Книга Kalemin İzindekiler - читать онлайн бесплатно, автор Muhittin Gümüş. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kalemin İzindekiler
Kalemin İzindekiler
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kalemin İzindekiler

– Kıraathane demeyelim ama nezih ortamlar çok az da olsa var…

– İşte geldik kütüphane önüne… Burası koskoca fakültenin küçücük de olsa oturma alanı. Birkaç bank dışında oturulacak yer yok. Kantin desen tilki ini gibi, duman altı yerler.

– Evet, sohbet edelim dedin Semra. Özel bir konu mu yoksa?

– Özel bir konu da değil, özel bir mesele de değil,. Birkaç sorum olacak sana. Sadece seni daha doğru anlamak için. Ne bileyim işte… Neden böyle düşündün dersen onu da ben bilmiyorum. Birdenbire içimden öyle geldi.

– Söze böyle başlaman hoşuma gitti. Rahatladım. Birden senden korktum biliyor musun? Yoksa Semra’ya karşı bir yanlışım mı oldu diye işkillenmiştim.

– Sınavlarda o kadar başarılısın, derslerde hiç aktif değilsin. Neden?

– İlginç. Böyle bir soruyu kimse sormadı bana. Onun için de çok ilginç geldi bu soru bana.

– Cevap vermek yerine yorum yapıyorsun Beyefendi.

– Aslında sorduğun soru, cevabı kendinden menkul soru değil mi?

– Hayır, çok merak ediyorum. Sınıf ortamından çekindiğin için mi, özgüven eksikliği mi, yoksa -tabirimi mazur gör lütfen- ezberci, inek öğrencilerden misin?

– Senin kanaatin nedir?

– Aman Allahım! Ben soruyorum, ama yine cevaplar benden isteniyor! Lütfen ciddi olur musun?

– O nasıl söz? Senin kadar ciddiyim. Daha fazla kızdırmak istemem seni. Biraz uzun anlatırsam sıkılmazsın değil mi?

– Zevkle dinlerim seni.

– Bazen susmak daha iyi cevaptır. Sorulmadan cevap vermeye alışamadık biz. Terbiyemizden, görgümüzden, ananelerimizden kaynaklanan sebeplerle susmanın da tesirli bir cevap olduğunu biliyoruz. Muhatabını çıldırtmak için bile kullanılabilecek bir araçtır sükût etmek. ‘Söz gümüşse, sükût altındır.’ demiş atalarımız. Kime ait olduğunu bilmediğim ancak beğendiğim bir sözde de ‘Konuşmak ihtiyaç ise susmak sanattır.’ Susma hakkımı değil, susma sanatını icra etmek daha mühim değil mi?

– Hep susan, konuşmayan, sus pus oturup öyle etrafı sadece dikizleyip bazen tebessümle, bazen istihza dolu bakışlarla, bazen de renksiz ve ruhsuz bir tavırla tartışmaları izlemek çok mu hoş yani?

– Amacımız muhatabımızı avlamak ise onun zaaflarını tespit edip, çelişkilerini önüne koyarsınız, tenakuz durumunda olduğunu kanıtlarsınız ve hedefinize ulaşırsınız. Mücadelede sizin silahınız ya da gücünüzün yerine muarızlarınızın zaaflarıyla galibiyet elde etmek bana pek etik görünmüyor.

– Üniversitelerdeki sınıflarda tartışmalar bilgiye, bilime ve kanıta bağlı değil maalesef… İdeolojik önyargılarla süslenmiş laflar argüman olarak kullanılıyor. Üstelik hâlâ olağanüstü hâl yasalarıyla yönetildiğimiz bir dönemde neleri tartışabiliriz ki? Sınıfımızda postallı veya sivil güvenlik elemanları var. Fikir hürriyetinin olmadığı durumlarda hakikat yerine laf ebeliği yapmak zorunda kalınması bana ters geliyor. Fikir hürriyetinden önce irade hürriyeti olmalı ki fikirler asıl o zaman hür olur.

– O zaman bilimsel temellere dayalı konuş! Dayanakların da pozitif bilimler olsun. Bilgilerini kullanarak güzel hitabetinle etkili olursun bence. Sendeki cevherin kaç kişi farkındadır bilemem. Ben öyle düşünüyorum ki, medenî cesaret eksikliği ve alışkanlık hâline getirilmiş suskunluğa sığınıyor ve kaçıyorsun.

– Üniversite nedir? Üniversal anlayışa sahip fikri hür insanların bilim ürettiği kurumlardır. Sorgulayan, yorumlayan ve analitik düşünce yapısına sahip genç dimağlar yetiştirmek yerine yalnızca yönlendirilmiş malumatları sözde bilim diye ezberleyerek muhataplarına yaralayıcı bir üslupla kabul ettirme yarışına giren aynı türde bir kişilik kazandıran sistem içinde neyi tartışalım, nasıl konuşalım? Münazara kavramı anlamını yitirdi ve yerini kavgaya bıraktı. Sana göre benim mutlaka konuşmam, tartışmam lâzım ve kazananın da yine ben olmam şart mı?

– Kesinlikle şart! Hep böyle kalamazsın. İçindeki cevheri gün ışığına çıkarmakla görevliyim. Sendeki istidadın farkına varmak da bana düştü Orhan!

– Hay Allah, senin ne kadar çok görevin varmış? Doğrusunu söylemem gerekirse psikolojik danışma ve rehberlik uzmanı gibisin. Bana katkın ve faydan olacağını düşünüyorum ama pek kolay olmayacak galiba. Bu hususta başarıya ulaşmak daha çok sana bağlı, bana değil.

– Tek düşüncem, müthiş yetenek sahibi müzisyenin şaheserinin notalarına dokunduğunda duyduğu ahengi hissetmek istiyorum. Seninle oturup konuştuğumuz andan beri yorgunluğumu, derdimi, tasamı unuttum bugün. Hep Billûr Annemle konuştuğumda iç huzuru bulurdum. Artık sen varsın.

– Aslında seninle pek de baş başa oturmadık. Sınıfta bazen aynı sıraya oturduğumuzu hatırlıyorum. Derdin, tasan, kaygın nedir sahi? Ben de onu merak ettim Semra. Ailenle berabersin zannediyorum. Dersten çıkıp eve gittiğinde yemeğin hazırdır, ders çalışmak için güzel bir odan da vardır. Bizim gibi kendin pişir kendin ye durumunu her gün yaşamıyorsun.

– Orhan! Babamın tayini çıktı. On beş gün içinde gidecekler Erzurum’a. Hiç ailemden ayrı yaşamadım, yalnız kalmadım. Buna alışmam gerekiyor ama kolay olmayacak. Sen yatılı okuldan başlayarak son beş altı yılda alışmış olmalısın ailenden ayrı yaşamaya. Aslında ben yalnızlıktan değil, paylaşamamaktan sıkılırım. Sevincimi, heyecanımı, beğendiklerimi, nefret ettiklerimi paylaşmaya alışmışım. Rahmetli nineme biz Billûr Anne demeye alıştık. Öldükten sonra da Billûr Anne diyoruz. Yüksek Kız Öğretmen Okulu mezunuydu. Bilge kadındı… O yaşasaydı birlikte kalırdım onunla… Şimdi arada bir resmine bakarak, kimi zaman fısıldayarak, kimi zaman da tatlı bir sohbetteymişiz gibi konuşuyorum.

– Hiç de öyle görünmüyorsun Semra. Sır küpü gibisin bence. Seni ilk tanıdığım günden itibaren lüzumsuz bir laf ettiğini duymadım. İltifat etmek için söylemiyorum ama bunu başkaları da söylemiş olmalı. Ailenin tesiri de vardır belki, babanın disiplini, annenin uyarıları vs. diyordum ama Billûr Anne muhteşem bir kadın olmalı. Eskiden Dârulmuallimât denen okula şimdi Kız Öğretmen Okulu, Dârulmuallimîn’e ise Erkek Öğretmen Okulu deniyor. Çok şanslısın…

– Bizimkiler gittiğinde yalnız kalmaya uyum sağlamak kolay olmayacak. Kapıdan çıkarken “Pencere mi açık kaldı? Ocağı yanar hâlde mi unuttum acaba? Sular kesikti, ben yokken sular gelirse fena olur, açık musluk kalmış mıdır?” gibi sorularla yeniden dönüp dönüp evi kontrol etmek var işin içinde. Annem varken bunları düşünecek hâlim yok tabii.

– Sen şimdiden başlamışsın yalnız yaşamaya. Hayırlısı olsun artık. Ne diyeyim ki? Bazı insanların kaderi göçmen kuşlara benzer. Dünya kuruldu kurulalı böyledir bu. Vakti gelince ne daha önce ne daha sonra… Göçmen kuşlar uzun bir yolculuğa çıkar. Onların hayat iklimi hep aynıdır.

– Orhan, sana teşekkür ederim. Bugün güzel bir gün geçirdim sayende. Şu bir saat içinde konuştuklarımız Üniversite öğrencisine yaraşır konuşmalardı, farkında mısın? Senin gibi üç beş kişi daha olsa iyi olur. Böyle kalabalığın arasında değil de kütüphane sessizliği gibi de değil, mütevazı bir etkinlik salonu olsa. Yuvarlak masa etrafında haftada bir iki saat seviyeli, temalı, güncel konularda konuşsak nasıl olur? Herkes fikrini beyan etmek için hazırlanır gelir. Dil edebiyat, sanat konularında kendimizi geliştirmiş oluruz. Dinleyiciler de olur, geniş bir kitle oluşur etrafımızda.

– Sevgili arkadaşım, ağzından bal damlıyor. O kadar güzel bir fikir sunuyorsun ki, beni bile ikna ettin hemen. İçimde biraz inatçılık vardır benim. Önerini beğendim ama kiminle nerede yapılacak bu? Senin önerin aslında bir temenni değil mi?

– Evet, temenni ama öyle bir şey olsa fena mı olur? Bu dönemde olmaz değil mi? Askeri yönetimin etkisi devam ediyor. Fakülte içinde Dekanlık bir yer verse güzel olur, bir girişimde bulunsak…Ne dersin?

– Paranoyak bir yönetim anlayışının olduğu bir dönemde böyle fikir özgürlüğünün tohumlarının atılacağı bir bahçe vermezler sana, bana, hatta kimseye. Verilirse sehven verildiğini zannederiz mutlaka.

– Haklısın galiba Orhan.

– Semra, ben Millî Kütüphaneye gidecektim. Arkadaşlarım bekliyor orada. Müsaade edersen gideyim artık. Çok sevindim güzel sohbetten dolayı. Şimdilik hoşça kal.

– Sağ ol ve güle güle Orhan, beni kırmadın ve doyurucu sohbetin kahramanı oldun. Görüşmek dileğiyle…

***

Semra her eve gidişinde babasıyla günün ya da gündemin gerektirdiği konularda konuşmaya alıştığı için Erzurum’a gittiklerinde konuşabileceği bir insan bulmanın sevincini yaşarken ‘Orhan inşallah değişmez, hep kendini geliştiren biri. Bu yaşta yüze yakın roman okumuş. Benim okuduğum kitaplar da az sayılmaz ama müthiş bir yorum yeteneği var. Farklı düşüncelere karşı sürekli argümanları var. Zihniyet olarak daha milliyetçi galiba’ diye düşünerek evin yolunu tuttu.

Orhan yürüme mesafesinde olsaydı otobüsle gitmeyecekti Millî Kütüphaneye. Otobüse binmesiyle birlikte başlayan gözlem ve yorum duygusuyla etrafa bakanlarla ve görenlerin farkını yorumladı zihninde. Beynin düşünme hızıyla, düşünceleri dile getirme hızı arasında da büyük fark vardı, bunun farkına varmıştı. Ardından “Keşfetmek mi, icat etmek mi esastır?” sorusunu sordurdu içindeki ben Orhan’a. O da:

– İcat için bilgi, tecrübe ve birikiminin yanı sıra onu gerektirecek ihtiyaç da olmalı… Billûr Anne benzer şeyler söylemişti Semra’ya. İhtiyaç duyulmayan hallerde icat da mümkün olmaz. Oysa dünyada her gün keşfedilecek çok şey vardır. Önce var olanı görmek için bakmayı bilmeli insan. En kolay keşif yolu gözlem, o da olmazsa kitaplar… Ara sıra iç dünyasında kopan fırtınalar, bir anda umulmadık keşiflerle karşı karşıya bırakıyordu. Öyle zamanlarda hep ‘içindeki ben’le konuşuyordu Orhan. Dinledi gözleri kapalı, zihnî melekeleri tam açık… Huşu içinde, can kulağıyla… Devamla:

– ‘Keşfetmenin yolu gezerek, görerek, dolaşarak ve yaşayarak açılır. Otobüsler de birer gözlemevi gibidir. Bin bir surat, bin bir sûret, bin bir karakter, bin bir dünya vardır görebilene. Bazen bir ormandır bu şehir. O şehirde yaşamak için aslanlarla, kaplanlarla, kurtlarla, sırtlanlarla ve çakallarla mücadele etmeniz, korunmanız, neslinizi devam ettirmeniz kolay değildir eğer bir ceylan iseniz. Bu şehirde avcılarla, kartallarla, alıcı kuşlarla, leş kargalarıyla her gün didişmeniz kolay değildir eğer bir keklik iseniz. Bu ormanda ardıç ağacı olmak lâzım, belki meşe olmak da iyidir. Ağaç olsaydım ardıç olmak isterdim; sarp kayayı yarıp kendine hayat bulacak köklere sahip olduğu için, kökünden gövdesine, dalından iğne yaprağına kadar sağlam bir fıtrata sahip olduğu için. Sarp kayalar bile ardıcın köküne tutunur ama sırtında taşıdığını zanneder. Kılıktan kılığa girmeyip dört mevsim hep bir renkte olmak, zümrüt yeşili güzelliğiyle tabiatın en asil rengini temsil etme vazifesi de ardıca verilmiş. Sırf bunun için ardıç olmak isterdim…

– ‘Eğer bir cami avlusunda ağaç olsaydım mutlaka çınar olmayı isterdim. Gölgemde nur yüzlü, aksakallı dedeler otursun da arada bir tarihi yâd etsinler ki kökler yeşersin. Çocukların, delikanlıların “Ey oğul!” diye başlayan nasihatleri dinleyecekleri bir gölgem olsun, dalıma salıncaklar kurulsun, gövdeme aşklarını ilan eden kalpler kazılsın. Çınar olursam ömrüm uzun olur, tarihe şahitlik ederim, Rabbimin nurunu her sabah ilk ben görürüm. Çınar olmak için önce toprak gerek; toprak senin ise kök salarsın derinliklere, kimseye ziyan vermeden sessizce. Kökler sağlamlaştıkça esen rüzgâr ve fırtınalar, kasırgalar dalını oynatamaz çınarın. Önemli olan dik durmak değil midir hayatta insana yaraşan? Bakın dünyada bütün hayvanlar yatay vaziyette, ağaçlar ve insanlar dimdik duruyor.’

‘Toprağa elimizden çıkan bir sürü pis ve kötü şeyler de atılır; fakat toprak çiçek, ağaç ve bereketiyle karşılık verir. Bu mümbit topraklara sahip vatanımız güzel, temiz, faydalı insanlar yetiştirdi. Bu topraklarda çınarlar var ve yeni çınarlar yetişecek.’ diyordu.

Orhan’ın iç dünyasında volkanlar patlıyor ama bu tür fikirlerini paylaşabileceği bir Semra, bir de Muzaffer vardı. Kendisini Millî Kütüphanenin önünde bekleyen Muzaffer, Orhan’la karşılaşınca:

– Zihninde fırtınalar kopuyormuş gibi gördüm seni kardeşim. Ne oldu yine sana?

– Önemli bir şey yok. Söz verdiğim saatte yetişemeyeceğimi sanmıştım, o sebeple biraz gerildim.

– Hayır, hayır… Sende bir şeyler var bugün. Öyle hissediyorum. Bazen kırk yaş olgunluğunda sanıyorum seni. Bazen de yirmi yaşın hakkını en iyi sen veriyorsun.

– Boş ver kardeşim. Yaşımı yaşamak istiyorum. Çiçek açmadan dal meyve vermez. Şimdi kütüphaneye geldik, aradığımız kitapları bulursak rahatlarım. Merak ettiğim şeyler var.

– Araştırma ödevinin konusu neydi Orhan?

– Faik Reşit Unat’ın harf inkılabının 10. yılında yaptığı konuşma metnini değerlendirip sınıfın huzurunda seminer olarak sunacağım. İyi hazırlanmalıyım. Harf inkılabı Türk tarihinde önemli bir hadisedir. Yıllardır tartışılıyor, bu tartışmanın sonu da gelmeyecek gibi…

– Sınıfta, derslerde tartışıyor musunuz? Bu konuda çok ciddi yorumlar olmalı. Bölümünüz Türk Dili ve Edebiyatı, fakülteniz de kendi alanında Türkiye’nin şu andaki en kaliteli ve tercih edilen akademik birimi.

– Derslerde bugüne kadar dilde sadeleştirme veya özleştirme vs. adlar altında klâsik hâlde tartışmalar yapılıyor. Konu bilimsel temeller çerçevesinde değil, ideolojik temellere ve yaklaşımlara bağlı, tartışanların her biri daha önceden angaje olmuş olduğunu belli ederek tartışıyor. Benim sunacağım konu da tartışmaların ciddi boyuta ulaşacağı hissini verdi bana.

– Gerginliğin ve merakın ondan mı? Sen aslında sakin bir insansın, baş edersin. Üstelik hitabetin ve diksiyonun da iyi sayılır. Hamza Hoca mutlaka dikkat eder telaffuza, vurguya, ifadenin akıcılığına diyordun. Bunların hepsi sende var. Sen tam bir Türkçe sevdalısı bir adamsın kardeşim. Daha önce tartışmalara girdin mi?

– Hayır girmedim. Bundan dolayı da çok ustalıkla eleştirildim. Seninle buluşmadan önce Semra diye bir arkadaşımız var; o söyledi. Bunca bilgi ve yeteneği, potansiyelini neden kullanmıyorsun diye adeta beni hâkim gibi sorguladı. Hiç beklemezdim ondan…

– Doğru demiş Semra. Gelecekte meslek hayatında nasıl açılacaksın? Öğrenci ve toplum huzurunda konuşacaksın ama nasıl? Belki münazaralarda, ilmî, felsefî ya da toplumsal konularda hatta dinî mevzularda fikrini, ilmini, bilgini sunmalısın ki faydalansınlar. Bu seminer konusunu sunacağın gün ben de geleyim dersinize. Sınıfınız kalabalık olduğu için benim dışardan geldiğim fark edilmez değil mi?

– Sık sık geldiğin için herkes seni bölümümüzden zannediyor, bilmiyorlar ki İlahiyat Fakültesi öğrencisi olduğunu. Modaya uygun giyim tarzından olsa gerek; tipinden de İlahiyat öğrencisi değil, Türk edebiyatı okuyan halis muhlis bir öğrenci gibisin, bazen de Alman filolojisi öğrencisi görüntün var. Şimdiki İlahiyatçılar eskiler kadar içine kapalı değil.

– Ön yargılardan hiç hoşlanmam. Kaportaya değil, motora bakalım. Neyse… Mutlaka haber ver ki merakla seni dinleyeceğim.

– Peki. Şimdi müsaadenle ben kitabımı görevliden isteyip hazırlanayım. Konunun 5-6 sayfa civarında olduğunu söylemişti Hocamız. Belki fotokopisini alırım.

– Sana fotokopi gerekmez, bir okuduğunu anlıyorsun, iki kez okuduğunda başkasına anlatacak kadar anlıyorsun, üç kez okuduğunda ezberlemiş gibi oluyorsun. Allah o hafızayı bana verseydi filozof olurdum. İşimizi bitirdiğimizde dışarda buluşuruz, akşam geçti neredeyse yatsı vakti oldu. Biz daha yemek yemedik. Bugün yemekler benden, ASPAVA’da yeriz. “Allah sağlık, para versin! Amin” sözlerinin kısaltmasıymış.

Orhan ve Muzaffer kütüphanede aradıkları kaynak eserleri bulup bir saat içinde çıkmaları veya sabaha kadar kalmaları gerekiyordu. Dolmuş ve otobüsler gece saat 10.30’dan sonra çalışmayınca Keçiören’deki eve yürümek zorunda kalacaktı Orhan. Yol uzun ve sokaklar pek de aydınlık değil tabii. Muzaffer’in evi ise nispeten yakın sayılırdı, Cebeci-Dörtyol’a uzak bir yürüme mesafesindeydi. O gece Muzaffer’e misafir olmak zorunda kaldı. Muzaffer, Din Felsefesi üzerine bir şeyler okumayı, Orhan ise dil tartışmaları, edebî eleştiri ve kültürel içeriğe sahip konulara ilgisi artmaya başlamıştı. Millî Kütüphanede her ikisi de aradıklarını buldular ama dışarı emanet kitap verilmesi söz konusu olmadığından yerinde okumak zorundaydılar. Bazı kitapları kitapçılarda da bulmak mümkün değil, keşke İstanbul Cağaloğlu’nda yaşasaydım da aradığım kitabı bulur okurdum diye düşünen Orhan, sırf kitap sevdasından dolayı imkân buldukça ya da ayda bir kez İstanbul’a gitmeyi o gece kafasına koymuştu. Muzaffer ise ailesinin Almanya’dan gönderdiği harçlığın neredeyse yarısını kitaplara veriyor, diğer yarısıyla da okul masraflarını karşılıyor ve hayatını idame ettiriyordu.

Kütüphaneden sonra yola çıktıklarında kış gecesi, Şubat soğuğu yani kuru ayaz donduruyordu Ankara sokaklarını. Herkes sıcacık evlerinde iken iki delikanlının bastıkları her adımda ayazdan kaskatı kesilmiş karlara bastıkça çıkan sesler bazen bir ritim hâlinde, bazen de farklı notaların ahengini yansıtıyordu sanki. Nefeslerinden çıkan buhar sigara dumanından fazla veya kaynayan demlikten çıkan buğu gibiydi. Yol boyunca çocukluk yıllarında birlikte geçirdikleri kış eğlencelerini ve hatıralarını anlattılar birbirlerine. Orhan’ın hafızasından silinmeyen bir kış gecesi başından geçen hadiseyi anlatmak istediğini söyledi Muzaffer’e:

– Hadise şöyleydi Muzafferciğim. Genellikle kışın on beş günlük yarıyıl tatillerinde kardeşin Ahmet’le sık sık bize gelirdiniz ya hani… Gerçi bütün mahallenin çocukları zaten bizdeydi biliyorsun.

– Annen ve baban -bizimkiler Almanya’da olduğu için-hep şefkat gösterdiler.

– Bir gün de babaannen Sündüs Bibi demiş ki sana: -Oğlum, onlar zaten kalabalık bir aile… İki de siz gidiyorsunuz daha kalabalık oluyorlar. Benim yeğenim olur babaları ama o kadar da sık gitmeyin. Bir kere de Orhan’la Mustafa’yı da siz çağırın bize. Akşam yemeğini birlikte yersiniz demiş. Hatırladın mı?

– Hatırlamaz olur muyum Orhan… Lâkin esas hadise nedir?

– Sabret de dinle. O gece epey yedik, içtik, oynadık. Gece yarısı ay ışığı aydınlığında eve döneceğimiz sırada Sündüs Bibim dedi ki: -“Şu kümesten iyi bir tavuk vereceğim size. Rabia’ya hediyem olsun. Ben geçen yıl ondan aldığım tavuklardan türettim şimdi 12 tavuğum, 3 horozum var.” dedi ve bir çilli tavuk verdi benim kucağıma. Evin yolunu tuttuk. Hoca Dedenin evinin yanındaki yokuştan kayarak iniyorduk Mustafa’yla. Kayarken Kara Mehmet’in evinin üst kısmında ben düştüm ve tavuk elimden kurtuldu. Biz tavuğun peşinde yarım saatten fazla koştuk ama yakalayamadık. Mustafa’yı eve gönderdim, annemle Erdem ağabeyim de geldi ve aşağı düzlükte çitin dibinde yakaladık tavuğu.

– Hiç anlatmadın sen bize bunu.

– Tavuğu yakaladığımızda hayvancağızın çıkardığı sesi duyup tavuk hırsızlığı var zannedenler bile oldu mahallede. O tavuk iyi bir cins tavukmuş ki bazen çift yumurta veriyordu.

– Gelecekte çocukluğumuzla ilgili hatıralar biz daha duygusal yapabilir. Ama hem köyde hem küçük şehirde hem de büyük şehirde yaşamak bize önemli ve güzel tecrübe kazandırıyor değil mi?

– Bence yayla hayatını da buna eklemek lâzım.

Muzaffer’le Orhan’ın sohbeti evde de devam etti. Orhan, Keçiören’de birlikte kaldığı ev arkadaşlarına haber verememiş, onlar da merak içinde kalmışlardır diye düşündü ama ne telefon var ne de başka bir çare. Ertesi sabah fakültenin kantininde kendisini nispeten daha fazla merak eden Celal görür görmez yüzü güldü.

– Neredesin Allah aşkına? Merak ettim başına bir iş mi geldi bu kış gecesinde diye?

– Gelemediğim zamanlar Muzaffer’de kalabileceğimi söylemiştim ama merak etmenden mutlu oldum.

– Millî Kütüphaneye gittiğini söyledi Semra. Fakülte kütüphanesi yetmedi de Millî Kütüphaneye gidiyorsun ha…

– Bizim kütüphanede bulamadım seminer konusunu. Biliyorsun haftaya benim sunumum var. Hocamız herkese sadece 10 dakika süre içinde anlatma imkânı veriyor. O kadar kısa sürede ne anlatılır ki?

– Kim kürsüye çıkıp işgal ederse anlatır, ikinci sıradan itibaren ise Hocanın inisiyatifiyle kürsüye çıkıp konularını anlatır. Kızlardan sıra gelmez ki bize.

– Ben ciddi biçimde hazırlanacağım. Benim konum çok tartışmalı olacak. Belki de 90 dakikalık derste başkasının anlatmasına fırsat kalmayacak Celal.

– Orhan, sen bugüne kadar hiç tartışmalara katılmadın. Bakalım ne yapacaksın, neler söyleyeceksin? O güçlü hitabetinle ikna edersin herkesi, bazılarını da hayran bırakırsın.

– Önyargılar olmazsa ikna edemeyeceğim kimse olmaz ama herkes ikna etme yerine empoze etme gayretinde olunca netice malum işte… Hadi çıkalım dışarı. Derse kadar temiz hava teneffüs edelim, sabah sabah duman altı buralar.

– Tamam Orhan.

Orhan genellikle kantinde bir iki bardak çay içer içmez kendini dışardaki terasta veya kütüphanenin önünde bulurdu, yine aynısını yaptı. Edebî Bilgiler dersinin başlamasına 15 dakika kalmıştır. Semra, Songül, Mehtap ve Yücel’in bulunduğu bir topluluk da oradaydı. Aynı sınıfın Keçiören tayfası denebilirdi. Hepsiyle tek tek selamlaşan Orhan’a Semra’nın konuşacağı bir şeyler varmış gibi yaklaştı.

– Günaydın Orhan. Millî Kütüphanede mi kaldın yoksa sabaha kadar?

– Hayır, gece yarısı arkadaşımın evinde, Cebeci’de kaldım. Çünkü epey geç olmuştu, ulaşım aracı da olmayınca Muzaffer’le birlikteydim zaten.

– Muzaffer kim? Tanımıyorum galiba…

– İlahiyat Fakültesinde öğrenci, arada bir benim yanıma gelip derslerimize de giren arkadaş. Aynı zamanda akrabalığımız da var Muzaffer’le. Bir dahaki sefer tanıştırırım. Entelektüel bir kişiliği var. Felsefe, psikoloji ve sosyoloji alanında kitaplar okur. Bizim kadar şiirle, edebiyatla da ilgili birisi.

– Çok ilginç. İlahiyatçıların sadece din bilimleriyle ilgilendiğini sanırdım.

– Dedim ya bizimki biraz farklı.

– Bu arada sormayı unuttum… Buldun mu seminer konusunu?

– Buldum, fazla bir şey değil zaten. Esas konuyu destekleyen veya ilgili başka makale ve yazılar da bulsam iyi olacak. Bunlar yetmez.

– Asıl konuyu sunsan yeter, boş ver canım. Sanki konferansa hazırlanıyorsun.

– Yaptığım işten tatmin olmalıyım. Lise öğrencilerinin dönem ödevi gibi olmasın. Her zaman dediğim gibi yaptığımız iş Üniversite öğrenciliği düzeyinde olmalı.

– Haydi derse az bir zaman kaldı. Gidelim sınıfa doğru. Yusuf ile Züleyha mesnevisinden beş beyit vermişti Hocamız. Yaptın mı ödevini?

– Yaptım, ancak eve gidemediğim için defterim evde kaldı. Cem Bey hocamız da sorduğunda klâsik öğrenci mazereti ‘Hocam elektrikler kesikti, defterimi unuttum…’ dersem ilkokul öğrencisi muamelesi görürüm şimdi Semra.

–“Elektrikler kesildi.” sözü bizim millî mazeretimiz oldu. Bu mazeretin tarihe karıştığı günler geldiğinde aydınlık Türkiye’nin vatandaşıyız demektir.

Bütün öğrenciler fakültenin en büyük amfisinde derse gelecek öğretim üyesini beklemektedir. Ödevini yapanlar yaptıklarından emin değiller, yapmayanlar da ise bir telaş bir telaş ki sormayın gitsin. Meğer Hakkı Cem Bey ödev yapmayanlardan pek hazzetmezmiş. Pek de asık suratlı geldiği için derslere, sınıfta onca öğrenciden çıt çıkmaz. Hakkı ön adını da pek kullanmazmış. Semra’nın yanında Songül, Orhan’ın yanına da Celal oturdu. Şöyle ön kısımlara yakın sayılacak bir yerdi. Genellikle derslere hazır gelenler önlere, hazır olmayanlara arka sıralara oturur derler ya. Nihayet Cem Hoca ağır ve istikrarlı bir biçimde elinde yazarı olduğu Türk Şiir Bilgisi kitabıyla amfiye girdi. Ayağa kalkarak karşılandı kendisi. Ayakta bekleyen kalabalık sınıfı kısa bir süre süzdükten sonra:

– Günaydın arkadaşlar! Oturun bakalım.

– Öncelikle verdiğim ödevi yaptığınızı ve anladığınızı umarak derse başlıyorum. Yusuf u Züleyha mesnevisinden beş beytin transkripsiyonu yapılacak, vezni ve edebî sanatları bulunacaktı. Herkes yapmıştır zaten. Şöyle bir bakayım defterlere…

Bir süre sınıfta dolaşan ve ödevlere göz atan Hoca, Osmanlı alfabesine ilgisi az olan bazı öğrencilerin bu beyitleri istediği gibi okuması, anlaması ve veznini bulmasının pek zor olduğunu hissetmiş ve orta sıralara doğru yürüyüp Orhan’a:

– Haydi bakalım, sen yaparsın delikanlı. Çık tahtaya da örnek bir öğrenci olduğunu göster herkese.

– Hocam, müsaadenizle defteri arkadaştan alıp beyitleri tahtaya yazayım, derhal yaparım.

– Aaa.. Ödev defterin yok mu? Sen de mi yaratıcılığa dayalı bir eğitim sistemi istiyorsun?!

– Dün evime dönemedim, defterim kaldı evde. Eğitimde uygulamalı çalışmalar yapılırsa daha kalıcı ve etkili olur düşüncesindeyim Hocam. Öğrenmeden hiçbir şey beceriye dönüşmez.

– Aferin sana. Aslında takılayım diye söyledim bu sözleri… Gözlüklü öğrenciler çalışkan olur diye sordum…

– Ben de şaşırdım birdenbire, siz ders dışı bir konuyla ilgili soru sorunca… Gözlüğüm de pek fazla dereceli değil. 0.50 dinlendirme gözlüğü…

– Çık tahtaya hem Osmanlıcasını yaz hem de transkripsiyonunu yap da görelim Orhan.

Orhan Semra’dan defteri rica etti ve ödev sayfasındaki beyitleri tahtaya yazdı. Orhan güzel el yazısıyla orijinal beyitlerin transkripsiyonunu yaptı. Şeyyad Hamza’nın Yusuf u Züleyha mesnevisinden beyitler şunlardı: