banner banner banner
Türkçeyle Yaşamak
Türkçeyle Yaşamak
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türkçeyle Yaşamak

– Siyasetle ilgilenir miydi aileniz?

– Babam ilgilenmezdi. Ağabeyim de Serbest Fırka’yı beğenirdi. Hatırlıyorum, bir gün Serbest Fırka’nın kurucusu Fethi Okyar’ın resmini getirmişti. Serbest Fırka o yıllarda çok revaçta idi. Atatürk’ün isteği ile kurulmuştu. Ülkeyi tek partiden kurtarmak için herhâlde. Fakat biz çocuk olduğumuz için, politikayla fazla ilgimiz yoktu.

– Hocam, Atatürk’ü gördünüz mü?

– Maalesef hiç görmedim. Ben ilkokuldayken bir gün dediler ki Atatürk gelecek Urla’ya. İzmir’e gelmiş, Urla’ya da gelecek. Biz hazırlandık, onu karşılamaya gittik. Şimdi gelecek, şimdi gelecek diye beklerken ne oldu bilmiyorum gelişi iptal edildi. Biz de ağlayarak döndük evlerimize. Hiç karşılaşmadım Atatürk’le. O vefat ettiğinde on altı yaşındaydım; İzmir’deydik, lise ikinci sınıftaydım. Haberi aldığımızda arkadaşlarla hüngür hüngür ağladık. Dört beş arkadaş Keçecilerden gelirken, işin alayında olan birisi kahvenin önünde oturmuş, yanındakilere “Aa!”, dedi, “Sevsinler ne de güzel ağlıyor şunlar.” O kadar üzüldüm ki hem bizimle hem de Atatürk’le alay ediyorlar diye. Ne oldu bilmiyorum, ben arkadaşlardan ayrıldım, gittim adamın suratına bir tokat indirdim. Adam ne olduğunu anlayamadı ama yanındakiler de “Hak ettin.” dediler.

– Çevrenizde Atatürk’ün ölümüyle ilgili ne gibi tepkiler vardı Hocam?

– Çok büyük üzüntü vardı. Atatürk, İzmir’i Yunan işgalinden kurtarmış, İzmir’de ve memlekette her şeyi yoluna koymuş, yeni bir devletin kurulmasına ön ayak olmuş. Çok büyük hizmet vermiş memlekete. Böyle hizmet veren bir insana herkeste bir minnet duygusu vardı, bilhassa İzmir’de. Belki bazı yerlerde bunu kuvvetle hissetmezlerdi, fakat İzmir, Yunan mezalimine sahne olduğu ve çok büyük sıkıntılar çektiği için Atatürk’e bağlılık, İzmir’de çok daha kuvvetliydi.

– Peki babanız görmüş mü Atatürk’ü?

– Tabii, tabii, onlar görmüşler. Herhâlde İzmir’e geldiğinde…

– Hocam, biraz konuyu değiştirelim. Lise yıllarında kız-erkek ilişkisi nasıldı? Erkek arkadaşınız falan olur muydu?

– Hayır, hiç yoktu, çünkü kız lisesiydi bizimki.

– Okulda olmasa bile, çevrede, başka okullarda kız-erkek ilişkileri?

– Vallahi, ortaokulda da lisede de hiç erkek arkadaşım olmadı benim, hiç olmadı. Yalnız ilkokulda oldu, normal arkadaşlık. Çünkü ilkokul kız-erkek karışık zaten. Erkeklerle de arkadaşlık ederdik. Aile dostlarımızın çocukları vardı. Mesela İzmir’de Posta Müdürü, Arapsunlu bir zatın hanımı olan Süreyya Hanım teyze ile görüşürdük. Orhan Bey adında bir oğlu vardı. Bize akşam oturmasına gelirlerdi. Sonra Ankara’ya Ziraat Bankasına nakletti memuriyetini Orhan Bey. Ben Ankara’ya tahsil için geldiğim zaman hiç kimseyi tanımıyordum. Ara sıra Orhan ağabeye giderdim, Ulus’taki Ziraat Bankasına. Benimle ilgilenirdi. Ben de İzmir’den bir dostu, bir aile yakınını görüyor gibi olurdum. Başka da erkeklerle falan bir arkadaşlığım olmadı.

Üniversite Yıllarım ve Ankara

– Hocam, liseden sonra üniversite hayatınız başladı. O yıllarda üniversiteye nasıl giriliyordu?

– Liseden pekiyi derecede mezun olanları, hele olgunluk sınavı pekiyi olanları sınavsız alıyorlardı. Benim her iki mezuniyet diplomam da pekiyi olduğu için istediğim fakülteye hiçbir sıkıntı çekmeden girebilirdim. Bazı fakülteler derecesi düşük olanları imtihana tabi tutuyorlardı. Liseyi bitirdiğim zaman üniversiteye gitmem sıkıntı konusu oldu. Çünkü İzmir’de üniversite yok. Ya İstanbul’a ya Ankara’ya gitmem gerekiyordu. Harp yılları, karartmalar vardı ve çok sıkıntılı bir dönemden geçiyorduk.

– Hangi yıldı Hocam?

– Yıl 1940. Ankara’ya geldim. İzmir’de Gazi Eğitim Enstitüsünün yazılı sınavına gireyim dedim, girdim ve kazandım. Yatılı için Ankara’ya gitmem lazım. Ankara’ya giderken de hocalarıma bir allahaısmarladık demek istedim. Çok severdim, onlar da beni çok severlerdi. Onun için hocalarımla vedalaşmaya gittim. Onlar bana Ankara’ya gidince bir çaresine bak da DTCF’ye gir, dediler. Gazi Eğitim Enstitüsü senin için az olur diye düşünüyoruz, dediler. Urla Belediye Başkanının kızı ve birkaç kişi daha sınavı kazanmıştı. Kalktık, dört kız Ankara’ya geldik. Ulus’ta Cihan Palas’a yerleştik. Gazi Eğitim Enstitüsüne gittik. İşlemimizi yaptırdık, sözlü sınava gireceğiz. Üç dört gün sonra sözlü sınav olacak. Ankara’da bir akrabamız vardı. Babamın halasının oğlu Dr. Ahmet Ali Bey. Daha önce bahsetmiştim size. Annem, babam, fırsat bulursan Ahmet Ali Bey amcana git, demişlerdi. Daha üç gün var sözlü sınava, bir ziyarete gideyim dedim. Kalktım, iş yeri olan Askerî Fabrikalar Genel Müdürlüğüne gittim. Gazi Eğitim Enstitüsüne çok yakındı. İlk defa görüşüyoruz. Kendimi tanıttım. “Aa, sen İzmir’den geliyorsun. Nerede kalıyorsun?” dedi. Otelde kaldığımı öğrenince, “Kızım sen nasıl otelde kalırsın, burada senin akrabaların var, seni hemen eve gönderiyorum.” dedi. Bana bir şey sormadan telefon açtı Hikmet yengeme. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, fevkalade bir hanımefendiydi. “Hikmet, bak İzmir’den bir misafirimiz var, sana gönderiyorum.” dedi. Bunun üzerine emir erini çağırdı, “Bizim misafirimizi eve götür, yalnız önce uğrayıp otelden valizini alın.” dedi. Biz apar topar otelden valizi aldık ve Ahmet Ali Bey amcanın evine gittik.

– Ankara’da nerede oturuyorlardı?

– Ankara Kolejinin tam karşısında İncesu’ya giden yolun başındaki ilk ev. 3 katlı bir ev. Bahçesinde havuz, çiçekler falan, arka tarafında da geniş bir bağ vardı. Sonra belediye onu istimlâk etti. Çok güzel bir evdi. Ankara’ya geldikleri zaman yaptırmışlar. Evde bir Zübeyde hala var, yaşlı anneleri. Büyük oğlu doktor yüzbaşı, Erzurum’a gitmiş, askerî doktor. Kızı Nezahat de ağabeyi ile birlikte oraya gitmiş. Alaattin adında yüzbaşı bir oğlu vardı, o da taşradaydı. Diğer oğlu benimle yaşıt olan Aslan, Harp Okulundaydı. O da dışarıda. Evde yalnız Ankara Kolejinin ilkokul üçüncü sınıfına giden Yurdakul adında bir oğulları, bir de evlatlık kızları var. Çok sevindiler benim gelmeme. Tamam, bizde kalırsın, yerimiz müsait, dediler. Ben çekindim, sıkıntı veririm diye. Israr ettiler; bunun üzerine orada kaldım. Amcama, Gazi Eğitim Enstitüsüne değil DTCF’ye gitmek istediğimi söyledim. O da “Gazi Eğitim Enstitüsüne gitmek istemiyorsan kızım, şart değil. Babanlara kazanamadım sınavı der, kurtulursun. Seni yengen alsın, götürsün fakülteye kaydettirsin.” dedi. Aileme bildirdim. Fakat ailemden geri dön diye mektup geldi, hatta telgraf çektiler. Bunun üzerine amcam, yengeme dedi ki “Lütfen bir mektup yaz onlara, turşusunu mu kuracaklar bu kızın? Burada fakülteye devam etmek istiyor, devam edecek, göndermiyoruz.” O zaman da DTCF yeni açılmıştı. Böylece Gazi Eğitim Enstitüsünün sınavına girmekten vazgeçtim.

– Neden önce Gazi Eğitim Enstitüsüne gitmeyi düşünmüştünüz?

– Yatılı olduğu için. Çünkü dışarıda hem maddi bakımdan sıkıntı çekeceğim, hem de harp yıllarında mümkün değil, çok zor; her taraf kapalı, karartma var. Neyse Hikmet yengeyle DTCF’ye kaydımı yaptırdım. Önce Felsefe Bölümüne kaydolmak istedim ama Gazi Eğitim Enstitüsü sınavlarına edebiyattan girdiğim için o anda hadi edebiyat olsun dedim ve Edebiyat Şubesine kaydımı yaptırdım. Böylece fakülteye başladım. Yeni taşınmıştı binasına. Daha önce Evkaf Apartmanındaydı okul. Evkaf Apartmanı, Kemalettin Bey adlı bir mimarın eseri. Güzel bir bina. Atatürk emir vermiş, bunun bir kısmı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine ayrılsın diye. DTCF, Atatürk’ün emriyle çok özel maksatla kurulmuş bir fakülteydi. Evkaf Apartmanında 1936’dan 1940’a kadar kaldı.

– Nerede Evkaf Apartmanı Hocam?

– Ulus’a giderken Ziraat Bankası’na varmadan bir yol gidiyor arka taraftan. Gençlik Parkı’na bakan büyük bir apartman. Ziraat Bankasının arkasına düşüyor. Küçük Tiyatro’nun olduğu bina. Mimar Kemalettin yaptırmış. Çok güzel bir bina. Fakülteye 1936’da ilk girenler orada yatılı olarak kalmışlar.

– Siz yeni binasında başladınız üniversiteye.

– Evet, ben 1940’ta gittim. Fakülte yeni binasına taşınmıştı. Soğuk bir sonbahar günü gittim fakülteye. Yeni bina, yani şimdiki bina, o kadar güzel bir bina ki. Bir Alman mimarın eseri; Bruno Taut’un. Yepyeni bir bina. Koridor muşamba gibi bir şeyle kaplı. Yürüdüğünüzde yere bakınca neredeyse kendinizi görüyorsunuz, pırıl pırıl. Salonları büyük, çok çok büyük. Yukarıda üçüncü katta 347 numaralı büyük bir salon var. Sonradan ona Hamit Dershanesi adı verildi. İkinci katın sonunda 205 numaralı yine büyük bir salon daha var. Bina, her türlü ihtiyacı karşılayabilecek şekilde planlanmış. Hemen binadan giriyorsunuz, geniş bir mermer salon… Aşağıdaki büyük salona, Farabi Salonu adı verildi. Birinci katın sol tarafındaki geniş kütüphane, Umumi Kütüphane adını taşıyordu. Altındaki depo, kütüphanenin kitaplarına ayrılmıştı. Bizim bölümümüz ikinci kattaydı. Solda koridorun tam karşısında Türk Dili ve Edebiyatı yazan bir levha bulunuyordu. Kütüphaneden içeriye girdiğimiz zaman hemen sağ tarafta bir masa vardı, kütüphane memurunun oturması için. Ön kesiminde yeni yapılmış çekmeceli masalar yer alıyordu. Buralara öğrenciler kendi eşyalarını koyarlardı. Arkasında da şimdi Muzaffer Göker Salonu dediğimiz seminer kitaplığı yer alıyordu. Kütüphanede epeyi kitap vardı; özellikle başta Batılı yayınlar olmak üzere sık sık başvurulacak lüzumlu kitaplar, dergiler vb. Bizler boş zamanlarımızı kütüphanede geçirir ve bu kitaplarla ilgilenirdik. Ders yaptığımız 231 numaralı dershane, kütüphaneye en yakın olan dershaneydi. Dershane ile kütüphane arasında da büyük bir boşluk vardı ışık alması için. Buranın manevi havasının da çok etkileyici olduğunu kısa bir süre geçtikten sonra anladık. Tabii oraya gidince hemen ısındım. Bu şekilde fakülteye başladım. İlk geldiğimiz zaman bizi Tahsin Banguoğlu karşıladı. Daha önce fakülteye ilk gittiğimde duvarda sıra sıra ders programları vardı, baktım. “Aman Allah’ım, ne karışık.” dedim. Orada sakalı uzamış biri vardı. “Affedersiniz amca, bu programı nasıl anlayabilirim?” dedim. Bana açıklama yaptı. Derse girdiğinde o amca dediğim zatın Tahsin Banguoğlu olduğunu anladım (Gülüyor). İlk yıl Banguoğlu’nu gördükten sonra çok alıştık okula. Çünkü bölümü idare eden Banguoğlu’ydu.

– Hocam, dekanınız kimdi?

– Emin Erişirgil’di. Biz lisedeyken Felsefe Dersinde onun kitabını okumuştuk. Çok ince, kibar bir insandı. Faytonla gidip geliyordu okula. Hatta fakülteye ilk girdiğimde amcamlara yük olmak istememiştim. Bir iş bulayım, dedim. Ne yapayım, ne yapayım? Dekana gittim, iş istedim. Dekan güldü, “Bizim için iş bulmak zor.” dedi. Aradan zaman geçti. Çalışkan olduğum için İbrahim Necmi Hocam beni çok severdi. Beni dekana tanıtmak istedi. Gittik. Dekana “Bu kızım çok çalışkan bir talebedir.” dedi. Dekan beni süzdü, bana hatırladım dercesine şöyle bir bakıp gülümsedi. Ben de çok mahçup oldum. Benimki çocukluk tabii. Dekan bana iş bulur zannettim.

– Bölüm Başkanınız kimdi?

– Bölüm Başkanı İbrahim Necmi Dilmen’di. Banguoğlu daha sonra bölüm başkanı oldu. Banguoğlu bizi topladı, çok etkili bir konuşma yaptı. Bize bölümü tanıttı. Birinci sınıfta biz 18-20 kişiydik. İkinci sınıfa geçtiğimiz zaman yeni gelen öğrencilerle birleştirildik. 40 öğrenci falan olduk.

Son sınıf öğrencisi iken 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı hazırlığında (En öndeki, 1944)

– Hocam, Edebiyat Bölümlerinde genellikle kız öğrencilerin sayısı fazla. Sizin zamanınızda da böyle miydi?

– Bizde de durum aynıydı. İki tane erkek vardı. İlhan Başgöz ve Karoly Biçkey. Karoly, Macar’dı, ama çok güzel Türkçe konuşuyordu. Başka bölümlere girmiş çıkmış, sonra bize gelmişti. Çok kafalı biriydi. Sınıfımızda kızlar fazlaydı. Bizim sınıfta Selahattin Olcay, İbrahim Gökbakar vardı. Gökbakar, Hacettepe’de ev komşumuzdu. Akşamları bize sık sık gelirdi. Sonradan öğretmen olmuş. Bunlar bizden küçüktü, ama bazı derslere birlikte girerdik. Baki Süha Ediboğlu, Mesut Cemil Tel de bize nazaran yaşlıydılar ama derslere yine birlikte giriyorduk. Suat Sinanoğlu’nun hanımı Necile (Sinanoğlu) Hanım, Meliha Ambarcıoğlu, Sabiha Küçük, Hasibe Mazıoğlu, Rukiye Yanık, Muazzez Görkey de bizim sınıftaydı. Bir ara Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel okula gelmiş, “Yahu burayı kız lisesine çevirmişsiniz.” diye takılmıştı. Kendi kızı da oğlu da oradaydı. Oğlu Can, Sinoloji’ye girmişti. Canan da başka bölümlerden birine girmişti. Ama çok aklı başında, sakin kimselerdi. Böbürlenmezlerdi. Canan, sonradan Sinoloji Bölümünden Muammer Eronat’la evlendi. Birçok bakanın kızı, oğlu bizdeydi. Daha çok da kızları… Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy Latincede idi.

– Hocam, aileniz ne kadar harçlık gönderiyordu size Ankara’da öğrenciyken?

– Bana ayda 10 lira gelirdi. Öğleleri bazen yemeğe gidemezdim eve, fakültede kantinden bir şeyler alıp yerdim. Yetiyordu. Ahmet Ali amcanın evinde kalıyordum zaten.

– Amcanızın evi Kolej civarında olduğuna göre okula kolay gidip geliyordunuz herhâlde?

– Yürüyerek gidip gelirdim. Yalnız şöyle bir durum vardı. Akşam 17.30’dan sonra lisan derslerine giderdik, İngiliz hocalar gelirdi dersimize. 17.30’dan 19.00’a kadar. 19.00’da çıkardık. Harp dolayısıyla her yerde karartma vardı. Bütün pencerelerin içi siyah perdelerle kapatılmıştı, dışarıya ışık sızmaması için. Çünkü düşman güçleri görür de Ankara’ya hücum ederler korkusuyla her yer zindan gibiydi. Ben Sıhhiye’deki Sağlık Bakanlığının önünden Kolej yoluna geçer, eve giderdim. Fakat amcam çok hassastı; “Kızım sen gelinceye kadar huzursuz oluyorum. Sen bana emanetsin. Balkonda karanlıkta seni bekliyorum.” derdi.

– Hocam, biraz da özelinizden söz edelim. Makyaj yapar mıydınız üniversitede?

– Hayır yapmazdım. Çünkü Şevket Aziz Kansu dekandı, maazallah ellerimize oje falan sürülmesine bile karşı çıkardı. Çok dikkat ederdi. Zaten makyaj yapmak için benim yüzüm elverişli değildi, çok renkliydi o yıllarda. Bana ortaokul, lise yıllarında al yanaklı kız derlerdi. Zannediyorum üniversitede de bu bir süre devam etti. Hiç unutmuyorum… Orhan Şaik benim rahmetli eşimin Malatya Lisesinden hocasıydı. Konservatuvara müdür olmuş. Onun hanımı Ferhunde Hanım, Dördüncü Ortaokulda İngilizce hocasıydı. İbrahim Necmi’nin Modern Edebiyat derslerine devam ederdi, beni eskiden tanırdı. Biz evlendikten sonra evimize gelirlerdi. Eşim dolayısıyla ahbaplığımız arttı. Bir gün “Zeynep o yanaklar ne oldu, nerede kaldı?” dedi. Demek ki ben farkında değilim, çok renkli bir kızdım. Sonradan renk menk kalmadı.

– Nasıl giyinirdiniz Hocam? Etek boyunuz nasıldı?

– Kısa etek giymezdim. O zaman herhâlde diz altındaydı etekler. Evlendiğim sırada manto yapılmıştı, boyu dizin altında. Daha sonra etekler uzayınca o kısa geldi, başka bir kürkle ek yapmak zorunda kaldım. Birkaç defa etek boyları değişti. Üniversitedeyken Rukiye diye bir arkadaşım vardı. Bulgaristan göçmeniydiler. Elbiselerimizi onun ablası Esvet abla dikerdi. Bana, Rukiye’ye ve Coğrafya Bölümünden Türkân diye bir arkadaşımıza… Elbiselerimiz bazen bir örnek olurdu. Bir bordo elbisem vardı, cepleri sarı işlemeli.

– O yıllarda hazır giyim yaygın değildi.

– Evet, yaygın değildi. Hatta bir mantoluk kumaş almıştım, iyi bir terziye denk gelmediğim için rezil oldu mantom. Hazır giyim de pek yoktu, dışarıdan bir şey alınmıyordu. Şimdi hemen hemen hiç kimse terziye gitmiyor, hazır alıyor. Zamanla gelenekler, alışkanlıklar çok değişiyor, bugünün şartlarına ayak uydurmaya çalışıyor insanlar.

– Saçlarınız nasıldı Hocam?

– Saçlarım ilkokulda uzundu. Yengem, ağabeyimin hanımı sabahleyin tarardı, iki tane örerdi, ucuna da kurdele takardı. Ben onu öne alırdım, ucu kurdeleli giderdim. Ortaokulda öyleydi, lisede de öyle. Hatta bir defasında İzmir Kız Lisesinde Başmuavin Hayriye Hanım dedi ki: “Zeynep, bu saçları kessem ne olur?” Ben de “Çok istiyorum Hocam ama annem babam uzun saçı çok seviyorlarmış, o yüzden izin vermiyorlar, ben de çok rahatsızım bu hâlden.” dedim. Sonra bir ara ısrar ettim herhâlde, saçlarım kesildi, ama berbere gitmezdim. Ağabeyimin hanımı evde makası alır, keserdi. Ankara’da berbere gittik birkaç defa.

– Peki Hocam, erkek arkadaşınız oldu mu üniversitede? Flörtünüz?

– Hayır, hiç olmadı. Yalnız Nevşehirli birisi vardı, adı Sabri. Bizde talebeydi. Flört etmeye yanaşırdı, ben yüz vermezdim. Arkadaşlarım derlerdi ki seninki geldi. Bende olumlu etki bırakmış bir insan değildi.

– Üniversitenin ilk yılı Ahmet Ali Beylerde kaldınız. Daha sonra?

– İkinci sene Ahmet Ali amcamın Erzurum’daki oğlu, kızı geldiği için ailem dedi ki artık onları rahatsız etmeyelim, onlara ağırlık vermeyelim. Bunu üzerine bana bir oda tutuldu, Aile Bahçesi tarafında. Annem de yanıma geldi. Aile Bahçesi, Hamamönü civarında bir semtti. Annemle beraber oturduk ve o şekilde bitirdim fakülteyi.

– Ankara’dayken İzmir’e sık gider miydiniz?

– İzmir’e sömestir tatillerinde gidiyordum. Beş on gün kalıp geliyordum. Gitmediğim de oluyordu.