Jamihan, koşarak gidip doru atın düştüğü yerden üç fiske toprak getirdi ve kayınvalidesine verdi. Batjan toprağı Şegen’in alnına, ensesine ve kürek kemiğine bastırarak başının üzerinden geçirdi ve okuyup üfledi. Ağlamaya veya kucaklamaya cesaret edemeyen Jamihan, sırayla kayınvalidesiyle Şegen’in yüzüne ürkek bakışlarla bakıyordu. Sadece ayağını kapatıyormuş gibi yapıp yorganın dışından okşuyordu.
“Yavrum çok korkmuş. Biricik oğlundan kalan biricik torununa babaannesi kurban ola!” diye fısıltıyla yalvarıyordu Batjan.
Mamet daha sakindi.
“Yaramaz çocuk, amcana mı acıdın yoksa asi ata mı? Demek ki sen de baban gibi yumuşak huylusun.” diyordu, Şegen’in bu davranışından memnun olmadığını sergileyerek. Eşine de kızdı, “Rahat bırakın çocuğu, biraz dinlensin. Uyursa unutur her şeyi.”
“Senin suçun, çocuğu heveslendirdin. Bunlara at mı kovalattırılır.” Diyen Batjan, kocasını suçlayarak kızmaya başlamıştı. Ancak kocasının çatılan kaşlarını görünce hemen sustu. Şaşkınlıkla, çocuğun yastığını düzeltir gibi yastığı hareket ettirdi. Dikilip duran kocasının kötü bakışlarından “Çocuğun yanından ne zaman ayrılacaksın?” sorusunu okuyunca, dudak hareketleriyle itiraz etti ve yerinden kalktı. Hâlâ güçlü, pembe yanak, tombul yüzlü ihtiyar, üstün gelişine memnuniyetle gülümsedi ve alaycı bir yüz ifadesiyle sessizce dışarı çıktı.
Şegen, biraz sonra kalktığında kendisinin kapıya bakar vaziyette yattığını fark etti. Omuzu cansızlanşmış, kolları uyuşmuştu. Hareket etmek istedi. Deminki baş dönmesi de, mide bulantısı da geçmiş gibiydi. Kendini hafif ve iyi hissediyordu. Üzerine örtülmüş kalın yorganı yavaşça aşağı itti. Babaannesinin sesi geliyordu. Sesinden kızgın olduğu anlaşılıyordu ancak neler söylediğini anlamak zordu. Jamihan da bir şeylere kızmış gözüküyordu. Şegen’i uyandırmamak için fısıltıyla konuşuyorlardı. “Marat” mı dedi yoksa ona benzer bir ad mı zikretti Jamihan? Şegen, bu sefer kulaklarını daha çok açtı. Ancak dinlemek istedikçe kulakları daha çok çınlamaya başlamıştı. İkisinin fısıltısı anlaşılmayan bir gümbütüye dönüşmüştü. Bir an babaannesi derin bir “Ah!” çekti. Yerinden kalkıp Şegen’in yattığı yöne doğru bakıp söylemiş olmalı ki, “Allahım yardımını esirgeme! Ecelden kurtardın, şimdi de hastalıktan kurtar yalnızımı!” diye yalvaran sesi çok net duyulmuştu.
Şegen’in kafasında soru işareti oluştu. Yalnızım dediği kendisiydi, hastalık dediği şu anki durumuydu, peki eceli neydi? Yoksa öleceğim diye mi korkmuşlardı. Marat’la ne alâkası vardı? O an aklına dağın güney tepesi geldi. Yoksa Marat olan biteni anlatmış mıydı? “Ben olmasaydım düşmüştü” diye övünmüştür. Sır tutmasını bilmeyen Marat seni! Bir daha uzakta oynamalarına izin vermeyeceklerdi. Yamaç bir daha aklına geldi. Dağ tekrar sallanıyormuş gibi geldi. Dağ mı sallandı, deprem mi oldu? Dağ nasıl sallanır ki? Acaba doru at düşerken ona da mı dağ sallanıyormuş gibi gelmişti? Sanki biri bağırsaklarını söker gibi vücudu titredi. Yer sallanıyor, bir tarafa doğru eğiliyordu. Düşmemek için tutunmak istedi; yoksa elleri ve ayakları mı tutmuyordu, hiç tutunamadı. Yer sallanarak dönüyordu. Korkusundan bağırıverdi. Sesinin çıkıp çıkmadığını bilmiyordu. Sadece ölmemek için durmadan bağırıyordu. Birine seslenerek mi bağırmıştı, hatırlamıyordu. Tek hatırladığı düşmekte olduğu ve düşmemek için can attığıydı. Durumu hızla dönen çarka yapışan sineğin durumu gibiydi.
Şegen, gece yarısına kadar birkaç defa hem kendisi korktu, hem evdekileri korkuttu. Sonunda iyice yorularak dedesinin kucağında uyuyakaldı. Mamet, torununu uyandırmaktan korkarak derin uykuya dalana kadar yerinden kıpırdamadı. Şegen’i rahat yatağa yatırdıktan sonra bile uyanıp uyanmadığını kontrol etmek için yüzüne bakarak epey bekledi. Atların başında bekçilik yapan Taybek’le ancak sabaha doğru yer değiştirdi.
Şegen, o gece derin derin uyudu ve öğleye doğru ancak kalktı. Korkmadan, fırtına sonrası açan güneş gibi sakin sakin gözlerini açtı. Çadırın güneşliği daha açılmamıştı, içi gölgeli ve serindi. Dışarıdan duyulur, duyulmaz insan sesleri geliyordu. Nasıl olup da kendisini yalnız bıraktıklarına şaşırmıştı. Başkası bırakmış olabilir ama babaanesi kesin yakınlardaydı. Burnuna ekşimsi bir koku geldi. Bu koku kımız kokusu değildi. Çok acıktığını fark etti. Yorganı üzerinden atarak kalktığında eli sopsoğuk ışgına değdi. Yanına bir demet soyulmuş ışgın koymuşlardı. Hiç düşünmeden bir tanesini ağzına atıverdi. Yumuşacık ve tazeydi. “Kurnaz Marat’tır bunu getiren!” diye geçti aklından. O sırada kapı ardından ayak sesleri duyuldu. Yorganını kafasına geçirdi. Ancak babaannesi fark etmişti.
“Gözünü seveyin, esmer kuzum!” diye sevmeye başladı. Dinç uyanmasına sevinerek yorganı açıp saçını kokladı. “Geceyi korkuyla geçirdik. Baş ağrın geçti mi? Babannesinin yavrusu! Kuzum! Sevinç kaynağım! İyice acıkmışsındır, kalk da bir şeyler ye! Hiçbir şey yemedin.”
“Işgınları kim getirdi?”
“Kim getirecek? Deden tabi. Sabah sağılacak kısrakları getirdiğinde bırakmıştı. Seni sevindirmek istemiştir. Canı çıktı adamın. Hepimizin canı çıktı. Babanın hayatta olup olmadığını öğrenemezken senin böyle hastalandığını görünce bizde can kalır mı?”
Taze koçanı memnuniyetle yiyen Şegen, bir an babaannesine şaşkınlıkla baktı.
“Eyvah, yoksa o bütün gece atları orada mı otlattı?”
Batjan, torununun ne demek istediğini anlamadığı hâlde, onu memnun etmek niyetiyle:
– Evet, orada otlattı yavrum, orada otlattı.” diye teyit etti.
Bunları duyan Şegen yerinden fırladı ve giyinmeden yalın ayak dışarı koştu.
“Dur! Dur, nereye gidiyorsun çırılçıplak?”
“Dede! Dede!” Şegen’in bağıran sesi, dışarıdakilerin hepsini kendisine baktırdı. Endişelenen babaannesi de evden çıktı. Atların yanında duran Mamet de Şegen’i görerek şaşkınlıkla ona doğru yürüdü. Gelip boynuna sarılacağını düşünürken, torunu yanına gelip durdu. Rengi atmıştı. Kucaklamak üzere elini uzattığında izin vermeyip geri çekildi. İhtiyarın kalbi cız etti. Sara hastalığına yakalandığını düşündü. Çocuğun bir şeyler söylediğini de geç fark etti.
“Atları nerede otlattın?”
Dedesi bir şey anlamamıştı. Onu niye soruyordu ki?
“Güney tepede.” dedi. “Allahım ne işine yarayacak bu?”
“Tamam işte. Tahmin ettiğim gibi. Atlar ışgınların hepsini mahvetmiştir.”
Sorduğu soruya ancak şimdi anlam verebilmişti Mamet.
“Şimdi anladım demek istediğini esmer yaramaz. Atlar onları yemez. Atları kendin mi zannettin, onları yesin?”
“Yemez ama üzerine basarlar ve ezerler.”
Mamet buna hemen karşılık veremedi.
“Ezmez. Gece gece ışgınları görür mü ki onlar?”
“Görür müymüş, görmezlerse nasıl otlanırlar? Mahvoldu hepsi.”
Şegen hemen döndü ve eve doğru koştu. Eve gelip kendini yatağa attı.
“Allah iyiliğini veresi, ne demiştin yine?” dedi Batjan, kocasına kızgın bir şekilde. Bu sefer Mamet eşinin suçlamasına sadece gülümsemeyle cevap verdi.
“Yaramaz yavrum benim!”dedi torununa yalvararak. “Hadi kalk, yemeğini ye! Sonra kula aygıra binip gidelim güney tepeye. Işgınların bıraktığın gibi durduğunu göstereyim sana. Atlar çam ağaçlarının olduğu kısımda otladılar, ışgınların bulunduğu tarafa geçmediler.”
Çocuk kafasını kaldırdı. Ağlamamıştı ama ağlamak üzere olduğunu belirterek burnunu çekmişti.
“Yalan söylüyorsun. Götürmezsin!”
“Götürürüm. Neden götürmeyeyim? Sen istersen güney tepeye değil, yerin dibine götürürüm. Deden senin için hayattadır.”
Dedesi dediğini yaptı. Kazak usulü eyere kalın minder döşeyip Şegen’i önüne oturttu. Eyerin gümüş kaplamalı ön kısmı kaplumbağanın burnu gibi minderin altından zor gözüküyordu. Şegen soğuk demire dokundu ve dedesinin kucağına girerek arkaya doğru oturdu. Dedesi de dizgini tuttuğu sol eliyle arada bir sıkı sıkı sarılıyordu koltuğunun altından. Herhâlde “Korkma, iyice tutuyorum!” demek istiyordu. “Geçen sefer bizim gittiğimiz yerden gidersek…” diye düşündü Şegen, gittikleri yolun at için çok tehlikeli olduğunu düşünerek. Ne yapacağını bilemeyip keyfi kaçmaya başlamıştı. Dedesi o an atın kafasını farklı bir yöne çevirdi.
“Nereye?” dedi Şegen, dedesinin kandırmış olabileceğini düşünerek.
“Nasıl nereye?” dedi dedesi de, onun sorusundan kuşkulanarak. “Siz geçen sefer hangi yoldan gitmiştiniz?”
“Şey, biz…” Demek babaannesi Marat’tan duyduklarını dedesine anlatmamıştı. Babaannesinin sır saklayabilmesinden büyük memnuniyet duydu Şegen. “Biz çayırın bitiş kısmından yukarı çıkmıştık.”
“Deli misiniz siz? Çok tehlikeli bir yoldur orası. Dik eğimden nasıl gittiniz? Evin dibinde düzgün yol varken.”
“Herşeyi biliyorsa, bu yolu neden bilmiyormuş ki?” diye, kafasında Marat’ı suçladı Şegen. Dedesi onu Koyunlu köye göndermeseydi o da gelirdi. Tüh!”
Kula at, genelde hızlı yürürdü. Belki de sürekli yukarı çıktığından bu sefer üzerindekileri sarsmadan dikkatli ve yavaş gidiyordu. Ayrıca çok korkuyor gibiydi, hep kulağını dikerek etrafta kendisini korkutacak bir şeyler arıyordu sanki. Ardıç ağaçlarının, taşların arasından uçan serçelerin bile sesi onu ürkütmeye ve o yönden kendini çekmeye yetiyordu. Atın o anlarda ki vücut titremesini hem ata değen dizleriyle hissediyor, hem de dedesinin dizgini çekişinden anlıyordu. Keşke kula ata bindiğini Marat görseydi.
Uzaktan bakılınca dağın üst tarafı bıçağın sırtı gibi incecik gözükür. Gidip baktığında ise oldukça geniş olduğunu görürsün. Kimi açık yerlere bir ahır koyun bile sığardı herhâlde. Kimi yerlerde yağmur suyunun biriktiği büyük büyük çukurlar da vardır. “Keşke şu yolu önceden bilseymişiz!” diye pişman oldu Şegen. Geçen sefer bu yoldan gitselerdi kesin ne ayağı kayardı, ne de rezil bir duruma düşerdi.
Dağın en tepesine çıktıklarında soğuk rüzgâr esti.
“Sakın üşümeyesin! Şu soğuk insanın ciğerine işliyor maşallah!” diyen dedesi, hemen Şegen’in göğüs kısmını kapattı.
Artık, ardıç ağaçları yavaş yavaş bitiyor, kat kat taşlar çoğalıyordu. Yol da daralmış, yürümek zor oluyordu. Mamet, dizgini tuttuğu eliyle Şegen’i desteklemesini yeterli görmeyip, sağ eliyle de sıkıca tutuyordu onu. Kula at da ayakları taşların arasına sıkışacağından korkmuş gibi arada bir zıplayıveriyordu. Atın böyle sak, şüpheci ve hiddetli oluşu dedesinin hoşuna gidiyordu. “Ağzındaki gem ile boğuşmayan at, at olur mu hiç?” diye övünürdü hep. Böyle bir ata binmek Şegen için de büyük onurdu. Bu nedenle kula atın bazen ürkerek zıplamasından korksa da, dedesi gibi olmak için pek çaktırmıyordu.
Birazdan yamaçtan aşağı inmeye başladılar. Tekrar ardıç ağaçlarının yoğun olduğu bir bölgeye geldiler. Sık yetişen ağaçların kimilerinin hacmi neredeyse keçe çadırın hacmi kadardı. Ağaçlar, yüzünü, ayaklarını tırmalayarak rahatsız ediyordu. Bu şekilde yola devam ederken, bir an aygırın ayaklarının altından, ağacın içinden patır kütür ses geldi. Kula at, köze basmış gibi yerinden fırladı. Şegen’in minderi eyerden kayıverdi. Dedesi sağ eliyle tutuyor olmasaydı çoktan uçmuştu.
Şegen, korkusundan bir yerinin acıyıp acımadığını bile anlayamadı. Sadece “Bu hiddetli hâliyle bizi dağdan aşağı yuvarlatmazsa iyidir!” diye korktu. Demin, at fırladığında dizinin ata değen iç kısmına sancı girmişti, şimdi de uyuşmuştu. Aygır huylandıkça kuyruğu ile eyer kısmı, havan sapı ile döver gibi vurmasına rağmen ağrı hissedilmiyordu. Sinirlenen dedesi ise ata küfrederek ve bağırarak hızlandırmak için kamçıyla vuruyordu. Şegen’in gözleri kararmış, bayılıyordu. Bu bitmez tükenmez bir işkence gibiydi.
Mamet, aygırı zor durdurdu. Aygır, ancak iyice yorulunca, deminden beri yaptıkları pekiyi sonuçlanmadığı için utanmış gibiydi. Burnundan pır pır ses çıkaran ve tir tir titreyen aygır nefes nefese kalmıştı; o an düşüverecekmiş gibi duruyordu.
“Şegenciğim, neren ağrıyor yavrum?” dedi Mamet, kollarında yarı cansız bir şekilde yatan çocuğun yüzüne endişeyle bakarak.
Çocuk zar zor inledi. İhtiyar adam bir kötülük hissederek yere atladı. Torununu da kollarına alıp attan indirdi.
“Ben ne yaptım?” derken, sesi titreyen ihtiyar endişeye kapıldı.
Çocuk ayakta duramadı, attan iner inmez dedesine doğru yıkılıverdi. Butlarının iç tarafı bıçakla doğranmış gibi sızlıyor, canını acıtıyordu. Ağrısından ağlamaya bile gücü kalmamıştı; inleyip duruyordu. Bir eliyle aygırı yularından tutan Mamet, diğer eliyle Şegen’i yavaşça yere yatırdı. Ardından dikkatlice pantolonu indirdiğinde gördükleri karşısında şaşkınlığa döndü.
“Yavrum benim, güzel yavrum!” dedi çaresiz ve ağlamaklı bir sesle. “Kula ata ne diye bindirmişim! Ne yapacağım şimdi? Eyvah eyvah, ne yapacağım?”
“Kimsenin olmadığı dağda, ihtiyar ne yapacağını bilemeyip torununun etrafında dönüp duruyordu. Şegen’in iki bacağının arası kanlar içindeydi. Mamet, gördüğü manzara karşısında buz gibi olup, kaskatı kesilmişti. Şaşkın kelebek gibi kâh aygıra, kâh Şegen’e doğru koşuyordu. Dedesinin hâlini gören Şegen daha çok korkmuştu.
İhtiyar, az sonra kendisini sakinleştirmeye çalıştı.
“Ne yapacağım? Kanamasını nasıl durduracağım? Eyvah, böyle yatmaya devam ederse kan kaybından ölür çocuk.” dedi. “Ölür!” kelimesi beynini kemiriyordu. “Allah’ım,” diye yalvardı, “Bundan sonra Satimimi göstermeyeceksen de, çocuğunu bana bağışla! Senden başka bir şey istemiyorum, sadece torunum yaşasın!”
Mamet, hayatında hiç bu kadar korkmamıştı. Her zaman sahip olduğu kibirlilikten, güvenden ve sabırdan eser kalmamıştı. Sadece telaş ve şaşkınlık içindeydi. Önce yaşayıp yaşamayacağından endişeleniyordu. Sonra da bu felaket sonucu sakat kalacağından korkmaya başladı.
Hemen önlem almazsa sonucunun kötü olacağını çabuk anladı. Hemen kayışı çekip, atın üzerine örtülen keçe örtüden bir parça kopardı. Aygırı yakınlardaki ağaca bağladı ve keçe parçasını kibritle tutuşturarak Şegen’in kanayan yerine sıcak hâlde cız diye bastırdı. Torununun hareket etmesinden, canının acımasından dolayı bu sefer eli titremedi. Gömleğini cart diye iki parçaya ayırdı ve ince ince yırtarak yarayı sarabildiği kadar kalınca sardı. Daha sonra pantolonunu giydirip torununu yerinden kaldırdı.
“Şegenciğim, gel sırtıma bin!” diye dizlerini kırarak eğildi. Çocuk kararsızca kalakaldı. Torununun sırtına binmeye utandığını anladı. “Yavrum, kaldırmazsam ata kendin binemezsin. Hadi bin. Yaran daha kötü bir hâl almadan bir an önce eve gidip babaannene tedavi ettirelim.”
Başka çare kalmadığını çocuk da anladı. Utanma, çekinme duygularına şimdilik aldırmamalıydı. Ayaklarının arasını açarak yürüdü ve dedesinin boynundan kucakladı. Dedesi tam doğrulmuştu ki, Şegen dayanamayıp bağırıverdi. Bacaklarının arasına çivi çakılmış gibi bir ağrı girmişti. Mamet tekrar yere indirdi. Hiçbir şey sormadı. Canının çok acıdığını sesinden anlamıştı zaten.
“Eyvah, şimdi ne yapacağım?” dedi şaşkınlıkla. “Gel, seni kucağımda taşıyayım. Pek ağır değilsin zaten.”
Şegen, dedesinin ön tarafına geçerek boynundan kucakladı. Dedesi bir eliyle baldırından tutarak kucağına aldı. Tekrar canını acıtmamak için dikkatlice gelerek, ağaca bağlı yuları çözüp bir eliyle aygırı yedeğine aldı. Aygır ise hâlâ sakinleşememiş sağa sola bakıp duruyordu. Bir iki defa kuvvetle çektiği an yaşlı adamın elini sürtünce, eli acıyan adamın ağzından gayriihtiyari kötü küfürler savruldu. Bu şekilde uzağa gidemeyeceğini anladı ve torununu yere indirdi. Aygırın yanına gidip “Sana nasıl bir ceza çektirsem?” der gibi biraz bekledi. Şegen de “Acısını aygırdan çıkarmak istiyor.” diye düşündü. Ancak, dedesi öyle yapmadı, bileğinden ipi sallanan kamçısı yukarı kalkmadı. Sessizce önce binilen taraftaki üzengiyi, daha sonra kamçıların bulunduğu taraftaki üzengiyi deliğinden eyerin yanına asarak üstünden yularla sıkıca bağladı. Yavaşça gemi alıp, dizgini boynuna sardı. Eyerin yanına kamçısını da sıkıştırdı. Şegen dedesinin ne yapmak istediği sorusunu daha kendine sormadan, dedesi avucuyla atın sağrısına vuruverdi. Aygır “Gık” diye yürümeye başladı.
“Köye gidedursun,” dedi Mamet, Şegen’e yaptıklarını anlatarak. “Evdekiler üzengiyle, dizgini kıvırdığımızı görünce attan düşmediğimizi anlayacaklardır.”
Atı gözden kaybolunca ihtiyar, torununu tekrar kucağına aldı.
“Dayan, Şegenciğim. Eve varırsak babaannen yaranı hiç acıtmadan iyileştirir.”
Daha demin, kula aygırın arasından ürkerek geçtiği yoğun ardıç ağaçlarının içinden Mamet şimdi yolu zor seçiyordu. Ardıç kütükleri aksi bir şekilde, çocuğu taşımaktan zor nefes almaya başlayan ihtiyarın ayaklarına vuruyordu. Dalları ise kâh yüzüne vuruyor, kâh kıyafetine takılıyordu. Çok geçmeden yorgunluktan kan ter içinde kaldı. Bir ara tökezleyerek düşeyazdı.
“Keşke demin eğerin terkisine cüppemi de bağlasaydım!” dedi kendi kendine kızarak. Biraz durup nefes aldı. Gözlerine, ağzına dökülen acı teri avucuyla sildi. Torununu indirmeden biraz dinlendi ve tekrar devam etti. “Hiç olmazsa bir an önce yokuşa varsam!” dedi ileride daha beter yorulacağını düşünerek. Az önce geçtikleri yüksekçe yere vardıklarında Şegen’i yere indirdi. Sigara içmek istedi. Boğazıyla burnunun sigara dumanı isteyerek kaşınmasına artık dayanamıyordu. Dağın en yüksek tepesinin de, taşlı ve engelli kısımlarının da daha önlerinde olduğunu düşünerek çabuk yorulmamak için kendisini zor tuttu. Yavaş da olsa ilerlemek için pek beklemedi.
Düşündüğü gibi, taşlı yerler kendisini çok uğraştırdı. İki kolu, beli zonkluyor, ayağının azıcık sürçmesinden dizleri bükülüyordu. Acı ter gözlerine girdiğinden bulanık görüyordu. Yolunu zar zor seçiyordu. Dişlerini sıkarak dayanmaya çalıştı. Yüzünü kaplayan acı teri azaltmak için kafasını hareket ettirdiğinde hâlsizlikten düşeyazdı. “Ya gözlerim kararır, bir yerde yığılırsam!” diye korktu. Çaresizce bir daha mola verdi.
“Şegenciğim, çok ağırıyor mu? Biraz daha dayan yavrum, az daha yürürsek ilerisi yokuş.”
“Yokuşa ulaşırsak, hızlı gideriz.” demek istemişti. Kendisini de, torununu da avutuyordu böylece. Şegen’e dayanmasını söyledi ama kendisi dayanamadı. Cebindeki katlanmış gazeteyi hemen buldu eli. Kenarından kopararak sigara sardı. Kokusu bile mest etmeye yetmişti. Yalayarak gazetenin kenarını kapattı. Tutuşturdu ve iştahlı bir şekilde iki üç defa çekti. Vücudunda güzel bir uyuşma hissetti. Bir an gözleri Şegen’e dikildi ve endişeye kapıldı. Gözleri uyku basmış gibi neredeyse kapanıyordu.
“Güzel yavrum benim,” dedi kalbi sızlayarak, “Canın çok yanmış olmalı. Açıp baksam mı?” diyerek sigarasını atıverdi. “Bakmayayım. Bir an önce eve götüreyim. Babaannesi tedavi etsin, yoksa görünüş kötü. Sakat mı kalacak yavrum.” Çaresizin tek silahı yalvarmaktır. Ümidi iyice kesildiğinde tekrar Allah’a yalvardı. “Ya Allah! Yalnız oğlumu göstermeyeceksen de, onun çocuğu yaşasın, yavruma sıkıntı çektirme!”
İhtiyar torununu bir daha kaldırdı. Dişlerini sıkarak sinirlerini yatıştırmaya çalıştı. Acele yürümeye devam etti.
“Dede, yoruldun mu?” dedi Şegen, hem dedesine acıyarak, hem de kendisini taşımak zorunda kaldığına sıkılarak.
“Yorulmadım, aslanım. Niye yorulayım? Sana şifa bulana kadar ben yorulur muyum?”
Genelde sakin ve sabırlı dedesinin sesinden endişeli olduğunu anladı çocuk. Yarası canını çok acıttıysa da belli etmemeye çalıştı. Dedesinin terlemiş alnını yavaşça sildi avucuyla. Köy tarafına baktı: Daha ev filan gözükmüyordu. İçine korku düştü. “Herhâlde bugün varamayacağız!” dedi ev tarafına bakmaktan vazgeçerek. Köye ulaşamayıp dağda kaldıkları canlandı gözünün önünde. Zifiri karanlık, etrafta hiçbir şey gözükmüyor. Hareket ettiğin an uçuruma düşecek gibisin. Ağır ağır nefes alan dedesi uyuyakalmış. Şegen ise gözleri açık dedesinin kucağında oturuyor. Aniden altlarında ki toprak kaymaya başladı. Korkuya kapılan Şegen dedesinin boynuna yapışıverdi. İçi geçmiş, ürkerek gözlerini açtı:
“Şegenciğim ne oldu? Ağrın mı var?” dedi merhametli ses.
“Hayır, yok. Sadece ayağım uyuştu.”
“Tamam, kuzum, indireyim o zaman.”
Çocuk dedesini dinlendirmek için bahane bulduğuna çok sevinmişti. Ağrı ve sancıları azalmıştı sanki.
Bunlar tepeden indikten ve Atlı köy gözüktükten sonra da epey yürüdüler, epey sıkıntı çektiler. Öğleden sonra olalı da çok olmuştu. Öksürmeye başlayınca Mamet iki defa mola vererek sigara yakmıştı. Yorulduğunu hiç belli etmedi, sadece sigarasını üst üste çekip durmadan tükürdü.
Köyün çok yakınındaki kıvrım yere ulaşıp aşağı doğru inmeye başladıklarında, karşıdan atlı biri bunları fark ederek dörtnala bunlara doğru geldi. Gelenin Marat olduğunu gören ihtiyar bir daha mola verdi. Kötü bir şeye maruz kaldıklarını tahmin eden Marat, iyice yaklaşıp sağ salim olduklarından emin olunca sevinmeye başladı. Ancak, genelde cesur ihtiyarın neredeyse ağlayacak gibi olan yüzünü görünce:
“Dede ne oldu? Şegen’e ne oldu?” derken, gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi.
“İt kula at ürktü …” diye, zor cevap verdi nefes nefese kalan Mamet.
“Düştünüz mü?”
“Hayır. Şaha kalkınca eyer Şegen’i kötü yaralamış. Ata binemeyince kucağıma aldım. Aygır köye döndü mü?”
“Geldi. Babaannemlere söylemedik. Dedemle ikimiz tam aramaya çıkmıştık ki sizi gördük. “Üzengiyi kıvırmışlar, atı özellikle mi bırakıvermişler yoksa otlasın diye mi serbest bıraktılar?” diye, dedemle ikimiz çok endişelendik. Sizi görünce dedem: “Hadi koş. Şegen’i kucağına almış, başına bir şey gelmiş olmasın!” dedi. İşte kendisi de geliyor.
Gözleri evlerinden uğramış olan Taybek de geldi o sırada. “Eyvah, eyvah. Her şey yolunda mı?” diye atından atlayarak indi ve yanlarına yaklaştı. Olan biteni öğrendikten sonra, Şegen’i artık Taybek kucağına aldı. Mamet ise Taybek’in atına binip köye önce geldi.
Bütün yol gık demeyen Şegen babaannesini görünce dayanamayıp ağlayıverdi.
“Babaannesinin kuzusu. İnşallah sakat kalmazsın!” dedi Batjan, torununa sarılarak ağlamaklı bir sesle.
Dünkü kalın yatak tekrar serildi. Mamet başköşede sessizce oturuyordu. Olanları anlatıp bitirmiş gibiydi. Evin ortasına demir ocak kurulup ateş yakıldı. Şegen’i yatağa yatırdıktan sonra babaannesi kimseyi yaklaştırmadan yarayı kendisi açıp baktı. “Bir tanem. Yarası derinmiş!” dedi endişeyle, duyulur duyulmaz bir sesle ve evin içinde koşuşturmaya başladı. Tekrar keçe tutuşturup yaraya bastırdı ve kuyruk yağı kızdırarak sürdü. Daha sonra Şegen’e temiz çamaşır giydirdi.
Batjan dışarı çıktı ve uzun süre kaldıktan sonra aceleyle eve girdi.
– Şegenciğim güneş batmak üzere. Gel dışarı çıkıp üfleyelim. Tüm kötülükler kara koyunun akciğeri ile geçmiş olsun. Özellikle kestirdim. Bir koyun değil, koyunların tümü kurban olsun sana.
Babaannesi ile dedesi, Şegen’in çekinmesine bakmadan yalvar yakar, neredeyse sürükleyerek çıkardılar onu evden. Taybek, etleri parçalamıştı bile. Üflemek fazla zaman almadı. Çabucacık eve sokup yatağa yatırdıkları an Şegen uyuyakalmıştı. Tedavisini işe yaramış olarak yorumlayan Batjan, fısıltıyla daha çok dua etmeye başladı.
Tenceredeki taze etin güzel kokusu ile ocaktaki ateşten gelen sıcaklık eve dağılarak evin içine biraz da olsa neşe sokmuştu. Evdekilerin sohbeti de gitgide koyulaşıyordu. Felaketi atlattıklarına sevinen Mamet, Şegen’in başına gelenleri bu sefer ayrıntılı olarak tekrar anlattı. Ardıç ağacından uçuveren belirsiz kuşa küfrettiler, ondan ürken aygırı azarladılar. Böylece birbiriyle yarışarak yorum yapan, şaşkına dönen ev ahalisi iyi sonuçlanan olayı büyük ilgiyle dinledi.
Şegen, bir ara uykuda inledi. Herkes sessizleşip çocuğun yattığı tarafa döndü. Batjan hemen yerinden fırladı. Yanına gidip yorganı sıkıca örttü. Bir işaret verip vermeyeceğini bekleyerek uzun süre yüzüne baktı. Ancak çocuk ne ses verdi, ne de hareket etti.
Evdekiler tekrar sohbete daldıklarında, Şegen ağlayarak uyandı. Evdekiler korkudan sıçradı.
“Babaanne!” dedi, duyulur duyulmaz bir sesle.
“Ne oldu, bir tanem? Yoksa yaran mı ağrıyor, canım?”
Batjan koşarak torununun yanına geldi.
“Tuvalete gitmek istiyorum.” dedi, Şegen sızlanarak.
“Kuzucuğum, ona da ağlanır mı? Hemen çocuğum.”
Çabucacık dışarı çıkıp kapının önündeki leğeni getirdi. Çocuk leğene tuvaletini yapmak istemeyince, üzerine Mamet’in cüppesini giydirip Batjan ile Jamihan iki tarafından tutarak dışarıya çıkardılar. Evden fazla uzaklaştırmadan:
“Nasıl olsa karanlık. Şuraya …” dedi Batjan.
“Sen git,” diye Jamihan’ı dirseğiyle itti Şegen.
“Sen git, Allah iyiliğini veresi,” dedi, babaannesi de bileğinden tutup geri çekerek, “Senden utanıyor, gidip Marat’ı gönder.”
Batjan sessizce bekledi. “Yanacaktır. Dayanamayıp ağlayacak şimdi.” diye kendi kendini hazırladı. Jamihan da eve girmeyip kapının ağzında onları dinliyordu. Şegen önce bir şımarır gibi yaptı ama sonra aniden çığlık atıverdi. Tekrar korktuğunu düşünen Batjan ile Jamihan, ikisi iki tarafından sevip okşayarak yatıştırmaya çalıştırdılar. Ancak çocuk bir türlü sakinleşmiyordu. İnleyişinden ıstırap çektiği belli oluyordu. Vücudunu geriyor, çırpınıyordu. Evdekiler de korkmuş, dışarı çıkmışlardı. Batjan iyice şaşkına dönmüştü.
“Yavrum ne oldu?” dedi. Neresi olduğunu tahmin ettiği hâlde, “Neren? Neren yavrum?” diye, etrafında dönüp duruyordu.