Cem Beyin pek hoşuna gitti ama “Ḳılalum şükr-i Hüdāvend-i cihan” beytinde “K” kaf harfi ile yazıldığı için transkripsiyonda altına nokta koyarak “Ḳ” biçiminde yazılır.” dedi ve o tek yanlışı gösterdi. Yerine oturan Orhan heyecandan terlemiş, başarmanın mutluluğuyla da içi kıpır kıpır ediyordu. Semra ise arkadaşını tebrik ettikten sonra defterini istemişti ama heyecanı geçmemiş olan Orhan etrafta arkadaşlarının tebrik sözlerini bile duymuyordu. K’nin altına konacak bir noktanın bile hata olarak kabul edildiği bölümde işimiz kolay değil diye düşünüyordu o sırada. Dersten sonra öğle yemeğine çıkacak, fakültenin ek binasının giriş katında başlayan ve alt kata kadar yaklaşık 200 öğrencilik kuyruk çekilecek gibi olmasa da o kuyrukta ilerlerken edilen sohbetler diğer zamanlarda olmuyordu. Her sıkıntının kendince bir fayda sağladığı yönü vardır. Semra, Celal, Zeynep, Yücel ve daha birçok sınıf arkadaşı yemek kuyruğunda ilerlerken Semra Orhan’a:
– Az kalsın alkışlayacaktım seni. Fakat dersin ciddiyetinin yanı sıra Cem Beyden işiteceğimiz azar bize ağır gelirdi. “Burası konser salonu mu kızım?” derdi herhalde.
– Bence de kesin azarlardı. “K” harfinin altına nokta koymadın diye pek hoşnut olmadı Hoca. Sanki bu bölüm Eczacılık Fakültesindeki farmakologların laboratuvarından çıkan sonuçlar arasındaki % 01’lik farkın mazur görülmemesi gibi bir hâlde.
Yücel söze girdi, gözlüğünün de üstünden bakarak ve heyecanla:
– Dilin her bir öğesi laboratuvardan çıkmışçasına değerlidir. Hata kabul etmez, hele de Cem Bey hiç affetmez. Diğer Eski Türk Edebiyatçılarının yaklaşımı nasıl acaba Zeynep?
– Bence İsmail Ünver Bey, hocaların en ciddisi ve disiplinlisidir. 150 kişilik sınıfta iki hafta yoklama yaptı, üçüncü hafta herkesin adını öğrendi ve bir daha derste kimin olup olmadığını isim okumadan ya da imza almadan tespit etti. Divan Edebiyatını sevdirecek değerli bir insan o bence.
– Divan Edebiyatı neden sevilmiyor bazı kesimlerce? Bunu ayrıntılı olarak günün birinde, uygun zamanda mutlaka tartışalım arkadaşlar. Var mısınız?
– Cevabı kısa versem eksik kalır. Şiirdeki sanat değerini anlamayan, o derece içi dolu kelimelerle, kavramlarla iştigal etme yeteneği ve becerisi olmayanlar sevemezler. Sevmeyi bile beceremeyenler asla âşık olamazlar. Tartışmaya tabii ki varız, ama farklı fikirlerden de öğrenciler de olsun ki bir şeye yarasın Celal. Önerini beğendim.
– Teşekkür ederim Semra. Şu seminer derslerindeki işimiz bitsin, ondan sonra tartışma ortamı hazırlayalım. Zeynep’in fikirleri, Meltem’in tespitleri, Yücel’in mukayeseli örneklerle açıklamaları konuyu anlamak için yeterli olacaktır. Neyse devamını yemekte konuşuruz.
Yemek sırası geldi ve yemekten sonra derslere devam ettiler. Akşam derslerinden çıkınca karanlığa kaldıkları için Meltem’le Zeynep’in Opera durağına kadar götürülmesi, otobüse bindikten sonra kendi evine dönmek için yola çıkmaya alışmışlardı Celal ile Orhan. Kaldıkları semte otobüs ve dolmuş Sıhhiye’den geçmediği için birkaç km yol yürümek zorundalardı ve kız öğrencilerin en büyük sıkıntısı karanlıkta ulaşım oluyordu. Öğrenci yurtlarında kalan öğrenci sayısı bir elin parmakları kadardı. Yurt sayısı da şartları da yeterli değildi. Kiralık evlerde kalan gençler yurtlarda kalanlara, yurtlarda kalanlar ise evde kalmaya öykünüyorlardı. Aslında yapılacak münazaralar dönemin siyasi havası ve 12 Eylül rejiminin paranoyak anlayışı sebebiyle kamuya ait bir yerde yapılamıyordu. Oysa öğrenci yurtlarında sosyal ve kültürel etkinlik salonları olsa, bu tür çalışmalar da oralarda yapılabilirdi ama nerde… Üniversite öğrencileri adeta akıntıya karşı kürek sallıyor, kimileri de inci kefali gibi akıntıya karşı yoluna devam ediyordu. Orhan ve arkadaşları aslında tam da inci kefali gibiydi. Bu akarsu onların gelecekte de var olabilmelerinin, ülkenin kaderinde rol alabilmelerinin yegâne yoluydu.
***Orhan, sunacağı seminer konusunu özetledi ve el yazısıyla dört sayfaya sığdırdı. Önce sesli okudu, sonra birkaç kez sessiz okuduktan sonra seslice arkadaşlarının huzurundaymış gibi anlatırken ev arkadaşı Celal ve Recai de dinlediler.
– Söyleyin bakalım arkadaşlar! Siz olsanız konuyla ilgili neler sorarsınız?
– İstersen soruları semineri sunduğun zaman soralım Orhan. Daha doğal olur, yoksa bunlar danışıklı soru soruyorlar derler.
– Recai kardeşim, haklısın da bizim ev arkadaşı olduğumuzu kaç kişi biliyor ki?
– Yarın seminere Muzaffer de gelecek. “Konunun nasıl tartışıldığını görmek isterim.” demişti. İlahiyatçılar arasında farklı fikir sahipleri pek azdır. O sebeple tartışmalardan tat almıyorum diyor her sohbetimizde. Biz de öyle sanıyoruz. Senin bir yorumun olacak mı Celal?
– Harf İnkılabının 10. Yılı Üzerine Düşünceler” derken “inkılap” kelimesi yerine “devrim” kelimesini kullanmamız hâlinde konu başka mecraya çekilir mi, çekilmez mi? Bunu da düşünmek lâzım. Eski kelime, yeni sözcük, öz Türkçe falan filan… Çeyrek asır sonra belki de güleriz bunlara. Almancada böyle bir sorun yoktur herhâlde.
– Benim kanaatime göre metnin ve eser sahibinin diline saygı göstermek daha mantıklı değil mi? Nutku sadeleştirmişler, vallahi çok gülünç olmuş. Hiçbir şeyin taklidi orijinalinden daha iyi değildir sevgili kardeşim. Bakarsın yeni nesil anlamıyor diye İstiklal Marşını, gençliğe hitabeyi vs. millete mâl olmuş birçok eser sadeleştirme düşüncesiyle katliama uğrar bu gidişle. Eser sahipleri yeniden dirilseler ‘Bunu ben yazmadım ve söylemedim!’ der, kesinlikle. Bu tip çalışmalar dildeki kültürel unsurları köksüzleştirir.
– Doğru söylüyorsun. Sabah ola hayrola. Ödevi veren Hamza Bey hocamız da Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Hasan Eren’le birlikte Anayasa Sözlüğü hazırladılar.
Anayasa henüz üç yıl önce yazıldı ve kabul edildi ama halk anlasın diye bir de sözlük hazırladılar Orhan.
– Bu da başka bir komedi değil mi, dil tarihimizde. Bunun günahı Anayasa Sözlüğü hazırlayanlarda değil, anayasayı bu kadar anlam duruluğu olmayan bozuk bir anlatımla yazanların, hazırlayanların suçudur. İçeriğindeki sürekli yasaklayıcı anlayışın hâkim olduğu anayasa %92 ile kabul edildi netekim!!! Nitekim yerine “netekim” diyerek konuşan devlet başkanı rakipsiz tek aday olarak demokratik(!) ölçütlere uygun biçimde referandumla seçtirdi kendini. Demokratik(!) anayasamızın dili maalesef çok bozuk! Yıllar sonra biri gelir de düzeltirse ne âlâ, yoksa bu anayasa uğraştırır durur bu milleti.
– Yarın bu yorumları da konuşmana eklesene yahu!
– Siyaset yapmayın diye keserler lafımızı. Şimdilik bundan fayda elde edemeyiz, sonuç çıkaramayız. Haydi, hepinize iyi geceler…
***Orhan, sabah kahvaltısından sonra akşam hazırladığı seminer notlarına tekrar bir göz attıktan sonra erkenden fakültenin yolunu tuttu. Seminer dersinden önce başka bir sınıfın dersi vardı amfide, onlarla derse girip sınıf arkadaşlarından önce kürsüye çıkıp sırayı kapmak istemişti ve ders bittiğinde sınıf arkadaşları telaşla amfiye girdiklerinde kürsüde Orhan’ı görenler şaşırdı. “Aaa.. Ne zaman girdi de kürsüyü kaptı?” diyenleri tebessümle izliyordu. Dersin Hocası Hamza Bey içeri girdiğinde ilginç bir diyalog yaşandı:
– Ooo beyim! Kürsümüzü işgal etmişsin. Sen kürsüde olduğuna göre senin yerine de ben oturayım. Yerin neresiydi?
– Hocam, seminer sunma sırası bulamıyoruz, o sebeple erken gelip kürsüye çıktım. Şu orta kısımda Recai ile Celal’in oturduğu kısımda otururdum genellikle.
– Peki, o zaman ben de oraya oturayım. Seminer konusunu tahtaya yaz ve anlatmaya başla lütfen.
– Sayın Hocam ve değerli arkadaşlarım!
Bugün sizlere Faik Reşit Unat’ın “Harf İnkılabının 10. Yılı Üzerine” adlı konuşmayı sunacağım. İçinde bulunduğumuz bu salon, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ders dinlediği bir salondur. Onun Türk milletinin gönlündeki yerini hatırlamak ve hatırlatmak aslî vazifelerimizdendir. Gençliğe Hitabesini okuyan her Türk genci tarihimizin önemli bir bölümünü kavrar, sorumluluklarının bilincinde olur. Atatürk’ün yaptığı her işe inkılap ya da devrim demek yanlıştır. Türk Dil Kurumu ve Tarih Kurumunu kurması en ciddi icraatlarının başında yer alır. Onun asıl inkılabı Cumhuriyeti ilân etmesidir. Bildiğiniz gibi Türk kültür hayatında önemli değişimlerden ve dönüşümlerden biri de harf inkılabıdır. Karahanlılar döneminden itibaren Türklerin İslâm dinini kabul etmesiyle birlikte Arap alfabesi kullanılmaya başlanmıştır. 1928 yılına kadar yaklaşık bin yıl kullandıkları alfabenin Türkçenin ses yapısını karşılamada yeterli olmadığı düşüncesiyle, gelişmiş Batı’yla daha kolay ilişkiler kurulması vb. amaçlarla harf inkılabı yapılmıştır. Konuya biraz eskilerden başlamak gerekirse, Tanzimat döneminin ortalarında 1862 yılında Münif Paşa ve Azerbaycanlı Mirza Fethali Ahundzâde tarafından dillendirilmeye başlayan Türkçede harf inkılâbı konusu sonraki dönemlerde sürekli tartışılan bir konu hâline gelmiştir. Eğitim ve öğretim meselesinin bir parçası olarak düşünülen alfabe değişikliğini II. Meşrutiyet’in ilanına kadar çok açık biçimde ileri sürülemeyen bu görüşü Hüseyin Cahit, Celal Nuri, Abdullah Cevdet, Cenap Şehabettin gibi şahsiyetler savunuyordu. Türkçenin Arap harfleri ile yazılamayacağını, dilimizin Lâtin harfleriyle daha iyi ifadesini bulacağını öne sürmekteydiler. Enver Paşa’nın da alfabe konusunda farklı görüşleri vardı fakat onun düşüncesinin hedefine ulaşacağı bir dönem değildi. 24 Şubattan 26 Mart 1926’ya kadar devam eden ve Bakü’de düzenlenen Birinci Türkiyat Kurultayında bütün Türk toplulukları Lâtin alfabesini kabul etmişti. Bu Kurultayda Almanya, Macaristan, Finlandiya, Çin ve İran’dan da çok sayıda lisaniyat âlimi vardı. Türk kavimlerini temsilen Yakut, Çuvaş, Başkurt, Tatar, Karaçay, Kumuk, Nogay, Karakırgız, Özbek, Kaşgarlı Uygur, Türkmen, Kırgız ve daha bir çok kavmin temsilcileri vardı. Theodor Menzel Almanya’yı, İstanbul Darülfünuna bağlı Edebiyat Fakültesi Reisi Köprülüzade Fuad Bey ve aynı Darülfünunun Tıp Fakültesi müderrislerinden Doktor Hüseyinzâde Ali Bey Türkiye`yi temsil ediyorlardı. Kurultayda Lâtin esaslı alfabeye geçiş kararından sonra Türkiye’nin de kardeş halklarla aynı alfabeyi kullanması elzemdi. Buna rağmen birçok ilim ve devlet erbabı da karşıydı harf inkılabına. Gazi Mustafa Kemal’in 1928’deki kararlı ve dirayetli davranışıyla harf inkılabı gerçekleşmiş, kısa zamanda uygulamaya geçmiştir…
Orhan, aslında her öğrenciye tanınan 15 dakikalık sürede konusunu anlatması gerekiyordu. Hamza Bey onun hitabî konuşmasını beğenmiş olmalı ki, “Devam et, devam et!…” dedikçe coşkuyla devam etti konuyu sunmaya. Kocaman amfideki yaklaşık 150 öğrencinin Orhan’ı pür dikkat dinlediği esnada yakın arkadaşlarının yüzlerindeki tebessüm, gurur ve heyecan görülmeye değerdi. Bir ara göz göze geldiği Hocasının da aynı mütebessim hâlini gördüğünde coşkusu ve özgüveni tavan yapmış olarak önündeki notlara bakmadan anlatmaya ve yorumlarına devam ediyordu. Orhan, son cümlesini söylediğinde daha önce hiç olmamış bir biçimde büyük bir alkış koptu sınıfta. Bu biraz daha devam etseydi Hamza Bey de rahatsız olacaktı, alkışlar abartılmayıp tadında sona erince yadırgamadı. Orhan’daki heyecan asıl sunumdan sonra başlamıştı. Sorular sorulacak ve yorumlar yapılacak, belki de tartışma kültürünün ve adabının pek fazla olmadığı bir toplumun mensupları olan gençlerin ne yapacağı belli olmazdı. O belirsizlik nedeniyle içinde kıpırtılar vardı. Dersin hocası Hamza Bey “Soru sormak veya yorum yapmak isteyen var mı?” dediğinde sekiz on öğrencinin el kaldırarak söz almak istedikleri görüldü ve ilk söz Bünyamin’e verildi. İlk sözün kendisine verilmesinin heyecanıyla birlikte mütebessim halde söze başladı:
– Sayın Hocam! Bana konuşma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Harf inkılabı Türk kültür tarihinin en önemli değişim hareketidir. Orhan’ın söylediği gibi harf inkılabının sebepleri 1928’den beri eksik ya da yanlış anlatılmıştır. Arap alfabesine dayalı eski alfabenin eksikliklerinden kaynaklanan problemler yeterince anlatılmadığı için karşı fikirlerin doğmasına sebep olunmuştur. Osmanlı Türkçesinin alfabesinde o, ö, u, ü ünlüleri ile uzun ünlü olan û sesinin yanı sıra v ünsüzü ile “ve” bağlacının yalnızca vav harfi ile yazılmasının Türkçemizdeki seslerin kaybına, yazım ve anlam karışıklıklarına sebep olduğu örneklerle açıklanamaz mıydı? Bugün Lâtin esaslı alfabeyi savunurken bu tür örneklerden yola çıkmak gerekmez mi?
Bu yorum üzerine Orhan:
– Değerli arkadaşımın sözlerine tamamen katılıyorum. Seminer olarak sunduğum konuda daha fazla Faik Reşit Unat’ın görüşlerini sundum. Arada bir kendi düşüncelerimi sunarken alfabe değişikliğinin yalnızca propaganda yönüne değil, bilimsel dayanaklarla anlatılması lâzımdı demiştim. Konuyu kısa sürede ayrıntılı sunmak mümkün değil tabii ki. Yalnızca “vav” harfinin karşıladığı altı ses ve bir bağlacın dışında a, e ile uzun ünlü â’yı elif harfiyle, bazen sondaki “güzel he” ünsüzüyle yazdığımızı, “i, ı” ünlüleri “y” ünsüzü ve uzun î’yi “y” ünsüzünü de yine “y” harfi ile karşılamak zorunda olunduğunu kimse anlatmadı bize. Başkalarına da anlatabilmek için anlatanın da dinleyenin de her iki alfabeyi bilmeleri gerek. Osmanlı Türkçesini öğrendikten sonra bu yorumları yapabiliyoruz. Arapça kökenli kelimelerin yazımında mutlak surette Arap imlâsına uygunluk aramanın verdiği sıkıntıları da dikkate aldığımızda harf inkılabının daha doğru anlatılmasına katkı sağlamış oluruz.
İkinci olarak söz alan Nuray “Ben soru sormayacağım, yorum yapacağım. Harf devriminin niçin yapıldığını bugün tartışmaya gerek yok. Sonuçlarını değerlendirmek daha doğru olur. Sonuçları itibarıyla başarılı bir alfabe olduğunu söyleyebiliriz. Dilimizdeki ünlülerin korunması sağlanmış, yazımda ikilemler, çelişkiler ve sıkıntılar giderilmiştir. Yazıldığı gibi okunan bir dil oluşmuştur. Belki 29 harf dışında birkaç sesin daha ayırt edici olarak eklenmesi gerekebilirdi. Mustafa Kemal Atatürk’ün en önemli devrimidir bu.”
Nuray’ı dikkatle dinlemiş ve onun düşüncelerine ek olarak Orhan da “Benim fikirlerimi tamamlayıcı yorumlardır aslında söyledikleriniz. “K” ünsüzünün yanı sıra “kaf” karşılığında q olsaydı “kar” mı, “kâr” mı okunacak gibi şapka meselesi de olmazdı. Eksikliklerine rağmen Türkçenin seslerini koruması bakımından önemli bir değişiklik olmuştur.”
Arka sıralarda oturan ve ısrarla söz almak isteyen Mustafa ise “Harf inkılabının yapılması doğru olmamıştır! Bin yıllık geçmişimizle bütün kültürel bağlarımız kopmuş, atalarımızın yazdıklarını, söylediklerini ve bugüne kadar kalan tarihi eserler üzerindeki yazıları okuyup anlamayan bir nesil çıktı ortaya. Osmanlı alfabesinde ç, j, nazal n, p, sesleri uydurulmuş ve Türkçenin seslerini karşılamış, istenseydi ünlüler de ayrı işaretlerle karşılanabilirdi. Bu neden yapılmadı da alfabe tamamen değiştirildi?” derken pek de heyecanlıydı.
Orhan’ın cevabını herkes merak ettiği gibi Mustafa’nın doğrudan “Bu harf inkılabı yanlış olmuştur!” sözüne tepki göstermek üzere söz isteyenler olsa da hoca buna müsaade etmedi. Orhan, Mustafa’nın ne demek istediğini de esasen toplumda bu fikri taşıyan çok insan olduğunu biliyordu. Sözlerine şöyle devam etti:
–1928’de Mustafa Kemal’in inisiyatifi olmasaydı bu inkılap olmazdı. Şu anda Sovyetler Birliğinin egemenliğindeki Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de 1926’daki Türkiyat Kurultayında alınan kararla bütün Türk toplulukları Lâtin esaslı alfabeye geçiş kararı alındı. Soydaşlarımızın da alfabe değişikliğine gitmesi, ortak bir dilin oluşmasına katkı sağlayabilir düşüncesi vardı. Ordinaryüs Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü’nün, Kazım Karabekir Paşanın ve daha birçok Cumhuriyet döneminin münevverlerinin de bu inkılaba karşı olduğunu biliyoruz. Karşı olmak veya eleştirmek doğru yolu bulmak için gereklidir. Muhalefet etmeden, irdelemeden, yorumlamadan, tenkit etmeden doğrular tespit edilemez. Mesela, Fuad Köprülü “Evvela hiç kimse harf meselesinin bir milletin medenî tekâmülünde mühim ve hayatî bir mesele olduğunu iddia edemez” “ …Lâtin harfleri Türkçeye uygun değildir. Esasen bir milletin harflerini değiştirmesi, kültür itibariyle çok düşkün ve aşağı vaziyette olması şartıyla caiz görülebilir. Biz öyle bir durumda mıyız ki buna gerek duyulmaktadır…?” “… İptidai milletler istedikleri gibi bir elifba alabilirler. Fakat kültür sahibi milletlerden en ufak bir kelimenin imlâsını değiştirmek bile imkânsızdır. Çünkü onda asırların hatırası mevcuttur…” demektedir. Başka bir konuşmasında da “… Kelimeler, kavramlar, deyimler ve terimler onlara yüklenilmiş ve toplumların hafızasına yerleşmiş olan anlamlarından saptırılırsa ve her aklına esen, her kavramın içeriğini kendi çıkarlarına göre belirlemeye kalkışırsa işte o zaman toplumlarda etnik anlatımıyla “entropy” denilen ‘dil kargaşası’ çıkar… Toplumsal işleyişe dikkat edilmeyip dilde hayatını ve varlığını sürdürmekte olan kelimeler zor kullanılarak o dilden atılırsa bu doğrudan doğruya bir tür, ‘dilsizleştirme’ cezası gibi bir uygulama olur. Bu cezanın bedelini ise, çok ilginçtir ki, ilk ödeyen o cezayı kesen iktidar değil, bizzat o toplumun Tarih’i öder…” Belli bir süre harf inkılabına karşı gelen Köprülü, daha sonraki yıllarda eleştirilerine devam etmemiştir. Aksine aynı Köprülü, harf inkılabının 10. senesinde kaleme aldığı yazıyla inanılmaz bir dönüş yaparak devrimi savunmaya geçmiştir. Yine bir konuşmasında diyor ki:
“Türk harflerini kabul ettiğimiz büyük günün onuncu yıl dönümü Türklerin kültür tarihinde, bu kadar azametli, bu kadar şümullü bir dönüm noktası daha var mıdır? Bilemeyiz.” “…Başöğretmen Atatürk’ün bu inkılabı yaparken ve milletine millî, mükemmel bir alfabe hediye ederken ne kadar şümullü ve ne kadar derin düşünmüş olduğunu, hayat, on seneden beri ispat etti…”
Harf inkılabı, Türkiye Cumhuriyeti’nin dil ve kültür politikasının ilk ciddi hareketidir. Bu bakımdan biz de geçmişi eleştirirken geleceği unutmamalıyız. Harf inkılabından sonra Osmanlı Türkçesinde yazıları okuyabilmenin yolları da açılmalıydı. Bu iş sadece tarih ve Türkoloji bölümü öğrencilerinin yarım yamalak öğrendiğiyle bırakılmamalı, yetinilmemelidir.
Hamza Bey Hocamız, araya girerek “Konunun daha uzun tartışılabileceğini ancak bütün yönleriyle tartışmanın ders saatine sığmayacağını düşünüyorum. Serbestçe düşüncelerinizi sundunuz. Son olarak Semra söz almak istiyor” dedi ve ona söz verdi:
– Sayın Hocam! Arkadaşımızın sunumu ve ardından yapılan yorumlar bizi hem bilgilendirdi hem de bu vesileyle herkesin düşüncelerini ifade etmesine imkân verildiği için teşekkür ederim. Bugüne kadar dinlediğim en güzel sunumlardan biri bugünküydü. Türkoloji ve Tarih eğitimi alanlarının dışında da eski yazı eğitiminin yaygınlaştırılması gerekir. Nesiller arası kopukluğun ortadan kalkması sorunu da böylece çözülür. Ancak şu andaki siyasal yapımızın bunları hazmedecek ve özgürlükçü yaklaşımla, kendi geçmişiyle barışık bir siyaset üretmesi imkânsız görünüyor. Umarım gelecek yıllarda bunlar çözülür. İtalyanca diye bir dil varsa İtalyanlar bunu Dante’ye borçludurlar. İtalya’da 14. yüzyıl edibi Dante’nin eserlerini anlamak için İtalyanlar okullarda “Danteşinaslık” dersleri veriyor ki, onun eserlerini yeni nesil anlasın diye. Lâtin harfleri bizi İslam dünyasından koparıyor fikrine katılmıyorum. Bin yıldır Cumhuriyete kadar Kur’an tercümesi bile yapılmamış olması nasıl izah edilebilir? Kur’an meali alfabeyle izah edilemez. Kur’an tercümesi yapabilmek için bütün pozitif ilimlere vâkıf olmak, dile hâkim olmak, dinler tarihini bilmek, tefsir ve tercüme tecrübesine, anlambilim ve yorumbilim alanlarında uzman yetiştirerek analiz yapabilme yetkinliklerine sahip olmak gerekir. Atatürk’ün ölümünden sonra harf inkılabının hangi nedenlerle yapıldığıyla ilgili açıklamaların aşırılıklara kaçan, epeyce taciz edici üslupla dile getirilmiş olması pek de makul karşılanamaz. Bir de Göktürk alfabesine dönelim diyenler de var tabii… Pek taraftar bulmasa da gelecek yıllarda bu da gündeme gelebilir. Buna da şaşırmam doğrusu.
Semra’nın heyecanlı ve çok mantıklı ifadelerle konuya açıklık getirmesinden Orhan sözlerine devam etti:
– Esasen tarihimizde çok sayıda alfabe kullanılmıştır. Dolayısıyla tarih boyunca birçok kez harf inkılabı yapıldığını da gösteriyor bize. 19. yüzyılın sonlarında Mirza Fethali Ahunzâde Osmanlı Sultanı II. Abdulhamit Han’ı ziyaret ederek Lâtin alfabesine geçmemiz gerektiğini teklif etmiş, Sultan ise şahsî kanaatime göre “Evet, doğru söylüyorsunuz ama şu anda böyle bir değişimi sağlamaya muktedir değiliz.” demiştir. Lâtin alfabesine geçiş fikri ilk kez 1928’de ortaya çıkmış değildir, sonuçlandırılması o tarihte olmuştur. İnkılaba 1926’daki Bakü Türkiyat Kurultayı da yeni bir ivme kazandırmıştır. Kafkas, Ural ve Orta Asya’daki soydaşlarımızın hepsi Lâtin alfabesine geçtikten sonra bizim geçmememiz düşünülemezdi. Ne yazık ki, 1926 yılında Lâtin alfabesine geçen Türk soydaşlarımız Stalin’in baskı rejiminin en katı döneminde 1938’den itibaren Kiril alfabesine geçmek zorunda kalmışlardır. Üstelik aynı sesler her Türk lehçesinde farklı işaretlerle karşılanmış olup böylece aynı anlamdaki aynı seslerden oluşan kelimeler farklı harflerle yazılarak ayrıştırma politikası uygulanmıştır. Biz bugün alfabe farkından dolayı soydaşlarımızın konuşma dilini anlıyoruz, ne yazık ki yazdıklarını okuyamıyoruz.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книгиВсего 10 форматов