Muhittin Gümüş
Kalemin İzindekiler…
KALEMİN İZİNDEKİLER…
Billûr Anne, ilgilendiği herkeste derin izler ve tesir bırakan; eli maharet, dili letafet ve belagatle süslü, gönlü zengin, ufku aydın, çevresinde saygın, seçkin ve bilge bir kadındı. Babaanne, nine gibi hitaplar yerine torunları ona Billûr Anne derlerdi. Öğretmenlik özlemiyle olsa gerek okula yeni başlayan torunu Semra’nın zihnine hitap eden, ufkunu açmaya yarayan ve merak uyandıran sorular sorardı. Okuldaki öğretmenin öğrettiklerini denetlemek veya torununu sınamak için de değildi aslında Billûr annenin soruları… Semra, onunla her konuşmasında mutlaka farklı ve yeni bir şeyler öğrenmiş olduğunu gün geçtikçe fark ediyordu. Okuldaki başarısına Billûr annesinin katkısını öğretmenleri ve arkadaşları da anlamış; yeri geldikçe -bazen de şaka olsun diye- “Bu hususta Billûr Annemiz ne düşünüyordur acaba?” diyenler de oluyordu elbette. 1869’da kurulan Dârulmuallimât-ı Âliye’den yani Yüksek Kız Öğretmen Okulu’ndan 1924 yılında mezun olduğunu, 40 yıl öğretmenlikten sonra kendini cemiyet işlerine adayarak Hamiyetperver ve Müşfik İnsanlar Vakfının da fahri başkanlığı yaptığını Billûr Annenin cenaze töreninde yapılan konuşmalardan öğrenmişti Semra… Bütün aile efradı ve komşular böyle akıllı, bilgili, münevver, çalışkan ve kız çocuklarının eğitimi için ömrünü vakfeden asil bir kadının yokluğuna nasıl alışacaklarını düşünüyorlardı. Semra da onun okul hatıralarını bir hikâye tadında dinlediği akşam sohbetlerini; hayat tecrübelerini, tavsiyelerini, geçmişten geleceğe dair dünyaya bakışını daha bilinçli olarak yorumlamaya başlamıştı. Asıl hayat derslerini ondan aldığını Üniversiteye hazırlanırken daha çok anlamıştı. Semra yalnız kaldığında Billûr Annenin odasına girip çerçevelenmiş fotoğrafına bakarak konuşup güya hasret giderirdi:
– Billûr Annem! Özledim seni… Daha şunun şurasında on on bir yıl öncesinde ilkokuldaki ilk günlerimde gözlüğünün üstünden bakarak bana sordukların geldi aklıma. Okuma yazmayı yeni sökmüştüm. Önce beni çok sevdiğini söyledin, ardından da yanına oturttun. Şaşkın bakışlarımla acaba benden ne isteyeceksin diye beklerken aramızda bir konuşma geçmişti; unutmadın değil mi? Mutlaka hatırlarsın canım… Demiştin ki:
– Güzel kızım! Sana bir sorum var… Okumak için önce ne gereklidir? demiştin. Ben de:
– Kitap gerekli Billûr Anne…”
– Kitaptan önce yazı gerekmez mi?” Yazılmayan şey okunur mu ayol? Yazı icat edilmeseydi kitap olur muydu?
– Henüz İlkokula yeni başladım ben Billûr Anne…
– Yazı olmasaydı, yazmak ve dolayısıyla okumak diye de bir şey olmazdı ay kızım…
Hmm… Büyünce öğrenirim!
– Gül tenli meleğim! Her şeyi büyüyünce değil; büyürken ve büyüdükçe öğrenmelisin. Sen lüzumsuz bilgileri kendine yük etmeyesin! Hayatta sana gerekli olacak bilgilerle donanıp, aklınla başarılı olacaksın… Şimdi söyle bakalım bana… Kalem, kitap, defter ve silgi… Bunlardan hangisi önce icat edilmiştir?
– …..
– Kâğıt demeliydin defterden, kitaptan önce! Silgi çok sonra…
Billûr Anne, cevabını hemen istemediği sorularla küçük Semra’nın zihninde şimşekler çaktırıyor; sorgulayarak kavramanın, farkında olarak anlamanın da yolunu açıyordu böylece…
Çocuk dimağıyla tam kavrayamadığı birçok soruların derinliğini delikanlılık çağında çözmeye başlamıştı ama yine de bazı soruların cevapları tatmin edici değildi. Semra, Billûr Annesinin sorduğu her şeyi ezberlemişçesine aklında tutuyor ve mantık çerçevesinde değerlendirmeye gayret ediyordu. Her yıl her aşamada soruların nitelikleri değişiyor, yaşına ve gelişim sürecine göre kitaplarda cevabı olmayan sorulara muhatap oluyordu. Onuncu sınıfı bitirdiği yıl aniden kaybettiklerinde aslında en büyük hayat bilgisi ve hayat felsefesi öğretmenini de kaybettiğini son sınıfa başladığı gün anlamıştı. Onun:
“Yazıdan önce düşünce olmalı… Bir de dili olmalı insanın… İnsanın zengin ve yüksek medeniyetini aksettiren bir dili olmalı…. Dil olmazsa düşüncenin kıymeti, düşünmenin anlamı olmaz ay kızım! İnsan zihnini, dimağını, düşünce dünyasını neler geliştirir, biliyor musun?” demişti en son sohbetinde… son sorusuydu bu bana.
İç huzuruna kavuşmak için, içindekileri anlatacak birini aradığında Billûr Annesine anlatmaya alışmıştı. Semra Üniversiteye giriş sınavından önce Billûr Annenin odasına girdi en son torunlarına bayram hediyesi dağıtırken çektirdiği fotoğrafın karşısına geçti ve duygulu bakışlarını çevirdiğinde beyazlar içinde narin vücudu, nazik elleri ve bembeyaz tülbendinin altında nurlu çehrenin merkezinde simsiyah bir çift gözden saçılan mutluluk pırıltılarıyla insana ilham veren bir hanımefendi duruyordu. Seksen yaşını geçtikten sonra bile yüzündeki gamzesi yıllara meydan okuyor; canlılığını kaybetmemiş, tereddütsüz ben hâlâ güzelim dedirtiyordu. Semra bu defa yutkundu ve biraz da cesaretini toplayarak biraz uzun konuşmama müsaade eder misin Billûr Anne? Beni dinlemeyi severdin biliyorum. Diyeceğim şu:
– Altın kalpli büyük kadın Billûr Annem… Üniversiteli olmaya hazırlandığım şu günlerde ne kadar lâzımsın bana biliyor musun? Terazinin bir kefesine senin bildiklerin, diğer kefesine de bütün ders kitaplarım, ansiklopedilerim, sınav dergilerim konsa; vallahi Billûr Annem senin bilgin ağır basardı. Torunun olmak kadar öğrencin olmak da güzeldi… Biraz geç fark ettim ama olsun… Artık senin izinde, senden daha ileri yürümek için çalışmalıyım. Belki de duyarsın diye ara sıra konuşurum seninle, olmaz mı? Sağ ol Billûr Annem! Yaşasaydın benim için neler yapmazdın ki? Senin her sözün bana dua gibi huzur verirdi. Yarın sınava gireceğim ve senin torunun olmaya lâyık biri olduğumu kanıtlayacağım… Bunu gönülden istiyorum. Şimdilik bu kadar yeter… Başını şişirmedim değil mi? Ruhun şad olsun Billûr Annem. Allah rahatlık versin…
Semra, Billûr Annesinin rüyasında kendisine ettiği hayır duaları, söylediği başarı dilekleri ve tatlı sözleriyle uyanmıştı. Huzurlu ve rahat hissediyordu kendini. Sabahın erken saatlerinde hayatının en önemli sınavına gitmeden önce mükellef bir kahvaltı yapmanın yararlı olacağını düşündü. Artık üniversiteli olmanın heyecanını yaşamak istiyordu. Babasının mesleğinden gelen ciddiyeti ve disiplini ona da sirayet etmiş, sükûnet onun sıfatı, ağırbaşlılık ise temel karakteri olmuştu ama Billûr annenin tesirini hep ayrı tutmak gerekiyordu. Çayını yudumlarken bir taraftan da tercih formunu göz ucuyla son bir kez daha kontrol etti ve “Hadi eyvallah, ben çıkıyorum! Sınava iki saat zaman olsa da bunun bir saati zaten yolda geçer, o zamana kadar da ancak girerim.” dedi. Evdekiler de Semra’ya başarı dileklerini sunarlarken ondan daha heyecanlıydılar. İlk evladın ilk başarısını, ilk heyecanını ve bütün ilkleri onunla yaşayan, tadan, hisseden ebeveyn olmak pek kolay değildi elbette.
Her üç yılda bir farklı bir coğrafyaya, farklı bir okula gitmek, değişik komşu ve arkadaşlar edinmek; eskileriyle yenileri arasında bocalayıp durmak, kırılmasınlar diye arada sırada da olsa arayıp onları memnun etmek için saatlerce posta idaresinden telefon bağlantısı beklemek kolay sayılmazdı. İlkokul, ortaokul, lise derken bütün eğitim hayatının son dönemecinde Semra’yı sevindiren ve içinden geçirdikleri öyle şeyler vardı ki:
– Üniversiteyi Ankara’da okursam sürekli seyyah olmaktan kurtulacağım ve böylece sabit bir yerde ikamet edeceğim. Göçtükçe eskiyen ev eşyalarından, her gittiğimiz yerdeki lojmanda farklı odalarda uyumaktan, bazen göz kırpmadan sabah etmekten kurtulacağım. Daha da önemlisi de istikrarlı dostlarım, komşularım, arkadaşlarım olacak. Her veda edişimizde komşulara neler söz verdik? Onlar bize neler söylemişti? Kimi zaman terminalde karşılaştığımızda adını unuttuğumuz asker karısı teyzeler yahut onların oğlu, kızı fark etmez, işte onların hepsi… Zor durumlar, zor anlar ve zor şeyler bunlar. Değişik insanlarla tanışmak, kader birliği yapmak, bazen aynı şeylere ağlamak, aynı şeylere gülmek kolay gibi görünse de benim için gerçekten çok zor günlerdi. İçimden geçenleri söylemeyi, paylaşmayı ve çekinmeden ifşa etmeyi düşündüğüm hiçbir şey yok. Bu büyük çelişkiden kurtulmalıyım. Sınavda başarılı olursam hayatım öyle değişecek ki, bu değişikliğe ben de alışır mıyım? Alışmalıyım, alışmalıyım… Başka çare yok!
Sınav salonuna girerken haziran ayının son haftasında sıcak bütün salonu etkilemiş görünüyordu. Semra etrafına bakındıktan sonra gözüne aşina gelen kimsenin yokluğundan sanki rahatsız olmuştu. Herkes yabancıydı birbirine… Önünde oturan kara yağız delikanlının ensesinden akan terlerin sebebi sadece sıcak olamazdı. Kim bilir bu sınav sonucuna göre hayatında ne gibi değişiklikler ya da zorluklar olacaktı? Bilinmezdi ki…
Sınav salonundaki gözetmenlerin tekrar tekrar bakıp kontrol ettikleri kimlikler, giriş belgesi karşılaştırması Semra’nın canını sıkmıştı. Ankara dışından geldiği belli olan esmer delikanlı ise nüfus cüzdanındaki fotoğrafıyla giriş belgesindeki fotoğrafların farkından ziyade, benzerliğini görevliye anlatırken sesi titriyordu. Salon görevlisi ikna olduktan sonra sınav başlamış ama delikanlının stresinin devam ettiği seziliyordu. Semra ise dikkatini toplayıp soruları anlamaya ve kavramaya gayret ediyordu. Sözel sorular kolay, sayısal sorulara daha fazla zaman ayırmak gerektiğini anlamıştı. Cevap verdikçe içindeki heyecanı azalmış ve sınavdaki performansına göre ilk ya da ikinci tercihini kazanacağı kanaatine sahipti.
Sınavın sonuna doğru ‘Artık yeter, cevap kâğıdımı vereyim de kurtulayım. Fakat şu delikanlı bıyık yüzünden ne kadar sıkıntı yaşadı.’ “Sen bu fotoğraftaki kişi değilsin, hadi çık!” deseler hayatı kararacaktı zavallının ama kurtuldu şükür. Çok da beyefendi birisine benziyor ancak biraz medenî cesareti de olsa daha iyi olur. Çocuk üniversiteyi kazanır da mezun olursa mutlaka değişir, gelişir. Kendini ifade edemeyen, hakkını arayamayan birisi ve mahcup karakterle hayata devam edemez ki insan… Biraz gergin, biraz kafası meşgul, biraz eleştirel tavır içindeki Semra:
–Aman! Bana ne el âlemin terbiyesinden, eğitiminden, karakterinden, hâlinden! Neden takıldım ki bu çocuğa? Hay Allah, ben böyle değildim, fakat daha sınavın hemen ardından kendimi Üniversiteli gibi hissetim. Bakalım kazandığımda neler olacak?
Evde heyecanla bekleyen Semra’nın annesi Semiha Hanım, babası Vecdi Bey, kızlarının sükûnetine hayret etmekle birlikte meraklarını da saklayamaz bir ruh hâlindelerdi. Annesi:
– Kızım, sınavın nasıl geçti? Bizim sana refakat etmemize bile izin vermedin. Başka çocuklar aile efradını sınav yapılan okulların bahçesine dolduruyor, onlardan manevi destek ve yardımda bulunmalarını istiyorlar. Ya sen? “Aman anne! Ne gerek var?” diyorsun kızım. Öyle değil mi?
– Annen doğru söylüyor kızım. Neyse sınavının iyi geçtiğini umuyorum. Biraz yorgun ve dalgın görüyorum seni. Bu da normaldir. Ne de olsa bütün hayatını etkileyecek, kader çizgini belirleyecek bu sınavdan başarıyla çıkacağına inanıyorum. Billûr Annenin torunusun sen…Hem de en sevgili torunu.
– Sınavım iyi geçti. Sözel bölümdeki sorulara iyi cevap verdiğimi düşünüyorum. Birinci ya da ikinci tercihimi kazanacağımı düşünüyorum. Zaten Ankara dışında bir yerde okumayı düşünmüyorum. Yıllarca hep yurdun dört bir köşesinde dolaşıp durduk. Babamın görevi sebebiyle zaten aynı yerde iki üç yıldan fazla kalamıyoruz. Bari ben kalırım da sabit bir ikametimiz olur.
– Anlaşıldı kızım, sen tutturdun Ankara diye… Fakat baban, ben, kardeşin…. Hepimizin gözümüz arkada kalacak. Billûr Annemiz yaşasaydı hiç dert etmezdik.
– Annene bakma kızım. Sen büyüdün! Kararını vermişsin. Sınav sonucunu bekleriz ağustosa kadar. Sonrasında Allah kerimdir.
– Müsaade ederseniz, biraz dinleneyim. Üç beş gün bana hiçbir şey demeyin! Kafam rahatlasın, ruhum daraldı bu sınav sürecinde.
– Nasıl istersen kızım… Ha unutmadan söyleyeyim Semra. Biz de aslında babanla diyorduk ki, bugün akşam yemeğini dışarda yiyelim. Akşama kadar uyu, dinlen ve şöyle güzel bir ziyafet çekelim. Ankara Kalesindeki Nilüfer Konağında Türk sanat müziği eşliğinde geleneksel yemeklerden bir sofra hazırlatalım. İyi olur değil mi?
– Çok harika olur anneciğim. Benim için düşündüğünüzü sanıyorum ama evlilik yıl dönümünüz de yakın değil mi?
– Güzel kızım… Yirmi yıl oldu ama dün gibi geliyor bana. Akşama kadar seni rahatsız etmeyeceğiz, söz. Eğer halanın çenesi durursa sessizlikten rahatsız oluruz.
– Halama laf yok. Mihriban halam bir tanedir. Arada bir geceleri benim üstümü örtüyor, hayat hikâyesini, eniştemle nasıl evlendiklerini falan en az üç beş kez anlattı ama yine anlatsa dinlerim vallahi… Hadi eyvallah… Bana müsaade.
***Haziran sonu… Ankara’da bir yaz akşamı… Mevsiminin en güzel günlerinden biriydi. Ulus’tan yavaş yavaş yürüyerek Çıkrıkçılar yokuşuna çıktılar. Devamında Samanpazarı’na doğru giden yol üzerindeki dükkânlar henüz kapanmakta, esnaf kazanç hesabı yapmaktadır. Eski Ankara, ticaret ahlâkının en güzel örneklerinin yaşatıldığı bir yerdi. Vecdi Bey ağır adımlarla yürürken bir taraftan da çocuklara hitaben:
– Bakın buralar gelecekte belki bu otantik özelliğini kaybedecek, ancak siz Kızılay’ın, Tunalı’nın, Çankaya’nın ışıltılı caddelerine, sokaklarına, mağazalarına aldanmayın. Her şeyin iyisi ve kalitelisi buradadır. Nişan, töre, düğün, bayram ve eğlenceler için gerekli olan ne istersen burada var. Cenaze levazımatından tutun da at nalına kadar buralarda bulursunuz. Bakın şu eski Ankara evleri mimarî açıdan ne kadar güzel değil mi? Beton apartmanlar içinde yazın yanar, kışın donar insanlar. Bu evler biraz bakımlı olsa, yerine beton yapmayıp tamir edilse ne kadar iyi olur değil mi çocuklar?
– Babacığım, haklısın da çok katlı bina yapıp para kazanmak varken kim kültür mirasımızı, millî mimarimizi koruyalım der ki? Gerçekten bunu düşünüp yapacak insanlar var mıdır?
– Bu soruna cevap verecek bilgim yok ama biz de keşke olsa diyoruz işte kızım. Millî mimarî nedir? Bunu da sorgulamak lâzım.
Nilüfer Konağı, Ankara kalesinin cümle kapısından girdikten sonra dar ve uzun sokağın uç kısmında aslına uygun restore edilmiş, zamanın asilzâdelerinden birinin konağıymışçasına dış cephesiyle dikkati çekiyor. Kapı açıldığında keman, ut, tambur ve kanun sesiyle Osmanlı dönemi musikişinaslarının eserlerinin icra edildiği çok hoş, çok latif ve çok nezih ortamında hissettiriyor insanı.
Semra ve kardeşi böyle bir ortama ilk kez geldiklerinden sadece müzisyenlerin canlı olarak çaldıkları şarkılara biraz ilgileri olsa da sevdikleri müzik türünden değildi. Bazen plakçıların, kasetçilerin, taksici ve dolmuşçuların çaldıkları alaturka şarkılardan örnekler sunulduğunda:
– Evet, bunu duymuştum. Coşkun Sabah söylüyordu bu şarkıyı. “Hatıram olsun” şarkısı çok güzel değil mi Erkan?”
– Evet, ablacığım yok mu şöyle Ümit Besen vesaire? Babam da bizi Tanzimat dönemine götürdü sanki…
– Öyle deme kardeşim. Canlı müzik dinleyince beğenmeye başladım biraz da olsa. Bugünlerde Yıldırım Gürses, Emel Sayın modası başladı. Ahmet Özhan da harika söylüyor. Filmlerdeki şarkıları fena mı? Mesela; “Bak yeşil yeşil” şarkısı ne kadar romantik değil mi?
– Evdeki televizyonumuzu değiştirdik, renkli televizyon aldık da o artistlerin göz rengini de anladık; yeşil mi, mavi mi olduğunu.
Semra’yla Erkan’ın kendi aralarındaki sohbet devam ederken masaya gelen şef garson kibar, nazik bir üslup ve letafet dolu ifadelerle:
– Nilüfer Konağına hoş geldiniz, safalar getirdiniz efendim. Yemek siparişlerinizi almak istiyorum müsaadenizle. Hanımefendi ne arzu ederler acaba? Yoksa annenizin siparişlerinden sonra mı sorsam size?
– Önce annem ve babam istedikleri yemekleri söylesinler, akabinde biz kardeşimle karar veririz.
Yemek siparişleri verildikten sonra masaya konan salata türleri, birer dilim su böreği, ezme, haydari, sos türleri, vişne şurubu, kalaylı bakır maşrapada bol köpüklü buz gibi ayran son derece düzenli ve estetik biçimde dizildi masaya. Mutfak sanatları sözünü ilk defa duyanlar için güzel bir örnekti bu görünüm. Yemekler gelmeden iştah kabartıcı bu sofradakilere dayanamayan Erkan’ı Semra durdurdu. Geleneksel Türk mutfağının en lezzetli yemekleri afiyetle yenirken pek güzeldi o gün Ankara. Eve dönüşte mahalledeki pastanede Maraş dondurmasını da afiyetle yedikten sonra Vecdi Bey:
– Artık eve dönsek diyorum. Çok keyifli bir Ankara akşamı geçirdik. Biraz da balkonda gece esen yelden biraz nasiplenelim. Belki bizim Mihriban bacı da çay pişirmiş olabilir. O, çaysız zaman geçiremez. Yoksa Dallas’ı mı seyrediyor, Köle İzaura’yı mı? Zaten tek televizyon, tek kanal var, herkes aynı filmi, aynı haberi, aynı reklamı seyrediyor. Gün gelir bu da değişir ama onları görebilir miyiz, doğrusu bilmiyorum.
– Babacığım, çok kanal olsun iyi ama evde tek televizyon olduktan sonra senin açtığın kanalı biz izlemek zorunda kalacağız. Öyle değil mi?
– Hayır kızım! Neden önyargılısın ki? Hep beraber karar veririz hangi kanalı seyredeceğimize. Zaten Başbakan Özal, pek yakında TV2 kanalı olacak; biri haber, diğeri film ve dizi kanalı olacak dedi.
– Sen haber izlemekten kendini alamayacağın için bize komşuda dizi seyretmek düşecek. Erkekler bir araya gelince ya siyaset ya da spor konuşurlar. Hele şu maç tartışmalarından bıkmıştım, her pazartesi sabahı bayrak merasiminden önce okul bahçesindeki maç yorumlarını unutamam. İnşallah kızlar böyle şeylere bulaşmazlar.
– Belli mi olur kızım? Belki de futbolu da elimizden alırlar bu kadınlar. Avrupa’da var, bizde neden olmasın derler vallahi. Kılık kıyafette erkeklerin elinden gömlek, kravat, pantolon, ceket alındı, etek giyen genç kız kalmadı nerdeyse.
– Eksik etek sözünden alındıkları için olmasın baba. Cinsiyet kıyafetle değil, daha çok ruhla ilgilidir. Tabii ki herkes cinsiyetine uygun kıyafet giymelidir. Keşke herkes kıyafetine önem verdiği kadar eğitime, okumaya, kültürel gelişmeye hepsinden önce bireysel gelişime önem verse daha iyi olmaz mı? Televizyonların, basının sosyal sorumlulukları olduğu gibi eğitim ve kültürde de etkisi çok yüksek olacaktır.
– Maşallah kızım. Siyasetçiler bile böyle konuşamıyor. Sen henüz müstakbel üniversitelisin. Gecenin bu saatinde pek güzel fikirler sunuyorsun. Beğendim bu düşüncelerini.
– Eee babacığım… Artık büyüyoruz değil mi? Ben rahmetli Billûr Annemin torunuyum ama biliyorsun ki, ben konuşmaktan çok dinlemeyi severim. Hepsinden daha çok da okumayı severim. Okuduğumu anlama kabiliyeti kazanmamda Billûr Annemin ve senin büyük katkın var. Özellikle sözlük kullanmayı, yeni kelimelerin anlamlarını öğrenmeyi, onları doğru bir biçimde cümle içinde kullanmayı alışkanlık hâline getirmeyi sizden öğrendim. Daha hayatın başındayım. Üniversiteyi kazanıp mezun olursam çok güzel hayallerim var. O hayallerimi gerçekleştirmeme ancak o zaman imkân bulurum.
– Edebiyat öğretmenin Sevim Hanımın katkılarını da unutma kızım. Öğretmenler eğittikleri neslin en baş sorumlusudurlar. Çocukların, gençlerin hayatında, kaderinde, mesleklerinde, zevk ve beğenilerinde, kişilik kazanmalarında; kısacası her şeylerinde etkin kişilerdir. Birçok öğrenci en az bir öğretmeninden etkilenir, ona öykünür ve sonuçta onun gibi olmak ister.
– Sevim Hocanın bana sarf ettiği emeği ömrüm boyunca unutamam. Diğer hocalarımdan da çok memnundum. Bendeki okuma sevgisinden, güzel yazı ve kompozisyondaki başarımdan o da haz duyardı tabii.
– İnşallah sen de Sevim Hanımdan daha iyi öğretmen olursun diye ümidim var. Billûr Annemizi de unutma! Tam bir İstanbul Hanımefendisiydi. Nurlar içinde yatsın. Öğretmen olmadığım için bana kırgınmış gibi hissederdim kendimi Semiha.
– Çok şanslıydım Billûr anneyle geçirdiğim yıllarda. İkinci diplomamı ondan aldım desem yalan olmaz.Vakit gece yarısı oldu. Baba-kız epey konuştunuz. Semaverde su, demlikte çay kalmadı. Sohbetinize sabah devam edersiniz.
Semra, ilk defa babasıyla bu kadar ciddi düzeyde sohbet etmişti. Yastığa başını koyduğunda aslında ne kadar güzel oluyormuş insanın kendine ait fikirlerini paylaşması. Sınav sonuçlanmadan hayal kurmak bile imkânsız, diyerek uykuya daldı. Vecdi Bey ise kızının bu yaşta bu düzeyde fikir sahibi olmasından pek memnun olmuştu. Semiha Hanım:
– Vecdi Bey! Maşallah bugün kızımız yaşından büyük laflar etti. Büyümüş de küçülmüş diyebilir miyiz? Allah nazardan korusun. Bizim zamanımızda kızların büyüklerle uzun uzun sohbet ettiği vaki değildi. İçimden geçenleri ah bir söylesem de şu insanları bir sustursam derdim. Fakat bizim ve bizden önceki annelerimizin toplum ve aile içindeki yeri farklıydı. Kız kısmı böyle mi konuşur, öyle mi yaparmış? Elinin hamuruyla erkeklerin işine karışmayın gibi laflara alışmıştık.
– Haklısın Semiha Hanım ama zaman seni de beni de değiştirdiği gibi evlatlarımızı da değiştiriyor ve üstelik geliştiriyor. Neyse… Allah rahatlık versin hayatım.
Yaz günlerinde devam eden rutin günler ağustos ayının sonlarında Üniversite sınavlarının sonuçlarının açıklanacağı Kurban bayramı öncesine denk geliyor ve sınavı kazananlar için büyük iki bayram bir arada olurken şansını bir sonraki sınavda denemek zorunda olanlar içinse umut ufukları biraz daha uzaktı.
Yürüdükçe ufukların uzaklaştığı bir yolculuk gibiydi 80’li yılların ilk yarısı. Ondan önceki yıllarsa ufkun görünmediği dik ve sarp kayalıklar gibi olup ileriye bakmak zordu. Semra, sınav sonuçlarını öğrenmek için sabahın erken saatlerinde gazete bayiine gelip sınav sonuç listesinde adını ve kazandığı bölümü görmeyi hayal ederken binlerce genç gibi onun da sabaha kadar uyku tutmamıştı gözünü.
Keçiören-İncirli ve yöresindeki en büyük gazete bayiinde mesai -bütün esnaf arasında her zamanki gibi- erken başlıyordu. Ayhan amca Semra’yı gördüğünde:
– Günaydın güzel kızım! İnşallah güzel haber verirsin bize. Bu kadar erken kalkıp geleceğini tahmin etmezdim. Sınava girdiğini ve sonucunu da merakla beklediğini biliyorum. Bu sebeple sınav sonuç listesinin yayımlandığı kitapçığı sana ayıracaktım. Şu paketleri açayım da ilk sana vereyim Semra kızım.
Sonuç listesini basan gazeteyle birlikte sabahın ilk siftahını yapacaktı Ayhan amca. Para almak istemese de Semra “Âdettendir… Siftahı senden bereketi Allah’tan demeli insan Ayhan amca!” diyerek verdi parasını. Yolun hemen karşısındaki aile çay bahçesinde kimseler yok ve sadece akşamdan kalan tek masada sandalyeler yerinde olduğu için hemen oracıkta oturayım da ÖSYM aday numaramı kontrol edeyim, dedi. Dışardan birisi görse ve sınav sonucuna bakıyor bu kız deseler herkes aman ne kadar soğukkanlı derler. Kimse bilemezdi ki Semra’nın içindeki kıpırtıları… O sırada kan dolaşımı ve nefesi de hızlanmıştı. “Allah’ım ne olur? İstediğim bölüm olsun! Gözüm haddimi aşan yerlerde değil!” derken aday numarasının karşısında yazan bölüm kodu ve ardından büyük sevinç “Çok şükür Allah’ım! Kazandım, kazandım!” diye bağırırken yalnız başına oturduğu o bahçede sevincini paylaşacağı kimse yoktu aslında Semra’nın. Karşı tarafta Ayhan Amca, Semra’dan haber beklerken onun sevincini uzaktan seyrediyordu.
– Semra ne oldu kızım? Kazandın mı?
– Evet, Ayhan amca, Ankara Üniversitesine bağlı Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandım.
– Aman! O ne kadar uzun bir adı varmış kazandığın fakültenin! Tebrik ederim kızım. Koş git evdekilere de haber versene! Sevincini paylaşsan iyi olur. Billûr Anne sağ olsaydı ne kadar sevinirdi, değil mi?
– Biraz sakinleşeyim Ayhan amca. Az sonra giderim.
Aile çay bahçesinde Semra, gazetedeki aday numarasını yeniden kontrol etti, bir daha kontrol etti ki ‘Aman bir yanlışlık olmasın, ailemi, öğretmenlerimi ve beni sevenleri mahcup etmeyeyim.’ diye düşünürken çay bahçesinin ocak kısmında bir delikanlının ocağı yakıp ilk hazırlıklara başladığını gördü. Eğer kısa sürede çay hazır olabilirse bir çay ve simit bu sevinç üstüne çok lezzetli olur diye düşündü. Uzaktan seslenerek siparişini hemen verdi. Ocaktaki garson “Peki efendim, hazır olunca getiririm.” dedi. Yaklaşık yirmi dakika sonra günün ilk çayını, fırından yeni çıkmış Ankara’nın gevrek simidinden bir adet getirdi garson. Semra, garsona teşekkür ettikten sonra bir an başını kaldırıp gayri ihtiyari yüzüne bakar bakmaz şaşkınlıkla:
– Aa.. Siz o’sunuz! Hani kimliğinizde fotoğrafınız bıyıklı, kendiniz o gün bıyıksız olduğunuz için epey zorluk çıkarılmıştı size Üniversiteye giriş sınavında. Salon görevlisi pek benzemiyor ama neyse diyerek sınava devam etmenize izin vermişti…
– Evet, doğru da fakat… Şaşırdım…
– Aynı salonda sınava girdik. Önümde oturuyordunuz. Sınav boyu moraliniz bozuktu sanki. Öyle değil mi?
– Evet, haklısınız. Çok tedirgin oldum ama neticede sınavım da fena geçti diyemem. Sadece yabancı dil sorularının cevaplarını cevap kâğıdına işaretlemeyi unuttum. Sonucu merak ediyorum ama işten sonra bir ara bakarım.
– Sınavda strese girdiniz ama şimdi ne kadar sakin görünüyorsunuz? İşiniz kaça kadar sürüyor? Akşama kadar sınav sonucunu merak etmez misiniz?