banner banner banner
Türkçeyle Yaşamak
Türkçeyle Yaşamak
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türkçeyle Yaşamak

– Hasibe ve beni. Onun birinci sınıfta bursu vardı, benim yoktu.

O Yıllarda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi

– Hocam, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dil Kurumundan ve Türk Tarih Kurumundan sonra Atatürk’ün dil ve tarihe ne kadar önem verdiğini gösteren kurumlardan biri. Biraz da DTCF’nin genel havasından söz eder misiniz?

– Elbette. Burası Atatürk’ün kurduğu bir fakülteydi. Esas itibariyle dil ve tarih tezlerinin gerçekleştirilmesini amaçlayan bir kuruluştu. Türk tarihinin, Türk dilinin çok eski kaynaklarına inebilmek için yan dallar da kurulmuştu. Hocaları da iki kaynaktan geliyordu. Birisi Almanya’da Hitler’den kaçanlardı. Atatürk akıllıca bir hareketle bunları toplayıp Ankara’ya getirmişti. Wolfram Eberhard, Walter Ruben, Benno Landsberger, Herbert Louis, Hans Gustav Güterborck, dünya çapında fevkalade değerli hocalardı. Ayrıca bir de Avrupa’ya gidip de Avrupa’da doktora yapan, doçentliğini vererek Türkiye’ye gelenler vardı. Mesela Tahsin Özgüç, Nimet Özgüç, Abidin İtil, Mebrure Tosun, Halil İnalcık, Osman Turan, Mehmet Altay Köymen… Türk hocalarının bir kısmı da o şekildeydi. Hemen hemen fakültedeki genç profesörlerin çoğu bu şekilde yetişmiş kimselerdi. Dil ve Tarih Bölümleri esas bölümlerdi. Onun için bu fakültenin kendine has bir hüviyeti vardı. Hocalar öğrencilerine öğrenmek, ilerlemek, yükselmek azmi aşılıyorlardı. Bizde de bu sebepten fakülteye tam manasıyla bağlılık duygusu uyanmıştı.

– Hocam, DTCF’nin Türkolojideki önemi hakkında neler söyleyebilirsiniz?

– Atatürk, Türk kültürünün Orta Asya’dan, Çin’e, Hindistan’a, Avrupa’ya gittiğine, Mezopotamya medeniyetinin Türklerle başladığına inanıyordu. Bu fakülte, onun Türk tarih tezinin ispatlanması için çok önemliydi. Bunları ispatlamak için fakültede Türk Dili ve Edebiyatı, Türk Lehçeleri gibi ana dallar dışında Arkeoloji, Antropoloji, Etnoloji, Sinoloji, Sümeroloji, Hititoloji, Hindoloji, Hungaroloji bölümlerini de kurmuştu. Bunlar, yaptıkları araştırmalarla Türk dilinin, Türk tarihinin ve Türk kültürünün derinliklerine inen veriler ortaya çıkaracaklardı. Yani fakültede bu bölümlerin kurulmasının temelinde yatan esas zannediyorum budur. Sonra fakültede Latince, Yunanca, Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce, İtalyanca gibi diller de yer almıştır. Böylece hem diller bakımından hem kültürler bakımından son derece teçhizatlı, hazırlıklı bir fakülteydi. Belki Almanya’dan örnek alınarak her bölümde bir seminer kütüphanesi kurulmuştu. Bu seminer kütüphanesi en lüzumlu, en değerli eserlerle donatılmış vaziyetteydi. Bizim de Türkoloji Bölümünde, şimdi profesörler kurulu odası olarak kullanılan yerde aynı zamanda seminer kütüphanesi vardı ve biz kütüphanede çalışırken Banguoğlu ara sıra gelir, yanımıza oturur, ne yaptığımızı sorar, bize yardımcı olmaya çalışırdı. Kendisi 3. kattaki Abdülhak Hamit dershanesinde ders yapardı. Çünkü gramer derslerine diğer yabancı dillerden de öğrenci geldiği için çok kalabalık olurdu dersler. Saadet Çağatay 231 numaralı dershanede yapardı. Yerli hocaların büyük bir kısmı Avrupa’da tahsil görerek gelmişlerdi. Fakültenin ilk kuşak hocaları mezun olduktan sonra esaslı bir inançla başladıkları için hep doktora yapmışlar ve dışarıya gidip gelmişler, hepsi fakültede profesör olmuşlardı. Tahsin Özgüç, çok ünlü bir arkeologdu. Nimet Özgüç, Kemal Balkan, Emin Bilgiç, Yaşar Önen daha sonra intisap etmiştir oraya. Bunlar ilk kuşak hocalar.

Bir de yabancı hocalar vardı. Gerek yabancı hocalar gerek yerli hocalar Atatürk’ün dile, tarihe ve bilime bağlılığını bildikleri için fevkalade ciddi giderdi bölümlerde dersler.

– Sizin bölümünüzdeki yabancı hocalar kimlerdi Hocam?

– Bizde Karl Menges varmış, biz geldiğimiz zaman gitmişti. Bir de Gabain varmış, fakat Gabain Sinolojide ders veriyormuş. Gabain’in Türkologluk dışında bir de Sinolog vasfı vardı. Ben öğrenciyken Landsberger (Sümeroloji Bölümü başkanı) vardı, Eski Çağ Tarihi okuturdu. Walter Ruben vardı, Hindoloji’de. Eberhard –Sinolojide-vardı.

Güneş-Dil Teorisi

– Siz de fakültenin kuruluşundan dört yıl sonra oradaydınız. 1940’da hocalarınızın Atatürk’ün dil ve tarihe bakışıyla ilgili tavırları nasıldı?

– Bu fakülte, Atatürk’ün dil ve tarih tezlerinin ispatı için kurulmuştu. O bakımdan 1936-40 yılları arasında Türk Tarih ve Türk Dili Tezlerinin etkisi altında bir dil ve tarih anlayışı hâkimdi fakülteye. Millî yönelimleri olan bir yapıya sahipti. İlk dönemde çok büyük bir heyecan vardı. DTCF, Atatürk’ün emriyle kurulmuştu ve millî geleneklere bağlı bir nesil yetiştirilmek isteniyordu. Güneş-Dil Teorisi o yıllarda gündemdeydi.

– Sizin Güneş-Dil Teorisi konusundaki görüşünüz nedir Hocam?

– Güneş-Dil Teorisi, bildiğiniz gibi yabancı bir araştırmacının, Viyanalı bir dil uzmanı olan doktor, filolog Hermann V. Kvergic’in La Psychologie de Quelques Éléments des Langues Turques, yani “Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi” adlı kitabındaki görüşü temel alınarak hazırlanmıştı. Yani Atatürk bunu kendi kendine uydurmuş değildir. Teoriye göre bütün dillerin kaynağı Türkçeydi. Bu kitap 1935 yılında Viyana’dan o zamanki matbuat genel müdürü Vedat Nedim Tör’e gönderilmiş, Vedat Nedim de tezi arkadaşı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na verince daha sonra eser onun eliyle Atatürk’e ulaşmıştır. Atatürk bu tezi okuyunca, tamam, aradığımı buldum, diyerek daha sonra bu dilciyi Ankara’daki Dil Kurultayına davet etmiştir.

Güneş-Dil Teorisinin özü, Türkçenin eskiliğinin ve başka dillere kaynaklık edişinin bazı ses gelişmeleri yoluyla açıklanmasına dayanır. Bu teorideki görüş, bizzat Atatürk tarafından da geliştirilerek geniş şekliyle 24-31 Ağustos 1936 tarihleri arasında toplanan 3. Dil Kurultayında ilan edilmişti. Biliyorsunuz Güneş-Dil Teorisi’ne göre Türkler Orta Asya’da ırmak ve göllerin kuruması üzerine göç etmişlerdir. Onun için dünya tarihinde Türklerin ayrı bir önemi vardır ve birçok ırkın menşeinde Türk ırkı vardır. Türk dili bütün dünya dillerinin temelini teşkil etmektedir. İşte bunlar uzun boylu anlatılmıştır kitaplarda. Zeki Velidi Togan karşı çıkmıştır bu teoriye. Karşı çıktığı için galiba Atatürk tarafından uzaklaştırılmıştır. Bir müddet Almanya’da kalmış, sonra gelmiştir. Zeki Velidi’ye göre Türkler göç ettikleri zaman Orta Asya’da bir kuraklık mevcut değildi. Çok daha eski devirlerde böyle bir şey olmuş, onun için bunun sebeplerini başka bir şeye bağlamak lazım, diyordu. Atatürk bu konuda yazılanların hepsini gözden geçiriyordu. O, Türklerin eski kuvvetli medeniyetlerini bütün dünyaya taşıdıkları görüşündeydi. Benim de bununla ilgili Türk Dili Üzerine Araştırmalar adlı kitabımda bir yazım var. Bana göre bu görüşün en tehlikeli tarafı, 1936-40 yılları arasında bunun bir ilmi görüş gibi ele alınıp Türk diline uygulanmaya çalışılması. Bu da dilin dejenere olmasına, dilin bozulmasına yol açmıştır. Tarih tezi de öyle. Güneş-Dil Teorisi’nin Türkçeye uygulanmaya kalkışılması olacak şey değildi. Bu, bilimsel değil, sadece siyasi amaçlı bir tez olarak kalmalıydı.

– Hocam, bu teori sayesinde tasfiyecilikten dönülmedi mi?

– Anlatacağım. Atatürk’ün burada iki gayesi vardı: Birincisi, Türk dili çok hakir görülmüştü. İslamiyet’in kabulünden sonraki dönemde Türkçeye Arap ve Fars dillerinin hâkim olması dolayısıyla Türkçe değerini kaybetmişti. Yazarlar Türkçe yazdıkları için özür diliyorlar, Arapça ve Farsçayla yazdıklarında da gurur duyuyorlardı. Aydınların ruhuna sinmiş bir aşağılık duygusu vardı. Güneş-Dil Teorisi, bu aşağılık duygusunu kaldırmak ve millete ruh genişliği vermek için Atatürk’ün ortaya attığı bir görüştü. Milletin maneviyatını yükseltmek için bir nazariye olarak ortaya atılmıştı. Batı’nın Türkiye’yi aşağılayıcı ifadelerine karşı morali yükseltecek bir görüşle ortaya attığı bir teoriydi bu. Cumhuriyet ilan edildiği zaman Atatürk böyle bir zihniyetle karşı karşıya gelmiş, bu zihniyetin yıkılması için de dile önem vermişti. Siyasi maksadı doğru olabilir bir dereceye kadar, fakat bunun ilmî bir görüş gibi kabul edilmesi çok büyük bir hata idi. Sadece siyasi maksatla ortaya atılmıştı. Bir nazariye, bir faraziye olarak, bir inanç olarak bunlar ileri sürülebilir. Bir milletin maneviyatını yükseltmek için olabilir. Ama bunların bir ilmî ekol gibi kabul edilmesi ve ilme kaynak yapılması çok büyük bir hata olmuştur.

Her ne kadar bu temel görüş bir dil kuralı değil, dilin tarihî yapısını temel alan nazari bir görüş ise de Atatürk keskin zekâsıyla bu teoriden de yararlanmış ve 1932-36 yılları arasında dil davasında temel alınan aşırı tasfiyeciliği ve çok kez dilin yapı ve işleyişine ters düşen aşırı özleştirmeciliği de durdurmuştur. Böylece o güne kadar amatörlerce yapılan özleştirme çalışmalarının sonuçlarını dikkate alan Atatürk, dilin bir çıkmaza saplandığını görerek bu gidişin durmasını istemiştir. Önemle belirtmek gerekir ki Güneş-Dil Teorisinin dil davamızdaki olumlu yönü tasfiyecilik ve özleştirmecilik ile dile zarar veren aşırılığı durdurmuş olmasıdır.

– Hocam, o yıllarda bu teori etrafında ne kadar çok ilim dışı yazı yazılmış, ilim dışı etimolojiler yapılmış.

– Maalesef öyle oldu. Bir Arapça hocası vardı, Naim Hazım Onat. Arap Dilinin Türk Dili Yoluyla Kuruluşu diye kocaman bir kitap çıkardı. Okuduğumuz zaman hayretler içinde kaldık. Sümerce, Hititçe, Arapça, Farsça, Latince ve Fransızca gibi eski ve yeni dillere ait sözcüklerin Türkçe olduğunun iddia edilmesi, içeride ve dışarıda tepkiler yarattığı için teorinin manevi değeri, yani itibarı da sarsılmıştır. Zamanın büyük adamları Arapçanın, Farsçanın Türk dili yoluyla kuruluşunu anlatan birtakım kitaplar çıkardılar. Esasında Atatürk, ilme çok değer veren bir insandı. Biliyorsunuz, fakültenin duvarında Atatürk’ün “Hayatta en hakikî mürşit, ilimdir.’’ sözü var. İlme çok değer veren bir devlet adamı. Onun katılmadığım görüşleri, milletin zevalini kurtarmak, maneviyatını yükseltmek için söylenmiş şeylerdir. Bilim adamlarının bunu dikkate alarak uygulamaya koymaları gerekirdi. Hata Atatürk’te değil, onlardadır. Yani bu teoriyi uygulayanlardadır kanımca.

– Hocam, Atatürk de böylece tasfiyecilikten dönmüş oluyor. Teori, bir anlamda bu geçişe yardım etmiş.

– Öyle oldu. Bu dönemden sonra Atatürk de yanlış yapıdaki uydurma kelimeler yerine dile yerleşmiş olanları kullandı. Kamutay yerine Millet Meclisi, saylav yerine milletvekili, tecim yerine ticaret, ajun yerine dünya gibi sözleri tercih etmiş; böylece bu teori de tarihî sürecini tamamlamıştır. Atatürk’ün 3. Dönem sonundaki 1937 Dil Bayramı dolayısıyla yayımlanan “Dil bayramı münasebetiyle bana karşı gösterilen temiz duygulardan çok mütehassis oldum. Teşekkür eder, verimli çalışmalarınızda sürekli başarılar dilerim.” sözlerinde dil yönünden de ne kadar normal bir tutum sergilediği görülmektedir. Hiç şüphesiz bir dil bilimi ve dil tarihi gerçeğidir ki siyasi ve kültürel etkiler altında bu dilin içine girmiş olan yabancı sözlerin bir kısmı zamanın getirdiği gelişmelerle yavaş yavaş o dilin bünyesine siner ve millîleşir. Bizim dilimize girmiş Arapça, Farsça ve Fransızca gibi kelimelerin bir bölümü zaman içinde Türkçeleşerek anlaşılır duruma gelmiştir. Bir tasfiyecilik anlayışıyla dile zarar veren bu sözleri dilden atmak gerekmezdi ama tasfiyeciler bunları bile atıyorlardı. Kökene bakıyorlar, eğer Türkçe değilse ne olursa olsun atalım, diyorlardı. Yani millîleşmiş, dile yerleşmiş olmasını da kabul etmiyorlardı.


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 1000 форматов)