istiyor gibiydi. Kendisine tam güvenemiyordu. “Yazacaksam nasıl yazmalıyım? Peki, tamam dersem hangi olaydan ve hangi dönemden başlamalıyım?” gibi sorulara cevap bulamayan Şegen’in kafası allak bullak olmuştu. Uzun uzadıya düşündü ve sonunda Pazartesi’ye kadar çocukluğunu zihninde yazmayı denemek istedi.
Böylece kafasında yazma kararı aldı.
Kanepeye rahat rahat sırtüstü yattı. Kendini bilmeye başladığından itibaren bildiğin her şeyi yazmak, zihinde de olsa, kolay değilmiş. Aklına gelen kopuk kopuk olayları düzene sokmakta uzun süre zorlandı.
Gözlerini kapatıp düşünceye daldı. Ortaya bir şeyin çıkıp çıkmayacağı belli değildi.
“Kendi eşini sevdiği hâlde bir başkasını unutamamasının, birlikte büyüdüğü dostunu sevip saydığı hâlde, onunla arası kötü olan insanlarla iyi geçinmesinin” sırrını açıp açamayacağı da belli değildi; bunları kendisi de bilmiyordu. Ama yine de denemek istiyordu. Güzelim gerçek insanlarla birlikte dönmeze gitmeyip, açığa çıkmalıydı.
ÇOCUKLUK DUYGU
* * *Çocukluk dönemlerinden birini Şegen şöyle canlandırdı:
* * *Köy, yaylaya daha yeni taşınmıştı. Kadın, erkek herkes acele ediyor, hep birlikte çadır dikmekle uğraşıyordu. Acele etmekten başka çareleri yoktu. Henüz öğle saatleriydi ama daha tayları bağlayacaklar, kısrakları sağacaklardı; ocak yapıp yemek hazırlayacaklardı; iş baştan aşkındı.
Boyları yaklaşık aynı gözüken, biri bu sene dördüncü sınıfa geçecek, diğeri yakında sekiz yaşını dolduracak iki çocuk, büyüklerden ayrı, aşağı vadiye doğru koştu. İkisi aşağı doğru indi ve iki üç kıvrımdan sonra yamaçtan sağ tarafa doğru yukarı çıkmaya başladı. Dik bir kısma denk geldiler, bu sene daha hayvan bile ayak basmamış yumak otları çok korkutucuydu. Kaymaktan korkan iki çocuk bazen emekleyerek tırmanıyordu. Yükseldikçe, dağ daha da dikleşiyordu. Epey bir çıkan çocuklar yamaca yapışıp tamamen emekleyerek ilerlemeye geçtiler. Karınlarını biraz yükseltirlerse dengelerini kaybederek, aşağı doğru yuvarlanacak gibiydiler. Dağ sallanıyordu sanki. Aşağıdaki suyun sesi bazen duyuluyor, bazen duyulmuyordu. Önde gelen sarışın çocuk kafasını kaldırıp arkasına baktı.
“Şegen aşağıya bir baksana! Dimdik, kayarsak işimiz biter.”
Peşinden tırmanan esmer çocuk, ensesinde çıban varmış gibi boynunu azıcık döndürüp arkasına baktı. Bir demet yumak otundan destek alan ayağı aniden kayıp yerinden oynadı. Kafasından soğuk su dökülmüş gibi bedenini titreme sardı. Sıkıca yere yapıştı. Dağ sanki gökyüzüne bağlanmış salıncak gibi dönmeye başladı. Elini azıcık serbest bırakırsa aşağıya yuvarlanacak gibiydi.
“Hey, ne oldu?” diyen Marat’ın, korkudan ödü kopmuştu. Sürüklenerek geldi ve Şegen’i kucaklayıverdi.
“Gözlerini aç! Yoksa başın dönmeye devam eder!” diye akıl öğretti. “Dağın tepesine bak! Yukarıya bak!”
Şegen, gözlerini zar zor açarak yukarıya baktı. Tepeye ulaşmalarına çok az kalmıştı. Tam ulaşmışken korktuğundan utandı ve bir an önce devam etmek istedi. Sesini çıkarırsa korktuğu belli olacağından, Marat’a gözleriyle “Devam edelim.” işareti yaptı. Deminki zayıflığını telafi etmek isteyerek tepeye onunla yanyana tırmandı.
“Nihayet!” dedi ve yüzüstü uzanıverdi tepede. İkinci defa, “Nihayet!” diyerek sırtının üstüne uzandı. “Tepeye çıkmak ne güzel!” Demin bembeyaz olan yüzüne kan gelmeye başlamıştı.
“Böyle bir güzellik olmaz olsun! Tepeye çıkana kadar canımız da çıkıyordu neredeyse.” Dedi, kötü bir şey olursa büyüğün suçlu tutulacağını bilen Marat. Neyse ki kötü bir şey olmamıştı. Bu fırsattan yararlanarak, “Demin aşağı yuvarlanacaksın diye nasıl korktuğumu bilsen! Jet hızıyla yanına geldim. Düz yerde bile öyle hızlı gidemem,” diye, puan kazanmaya çalıştı. Şegen ise daha alçak bir sesle konuştu:
“Ayağım kaydı. Kendimi dağın eteğinde bulacağımı düşünmüştüm. Yere yapışmasaydım gitmiştim!” diye kendisinin pek korkmadığını hissettirmeye çalıştı.
Bunların bulunduğu kısımda dağ ikiye ayrılıyormuş. Çatallaşan iki tepenin arası ise güneşli, taşsız ve dümdüz imiş. Dağın güneşe bakan alnı gibiydi. Sülün’ün kuyruk tüyüne benzeyen sarımsı beyaz çiçekli ışgınlar göz kamaştırıyor. Güney taraf süslene, püslene düğüne giden güzel kadınlarla dolmuştu sanki.
“Işgın, dağın sadece bu ensesinde güneşli tarafta yetişir.” dedi Marat, bildiklerini başkasından önce söylemeye çalışma alışkanlığıyla nefes nefese kalarak, “Diğer taraflarda daha çok kuzey kısmında, taşların arasında yetişir.”
Konuşmayı uzatmayıp öne doğru koştular. Açgözlülükle kopardıklarını soymadan ağızlarına koydular. Işgının yaprakları kuzukulağı, daha taze olan koçanları ise kuzu eti gibi idi. Tadınca tadı damağında kalıyordu. Sadece ikisi büyük bir servete kavuşmuş gibi rahat rahat yiyor, rahat rahat topluyordu. Tam bir cennetti. Olmamış koçanların biri diğerinden lezzetli, biri diğerinden yumuşaktı.
Biraz sonra Şegen’in kulağı çınlayıverdi. Uğultuya veya ıslığa benzer zayıf bir ses duyuldu. Arkasından üzerine korkunç bir şey çullandı. Daha bakmasına fırsat bırakmadan başına bir şey sarıldı. Korkudan gözlerini kapattı. Uzun ve dağınık tüylü bir hayvan mıydı, yoksa ince ve yumuşak bir kumaş mıydı, anlamamıştı? Serin ve nemli bir şey yüzüne, boynuna değmiş, dokunmuştu. Derhal boğacak, ısıracak diye bekledi, yapmadı. İnanmakta güçlük çekerek şaşkınlıkla yavaşça gözlerini açtı. Etrafı zifiri karanlık kaplamış, hiçbir şey gözükmüyordu. İki üç defa gözlerini açıp kapattı. Ayağının altını seçmekte zorlanıyordu. Deminki korkusu bir şey değilmiş meğer korkudan tir tir titredi. Dünyanın sonu gelmişti herhâlde. Zifiri karanlıktı. Hareket etmek istedi. Ancak uçurumun ne tarafta, düzlüğün ne tarafta olduğunu hatırlayamadı. Adım atarsa yerin deliğine düşecekmiş gibi geliyordu.
“Şegen neredesin?”
“Marrat!”
Kurt görmüş kuzu gibi meledi. Güzelim şerefin sınırını nasıl aştığını fark etmedi bile. –
“Korkuyorum, yanıma gelsene!” Topladığı ışgınları bir daha ihtiyacı olmayacakmış gibi yere attı.
“Korkma, ben yanındayım zaten.”
Marat’ı görünce dünyaya bir kötülük gelmediğini anladı.
“Tüh, sis mi bu, Marat?”
“Ne sisi. Bulut. Gezgin bulut. Şimdi geçer. Sis olursa kötü olur, uzun süre geçmez.” Dedi Marat. Onun da sesinde korku veya şüphe gibi güvensizlik hissediliyordu. Şegen: “Marat beni kandırıyor!” diye kuşkulandı.
O an güneş parladı ve hemen tekrar kayboldu. Dünyanın yerinde olduğuna emin olunca Şegen çok sevindi. Hava bir süre arka arkaya bir açtı, bir kapandı ve sonunda Marat’ın söylediği gibi bulut geçti gitti. Az önce korkmasına neden olan şey artık Şegen’in ilgisini çekmeye başlamıştı. Öbek öbek olarak yavaşça geçmekte olan bulut, o an ürkmüş koyunu andırıyordu. Kıvır kıvır beyaz bulutlar kesilmiş ineğin işkembesine de benziyordu. Biri alıp sürüklüyordu sanki, karnı kâh yere değiyor, kâh değmiyordu.
“Dönelim mi?” dedi Marat daha kendine gelememiş bir sesle. “Hava kararacak. Biraz aşağıya inip çam ağaçlarının içinden geçersek pek tehlikeli olmaz; ağaçların arasında ağaçlar ne kadar dik olursa olsun insanın başı dönmez.”
Eve hava iyice karardıktan sonra gelebildiler. Büyükler endişelenmiş, bunları aramaya başlamıştı. Dedeler atla aramak üzereymişler. Nineler bunları görür görmez konuşmaya, sorular sormaya başladılar. Neyi kızarak, neyi sevinerek söylediklerini ayırt etmek mümkün değildi. Yeni kurulmuş çadıra eşyalarını toplarken dışarıya çıkan Şegen’in babaannesi Batjan çocukları ilk gören olduğundan kızma ve azarlama payı daha çok ona düştü:
“Allah koruyasılar, neredeydiniz? Üzerinize titrerken ailelerinizi ne kadar endişelendirdiğinizin farkında mısınız siz? Dağ dağdır. İki ayaklı insan şöyle dursun, dört ayaklı hayvan bile kayar düşer o dağda.”
Onların sağ salim dönmelerine sevinen dedeleri ise pek kızmadı.
“Işgın için onca zahmete girmişsiniz!” dedi, Şegen’in dedesi Mamet biraz kızarak, “Allah bilir güney tepeye de gitmişsinizdir?” diye devam etti ve “Nasıl bildim!” der gibi kendinden memnun bir şekilde gülümseyerek kızıl kahve renkli sakalını sıvazladı.
“Evet!” dedi Marat ile Şegen övünerek. Eli boş dönmediklerini göstermek için koltuklarına sıkıştırdıkları ışgınları düşürmek içinkollarını hareket ettirip yukarı çektiler.
“Gevezeliğin babana çekmiş, maşallah!” diyerek arkaya bakıp yere tükürdü Şegen’in dedesi, torununa değil, başka birine söylüyormuş gibi. Sesi azarlıyor gibi değil, seviyor gibi çıkmıştı.
Bir daha bir yere kaçacağından korkarcasına Batjan ile Mamet, Şegen’i eve iki tarafından tutarak soktu. Yere serili kilimi daha yeni süpürmeye başlayan Jamihan, bunlar girince elindeki süpürgeyi atıp şaşkınlıkla kafasındaki eşarbını düzeltti. Şegen, çadırın nasıl kurulduğuna, düzüldüğüne baktı. Az ve öz eşyayla düzülmüştü. Ondan sonra elindekini koyacak uygun bir yer arayarak etrafına göz gezdirdi ve yorulmuş bir insan gibi:
“Şunu saklar mısın,” diye Jamihan’ın eline verdi.
“Kalsın, istemem. Yarın yedin diye başıma bela olursun sen.”
“Yere atıver. Toprağın serinliği ile iyi korunur,” dedi kayınvalidesi, isteksizce tavsiyede bulunarak.
“Getirsene,” dedi Mamet, ışgını tutan gelinine değil, Batjan’a seslenerek. “Merak ettim, bir tadına bakalım.”
“Duyuyor musun? Dediğini yap!” der gibi Batjan gelinine baktı. Jamihan, kayınpederi ile kayınvalidesine ikişer tane verip kendisi de bir tanesinin kabuğunu soymaya başladı.
“Satim çok severdi bunu,” dedi bir ah çekerek. Savaşa giden kocasının adını zikretmişti beklenmedik bir anda. Çok kötü bir hata yaptığını geç fark ederek büyüklerin yüzüne çekinerek baktı. Taze ışgını zevkle yemeye başlayan Batjan ile Mamet’in yedikleri boğazında kalmıştı. Hareketsiz kalan yaşlıların yüzlerinden “Nemize ışgın yiyip zevkten dört köşe oluyoruz ki. Nasıl oldu da Satim’i unuttuk?” ifadeleri okunuyordu. Jamihan yere bakar hâlde dışarı çıktı.
* * *Şegen, kafada yazma işine biraz ara vererek farklı bir düşünceye daldı: “Zaferden bu yana o kadar yıl geçmesine rağmen, dönmeyen oğullarının nerede olduğunu düşünüyorlardı babaannemle dedem. Ellerine, öldüğüne dair belge ulaşmayınca ümit ışığı sönmemişti herhâlde.”
Şegen’in aklına bir olay geldi.
* * *Atlı köy, araya on adım kadar bırakılarak dikilen iki evden oluşuyordu. İki de at bakıcısı vardı: Şegen’in dedesi Mamet ve Marat’ın dedesi Taybek. Bu iki yaşlı adamın dostluğu hayatlarındaki bazı benzerliklere dayanıyordu: İkisi de sigara içerdi, bıyık ve sakal bırakırdı, atlara çok düşkünlerdi. İkisinin de tek oğullarından kalan birer torunları vardı. Kaygıları da aynıydı. Akjazık Kolhozuna1 gelen ilk ölüm belgesi Taybek’in oğluna aitti. Gelinleri uzun süre onlarla kaldı ve bir sene önce evlendi. Ancak, yaşlılara kıyamayıp onlara destekçi olsun diye Marat’ı onlara bırakıp gitmişti. Ona da şükrediyorlardı. Savaş bitmesine rağmen Mamet’in oğlundan herhangi bir haber gelmemişti. Hem gelinleri, hem torunları onlarla birlikteydi. Hayatında savaş görmeyen yaşlı adam için bu savaşın açılmamış sırları çoktu. “Günlerin birinde oğlumdan iyi bir haber gelir.” umudu da, “Günlerin birinde gelinim evi terk etmek ister mi?” şüphesi de taşıyordu. İçi rahat değildi. Babasız yetişen çocuğun büyüyünce annesinin peşinden gideceğinden endişelenirdi Taybek’le Mamet. Kısacası, her iki ihtiyarı da içten yiyip bitiren epey dert vardı.
Şegenlerin oturduğu evin girişinde çöken deve gibi hantalca yatan pürtüklü büyük taş bulunuyor. Kısrak bağlanan ipin kazığı bu taşın dibine çakılı. İki evin arka tarafında dağın eteği, gitgide dikleşen yamaç; ön tarafı ise karşı yamaca kadar giden engin çayır.
Sabah vakti idi. “Fazla uzaklaşmayın! Acıktığınızda koşarak eve gelmeniz kolay olur, şu çayırda oynayın!” dedi Marat’la Şegen’e zorla birer kâse ayran içirirken Batjan. Jamihan torbayla eve girdi ve girer girmez iki çocuğa bakıp:
“Amcanlar at yakalayacaklarmış, dışarı çıksanıza!” dedi azarlar bir sesle. “Sonra yine dünkü gibi kaybolmayın, kımız karıştıracaksınız. Şegen, sen dışarıya çıktığın an evi unutuveriyorsun.” Annesi Şegen’e, dedesi ile babaannesinin yanında bu şekilde sert konuşarak sevgisini gizleme uyanıklığı yapardı. Böylesinin kayınvalidesi ile kayınpederinin hoşuna gittiğini bilir, özellikle yapardı.
“Şırakay’ın mı?” dedi Batjan, torbaya bakarak, “Pazardan getirdiği elma, erik birşeyleri varsa versene şunlara!”
“İsterseniz siz verin, ben karıştırmayayım,” diyen annesi, torbayı sürükleyip kayınvalidesinin yanına götürdü.
Marat ile Şegen gülümseyerek birbirine baktı. Hoş bir şeylerin beklediğini ikisi de anladı. Şırakay’ın gerçek adı Kabi’dir. Kolhozdaki hayvan çiftliğinin başkanıdır. Mamet’le ikisinin babaları kardeş, anneleri aynıdır. Anneleri “Amengerlik Geleneği”2 gereği kayınbiraderi ile evlenmiştir. Yakın kayınbiraderi olduğundan, Batjan onun gerçek adını söylemeyip “Şırakay” derdi3. Herhâlde “Çırağ, çırağım.” anlamında kullanıyordu. Kabi’nin adını diğer insanlar da pek kullanmaz, “Çiftlik” derdi. Herkes anlardı. Millet hem sayar, hem bazen arkasından gülerdi. Biraz kılıbıktı, kadınların yaptığı işlere de utanmadan karışırdı. Sağ kolunun başparmağı dışındaki parmaklarını savaşta kaybetmiştir. Sol elinde de sadece üç parmak vardır. Ona rağmen çok güçlüdür. Fiziksel olarak güçlü olmasına rağmen yumuşak huyludur; kimseyle tartışmaz, kavga etmez. Kendisine dokunanlara da sadece gülümseyerek cevap verir. İki yanağında küçük sivilce gibi kırmızı noktaları vardır. Dişleri ise insanı utandıracak şekildedir. Güldükçe ön dişlerinin yerinde kırmızı diş etleri gözükür, onun arkasından da yorgansız yatan çıplak insan gibi kırmızı dili çıkıverir. Onun gülüşüne, karşısındaki insanın gülesi gelir. Kabi’nin asi kısırakları yakaladığını gören ise gülmekten kırılır.
Ayranlarını alelacele içtikten ve Batjan’ın verdiği bir avuç elma ve erikleri ceplerine ayaküstü attıktan sonra, Marat’la Şe-gen dışarı doğru koşuştu. Marat’a hediye olarak verilen at ile uysal kısrak direkte eyerli olarak bağlı duruyordu. Önce Şegen’i ayağından kaldırarak kısırağa bindirdikten sonra, Marat kendi atına bindi.
“Yakaladıkları atları yine savaşa mı götürecekler Marat?”
“Manyak, şimdi ne savaşı? Kolhoza götürüp arabaya koşacaklar veya çobanlar binecek.”
Atlarına binen iki çocuk, at bakıcılarının bulunduğu tarafa doğru koyuldu. Yarışarak gittiler ve Kabi’yi görüp selamlaştılar.
“Oho, epey büyümüş dedelerinin çocukları!” diye gülümsedi Kabi, bunları severek.
“Hadi, atları bir araya toplayalım. Siz ikiniz diğer tarafa geçin!” dedi Mamet sanki ikisinin gelmesini beklercesine. Büyükler de grup grup ayrılarak atları toplamaya başladılar.
Tayların bağlandığı yere atlar çabuk toplandı. Mamet, atları yakalamak için kullandığı uzun sırığı elinde, coşan atların tam ortasındaydı hep. Arkasında Kabi. Mamet yaklaşıp sırığını aniden koyu doru renk ata doğru atıverdi. Asi at boynuna ip takılır takılmaz şaha kalktı. Mamet, ipin ucunu daha dizlerine sıkıştırmadan huysuzlaşan doru at ipi elinden çekip götürdü. Gözü açıp kapayıncaya kadar sürünün içinden sıyrılıp, ipi sürükleyerek yamaca doğru koştu. Atını koşturarak önünden kamçıyla çıkan Taybek’i görünce iki çocuğun bulunduğu tarafa doğru yön değiştirdi. Marat’la Şegen atlarının üzerinden ellerini sağa sola hareket ettirerek ve bağırarak korkutmak istemişti, hiç umursamadı bile. Az bir dönüp Şegen’in bindiği kısrağın kuyruk kısmına çarparak hızla geçti. Kısırak kasılarak sendeledi. Şegen, hayvanın sağrısında, eyerin yan tarafından sıkıca tutarak oturduğundan düşmekten kurtulmuştu. Korkusundan eli ayağı titreyerak ağlayayazdı. En korkunç olanı ise, asi atın gözlerini yakından görmesiydi: Gözleri buz tutmuş cam gibi olmuştu, önünde uçurum da olsa durma niyeti olmayan bir bakışı vardı.
“Ay, ay!” diyen Mamet’in ödü koptu. “Öldürüyordu çocuğu hayvan!” diyerek, hemen torununun yanına geldi ve onu kucakladı. “Bir yerini acıtmadı, değil mi yavrum?”
Gözlerini kırpıştıran Şegen, sadece kafasıyla “Hayır!” işareti yaptı. Asi atın bu davranışı, Kabi’yi de çok sinirlendirdi. Kızgın bir hâlde doru atın peşinden gitti ve atların yanına geri getirdi. Sürüye katılan at karşı tarafa kaçmaya çalıştı. Kabi de hiç peşini bırakmadı. Artık kurtulamayacağını anlayan at yavaşlamaya başladı. O sırada Kabi yaklaştı ve atın sürüklediği ipe uzanmak üzere elini boynuna uzattı. Doru at aniden arkaya dönüp iki ayağıyla çifte attı. Toynakların değdiği kemik parçalanmıştı sanki. “Çat” diye yakınlardaki kayadan yankılanan ses geldi. Kabi’nin atı kafasını yukarı kaldırıp sersemledi.
Yakınır gibi, hüngür hüngür ağlayan insan gibi acıklı bir şekilde kişnedi. Kabi zıplayarak attan indi.
“Versene atını!” dedi, yanına yaklaşan Mamet’e. O da sessizce inip bindiği aygırı Kabi’ye verdi. Asi at aygırın gücünü hissetmiş olmalı ki dönüp at sürüsüne doğru yöneldi. Kabi tekrar yaklaştı. Eğilip sol eliyle kuyruğundan tutuverdi. Eli hisseden at hızla kurtulmak istedi. Ancak tutan el çok güçlüydü ve ufak ufak yavaşlatarak aygıra doğru çekiyordu. Çifte atmak için kalçasını kaldırmıştı. Kabi hızla çekti ve kuyruğu dizin iç kısmından geçiriverdi. Kafası aşağıda, kuyruğu yukarıda olan asi at donakaldı. Kabi gülümseyerek arkaya baktı.
“Dizgin getirin!”
Asi at, bundan sonra sadece gem vururken biraz huysuzluk etti. Onun dışında yenildiğini kabul etmişe benziyordu. Dönmüş gözlerinde sinirden ziyade korku vardı.
“Taybek, eyerinizi şuna vurun!” dedi, Kabi Taybek’e. “Gününü göstereyim ben bunun!”
Mamet ile Taybek ikisi birlikte asi atı çabuk eyerledi. Çift kayış bağladılar. Hareket ettiğinde kuyruğu kopacak olan asi at pek direnmedi.
“Dikkatli ol! “dedi, Mamet kardeşine. “Pek huysuzmuş, böyleleri körden beter olur, önünde uçurum da olsa bakmaz.”
İki ihtiyar, atı iki tarafından tutarak Kabi’yi bindirdi. At, bilincini kaybetmiş gibi bulunduğu yerde bir süre dönüp durdu ve sonra inat edip yana doğru tırıs gitti. Demir yemlik canını acıtmış olmalıydı, tekrar tekrar ağzını buruşturarak yemliği kıtır kıtır çiğnedi. Ağzını ikiye parçalayacak olan beladan kurtulmak ister gibi kişneyerek ağzını yamulttu ve şaha kalktı. Ayaklarını yere indirdiğinde dengesini kaybedip yokuş aşağı tepe takla yuvarlandı. Kabi de atın biraz ilerisine pat diye düştü. Bakanlar “Eyvah!” deme fırsatı bile bulamadı. At da, Kabi de yerinden hemen kalkamadı. O an herkesi korku sardı. Kabi’nin yanına itile kakıla herkesten önce Mamet geldi. Hemen kafasını kucağına aldı ve “Bissimillah.” diye kardeşinin başının arka tarafı toprağa değen yere üç defa avucuyla vurdu ve üç defa tükürdü. Kabi zar zor gözlerini açtı. Taybek de diz çöküp oturdu ve Kabi’nin başını dizine koydu. Kötü bir şeyin olduğunu anlayan Batjan ile Jamihan da dağ yamacına doğru koştu.
“Allahım, ne oldu? Savaş kurşunundan sağ salim dönmüştü, eceli asi attan mı gelecekti? Allahım, çoluk çocuğuna bağışla!” dedi. Batjan gelir gelmez kayınbiraderinin elini tutup damarını tuttu. “Şırakay, neresi?” diye sordu, ağladığını göstermemek için gözlerini aceleyle elleriyle silerek.
İyi olduğunu belirtmek isteyen Kabi zoraki gülümsedi.
“Marat bıçağını versene!” dedi Taybek, sinirden veya korkudan titreyen sesle. “Eskinin adetlerindendir, tüm kötülükler bu atla gitsin, keseyim onu. En kötü ihtimal kolhoza değerini öderiz.”
“Aklı başında bir insan böyle eğimli bir yamaçta asi at eğitir mi?” dedi Batjan “hHerşeyin sorumlusu sensin!” der gibi kocasına bakarak. “Kaldırsanıza artık, yığıldığı yerde yatmasın.”
Gidip kayınbiraderinin bir kolundan tuttu. Mamet’le ikisi eve götürmek istedi. Kabi doru atın yattığı yere bakıp durdu.
“Bu adam olmaz,” dedi Taybek.
Böylece eli ayağı titreyerek, boynunu kaldıramadan gözleri yuvalarından fırlamak üzere olan atın boğazına bıçağını sokuverdi. Daha az önce şaha kalkıp kişneyen güçlü atın boğazından kan fışkırıyordu ve çaresiz atın nefesi azalıyordu. Onunla boğuşan Kabi’nin de şimdiki hâli iç açıcı değildi. Çok kısa sürede meydana gelen olaylardan Şegen’in başı döndü ve yaşamın acımasızlığından korktu. Belirsiz bir korku bedenini sardı ve titremeye başladı. Midesi bulanarak kusmak istedi. Dünkü tepedeki hâli aklına geldi. Az daha kendisi de şu doru at gibi düşerek ölecek miydi? Kendisini rahatsız eden düşüncelerden kurtulmak için gözlerini kapattığı an, dik yamaçtan düşüyormuş gibi başı döndü. Ayakları tutmadığından etrafında dayanak aradı ve yere çömeldi.
“Güzel yavrum benim, çok korkmuş!” dedi, onu fark eden Batjan.
Çocuğun durumu herkesi korkutmuştu. Başkaları şöyle dursun, hâlâ beli ağrıyan, omuzunu kaldıramayan ve kafası zonklayan Kabi bile rahatsızlığını unutmuştu. Şegen, üşümekten tir tir titriyordu. Ancak ateşi eli yakacak kadar yüksekti. Batjan, torununun kolundan tutup eve getirdi ve kat kat yorganın altına yatırdı. Arada bir ürkerek düşüyormuş gibi etrafında tutunacak şey arıyordu Şegen. Onun bu hâlini gören herkes çok endişelendi. Sorulan sorulara cevap yerine sayıklayarak anlamsız şeyler söylüyordu. Köy birden ne yapacağını şaşırmıştı.