– Aday numaram yanımda yok; olsaydı bakardık şimdi. Bu sükûnetimden dolayı eleştirilirim bazen. Ben sakinimdir, telaşlanmam. Duygularımı dışa yansıtmamaya gayret ederim. İşimiz sabah altıda başlar, akşam dörde kadar devam eder. Sonra diğer vardiyadakiler gelirler. Aile çay bahçelerinde akşamları çok canlılık olur, gündüz sakindir.
– Kolay gelsin!
– Eyvallah! Afiyet olsun.
…………………….
Semra eve döndüğünde annesinin kalıp kahvaltı hazırlamakta olduğunu gördü. Anne, heyecan içinde Semra’yı karşısında görünce:
– Gülüm benim… Gözümün nuru, canım kızım… Ne oldu? Hadi söylesene! Kazandın mı?
– Kazandım anneciğim, kazandım! Sizin istediğiniz Hukuk Fakültesi olmadı ama benim istediğim Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandım.
– Şükürler olsun yavrum, kazandın ya yeter. Sen bizim gururumuzsun. Baban bugün nöbete erken gitti. Duysa çok sevinir. Telefonla haber versek olmaz mı kızım?
– Ben arayıp söylerim anne, merak etme. Erkan hâlâ uyuyor mu? Kalksın da kahvaltıyı birlikte yapalım. Ben çay bahçesinde iki bardak çay içtim, bir de gevrek simit yedim. Çok aç değilim ama kahvaltı sofrası şifa verir insana… Mihriban halam da yok ortada.
– Halan bakkala gitti. Taze ekmek ve birkaç gazete almaya gitti. Gelmek üzeredir.
Ailenin sevincini komşuları da duydular ve kimisi eve gelerek, kimisi uzaktan balkondan seslenerek “Semracığım kutlarım seni, hayırlı olsun!” dediler. Yan dairedeki komşuları Selime Hanım Semra’yı tebrik edip Semiha Hanıma da ‘Hayırlı olsun.” demeye gelmişti.
– Karşı apartmandaki komşu Hatice Hanım’ın kızı da sınava girmiş ama sonucunu bilen yok, söyleyen yok. Kazansaydı duyardık değil mi? Yok ayol o kızın okumaya gözü yok. Semra gibi değil ki… Yerle gök kadar fark var aralarında. Allah utandırmasın Semiha. Zamanımızda kızların okuması çok mühim, öyle değil mi? Cahillerin yetiştirdiği evlatlar da cahil olur, sonra memleketin başına bela olurlar. Geleceğin öğretmenleri, anneleri yeni kuşaklara biraz edep ahlak öğretir. Daha çok Billûr Annelere ihtiyaç var. Terbiye etme işinde kızlar, hanımlar daha başarılı. Erkekler bu konuda biraz nemelâzımcılık yapıyorlar. Rahmetli Billûr Anne o yaşta bile öğrenmeye, öğretmeye gayret ederdi. Semra onun gibi olur vallahi…
– Sağ ol Selime. Gel kahvaltımızı yapıyoruz. Bir bardak çayımızı içiver lütfen. Gelmezsen darılırım vallahi.
– Çok kısa olmak kaydıyla gireyim bari. Rahatsız etmek istemem ama Semra’yı tebrik etmeliyiz; gururumuz oldu bu kız. Benim oğlum iki yıl sonra girecek sınavlara. Daha zaman var. Ana baba için heyecanlı bekleyişler, hayaller ve nihayet gerçekler derken zaman öyle bir geçiyor ki…
– Evlatlarımızın geleceğinin iyi olması bizi çok mutlu eder. Bundan daha doğal bir şey yok. Sevinçler, hüzünler, dertler, tasalar ve kıvançlar hep bizim zaman zaman yaşayacağımız durumlardır.
– Ah ne kadar doğru söylüyorsun komşu. Hayat bir gün güldürür, bir gün ağlatır ama sonunda hep olan bize olur. Çocuklarımızı yetiştirirken çektiğimiz zahmeti bir biz, bir de Allah biliyor.
– Biz annelerin zahmeti doğru da öğretmenlerin emeğini de unutmayalım Selime. Yıllardır Ankara’ya gelene kadar, taşrada, şark hizmetinde ve daha birçok yerde çalıştık. Vecdi Beyin görevi gereği gezmediğimiz yer kalmadı memlekette… Hatta nerdeyse tanımadığımız insan tipi de kalmadı desek yalan olmaz. Biz kimleri gördük, nelere şahit olduk bir bilsen…
– Öğretmensiz hayat olmaz, onlar memleketin can damarıdır. Çocuklarımızı emanet ettiğimiz insanların ruhen ve bedenen çok sağlıklı olmaları gerekir. O da yetmez insanî vasıfları meslekî bilgisinden daha iyi olmalı değil mi?
– Selime! Birdenbire birbirimize nutuk atmaya başladık. Yudumla da tazeleyeyim çayını. Devamında lafın belini kırarak sohbet ederiz! Ne dersin?
– Bugün bizimkiler evde yoklar Semiha. Akşama kadar da gelmezler. Konuşuruz biraz tabii…
Selime Hanımın keyfi yerinde olduğunda saatlerce konuşur, lâkin bu hâl sadece sevdiği insanlar arasında geçerlidir. Yoksa kolay kolay kimsenin kapısına adım atmaz. Selam verme dışında sohbeti, işi olmaz kimseyle. Hayat felsefesi “Ya hep ya hiç” üzerine kurulu olduğundan herkesle muhabbet kurmaya yanaşmaz. Sevdiyse canını verir. Semra’ya olan sevgisi ise onun terbiyesinden, çalışkanlığından ve güler yüzlü davranışlarından kaynaklanıyordu. Yapmacıksız ve menfaatsiz yaklaşımlar ve muameleler Selime’nin hoşuna gidiyor. Küçük kızı Esma’ya hep Semra’yı örnek göstermesinden de anlaşılıyordu onu beğendiği. Bazen Semra’ya “Eee n’olacak Billûr Annenin torunu… Dârulmuallimât-ı Âliye mezunu Billûr Annenin kucağında büyümek herkese nasip olmaz. Şimdiki kızlar o okulun adının anlamını da bilmezler ama Semra bilir muhakkak…” demekten kendini alamazdı.
Akşamın geç saatlerinde Vecdi Bey mesaiden dönerken gündüz aldığı haberden dolayı biricik kızının mutluluğunu kutlamak arzusuyla ona pastaneden en sevdiği kremalı yaş pasta aldıktan sonra eve girmeyi düşündü. Pastanenin lezzet ustası Çakır Yusuf’a:
–Kızım için güzel bir pasta hazırla, üzerine de “Canım kızıma ömür boyu başarılar!” yazacaksın tamam mı Çakır Yusuf! Bir kilo da baklava hazırla.
–Emriniz olur komutanım! Sultanlara lâyık pastanızı siz yorgunluk çayını yudumlarken hazırlarım. Ancak pastayla aynı anda baklavayı anlamadım. İkisi farklı yere mi gidecek?
Evlilik yıldönümleri dışında pasta almaya pek de alışık olmadığı her hâlinden belliydi Vecdi beyin.
– Baklava sonraya kalsın o zaman. İkisi aynı anda sofraya konmaz değil mi?
– Pek âdetten değildir komutanım.
Çakır Yusuf’un hazırladığı yaş pastanın ambalajı da çok güzel görünüyordu. Semra dünyaya geldiğinde annesiyle eve döndükten sonra Vecdi Beyin Semiha Hanıma aldığı pasta ile kocaman gül demeti aklına geldi. O gün tomurcuk gibi gül yanaklarıyla, minik gözleriyle ilk göz göze gelişinden Üniversiteli genç kız olana kadar geçen yıllar da eve yöneldiği anda zihninden film şeridi gibi geçti.
Sokak lambasının loş ışığı altında babasının eli dolu vaziyette geldiğini gören Erkan hemen içeri koşarak:
– Abla! Babam geliyor ve elinde kocaman bir şey var. Galiba sana bir hediye almış.
– Hadi kapıda karşılayalım Erkan.
……………………
– Babacığım hoş geldin. Nasılsın? Bugün erken gidip geç geldin.
– Canım kızım, tebrik ederim seni. Sen bizim övüncümüzsün, medarı iftiharımızsın. Allah utandırmasın. Bu pasta sana ama hep beraber kutlayalım bu başarını.
– Sağ ol babacığım benim. Sen dünyanın en iyi babasısın.
Anne Semiha Hanım, bu baba-kız muhabbetinden kıskançlık duyarcasına:
– Hadi artık geçin içeriye, kapının önünde bu kadar muhabbet yeter! Oturun koltuklara da şöyle bir mutlu aile tablosuyla hep beraber sohbet edelim. Semracığımın pastasını yiyelim. Pastanın yanında isteyene limonata, gazoz var. Çayımız da hazır.
– Sevgili kızım, bize böyle güzel bir sevinç yaşattığın için var ol. Allah, sana ömür boyu başarı ve mutluluk nasip etsin. Mutluluk dolu bir günde Çakır Yusuf’un pastası da pek lezzetli olduğunu hissettiriyor. Bu pastanın yanı sıra baklava da alacaktım ama Yusuf, yaş pastanın yanında baklava gitmez dedi çocuklar.
– İlahi babacığım. Zevkler ve renkler tartışılmaz ama baklavayı yedikten sonra yaş pastanın lezzeti hissedilmez. Herkesin damak tadı başkadır tabii.. Gazetede okuduğuma göre Türk mutfağının tatlılar kısmı dünyada ilk sırada yer alıyormuş. Onlarca tatlı türü var. Hamurlu tatlılar, sütlü tatlılar vs. hepsini saymak mümkün değil.
– Konumuz Türk mutfağı değil, Türk Dili ve Edebiyatı mıydı kızım?
– Evet babacığım. Bölüm hakkında biraz bilgi edinmiştim. Türkiye’de 29 üniversitede 26 tane Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü var. Bunların arasında en eskisi İstanbul Üniversitesine bağlı bölüm, ikincisi de bizimki. Geçen yıl en yüksek puanla öğrenci alan bölüm Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine bağlı Türk Dili ve Edebiyatı bölümüymüş. Gazeteler bu tür bilgileri de verince çok iyi oluyor.
– DTCF 1935 yılında dil, tarih ve kültür alanında önemli araştırmaların yapılması amacıyla kurulmuş, Cumhuriyetin Ankara’daki en önemli eseridir. Bu fakültede dünyaca ünlü öğretim üyeleri, yazarlar, fikir adamları, arkeologlar, kültür ve sanat uzmanları, Türkolog ve dilbilimciler ders vermektedir. Cumhuriyet döneminin en köklü fakültesi, filoloji bölümleri, eskiçağ tarihiyle ilgili ve klâsik dillere ait bölümler de var. Şu Antropoloji, Paleontoloji, Sümeroloji, Hungaroloji, Sinoloji gibi bölümlerin adları bana tuhaf gelmiştir ama hepsi önemli alanlar.
– Sinolojinin Çin kültürü- tarihi-dili ve edebiyatı olduğunu ben de yeni öğrendim baba. Bence Klâsik Arkeoloji ve Sanat Tarihi de önemli bir bölüm. Kuruluş amaçlarını öğrenmek lâzım. Neyse daha bir sürü bölümler ve bunların tamamına yakını sadece bizim fakültede var.
– Vay benim canım kızım. Daha kayıt olmadan bizim fakülte demeye başladın sen. İnan ki sen hemen benimsedin ya mutlaka başarılı olursun.
– İnşallah babacığım.
– Ne zaman kayıt olacaksın, gazeteler yazdı mı?
– Hayır, gazeteler yazmadı ama tahminen Kurban Bayramından sonra olabilir. Ağustos sonu, Eylül başı gibi bir zamanda oluyormuş genellikle.
– Bunu dediğin iyi oldu kızım. Bu arada bir haftalık veya on günlük tatil bize iyi gelir. Bu yıl çok yoruldun sen. Üniversiteye hazırlık çalışmaları, testler ve deneme sınavları seni yormuş olmalı. Hep birlikte gideriz sahillere.
Babasının bu teklifiyle birlikte evde mutlu bir hava oluştu. Semra da babasının kendisi için çok fedakârlıklar yapabilen bir insan olmasından dolayı içinde hissettiği duygulara bir yenisi eklendi. Benim “kahraman babam” aynı zamanda ailenin sadece sorunlarını çözen değil, herkesin derdiyle hemhâl olan fedakâr bir babam var düşüncesiyle tatil hayali kurarken alışkanlıklarından vaz geçemiyordu. Önceden ders çalıştığı saatlerde kendini boş hissediyordu ama ona da bir çare düşündü. Türk edebiyatının önemli eserlerini, romanlarını ve hikâyelerini okumaya başlama zamanı geldi. Okul döneminde edebiyat öğretmenlerinin zorlamasıyla okunan kitaplar, roman veya hikâyeler kendi isteğiyle okunan kitaplar gibi olmuyor. Babasının fena sayılmayacak, biraz da dayısının kendisine hediye ettiği kitaplar şimdilik ders çalışma alışkanlığını okuma alışkanlığına çevirir. Eğer bugünlerde okuma alışkanlığımı kaybedersem bir daha ipin ucunu kaçırırım ve okuyacağım bölümde de başarılı olamam diye zihnini meşgul ederken babasının hâlâ uyumadınız mı uyarısı ile irkildi yatağında. Işığı söndürmediğinden uyumadığı anlamış, diğer odadaki kardeşi Erkan da aynı durumda olmalı ki “siz” diye hitap etmiş olduğunu aklından geçirdi. Gecenin sessizliği içinde uykuya daldı.
Sabahın nasıl olduğunu anlamamıştı. Gözlerinden uyku akıyor, hiç bu kadar yorgun kalkmamıştı. Sanki yılların yorgunluğu o gün üzerindeydi Semra’nın. Kahvaltı sofrasında annesi:
– Ne oldu sana kızım? Yüzün gözün şişmiş.
– Bir şey yok anneciğim. Önemli değil. Dinlenirim, kahvaltıdan sonra geçer.
Semra, annesinin ısrarlı sorularına hep aynı cevabı veriyor, ama kendisi de gözaltlarındaki şişkinliğin neden olduğunu anlamamıştı. Ancak uykusuzluktan olduğunu da söylemek istemedi; çünkü ardından gelecek sorulardan yorulacaktı. Neden uyumadın? Bir derdin mi var? Yoksa hasta mısın? Annesinin sürekli soruları bazen sıkıcı gelse de ona olan sevgisinden dolayı nazikçe cevap vermeye çalışıyordu.
Genellikle şikâyet etmeyen, bir sorunla karşılaştığında kendisi çözmeye çalışan karakterdeki Semra, kimi zaman yaşından olgun davranışlar sergilediğinde takdir ediliyor, övgüler alıyordu. Bu takdir ve övgüler aslında ona erken yaşlarda sorumluluk yüklüyor, delikanlılık ve gençlik döneminde yaşını yaşamak istese de hep beş yaş daha ileri karakter sahibi olmak ona arkadaş çevresinde de saygınlık kazandırıyordu. Rahmetli Billûr Annenin etkileri ve izleri de vardı kişiliğinde.
***Aile fertleriyle tatil yaptığı yerde sahilden yakamozları izlerken ve hafif meltem bir eserken bile nasıl bir ortamda Üniversite eğitimi alacağını düşünüyordu. Yaşıtlarının hiç umurunda olmayan konuları tatil boyunca düşünüp geleceğe dair planlar yaparken babasının “Kızım azıcık da eğlenmene bak, gez dolaş etrafı!” dese de kendisi kitap okuyarak geçirdiği anların kendisine gelecekte çok yararlı olacağını düşünüyordu. Sadece geleceğe dair düşüncelerle olmasa da kitap okumanın, özelikle roman okumanın yararlarını sezmiş, kendini başkalarından farklı kılan en önemli araçlardan biri olarak da görüyordu. Büyüklerden duyduğu “Okumanın yaşı yoktur.” sözünden başka da okumayla ilgili sözler pek anlamlı gelmiyordu ona. ‘İnsan her yaşta okumalı ama ne zaman ne okumalı acaba?’ diyerek sorguluyordu.
***Tatilden dönen Semra hem zihinsel olarak hem de fiziksel olarak dinlenmiş, Üniversiteye kayıt günlerini sabırsızlıkla beklemişti. O gün geldi çattı ve Kurban Bayramından sonraki ilk iş gününde evrakını hazırlayıp fakültenin yolunu tuttu. Her zamanki kadar trafik vardı yollarda. Ulus’a kadar otobüsle, oradan da daha önce hiç binmediği –yalnızca Dışkapı-Kızılay hattında çalışan- troleybüsle Sıhhiye’ye ulaştı. Türkiye’nin en büyük fakültesinin önünde aile efradıyla veya arkadaşlarıyla gelen yüzlerce öğrenci dikkatini çekmişti. Semra yine yalnızdı. Her işini kendisi görmeyi beceren, medenî cesareti ve özgüveni yüksek bir kişiliğe ve bireysel beceriye sahip olduğunun farkındaydı. ‘Billûr Annemden kaldı bana bu özgüven.’ diyordu içinden. Bu farkındalığın kendisinde oluşturduğu tertip ve nizam çerçevesinde kayıt olacağı bölüm sırasına girdi. Önündekilerin işlemleri devam ederken sağa sola bakarak değişik insan manzaralarını izliyor, onların yüzünden, bakışlarından ve davranışlarından yahut durgunluklarından bir şeyler çıkarmaya çalışıyor, iyi bir gözlemci olma yolunda ilk tecrübelerini kazanmaya başlıyordu böylece. Kendisine sıra geldiğinde “Hanımefendi lütfen evrakınızı verir misiniz?” diyen kayıt memuru Mehmet Bey’in sesiyle irkildi. Bu ses ciddi bir devlet memuru sesiydi. Pek alışık değildi memurlarla muhatap olmaya. Kendisine ilk kez hanımefendi diye hitap edilmesinden de pek hoşlanmıştı.
– Evrakım tamam mı? Bakabilir misiniz? Eksik bir şey yok değil mi?
– Hepsi tamam da şu kâğıtta istenen bilgileri yandaki masaya oturun ve yazıp imzalayın lütfen.
– Peki efendim, hemen.
Semra, belgeleri doldururken kayıt memurunun sıradaki kara yağız delikanlıya:
– Biraz acele et evladım. Sırada çok arkadaşın bekliyor. Onlarla birkaç hafta sonra sınıf arkadaşı olacaksın. Onları şimdiden kızdırma. Hadi çabuk ol!
– Ama efendim, çok heyecanlı olduğum için evrakın hepsi karışık durumda. Bu kadar heyecanı sınavda bile yaşamadım.
– Biz alışığız böyle hâllere ve sizin gibi gençlerin heyecanına.
Semra kâğıdı doldurur doldurmaz kafasını kaldırdığında gördüğü o kara yağız delikanlı:
– Kaleminizi alabilir miyim? Ben telaşla kalemsiz çıkmışım evden.
– Aaa… Yine siz? Hani giriş sınavında önümdeydiniz, sonra mahalledeki parkta çay ocağında çalışıyordunuz da konuşmuştuk ya… Bu üçüncü karşılaşmamız oluyor.
– Siz üç ben iki… sınav salonunda siz beni görmüşsünüz ben sizi göremediğim için. Evet hatırladım tabii. Unutmadım ki sizi.
– O gün birbirimize adımızı bile sormadık.
– Benim adım Orhan.
– Benim adım da Semra. Çok memnun oldum. Yanılmıyorsam aynı bölümde okuyacağız.
– Evet, aynı yerde sınava girdik, aynı bölümü kazanmışız. Şu andan itibaren tek tanıdığım sizsiniz.
– Neyse sizi meşgul etmeyeyim. Belgenizi doldurun. Kayıt memuruna bu belgeyi verince işlem tamam olacak böylece.
– Hayırlı olsun Orhan.
– Teşekkür ederim. Size de hayırlı olsun. Artık üniversiteliyiz.
– Üstelik Dil-Tarihliyiz. Bunu her zaman övünçle söyleyeceğim. Bugünün hayatımızda önemli bir gün olduğunu unutmayalım.
– Evet, insanın hayatında önemli ve unutulmaz günleri olmuştur, gelecekte de olacaktır. İnşallah hep güzelliklerle dolu bir eğitim hayatımız olur.
– Müsaadenizle ben işe döneceğim. Galiba Eylül ayının son haftasında derslere başlayacakmışız. O zamana kadar işime devam etmeliyim. Kaleminizi kullandım, teşekkür ederim. Hoşça kalın şimdilik!
– Güle güle Orhan!
Semra, etrafı gözlemlemeye devam ederken gözüne takılan farklı tiplerin, farklı renklerin ve farklı düşüncelere sahip insanların, gençlerin varlığına çok da kolay alışabileceğini düşünmüyordu. İçinden gelen sesler ve kendi kendine yaptığı yorumlar vardı:
“Ben bu hippi tiplilerle aynı sıralarda oturamam. Sanki kirliliği ve bakımsızlığı moda hâline getirmiş marjinal tipler inşallah benim bölümümde olmaz. Aşırılıklar bana uymaz. 12 Eylül 1980 ihtilali sonrasında siyasi bölünmüşlüğün üstü örtülmüş gibi ama aslında hâlâ sakaldan, bıyıktan yahut giyim kuşamdan, kullanılan dil ve üsluptan kimin kim olduğu çok belli oluyor. Sadece bilim ve eğitimin, kültür ve sanatın, dil ve edebiyatın, teknoloji ve ekonominin, üretim ve bilinçli tüketimin, insanlık ve hoşgörünün, spor ve sağlığın konuşulabildiği, güzel fikirlerin karşılıklı saygı çerçevesinde tartışıldığı, üniversal düşüncelerin sunulabildiği bir üniversite ortamı istiyorum. İnşallah hayal kırıklığına uğramam. Yeni nesil henüz okulda öğrenciyken küçük yaşlarda siyasetle ilgilendikleri kadar eğitimin temel konularıyla ilgilenseler, kendilerini geleceğe hazırlasalar, istikbalin istikrarlı bir biçimde çalışmakla mümkün olduğunu bir anlasalar başarı kendiliğinden gelir. Lisedeki öğrencilik tablosuyla buradaki durum arasında zerre benzerlik yok. Artık gideyim eve. İlk günden eleştiriye başladım, bir de dersler başlayınca bakalım neler olacak? Görelim Mevla’m neyler… Edebiyat okuyunca herhalde daha çok şiirsel ve edebî dille konuşma alışkanlığı kazanırım. Yoksa pek hayalperest miyim? Rahmetli Billûr Annem çok özen gösterirdi Türkçeye. Güzel ve dikkatli konuşmamızı isterdi.
Semra, bindiği halk otobüsüyle eve dönerken bir dakika bile zihnini dinlendirmedi. Hep gözlem ve yorum yapmakla meşguldü kendi kendine. ‘Ben daha düne kadar bu kadar düşünmezdim. Üniversiteli olmak böyle bir sorumluluk kazandırıyormuş demek ki’ diyordu. Gördüklerini annesine ve babasına da anlatıp onların yorumlarını da duymak istiyordu. Zaman zaman babasına düşüncelerini anlattığında takdir edilmesi hoşuna gidiyordu. ‘Bu sefer benim de gözlemlerimden elde ettiğim bulgularla yorumlarım olacak, diyeceğim babama! Bakalım tavrı ne olacak?’ diyerek girdi eve. Nitekim akşama kadar bunun muhasebesini yaparak babasının işten gelmesini beklerken annesi her zamanki tavrıyla:
– Kızım, ben sormadan bir şey anlatmaz mısın sen? Neler oldu bugün? Kayıt oldun. Hayırlı olsun. Anlat bakalım. Neler hissettin kayıt olduğun anda?
– Anneciğim, babamın tayini çıkana kadar birlikte kalacağız. Üniversite özgürlüklerin test edildiği ya da tecrübe edildiği bir ortam öyle değil mi? Ben öyle hissediyorum.
– Canım kızım, üniversiteler gençlerin istediği her şeyi yapabildiği, sınırsız özgürlükler alanı değildir. Her yerin bir kuralı, kaidesi, usulü ve gelenekleri vardır. Bunların birçoğu yazılı bile olmayabilir. Senin özgürlüklerin başkasının özgürlüğünü ihlal etmemeli. Ben öyle büyük laflar etmeyi bilemem ama bizim geleneğimizde anne babanın tavsiyeleri, öğütleri, uyarıları, yönlendirmeleri sebepsiz değildir.
– Vay be anne! Profesör gibi konuştun vallahi. Senden böyle laflar duymamıştım hiç. Siz tayin olup giderseniz, ben özgür kalacağım demek istiyorum. Meselâ televizyonu istediğim zaman seyredebileceğim. İstediğim yemeği pişireceğim, istediğim zaman uyuyup, keyfime göre de kalkacağım. Her sabah “Kalk artık öğlen oldu, yok Üsküdar’da sabah oldu, yok efendim amma da uykucu zamane gençleri…” gibi klâsik uyandırma cümlelerini duymayacağım.
– Benden ayrı kaldığında anlarsın eksikliğimi. Şimdiden söylüyorum sana bak. Belki de yalnız kaldığında kendince sorumluluk anlayışın gelişir, düzenli bir hayat düzeni kurarsın. Evimizden pek eşya da götürmeyiz. Artık en az 4 yıl sabit bir evimiz var diyebileceğiz sayende.
– Anneciğim benim. Yalnızlık çekmem, lakin sizin yokluğunuza alışmam kolay olmaz tabii ki. Arada bir halam gelir yanıma. Akrabalarımız ara sıra hâl hatır sormaya gelseler yeter. Komşularımızdan bazıları akrabadan da yakın bize.
– Allah eksik etmesin onları. Ev alma komşu al, demiş atalarımız. Çok memnunum hepsinden. Lojman hayatını sevmiyorum oldum olası. İş yerindeki resmiyet evin kapısına kadar taşınıyor. Samimiyetten uzak, menfaate veya hiyerarşiye dayalı davranışlar yapay geliyor bana. Ankara’daki dört yılımız dolu dolu geçiyor.
– Vakit epey geçti anne. Babam gelene kadar biraz kitap okuyayım.
– Babanın gelmesi de yakındır Semra. Bugün neler yaptığını anlatırsın babana.
– Sana ne anlatsam sözlerimin peşinden nasihat ya da uyarı gelir. Bazen de tartışmayla sona eren bir diyalog olurdu ama bugün çok tatlısın anneciğim.
– Babasının kızı ne olacak! Hadi git odana da ben de akşam yemeği hazırlığına başlasam iyi olacak.
Semra odasında kitap okurken bir yandan da zihnindeki sorulara cevap arıyordu.
– Hani şu Orhan var ya… Akıllı ve iyi birisine benziyor. Onun gibi daha nice gençler gelecek fakülteye. Kızlar, erkekler… Utangaç, nazik, kibar, zarif gençler olabileceği gibi yırtık, andavallı, armut, bön, hoppidik, zıpçıktı tipler de olabilir o ortamda. Aşırılıkları sevmem ben. Sadelik, tevazu, nezahat, zarafet, letafet, dürüstlük velhasıl ahlaklı olmak benim için ilk planda gelir. Güzel Anadolu’nun küçük köylerinden, kasabalarından, kültürel dokusu bozulmamış şehirlerinden gelen kızlar, delikanlılar olacaktır mutlaka. Arkadaş çevremiz başarımı etkiler, bunu kesin tahmin ediyorum. Lisedeki öğretmenlerimin derslerde anlattıkları hayat hikâyeleri bazen derslerden daha fazla ders vericiydi bize. Arkadaş deyip de geçmeyelim. Lisedeki arkadaşlarımla vedalaşmak zor geldi bana. Okuldan mezun olduktan sonra geçen bir hafta içinde hemen mektup yazdım onlara. Özlediğimi söyledim ve bana gelen cevaplar mutlu etti beni. Bakalım Üniversiteye başlayınca kimleri unutacağım, kimler beni unutacak? Merak ediyorum tabii. Hatıra defterime yazdıklarını tekrar tekrar okuyorum. Kimisi ciddi, kimisi dalgasına yazmış işte o sayfalara. Hele de “Bana ayırdığın bu temiz sayfa için teşekkür ederim sana…” diye yazanlar var ya sanki hiç kompozisyon yazmayı öğrenmemişler gibi geliyordu, Zaman geçtikçe o sözlerin ne kadar samimiyet dolu olduğunu daha çok hissediyorum. Görmeyeli henüz bir yaz geçti, yine de uzun yıllar geçmiş gibi geliyor bana. Bakarsın aynı sınıfta veya aynı fakültede, kim bilir belki de aynı üniversitede okuyacağım lise arkadaşlarım olabilir. Ben çevremde yeni ve değişik insanlar olsun diye istiyorum. Değişik dediysem uçuk kaçık tipler değil ha… Neyse kitabı bu akşam bitireyim de babamla edebî eleştirilere başlarız. Ben galip gelince babam her zamanki gibi “Ben asker adamım kızım! Senin kadar edebiyattan anlamak zorunda değilim!” diyor. Kimi zaman sanki benim şevkimi kırmamak için tartışmayı benim kazanmamı istiyor gibi geliyor bana. Aslında kaybetmeye de alıştırıp hayatta mücadele etmeyi de öğretmeli böylece. Billûr Annem de öyle yapardı. Söz ustası bin bir maharet vardı onda…
***Vecdi Bey akşamüzeri eve geldi ve her zamanki gibi aile efradına hâl hatır sorduktan sonra Semra’ya dönerek:
– Kızım! Kayıt yaptırmışsın, kimliğini de almışsın, hayırlı olsun. Allah utandırmasın.
– Sağ ol babacığım. Sizlere lâyık olacağım.
– Ondan şüphem yok. Annenle bugün epey zaman geçirmiş gibisin.
– Evet, öyle oldu baba. Fakat farklı bir annem vardı bugün.
– Nasıl yani?
– Filozof mu desem, siyasetçi mi desem, yoksa profesör mü desem? Çok güzel laflar etti.
– Konu neydi?
– Özgürlük!
– Özgürlük mü? Yani Hürriyet… Annen her zaman hür iradesiyle seçimlerde istediği partiye oy verir, istediğini satın alır, istediği gibi atını oynatır… Becerebildiği her şeyi yapar, bazen de bize sorar “Ne istersiniz?” diye ama evi de istediği gibi yönetir. Hiç müdahale etmedim ev işlerine. Ben de karışmak istemedim doğrusunu söylemek gerekirse…
– Babacığım, bazı şeyler kavramsal olarak hürriyet sınırlarına dâhildir, bazı şeyler vardır ki onlar temel insan hakkıdır.
– Bak hele! Bizim Üniversiteli kız hemen büyük sözler etmeye başladı. Kavramsal olarak ha… Devam et bakalım, neymiş o temel haklar?
– İnsanların en temel hakkı yaşama hakkıdır. Yaşama hakkından daha öncelikli bir hak olamaz. Bu hakları güvence altına alan anayasa ve düzenleyen yasalar vardır. Bu yasalar ancak demokratik ülkelerde olur. Yıl 1984 ama hâlâ sorunlu demokrasimiz var.
– Sorunlu demokrasi ne demek? İsteyen istediği gibi konuşuyor ve yazıyor işte. Herkes özgürce yaşıyor. Demokrasinin bütün kurallarını hazmetmek, ona uygun hayat tarzı belirlemek ve demokratik kurallara göre davranış sergilemek pek kolay olmaz şu dönemde. Yeni Anayasa kabul edileli henüz iki yıl olmak üzere. Bence gelecekte geliştirilebilecek bir anayasa olduğunu düşünüyorum. İhtiyaca göre daha geniş hak ve özgürlükler sağlanabilir vatandaş hayrına.