banner banner banner
Türkçeyle Yaşamak
Türkçeyle Yaşamak
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türkçeyle Yaşamak

– Hocam, o yılların Ankara’sı nasıldı?

– İzmir yemyeşildi. Güzel bir şehir, çok gelişmiş bir şehir. Ankara’ya baktım; ağacı yok, yeşilliği yok, kara kara. Trende geliyorum, dedim ki; bu kara kara topraklarda insanlar nasıl oturur, nasıl yaşar? Yadırgadım. Fakat içinde yaşamaya başladıktan sonra Ankara’yı sevdim. Çünkü fakülteden çıkıp da Atatürk Bulvarından Kızılay’a geliyorsunuz, Kızılay’dan sonra iki tarafa yayılıyor evler. Kolej tarafında oturan insanlar İstanbul’dan aktarma insanlar. Merkezî hükümet olması dolayısıyla İstanbul’dan buraya gelen çok entelektüel bir zümre vardı. Ankara’ya kişilik verirdi bu sakinler. Benim amcama misafirler gelirdi, Harp Okulu komutanının hanımı falan. Başka ahbapları da gelirdi. Gayet olgun, fevkalade ince, zarif insanlar. Bunları gördükçe insanın fikirleri değişiyor.

– Ankara da bağ evleri olurmuş, siz onları bilir misiniz?

– Eskiden Çankaya’nın tepesinde bağ evleri vardı. Dikmen’de bağ evleri vardı. Benim yengemin kardeşi Ömer Ulu, askerî mühendisti. O bağ evlerinde bir yer tutmuştu. Sinemaya falan gidecekleri zaman bize gelirlerdi. Küçük çocukları vardı, onları anneme bırakırlar, beni de alıp yazlık sinemaya giderlerdi, gece on ikiye kadar. Ondan sonra alıp çocuklarını giderlerdi.

– Annem anlatırdı Keçiören taraflarında da bağ evlerinin olduğunu.

– O tarafları çok bilmiyorum ama Dikmen ve Çankaya tarafını çok iyi bilirim. Tabii kalabalık değildi o yılların Ankara’sı. Trafik problemi yoktu. Bir de Ankara’nın yerlileri vardı. Mesela bizim Aile Bahçesinde oturduğumuz evin sahibi Esma Hanım teyzenin kocası Mektepler Muhasebesinde muhasebeciymiş, vefat etmiş. Bir oğlu, iki kızı vardı; oğlu askerdeydi, iki kızı da evdeydi. Ankara ağzıyla konuşurdu, çok aklı başında zarif hanımlardı hepsi, çok severdim onları.

– Sinemaya, tiyatroya gider miydiniz?

– Akşamları açık hava sinemasına giderdik. Tiyatro daha sonraki yıllarda vardı, konservatuvarda… Bilhassa Atatürk’ten sonra İsmet Paşa zamanında konservatuvar çok büyük bir önem kazanmış. O, muntazam temsillere gelirdi. Musiki Muallim Mektebinin devamı olan konservatuvarda müzik saatleri olurdu. İnönü onları hiç kaçırmazdı. Ayrıca çok güzel temsiller olurdu. Cüneyt Gökçer, hanımı, -daha sonra genç bir hanımla evlendi- diğer birçok zevat benim rahmetli eşimin arkadaşlarıydı, onları bu sayede tanımıştım. Anlatırlardı temsillere İnönü’nün geldiğini. Hatta ilk yıllarda temsillerde fazla seyirci olmayınca yoldan köylerine giden yolcuların merkeplerini bir yere bağlatıp salon dolsun diye onları salona sokarlarmış.

– Siz gider miydiniz konsere Hocam?

– Ben eşimle evlendikten sonra gittim.

– Öğrenciyken?

– Öğrenciyken yalnız temsillere giderdik, konserlere değil. Güzel eserler oynardı. Şimdi hangi eserler olduğu hatırımda kalmadı, ama çok ilgi gösterirdik, seyrederdik o eserleri. O zamanki sanatçılar isim yapmış kimselerdi. İyi yetişmişlerdi.

– Fakültede sırdaşım diyebileceğiniz, her şeyinizi anlattığınız bir kız arkadaşınız var mıydı?

– En iyi arkadaşım Rukiye Yanık’tı. Birbirimize çok yakın otururduk. Ablası dikişlerimizi dikerdi. Hemen her şeyi söylerdik, anlatırdık birbirimize. Başka, diğer arkadaşlarla da konuşurduk ama öyle senli benli değil.

– Sınıf arkadaşlarınızdan daha sonra bu alanda ilerleyen kimler vardı Hocam?

– Hasibe Mazıoğlu vardı. Sınıf arkadaşımdı. Çok iyi bir arkadaştı. Kayseri’nin Develi ilçesinden gelmişti. Çok çalışkandı. Fakat biraz hırslıydı, kimse kendisi gibi olsun istemezdi. Ben hiç oralı olmazdım. Gayet normal karşılardım, ama iyi arkadaşımdı. Bir başka arkadaşım Muazzez Görkey’di. Muazzez de Ahmet Ali Bey amcamların evinin yakınında otururdu. Ben amcamlarda kalırken, öğleleri onunla yemeğe evlerimize gider gelirdik, konuşurduk. Çok cana yakın bir arkadaştı. Ankara Kız Lisesinden mezundu. Mezun olduktan sonra orada hoca oldu.

Üniversitedeki Hocalarım

– Hocam, benim en çok merak ettiğim konulardan biri sizin fakültedeki hocalarınız. Hangi dersleriniz vardı, kimler gelirdi derslerinize, bu hocalarla ilgili intibalarınız nelerdi?

– Divan Edebiyatı dersimiz vardı. Abdülbaki Gölpınarlı gelirdi. Çok iyi ders anlatır, vecde gelmiş gibi konuşurdu. Kendisi Mevlevi idi. Yeşilimtırak bir elbise giyerdi, saçı beyazdı, ama ne sürerdi ne yapardı bilmiyorum yeşilimtırak bir renk olurdu. Elinde bir tespihi vardı. O da yeşildi. Elindeki amber tespihini derste dolaşırken koklatır erkeklere, hanımlardan da merak eden var mı diye sorardı. Biz çekingen bir şekilde hiçbir şey söyleyemezdik. Bizim iki arkadaşımız vardı Hukuk Fakültesinden. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne de kayıtlarını yaptırmışlar. Derste not alırlardı. Fakat Abdülbaki Gölpınarlı’nın hassas olduğu bir nokta vardı. Katiyen derste not tutulmasını istemezdi. Bibliyografya verir, o bibliyografyanın okunmasını isterdi. Bu arkadaşlar, Hukuk Fakültesindeki alışkanlıktan belki, not tutarlardı, hoca da not tuttukları için sinirlenirdi. Derdi ki “Yok mu Hukuk-i Âliler, yok mu Ziraat Fakülteleri, yok mu Veteriner Fakülteleri, yok mu bilmem şu okullar, bu okullar; siz niye geldiniz buraya, burada ne işiniz var?”. Nihayet bir gün arkadaşlar dayanamadılar, hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Her derste bunu söylerdi. Onlar not tuttukça böyle çatardı onlara. Biz de üzülürdük arkadaşlarımıza. Hatta bölüm başkanına bile şikâyet ettiler. Bölüm Başkanı o zaman İbrahim Necmi Dilmen’di. Sonra onlar baktılar olacak gibi değil, terk ettiler bizim fakülteyi. Kendi fakültelerini bitirdiler. Hungarolojiden rahmetli Sami Özerdim de derslere gelenler arasındaydı.

Aradan yıllar geçti, benim doçentlik yıllarımdaydı herhâlde, Abdülbaki Gölpınarlı’yı Konya’da Mevlana Müzesi Kütüphanesine gittiğim zaman gördüm. Baştan aşağı beyaz bir gecelik giymiş, boynunda da aşıklar olur ya hani aşık kemikleri, onlardan bir dizi asmış. “Hocam, siz benim hocamdınız.” dedim. “Aa, öyle mi!” dedi, çok kibar davrandı. Unutmuş herhâlde. Yalnız o biz öğrenciyken bir ara hastalanmıştı, hastalanınca biz onu bütün sınıf uğurladık. Hastaneye gidiyordu İstanbul’a. Kalple ilgili miydi, başka bir şey mi hatırlamıyorum. Çok memnun olmuştu. Ondan sonra Divan Edebiyatına Necmettin Halil Onan ve Ferit Kam geldi.

– Necmettin Halil Onan nasıl bir hocaydı?

– Necmettin Bey bize Divan Edebiyatı okuturdu. Hocalık tarafı kuvvetliydi. Ayrıca idarecilik tarafı da çok kuvvetliydi. Ben İzmir Kız Lisesi’nden bilirim, orada müdürdü; herkes onu severdi. Çünkü çok dürüst ve adalete uygun hareket eden bir yöneticiydi. Fakültede önce Tahsin Bey (Banguoğlu) bölüm başkanıydı, sonra Pertev Naili (Boratav) Bey, Necmettin Halil ve Kenan Akyüz olmuştu sırayla. Necmettin Halil Bey bize gelmeden önce Yükseköğretim Genel Müdürüydü. Hasan Ali Yücel ona profesörlük verdi ve profesör oldu. Hakikaten layıktı profesörlüğe. Fakat fakültede bazıları yadırgadılar bunu, tepeden inme profesörlük olur mu diye. Hasan Ali, arkadaşı diye Necmettin Halil’e tepeden inme profesörlük verdi dediler. Ama benim için ölçü bu makama layık olup olmamasıdır. Necmettin Halil’den fevkalade memnundu bizim bölüm.

Necmettin Halil Bey bize derslerde metin okuturdu. Ben ve Hasibe bir de Muazzez ön sıralarda yer alırdık. Her zaman bizden başlardı; metinleri okurduk. Daha önceden tanıdığımız için bize karşı özel bir yakınlığı da vardı. Ben müdür bey, müdür bey diye hitap ediyordum. Bayramlarda evine ziyarete giderdik. Hanımı Ahter Onan da lisede benim Edebiyat hocam doğum yaptığında bir süre dersimize gelmişti; bu sebepten beni tanıyordu. Bu bakımdan hem kendisiyle hem eşiyle aramızda bir yakınlık vardı. Bir de dersi sevdiğimiz için kendimizi vererek çalışıyorduk. Necmettin Halil Bey’in şairliği var, biliyorsunuz. Dur Yolcu şiiri de çok meşhurdur. “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın, Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir.” mısraları bizi çok etkilerdi. Cumhuriyet Devrinin heyecanını yaşardık o mısralarla. …

– Ferit Kam’dan neler hatırlıyorsunuz?

– Necmettin Bey’in hocasıymış Ferit Kam. O ara Ruşen Kam -Ferit Kam’ın oğlu- radyo evinde çalışıyordu. “Babam emekli oldu, yalnız şimdi çok sıkılıyor.” demiş. Bunun üzerine Necmettin Halil Bey onu aldı, getirdi, bize Klasik Edebiyat hocası yaptı. Yaşlıydı ama çok iyi bir hocaydı. Nedim Divanını, Nef’i Divanını, Fuzuli Divanını okuturdu. Çok nefis metin şerhi yapardı. Hatta o kadar ki mesela ders bitmiş, gidiyoruz; koridorun ortalarında aklına başka bir şey gelir, onu da söylemek icap eder; “Çocuklar durun durun, haydi sınıfa, unuttuğum bir nokta var, açıklamak istiyorum.” der, bizi tekrar sınıfa sokardı. Çok tatlı hâlleri vardı. Otobüsle gelirdi okula. Pırıl pırıl giyinirdi. Paltosunu çıkarırken üzerinde bit var mı diye bakardı. O yıllarda tifüs salgını vardı. Bazen takılırdı, “Bu mevsimde bizi bitlerle Hitler yedi bitirdi.” diyerek Hitler’e atıf yapardı. 1943’ten sonra gelmişti bize. Hasibe’yle bana hanım diye hitap ederdi. İlhan Başgöz’e de İlhan Efendi derdi.

– İbrahim Necmi Dilmen’den de bahseder misiniz?

– Bahsedeyim. Atatürk’ün çok yakınıydı, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşu dolayısıyla. O da Güneş-Dil Teorisi’ne bağlı bir görüşe sahipti o yıllarda. Bize Modern Edebiyata gelirdi. Modern Edebiyat bilgisi fevkaladeydi, kitabı da vardı zaten eski harflerle. Derse yalnız biz değil yabancı dillerden, İngilizce, Fransızca, Almancadan öğrenciler gelirdi. Onlar için mecburdu Türk Dili ve Edebiyatı dersi. İbrahim Necmi Dilmen gelirdi, anlatırdı, o kadar güzel anlatırdı ki heyecanla, zevkle dinlerdik. Çok hoşsohbet bir insandı. Hatta bazı edebî eserlerden bahsederken kalkar, oradaki kahramanların şöyle bir taklidini yapmaya çalışır ve bütün sınıf katılırdı kahkahadan. Yani dersi çok canlı geçerdi. Takılırdı bana, ben birkaç dakika geciksem, “Aa, benim asistanım gelmedi, ben derse başlamam.” derdi çocuklara. Ben en ön sırada otururdum, not tutardım. Tabii not alırdım ama her şeyi değil. Esaslarını ancak tespit edebiliyordum hatırlamak kabilinden. Bazıları not almazdı herhâlde. Kendisinin Tanzimat Edebiyatı diye eski harflerle yazılmış bir kitabı vardı. Ama çocuklar bunu bilmediği için sene sonu gelip imtihan yaklaşınca dediler ki hocam bize bir not verin. İbrahim Necmi Bey o kadar meşgul ki Dil Kurumunda genel sekreter. Oturup talebeye not hazırlayacak hâli yoktu. Dedi ki “Bakın, burada bir arkadaşınız var, Zeynep. O çok güzel not tutuyor.” Sonra bana “Seni görevlendiriyorum notlarını hazırla, arkadaşlarına ver.” dedi. “Hocam” dedim “Ben kendime göre not tutuyorum, ben nasıl bunu arkadaşlarıma verecek şekilde yapayım?” “Olduğu kadar, onlar da hatırlarlar, dinlediklerini eklerler.” dedi. Hoppala başıma çıktı mı bir iş. Bunun üzerine oturdum, o notları güzelce tasnife tabi tuttum. Arkasından da herkesten 20-25 kuruş para toplayarak onları bastırdık. Şöyle 80 sayfalık falan küçük bir şey oldu. Üzerine de İbrahim Necmi Dilmen’in Ders Notları yazdık, onu dağıttık herkese.

– Sizde var mı o notlar Hocam?

– Bende de vardı kalanları. Arkadaşlara hep dağıttım tabii. Kalanları da herhâlde, bir yirmi beş otuz tane, DTCF’deki benim odamdaki dolaptaydı. Ben YÖK’e gittikten sonra o dolabı kullanan arkadaşlar, çıkartmışlar, lüzumsuz diye bütün hepsini kat temizlikçisine vermişler, çöpe attırmışlar. Şimdi elimde bir tane bile kalmadı. Ben İzmir’de hocalarımı ziyarete gittiğimde, edebiyat hocalarım İbrahim Necmi Dilmen’in neler okuttuğunu sorarlar, ben de bu notları gösterirdim. Yeni bir bilgi var mı diye merak ederlerdi. İbrahim Necmi Dilmen’i sık sık ziyarete giderdim Türk Dil Kurumuna. Yabancı Diller Bölümlerinden de öğrencileri vardı. Bana derdi ki “Ben bu çocukların yazılarını okuyamıyorum, gel oku.” Ben de imtihan evrakını okurdum, o kendisi notunu verirdi. Kenarları kapalı olurdu biliyorsunuz, kime ait olduğu bilinmezdi, sonra açılırdı. Bir defasında kâğıtlardan üçünü çok beğendi. “Bunlar kim acaba?” dedi. Kâğıtları açtık. Birisi Sabiha diye bir arkadaşın, diğeri de Orhan Şaik’in hanımı Ferhunde Gökyay’ındı. Hatta Ferhunde Hanım’a müjdeyi de ben götürmüştüm. Diğer kâğıt da onun arkadaşı Abide Çoratekin’indi. Abide Hanım’ın kocası hariciyeci, kendisi bir ortaokul müdiresiydi.

İbrahim Necmi, yanına gittiğimde bana kitaplar verirdi. Veled Çelebi İzbudak’ı onun yanında tanıdım. Hocanın hocasıymış. Biz böyle sınav kâğıtlarını okuyorduk. Geldi, ara verdik. Ben izin istedim. “Yok, yok otur.” dedi. Sohbet ediyorlardı. Veled Çelebi çok nurlu yüzlü, sevimli bir insan. Hafif sakalları vardı. Çok az da bıyığı… Saçları biraz ağarmaya başlamıştı. Tonton biri… Çok da nazik. İbrahim Necmi Bey, öğrencim diye tanıttı beni. O da bana takıldı. “İbrahim Necmi benim öğrencim, sen de onun öğrencisi. O hâlde sen de benim torun öğrencim sayılırsın.” dedi. Böyle bir sohbet faslı olmuştu. İbrahim Necmi Bey’e gittiğim zaman gayet hoş geçerdi zaman. Hatta akşamüzeri geç kaldığım zaman kendisi eve giderken arabasıyla beni de bırakırdı. Amcamın Kolej’in karşısındaki evine kadar bırakır, ondan sonra giderdi. İbrahim Necmi, Besim Atalay, Fuat Köprülü hem hoca hem de milletvekili idiler. Bir sene sonra bir karar çıktı, ya hocalığı ya da milletvekilliğini tercih edeceksiniz, dediler. Onlar da milletvekilliğini tercih ettiler, hocalıktan ayrıldılar. Yerlerine başka hocalar geldi. Ben de ara sıra İbrahim Necmi Bey’i Türk Dil Kurumunda ziyaretine giderdim.

– Hocam, fakültede başka hangi hocalarınız vardı?

– Abdülkadir İnan da çok değerli hocalarımızdan biriydi. Kendisi Başkurdistanlıdır. Başkurdistan, Sovyet idaresinde olduğu için Türk bölgeleri çok eziyet çekmişlerdir. Abdülkadir Bey, çocukluğundan itibaren iyi bir aile terbiyesi almış, önce bir dinî eğitime tabi tutulmak istenmiş, fakat kendisi istememiş bunu. Modern eğitim yapan bir okula gönderilmiş. Orada yetişmiş, daha sonra öğretmen okuluna gitmiş, orada altı sene okumuş, iki yahut üç sene de yüksek kısmını okumuş ve öğretmen çıkmış. Öğretmenlik yapmış. Zeki Velidi Togan’la beraber de uzun maceralar geçirmiş. Hayatına ilişkin kitapta bunlar uzun boylu anlatılmıştır. Togan’la İran ve Afganistan’a, oradan Hindistan’a, daha sonra da Marsilya’ya geçmiş; oradan Fransa’ya, Fransa’dan Almanya’ya gitmiş. Tabii sonra da Türkiye’ye gelmiş. İstanbul’da Fuat Köprülü tarafından Türkiyat Enstitüsünde asistanlığa atanmış. Yetişme şartları bakımından fevkalade hazırlıklı bir insandı. Pek çok da çalışması vardı. O kadar asil, olgun, toleranslı, mütevazı bir insandı ki gördüğünüz zaman onun büyük bir ilim adamı olduğunu zannetmezdiniz. Özellikle folklor ve halk edebiyatı konularında bilgisi fazlaydı. Folklorun ve halk edebiyatının çeşitli konuları üzerine derinlemesine incelemeler yapmıştır. Literatürde pek çok eseri vardır.

– Size hangi dersleri verdi?

– Bize Doğu Türk Lehçeleri dersini verirdi. Kazakça, Kırgızca, Altay Sahası Lehçeleri, Abakan, Şor, Kızıl gibi yaşayan lehçeleri anlatırdı. Bir de Çağatayca okuturdu bize. Ayrıca Karahanlı Türkçesi ve Harezm Türkçesi üzerine de gayet güzel dersler vermiştir. Beni çok ilgilendirirdi onun dersleri. Banguoğlu milletvekili seçilerek fakülteden ayrıldığı için mezuniyet tezimi Abdülkadir Hoca’dan aldım. Hocam, Çağatayca’nın Çingiznâme adlı bir halk destanını bana mezuniyet tezi olarak verdi. Onun üzerinde çalıştım.

– Onunla ilgili anılarınız var mı Hocam?

– Abdülkadir Hocam, Dil Kurumunda çalışırdı. Ona Atatürk’ün emriyle özel olarak profesörlük verilmişti, fakat Atatürk’ün ölümünden sonra onun profesörlüğünü aldılar. Öğretim görevlisi yaptılar. Yine fakültede derslere geldi. O kadar olgun bir insandı ki makam mevki üzerinde duracak bir insan değildi Abdülkadir Hoca. Çok ilgilenirdi bizimle. O yıllarda Edebiyat Lisansı ve Dil Lisansı yapanlar diye bölümdeki öğrenciler iki kola ayrılmıştı. Ben Dil Lisansı yapan öğrenciler arasındaydım. Abdülkadir Bey bize, 8-10 öğrenciye kendi yazdığı metinleri verirdi. O zaman Sovyet Rusya’ya girip çıkma, kitap getirme imkânı olmadığı için hocanın o konudaki bilgileri çok işimize yarıyordu. Onun birikiminden yararlanarak Altay sahasındaki ve Sibirya’daki bütün Türk lehçeleri hakkındaki bilgileri ediniyorduk. Kazakçayı, Kırgızcayı ondan okuyor, öğreniyorduk. Bu bakımdan ben kendisinden çok yararlanmışımdır.

– Hocam, başka hangi hocalardan ders aldınız?

– Diğer bir hocamız da Suut Kemal Yetkin’di. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yapmıştı.

Profesördü. Zaten çoğu profesördü hocalarımızın. Suut Kemal Bey, Estetik hocamızdı. Estetik derslerine girmemizi Banguoğlu tavsiye etmişti. Hakikaten bir edebiyatçı için de dilci için de çok önemliydi bu dersler. Onun derslerine muntazaman devam ederdik. Haftada iki yahut dört saat ders yapardı. Ayrıca bizim için özel olarak Edebî Meslekler Tarihi dersi koydurdu. Klasisizm, realizm, romantizm vb. bütün edebî meslekleri okurduk. İyi anlatırdı ama monoton bir konuşma tarzı vardı. Edebî Meslekler başlıklı çok değerli bir kitabı çıkmıştı o yıllarda. Sonradan kitabı da aldık. Derslerinde not tutardım, onun için hiçbir sıkıntı çekmedim. Sene sonunda açık imtihan yapardı. Yazılıdan sonra sözlüye alırdı. Bütün öğrenciler bir sınıfta oturur, bizi teker teker çağırırdı. Üç kişilik bir sınav heyeti vardı. İnsan kalabalık öğrenci kitlesi arasında bayağı çekiniyordu, ya bilemezsem diye. Ben çok çalışırdım, severdim estetiği. İmtihana çağırdığı zaman bir iki kere kalktım gideyim diye, şöyle bir yekindim ve tekrar oturdum. Hoca benim yekindiğimi görünce beni çağırıp karşısına oturttu ve soru sordu. Şöyle bir başladım; oo, arkası geldi, geldi, geldi. İnsan hiçbir şey söyleyemeyeceğim gibi bir hisse kapılıyor. Fakat başladıktan sonra arkası geliyor. Bedrettin Tuncel de sınav heyetinde idi. Fransız Dili ve Edebiyat profesörüydü Bedrettin Tuncel. O da bir soru sordu, onu da anlattım, yarıda kestiler, tamam dediler ve tam not verdiler. O zaman tam not beşti. Sonradan ona çıktı. Ama diplomamda bu dersin adı unutulmuş, hâlbuki iki sene aldım ben bu dersi.

– Arapça, Farsça okudunuz mu?

– Evet, okudum. Farsçaya Besim Atalay gelirdi. Atalay, medrese kökenliydi, çok iyi öğretirdi dersi. Farsça dersimizde Zeban-ı Farisî’yi okurduk. Metin okuturdu, tahtaya yazılar yazdırırdı. En önde otururdum. Beni severdi, çok severdi, derslerine iyi çalıştığım için herhâlde. Ahmet Ali amcamın hanımı Hikmet yengem Farsça, Arapça bildiği için, onunla çalışır da derse gelirdim. Hoca da bana okuturdu. Hatta bir gün Hasibe Mazıoğlu, “Hocam, hep Zeynep’e okutuyorsunuz, bize okutmuyorsunuz.” diye yakındı. Hoca bir şey söylemedi. Dil Kurumuna bir gidişimde onu da ziyaret etmiştim. “Gel bakalım, nasılsın?” dedi. “Hocam, buradan Divanu Lugati’t-Türk’ü almaya geldim.” dedim. Onun eseri ya. “Almaya mı geldin, nasıl alacaksın?” dedi. “Bedelini ödeyip alacağım.” dedim. “Otur hele, otur.” dedi. Zile bastı, odacı geldi. “Bir takım Divanu Lugati’t- Türk getir.” dedi. Kitap geldi ve bana verdi. Kitabın iç kapağına da bir yazı yazdı. Şöyle: “Kendisinden Türklüğe büyük hizmetler beklediğim kızım Zeynep Dengi’ye, 13. 12. 1941”. Altında da Besim Atalay’ın imzası vardı. Bir bayram, evinde kendisini ziyaret etmiştik. O zaman gecelik giyiyordu; beyaz, krem rengi. Başında da takkesi vardı. “Kusura bakmayın çocuklar böyle rahat ediyorum.” diye bizi karşıladı; oturduk, konuştuk. Aile Bahçesi’nin yanında Dörtyol’da bir evde oturuyordu. Sonradan o ev yıkıldı, istimlâk edildi. Herhâlde evli değildi, bekârdı hatırımda kaldığına göre. Kendisini tamamen çalışmaya, ilme vermişti. Arapçası çok iyiydi. Divan’ı Türkçeye tercüme ettiğine göre tabii.

– Besim Atalay da milletvekili hocalardan biriydi.

– Evet, Kütahya milletvekiliydi. Ankara’da öğrenciliğim sırasında İzmir’e trenle giderdim. Bir İzmir dönüşünde trende üçüncü mevkide giderken Besim Atalay’la karşılaştık. Yanımda iki üç arkadaşım vardı. “Ne arıyorsunuz burada?” dedi. “İzmir’den Ankara’ya dönüyoruz.” dedim. Biz İzmir’den geliyorduk, o da Kütahya’dan. O zaman milletvekillerine özel kompartıman ayrılıyordu. “Gelin benim kompartımana.” dedi. O milletvekili ya, bizi kompartımanına aldı, konuştuk, sohbet ettik, biraz sonra izin istedik, çıktık. Hocamız meclis üyesi, milletvekili, bizi kompartımanına çağırdı diye koltuklarımız kabardı, gururlandık. Üçüncü sınıftan itibaren milletvekili olduğu için derslerimize gelemedi. Onun yerine Farsçaya Abdurrap Yelgar geldi. Bu hoca Afganlıydı. Kızıyla da sonradan tanıştım, İzmir Kız Lisesinde okumuş, oradan buraya gelmiş. Abdurrap Yelgar belki Farsçayı iyi biliyordu ama hiç öğretemezdi, ondan pek yarar sağlayamadık. Besim Atalay’dan sonra onun gelmesi bizde hüsran yarattı. Ama yine de Farsçadan aldığımız bilgilerle Divan Edebiyatını rahatlıkla takip edebiliyorduk.

Besim Atalay’ın Zeynep Korkmaz’a hediye ettiği Divanu Lugati’t-Türk’ün iç kapağı (1941)

– Arapça dersi?

– Arapça hocamız Şinasi Altundağ’dı; aslında Tarih hocasıydı. Hasibe, ben ve bir de Şevkiye (İnalcık) onun derslerine devam ederdik. Şevkiye, Arapçanın asıl talebesiydi, biz de yardımcı dersler arasında o dersi de seçtiğimiz için derse katılırdık. Yönetmelik bakımından ya Arapça ya Farsça, birinden birini tercih etmemiz gerekiyordu. Fakat ben nasıl olsa ihtiyacımız var diye Farsça dışında Arapçaya da devam ediyordum. Arapçayı çok iyi öğretirdi Şinasi Bey. Biz ikinci sınıfa geldiğimiz zaman dedi ki “Siz son sınıftaki bir öğrencinin Arapçasına denk bir Arapça öğrendiniz. Biraz daha ilerlerseniz iyi olur.” Hoca, kuralları çok iyi öğretirdi, metin okuturdu. Şinasi Bey’in öğrettiği Arapçadan çok çok istifade etmiştik. Çok değerli bir hocaydı. Ben Almanya’da yetişmiş Necati Lugal Hoca’dan da Arapça dersi almıştım. Çok bilgiliydi ama sistemli öğretemiyordu.

– Pertev Naili Boratav hangi derslerinize gelirdi?

– Halk Edebiyatı dersine gelirdi. Pertev Naili Boratav, bizi ayrıca Eberhard’ın Çin masalları dersine gönderiyordu. Ruben de Hint masallarını okutuyordu. Pertev Naili Bey, hepimizden 100 masal derlememizi istemişti. Tabii bu mümkün değil. “Bunları tatilde derleyeceksiniz, bana gelecek dönemde getireceksiniz.” dedi. Ben 20-25 masalı zor derleyebilmişimdir. Belki diğer arkadaşlarım daha az derlemişlerdir. Yani şümullü bir ders görüyorduk Halk Edebiyatında.

– Agop Dilaçar dersinize geldi mi?

– Evet, Lengüistiği ondan okuduk. Kendisi İngilizce, Fransızca, Almancayı çok iyi bildiği gibi ayrıca Arapça, Farsçayı da bilen bir insandı. Türk Dil Kurumunda başuzman olarak çalışıyordu. Atatürk ona profesörlük payesi vermişti. Fakat Abdülkadir İnan’dan alındığı gibi ondan da alındı bu paye. Alınsın alınmasın, kendisi çok değerli bir hocaydı. Bize çok iyi ders anlatırdı. Gayet iyi not tutabilirdik. Benim kocaman bir defterim vardı. Kemal Or adında bir arkadaşımız sınava girecekti, o defteri benden istedi. Ve arkasından defteri getirmedi. Çok çok üzüldüm, onu muhafaza etmek isterdim. Lengüistik defterim, notlarım fevkalade iyiydi. Agop Dilaçar bizimle sohbet ederdi, özellikle dilde ihtisas yapacak kimselerle. Derdi ki “Biz tamamen Türk âdetlerine göre yol almış, yetişmiş insanlarız. -kendisi Ermeni’dir- Bizim evimizde hiçbir zaman masada yemek yenmezdi, yer sofrası kurardık, altına bütün yerli Türkler gibi uzun bir örtü sererdik, üzerine siniyi koyardık. Sinide yemeklerimiz gelirdi, o şekilde yerdik.” İkinci yılın sonunda dersler bitiyordu, bir gün bizi evine davet etti. Evine gittik, çay faslından sonra kütüphanesini gezdirdi. Hayran oldum kütüphanesine. Bir odayı tamamen kitaplarına ayırmış, Odanın üç tarafına raflar yaptırmak dışında kütüphanelerde olduğu gibi aralıklı raflar da kurdurmuş ve kitaplarını yerleştirmiş. Benim o kadar hoşuma gitti ki öyle bir kütüphane kurma hayalim vardı, fakat ne yazık ki evim imkân vermediği için başlangıçta onu gerçekleştiremedim.