Aleksandır Artemyev
Çuvaş Kızı Salambi
Aktaranın Ön Sözü
Çuvaşistan’da Elik ilçesinin Turi Vılı köyünde doğan Aleksandır Artemyev (1924-1998) modern Çuvaş edebiyatının nesir, şiir, tercüme ve eleştiri alanlarında eserler vermiş önemli isimlerinden biridir. Döneminin birçok ismi gibi İkinci Dünya Savaşına katılmıştır. Uzak Doğu’da Japon ordusuna karşı savaşmıştır. Savaşa katılmış olması özel hayatında olduğu gibi edebiyat hayatında da önemli etkiler yapmıştır. Savaşın ardından 1947-1948 yıllarında Yalav dergisi ve Tıvan Atĭl almanağında yazı kurulunda çalışmış ve bu dönemde edebiyatla ilgilenmeye başlamıştır. 1951 yılında Sovyetler Birliği Yazarlar Birliği üyesi olan Artemyev 1980 yılında da Çuvaş Sovyet Sosyalist Özerk Cumhuriyeti halk yazarı unvanına layık görülmüştür. Piçik Liyin Pısık Savınışi [Küçük Liy’in Büyük Sevinci] (1947), An Avın, Şişki [Eğilme Fındık] (1950), Hirli Şıltır [Kızıl Yıldız] (1952), Yuratu Yurrisem [Aşk Şarkıları] (1953), Atıl Kalavisem [İdil Hikâyeleri] (1956), Salambi [Salambi] (1956), Ulma Yıvış Avıtat [Elma Ağacı Çıtırdıyor] (1958), Tıvıl Umin [Fırtına Öncesi] (1975), Yulaşki Yurı [Son Şarkı] (1981), Sıvısem [Şiirler] (1989) yayımlanmış eserleri arasında öne çıkanlardır.
Artemyev’in Salambi adlı eseri sadece onun eserleri arasında değil Çuvaş modern edebiyatında özel bir öneme sahiptir. Çuvaş nesrinin klasikleri arasında yer almış nadir eserlerdendir. Salambi 1956, 1966, 1983, 1991 ve 2012 yıllarında dört kez yayımlanmıştır. Bizim aktarmada esas aldığımız metin 2012 baskısına aittir. Yukarıda da belirtildiği üzere Artemyev’in sanatını etkileyen en önemli olaylardan biri o dönem bütün dünyayı kasıp kavuran II. Dünya Savaşı’dır. Bu savaş yılları ve savaş sonrası toplumsal hayat uzun bir süre Sovyet Edebiyatı çerçevesinde birçok Türk boyunun modern edebiyatında en çok işlenen konular arasındadır. Günümüzde de gerek edebî ürünler gerekse görsel sanatlarda bu dönemin izlerini ve etkisini görmek mümkündür.
Artemyev, bu eserinde savaşın korkunçluğunu savaş meydanlarından kesitlerle değil geride kalanların hayatları üzerinden işlemektedir. Evlatlarını savaş meydanına gönderen annelerin, sevdiklerini cepheye gönderen genç kızların duyguları, ümitleri, hayata tutunma çabaları, hüzünleri, sevinçleri; savaş meydanından dönmüş erkeklerin psikolojileri toplumsal hayatla bütünleşik bir şekilde romanda yer almaktadır. Kahramanları hayattan ayrı değerlendirmek mümkün değildir. Geride kalanların duygularına, iç dünyalarına yıkıcı etkiler yapan savaş toplumsal, ekonomik hayatı da derinden sarsmıştır. Bu durum kahramanların üzerine taşınması zor yeni sorumluluklar yüklemiştir. Eserin baş kahramanı Salambi de bütün bu yüklerin üzerine yetim bir çocuğu evlat edinerek yeni sorumlulukları üstlenmiş, sadece ekonomik sorunlara değil toplumsal baskı ve önyargılara da direnerek o dönem eserlerinde sıkça işlenen güçlü kadın imajına uygun bir şekilde mücadelesine devam etmiştir.
Eserin aktarması üzerine birkaç söz söyleyecek olursak bu çalışmanın modern Çuvaş edebiyatının Türkiye Türkçesine aktarılan uzun soluklu ilk nesir ürünüdür diyebiliriz. Bunun gelecekteki aktarma çalışmalarına kapı aralayacak bir eser olması en büyük dileğimizdir. Dilleriyle, kültürleriyle Türk Dünyasının en özel gruplarından birini oluşturan Çuvaşların Türkiye’de daha nesnel bir şekilde tanınması, onlarla daha sağlıklı ilişkilerin kurulabilmesi, Türklük bilimi çalışmalarının her alanında hak ettikleri yeri alabilmeleri açısından bunun çok önemli olduğu düşüncesindeyiz.
Eserin aktarımı bizim için de yeni tecrübeler anlamına gelmekteydi. Modern Çuvaş edebiyatının en uzun soluklu eserlerinden Şuyın Hivetiri’nin Ulıp destanını aktarırken yaşadığımız sorunların benzerlerini daha yenileriyle birlikte bu süreçte yaşadık. Bu bakımdan bazı söz ve söz gruplarının aktarımında, terimlerin, Çuvaş hayatına dair kültür kelimelerinin aktarımında çeşitli sorunlarla karşılaştık. Bunları edebî eserdeki akıcılığı bozmamak adına dipnot veya sonnotlarla açıklamak yerine Türkiye Türkçesindeki en yakın anlamlarıyla karşılamaya çalıştık. Bu süreçte pek çok meslektaşımızın ve dostumuzun katkılarını gördük. Aktarmada karşılaştığımız sorunlarda ilk başvurduğumuz kişi hem yazar hem de bilim adamı kimliğini bir arada taşıyan Yelena Çekuşkina oldu. Sabırla bütün sorularımı ayrıntılı bir şekilde cevaplayan Çekuşkina’nın aktarmadaki sorunların en aza indirgenmesinde çok önemli yardımları oldu. Kendisine bu konuda ne kadar teşekkür etsek azdır.
Metin aktarmanın tamamlanmasının ardından eser son düzeltmeleri de yapılmak üzere birkaç kez kontrolden geçti. Öncelikle genç meslektaşım Ayşe Şener ilk okumasını yaptıktan sonra Doç. Dr. Cemile Kınacı ve Mehmet Bilal Yamak da eser üzerinde düzeltme ve önerilerde bulundular. Özellikle modern Kazak Türk edebiyatından yapmış olduğu aktarmalardaki tecrübesiyle Cemile Kınacı metni tam anlamıyla yeniden şekillendirdi. Hızlı çalışma temposu içerisinde zamanını ayırıp alan için önemli bulduğumuz bu metnin en az hatayla yayına hazır hale gelmesinde vermiş olduğu katkılar için kendisine teşekkürlerimi sunuyorum.
Salambi bu coğrafyanın zorluklara göğüs gererken eğilip bükülmeyen, sızlanmayan ama bütün gücüyle hayata tutunup hayatı dolu dolu yaşamaya çalışan bütün kadınlarını temsil eder. Bu bakımdan çalışmalarım esnasında karşılaştığım her sorunda yanımda dimdik duran eşim Venera Falakhova’yı da zikretmek isterim. Hayata karşı aldığı tavırla bana Salambi’yi daha iyi anlamak için canlı bir örnek olduğunu söyleyebilirim. Bu bakımdan kendisine sabır ve katkılarından dolayı teşekkür ederim.
Elbette bütün zorluklar ve sıkıntılar bir eserin ortaya çıkışıyla tamamlanmıyor. Bu çalışmanın ortaya çıkış süreci onun yayımlanması ve okura oluşmasıyla mümkün olacak. Bu süreçte Çuvaşça bir romanın aktarılması konusunda teşviklerini gördüğüm Avrasya Yazarlar Birliği başkanı değerli hocam Yakup Ömeroğlu’na da teşekkür ederim.
Bülent BayramBirinci Bölüm
KIZ HAYATI DEDİĞİN KONUKLUK MİSALİ
Kızın hayatı konukluk gibidir.
N.İ. AşmarinKızlık zamanlarındaki hayata konukluk derler.
P. HusankayAkordeon sesi duyulunca güz akşamı da güzel. Uzaklardan bir yerden yukarı sokaktaki söğütlerin altından, türkü akıp geldi de aşağı sokaktaki eğlenceye can girdi, özlemle dolu kızların yürekleri sevinçle çarpmaya başladı.
“Ah!” dedi iki kız birden. İkisi de aynı anda soluk almayı bırakıp akordeon sesini dinlemeye başladı.
Odada sessizlik, sadece masa üstündeki saat heyecanla kız yüreği gibi aceleyle vuruyor bir de hava da ısınıyor olmalı ki ocak içindeki çekirge de cırıldıyor.
Her gün yağan yağmur ancak durdu. Şimdi güz akşamının hüzünlü sessizliğinde akordeon sesi ne güzel yankılanıyor. Biri herkesin anlayacağı aşk diliyle konuşup gülüyor, diğeri gönle dokunan bir hasretle dertleniyor, uyumak için yatmış kızları da annelerinden gizlice pencere kanatlarını aralayıp sokağa doğru bakıyor.
Yeni türkünün sözlerini yazan Maruş ile Taruş masadan kalkıp pencere önüne doğru hareketlendiler.
Akordeon sesi yakınlaşarak geliyor; melodisi daha anlaşılır bir şekilde duyulmaya başladı.
Maruş bir şey olmuş gibi sevinerek “Vihtır!” diye bağırdı. Dostu onu alışık olmadığı sözle üzüverdi.
“Vihtır da böyle çalabilseydi ya …. Çok usta bir akordeoncu bu, Kolya çalıyormuş gibi geliyor.” dedi Taruş.
Güzel ses kesildi ve akordeon bir ara ses vermedi, biraz bekledikten sonra başka bir melodi yankılanmaya başladı.
“İşte şimdi Vihtır. Melodisi onunki gibi aksıyor… Sizin buradan geçerken akordeonu başkasına verecek değil ya, biliyoruz.”
Maruş dostunun kendisini dürtüklediğini hissetmek istemedi, başköşedeki büyük ayna önüne koşup süslenmeye başladı.
Ayna doğruyu söylemekten utanmaz, bunun için de pek çok kızın canını sıkar. Maruş kadar hiç kimse aynaya bozulmamıştır herhalde.
Taruş da ayna önüne geldi. Onun yüzü çocuğunki gibi gençtir, bunun için de Maruş onun yanında epeyce büyük görünüyor.
Taruş uzun ve solgun parlak yüzlü, ince dudaklı, mavi gözlüdür. Maruş ise dolgun yüzlü, kıpkızıl suratlı, kalın dudaklı, kara gözlüdür. Taruş düz boylu, ince belli, dolgun vücutlu, güzelce bağlanmış çavdar demeti gibidir. Maruş ise kısa boylu, dolgun vücutlu, iyi bağlanmamış yulaf demeti gibidir. Giyimlerine gelince onlar bayrama da işe de aynı şekilde giyinip gidiyorlar. Bu gece ikisi de süslü ak elbise giydiler, mavi önlük taktılar, ak yazma bağladılar.
Taruş yirmi yaşında. Bu yıl annesi ona oyunda eğlencede gecelere kadar kaldığı için söylenmeye başladı. Yine de genç kızın kendi yaşından biraz büyük olası geliyor. Nedendir bilinmez köydeki gençlerin onu yetişkin bir kız yerine koymadıkları hissi doğuyor içinde.
Maruş yirmi beşe değdi de (yengesi sıkıldığı zaman onu yaşlı kız diye dürtükler de), ancak ruhu genç daha, sadece kendini yirmi diye hesap eder; sevdiği askerdeyken yalnız geçirdiği beş yılı hesaba katmaz o.
Her zaman ayrılmadan birlikte gezdikleri için, her yerde de birlikte oldukları için bu iki kız arkadaş aynı şekilde giyinmeye, aynı şekilde konuşmaya alışmışlardı, her işi de birbirlerinden öğrenmişlerdi. Büyük farklılıkları sadece görünüşlerinde ve yaşlarındaydı; imkân olsaydı Maruş bir şekilde kendisinin fazla yaşlarından iki üçünü genç Taruş’a verirdi. Diğeri de sevinerek kabul ederdi. Ancak bir defa yaşadığın zamanı geriye döndüremezsin, geçen günü rüzgâr kanatlı atla da kovalasan yakalayamazsın.
Evin önüne yaklaşınca akordeon sesi tekrar kesildi. Sokakta birinin mırıldanarak konuştuğu, güldüğü işitildi. Sonra pencere önünde birşeyler hışırdadığında camdan dış taraftan bir kişinin başı göründü.
“Ay! Vihtır!” dedi Maruş onu görür görmez. Onun bu haykırışı onun sevindiğini, delikanlıyı selamladığını ve Taruş’un önünde biraz övündüğünü de bildirmekteydi.
Vihtır söz söylemeden gözlerini kıstı ve yere doğru hop diye atladı. O her sözü satın alır desek yeridir, çünkü çok seyrek konuşur. Bu nedenle de ona kızlar Suskun Vihtır derler.
Taruş ne yapacağını bilmiyormuş gibi “Açayım mı?” dedi. Maruş’un kara gözlerinde utangaç bir kıvılcım parlayıverdi “Nasılsın dostum? Bunu da bilmiyor musun ya da şarkı söylenmesini mi istiyorsun?”
Kapının vurulduğunu duyunca ikisi de evin giriş holüne doğru koştular.
“Kim o?”
Hiç kimse karşılık vermedi. Sadece akordeon bir şarkı çalıverdi.
Maruş bu melodinin ruhunu iyi biliyor. Yakın bir zamanda kendi evinde gençlerin bir eğlence buluşmasında bu melodi uzaktan işitilince giriş holünün kapısını açtı. Suskun Vihtır duygularını sözle söyleyemediği zaman melodi ile hissettirir. “Bizim sevdiklerimiz geliyor olmalı akordeonu çalarak.”
Bütün delikanlılarla kızlar gürültüyle girdiler. İri yarı endamlı, kısa boylu Vihtır akordeonu kapı önündeki peykeye koydu, hiçbir söz söylemeden köşeye doğru geçti, doğrudan masa üstündeki dergiyi açtı.
Maruş ona sıcak bir şekilde biraz da öfkelenerek baktı. “El vermeyi de mi unutuyorsun sevdiğim! Kızın hasretini bir delikanlı da doğru düzgün bilemez ya!” dedi içinden.
Taruş ile Pavıl gençlerden epeyce sonra girdiler. Uzun kızıl saçlı Pavıl Şambulkin girer girmez kaputunun düğmelerini açtı ve biraz çakırkeyif birilerine kızdı.
“Kim nereden girdi? Neden papaz gibi kapı kapatmadan yürüyorsunuz? Sizin yüzünüzden çıkıp sokak kapısını kapatmamız gerekti bizim.”
Gelip giden kızlardan biri, Lena Mihaylova “Harman yerinin kapısı da açılmamıştı orada, uzun süre girmemişsiniz.” diye söyledi şakayla.
Ona sözleri için kızmayan Pavıl “Belki harman yerinin kapısı da açıktı, hatırlamadım, hadi ikimiz çıkıp sürgüleyelim.” dedi.
Gençler gülüverdiler.
Lena “Yok, şimdi sevenleri çağırarak çık.” diye keskin bir şekilde cevap verdi.
Taruş ona keyifsizce baktı.
Lena ortada duruyordu. Gündüz çiftlikte dostlarıyla birlikte gübre kazıp toplamıştı. Üstünde örme kazak vardı, uzun çizmesi balçıklanmıştı. İşte şimdi genç kız gibi giyinmişti. Mavi çuha palto ile uzun botu ile yazma, bere takınmış, onu da yamuk takmış, kısa kesilmiş sarı saçı omuzlarına doğru iniyordu, saçlarını düzeltirken elindeki gümüş saat kordonu parladı.
Taruş mavi gözlerini parıldatarak “Sen ancak of!..” diye düşündü. “Okul bitirmiş kız demedin! Yine de bizimle birlikte hayvan bakıyorsun ya neden kendini büyük görüyorsun ki? Çiftliğin müdürüyle de karşı karşıya geliyor bir de!”
Lena ilk bakışta onun sıkıldığını anladı. Kaşlarını çattı.
“Neden kulübe gitmediniz?” diye sordu o.
“Siz çiftlikte de kulüpte de yoktunuz, gelip bakalım dedik. Yine hayvan bakıcılığı kitabı mı okuyorsunuz?”
Taruş “Sadece sen off… çevrede yoksun sarı kız! Orada güzellerin rolünü oynamak senin için güzel olmalı! Kimin için güzel giyindin ki, kimin hoşuna gitmek istiyorsun?” diye kızarak düşündü. Ama o söz söylemedi. Maruş çatırdamaya başladı.
“Biz mi? Ne mi? Taruş’un babaları Turikasa işe gitti, bir akşam da olsa eğlence yapalım dedik. Harmanı bitirdiğimizden beri her akşam kulüpte toplanıyoruz ya bıktırmadı mı dersiniz? Çiftliktekiler için korkma, buzağılara yemlerini bıraktık bu gece bir şey olmaz. Daha ne olsun buzağılar deyip o kadar… işte Şambulkin’in kendisi de burada, o çiftliğin müdürü ne yapılması gerektiğini bizden daha iyi anlıyor olmalı. Belki de biz ona sormaya geldik… Hayvancılık uzmanlığı okuyarak da bıkılmış olabilir…”
Diğeri defteri gözüne doğru yaklaştırdı, sonra uzaklaştırıp baktı.
Delikanlı soytarı gibi komik bir şekilde okumaya çalışarak “Aşk şarkısı!” dedi. “İşte nasıl bir hayvancılık uzmanıymış. Sessiz olun dinleyin çocuklar!”
Pavıl kısa kestirilmiş kısa saçını düzeltti ve uzun elleriyle uyarıp, sesini komik bir şekle sokarak okumaya başladı.
Gökyüzünde yıldız oynar,Senin gözün gibi parlayarak.Taş arasından duru su akar,Senin gülüşün gibi şırıldayarak.Pavıl güldürmeye çalıştıysa da gençler gülmediler, sessizce dinlemeye çalıştılar. Lena masanın yanına gelip durdu.
“Oku Şambulkin, devamını da oku!”
Pavıl kızların tarafına doğru keyifle baktı, defteri tekrar göz önünde tuttu, sonra uzaklaştırıp gülmedi.
Çiy düşer bahçe üstüne,Akşam soğuğu vurur yere.Neredesin sen bu akşam?Seni bekleyip yanar yüreğim.Yalnızlık tatsız bana,Sensiz nasıl gece geçireyim?Ne oldu ki sevdiğim sana?Neredesin sen? Kiminlesin?Pavıl eğilip okumayı bıraktı ve bir şeyler kaybetmiş gibi defterin sayfalarını aceleyle açmaya başladı.
“Oku! Çok güzel yazmış!”
“Neden durdun?”
“Gürültü yapmayın, okur!”
“Kolya’ya ver Şambulkin o iyi okuyor.”
Delikanlı “Yazılmamış sayfayı neden okuyacaksın?” dedi. “Yazılan başka bir şey yok… Hıı, Maruş bu şiiri sen yazmışsın, senin elin! Senin yazını bir kilometreden bilirim. Tavuk eşelemiş gibi yazarsın. Çocukken elini tavuk gagalamış olmalı… Doğruyu söyle nereden çalıp yazdın? Doğru söylediğin için bir şey yapmam.”
Maruş kalın dudağını ak yazmanın ucuyla kapatarak “İşte yeni dergiden yazmaya başladım da bitiremedim.” dedi. Vihtır’a doğru utanarak baktı. Lena masadaki dergiyi apar topar tuttu ve hoşuna giden şiirin devamını okudu.
Parıl parıl parlak gözünNeden aydınlatmaz ruhumu?Şırıl şırıl gülüşünNeden yankılanmaz büyük sokakta?Kız soluklandı ve biraz titreyen sesiyle okuyup bitirdi.Yıldız söner gökyüzündeHerkes için gelir güzel gün.Sönmeden yanar sadece benim yüreğimde,Senin için yanar benim genç ruhum.Gençler bir süre sessizce oturdular. Lena aniden sevinçle haykırdı “Oy kızlar! Salambi’nin şarkısı ya bu! Savaş zamanında sürekli bu şarkıyı söylerdi.”
Maruş, Taruş’a bakarak “Salambi’nin söylediği şarkının sözleri böyleydi, gerçekten de nasıl hatırlamam!” dedi. “Melodisi de Salambi’nin melodisi gibi duyuluyor. Daha şimdi radyoda söylediler.”
“Gerçekten de Salambi’nin şarkısı.” diye onayladı dostu.
Vihtır da “Söylemesine söylüyor da sadece sesi pek de…” dedi.
Maruş ona doğru, geriye doğru döndü. Kız “Bir defa da olsun beğenseydin beni! İnsanlar kızlarını överler. Saatte bir ağzını açarsın onda da başka kızları hatırlarsın” demek istedi.
“Kim yazmış? Çok güzel söylemiş.”
Lena “Şiiri kimin yazdığı söylenmiyor, bestesini Almazov diye biri yapmış.” dedi.
Eşikten geçmeden oturan Semenov Kolya’ya ne olduysa o da çabucak kalkıp masaya geldi.
“Almazov mu dedin? Anatoliy Almazov değil mi? Göster hele…”
Hepsi Kolya’ya doğru dönüp baktılar. O hepsinden de gençti. Çocukluktan daha yeni çıkmış daha delikanlılığa girememiş, bu yıl onuncu sınıfa gidiyor. Annesiyle birlikte yaşıyorlar. Evin işleri çok olduğunda Kolya eğlencelere de sokağa da çok seyrek çıkar. Annesi yine de ona evde az duruyorsun, ev için doğup büyümemiş olmalısın der.
Kolya abisinin ceketini giymiş, uzun kollarını biraz kıvırmış. Her zaman sessiz olan Kolya şimdi herkesin kendine doğru baktığını sezip çekinmiş olmalı, kız gibi kızardı, yüzünde gamzesi de belirmez oldu.
Herkesin duyacağı şekilde “Evet bu! Bu.” dedi.
“Kim bu?”
“Kim desen de işte bu!”
“Kim bu? Nesin sen, seferdeki asker gibi ayakta rüya mı görüyorsun?” diye dürtükleyerek söyledi ona Şambulkin.
Herkes güldü.
Lena da gülerek “E kim bu?” diye sordu.
Kolya titremeye başlayan elleriyle dergiyi çevirdi, sonra gençlerin güldüğünü anlamadan onlara öfkeyle baktı.
“Başçavuş Almazov… Anatoliy Almazov…”
Pavıl yine bir şey söyleyerek güldürmek istedi ancak Kolya’nın dertli kahverengi gözlerini hatırladı da söyleyeceğini söylemedi.
“Anatoliy Almazov… Ne dersen de böyle… Üç yıl önce bize mektup yazdı… Abimi Mançurya’da cephede kendi elleriyle toprağa vermiş…”
Gençler dut yemiş bülbül gibi sustular, onların her birinin aklına Kolya’nın abisi, eğlenceli ve güzel Valeriy geldi. Bu gece eğlencede kızlarla konuşup gülen, taa nerelerdeki yabancı dağlar arasında yatıyor şimdi. Nerede onun mezarı, nerede onun kızıl yıldızlı küçük anıtı, nerede ki o Mançurya denen ülke? Duymasına herkes onu duydu, kitapta haritada gördü ancak o bu köyün ne tarafında, buradan kaç kilometre uzaklıkta, orada acaba sıcak mı soğuk mu?
Eğlencede hiçbir zaman böyle bir sessizlik olmamıştı. Pazar da gün olur susar derler, gürültülü eğlencede de zaman zaman konuşmanın kesildiği olur. Öyle zamanlarda keskin dilli herhangi biri “Bine yetti söz bitti.” der ve tekrar söz başlar. Gelenek böyle şimdi ise hiçbirisi de sözün bine yettiğini zikretmedi.
Bu kasvetli anda birileri sokak tarafındaki pencereye sertçe vurdu. Hepsi hafifçe soluklandı.
Pencere önünde oturan Şambulkin sokağa doğru bakarak “Kim o?” diye sordu.
“Bizim Maruş burada mı? Çatlamış çan gibi cırıltılı bir ses işitildi. “Söyleyin ha çabuk eve gelsin!”
“Ne o dünürcüler mi geldi yoksa o kadar acele ediyorsun?”
“Şaklabanlık yapma Şambulkin orada! Ben Çeboksarı’dan tırmalaya tırmalaya geldim ve atı alıp bakacak kimse yok evde. Dalga geçme şimdi çabuk söyle Maruş’a.”
“Kim dalga geçiyor seninle? ‘Tırmalanıp geldim…’ diyorsun bir iş yapmış gibi! Yarım kuruşluk iğne için pazara koşturuyorsun. Hangi ekip başı sana at verdi? Maruş, yengen çağırıyor, çabucak eve koş. Çeboksarı’dan dünürcüler geldi diyor!”
Maruş ile Taruş bir şeyler konuştular ve giyinmeye başladılar. İkisi de kıvrımlı kara hırka giydiler, mavi ipek yazma bağladılar.
Maruş kızlara “Siz oturun biz atı ahıra çekip gelene kadar.” dedi. Kendisi Maruş’un ardından çıktı.
Pavıl “Göbekleri birleşmiş dedikleri gibi birbirlerinden hiç ayrılmıyorlar.” dedi. Biri evlense diğeri de birlikte varacak herhalde. Nasıl bir komedi…” Eğlenceye tekrar can geldi. Lena’nın yanına varıp oturan kızlar dergiye bakmaya başladılar. Pavıl ile Vihtır satranç oynamaya giriştiler. Vihtır kendine geldi şimdi o sessiz olan Vihtır gece boyu hiç söz söylemeden oynayıp oturabilir. Pavıl şimdi her bir taşı sürdüğünde küçük bir ders verir, sürekli yanlış oynar diğer gençler de konuşarak gülerler. Kolya onların konuşmasına katılmadan akordeon tutup oturdu.
Lena hevesle “Oy kızlar!” dedi. “Burada Şemen Salanov hakkında yazılmış! Meşhur bir yenilikçi demişler ona.”
“Hangi Salanov? Diğer Turikas bahçıvanımı? Şemen mi? Ben onu çok iyi tanıyorum! İnsanı boşu boşuna övmezler. Yetenekli genç Salanov için kötü şey söyleyemezsin. Kolhozda öyle bir bahçe yetiştirdi ki. Salambi çok övüyor onu. Onların ikisi de aynı ziraat enstitüsünde okumuş.”
“Bu yıl kolhozda mısır ekip yetiştirmiş diyorlar doğru mu?”
“Nasıl doğru olmaz! Nerden düştün sen? Geçerken görmedin mi orman gibi uğuldayıp duruyorlar.”
“Orman gibi mi dedin? Demek ki, ormanı pek bir kısa olmalı?”
“Sen kendin kısasın. Ben kendim gördüm ve… İlçe gazetesinde de böyle yazılmış.”
“İlçe gazetesi de iftira atmış sana. İnan bakalım, aptal. Turikaslıların mısırını ben kendi gözümle gördüm. İşte keten gibi kısa ve seyrek filizlenmiş. Böyle olduğu gibi bir de yabani ot basmış. Bu güneydeki tahıl bizim taraflarda nasıl büyür? İşte ‘Hirli surum’ kolhoz yöneticisi meşhur olmak isteyince her yere mısır ekmiş ve tamamen batmış. İşte bu yüzden yönetici bu ayıba dayanamayıp kendisini asmış.”
“Amcanın iskemlesi kısa derler. İlçe planı fazla ekilmesini emretmiş. Şimdi büroda iskemlelerinde kaynatıp oturanlar ömür boyunca tahıl ekerek yaşayan köylüye nerede ne ekilmesi gerektiğini öğretiyorlar. Ne zaman ekmeli ne zaman biçmeli ne zaman devlete vermeli hemen ilçeden telefonla bildiriyorlar. İlçe planı sana yeryüzünde cennet yapmayı da emreder. Cenneti ise tamamen başka, rüyada da göremezsin.”
Kim için cennet; kim için cehennem…
“Şak şak! Fille nereye gidiyorsun, Vihtır dur, doğru değil! Dur… Ey ey! Piyadeyi nereye götürüyorsun?”
“Şemen’i ben de bir kez panayırda görseydim. Çok güzel bir yiğitmiş… O yapabilirse yapar.”
“Stop! Şimdi senin subaya çarpacağım. Biirr!… Tank bölüğü düzeni!”
“…Boris ile konuşuyordu ve bir kız vardı onlarla.”
“Salanov’un sevdiği o, Lidia Filipovna, Turikas Okulu’nun öğretmeni. Onların aşkı hakkında konuşulanları dinlesen gerçek bir masal dersin.”
“Dur dur kaynana! Şimdi sana çarpacağım!… Birr! Şah!.. Tekrar mümkün olmamış… Olamadı…”
“Ne var şimdi bu kız yanında ben de bir kez ilçede görmüştüm. Çok da güzel değil ki bu kadar dertlenerek sevmenin anlamı ne?”
“Sadece senin için mi dertlenip yaşamak gerekir… Eee! Hey dur orada! Nereye daldın? Şimdi şahını çarpacağım… Çarp!.. Birr! Hah şimdi yansaydı! Tekrar mümkün olmadı işte… Bu kızları dinleyerek…”
“Sen dinleme Pavıl düzgün oyna… Salanov’a şimdi evleniyor demiyor mu kızlar? Bu öğretmeni alacak demiyorlar mı?”
“Bu evlenme başladığından beri artık diğerleri üç defa evlenip boşanmışlardır da.” dedi. Hepsiyle aynı anda konuşmayı başarabilen Pavıl kendisi o arada yanında oturan kıza doğru yaslandı.
“Hey Pavıl çimdikleme!… Bu da ne, sen bende Taruş’u mu gördün?”
“Kim çimdikliyor seni? Doğru konuş!”
“Şşşt!”
“Evlenecek diyorlar, bu kızı alacak diyorlar…”
“Dur dur kaynana…”
“Mat!”
“Yanıyor! Kızları dinleyerek oynayıverdim… Hadi diğeri…”
Kolya gençlerin konuşmasına katılmaz, o kendisinin sevdiği “Mançurya’daki Tepe Üstünde” melodisini yavaşça çalar. Bu arada ona “Salambi” “Salanov” denildiği duyulur.
“Salambi… Salambi… O iyi kız… Çevrede onun gibisi azdır… Ama bu Salanov kim? Ben bu adı nerede duymuştum? Heyyy, Turikas delikanlısıydı o, meşhur bahçıvan Miçurinci.”
Kolya’nın düşünceleri fırtına bulutları gibi karışıyor. Onun önüne tekrar Almazov çıkıyor. Tekrar uzak Mançurya’daki… Salambi… Valeriy… Mançurya’daki savaşlar… Kahramanca öldü Valeriy… Uzunca süzüldü eskimek bilmeyen melodi. Uzun uzun süzülüyor akordeon sona eriyor ağlıyor, hışşş! Diye soluklanıyor bas. Akordeon değil Kolya’nın ruhu ağlıyor. Ne kadar kötü fırtına, Mançurya’daki uçurumlarda oynaşan tayfun gibi fırtına onun yüreğini kapladı. Ne kadar sessiz dinleyebilirdi ki insanlar bu melodiyi. Bu efkârlı melodiyle nasıl gülüp oynayıp dans edebilirlerdi? Neden onlara bu eski şarkıda asker annesinin kaygılı sesi onun kesilip ağlaması işitilmez?
Kolya’yı bu melodi Çuvaş köyündeki bir eğlencede değil uzakta, ta uzakta sarı deniz kenarındaki dağlar arasında yankılandığı hissini verir. Kolya’nın kendisi de düşüncesi de burada değil ta orada korkunç savaşın gürleyerek geçtiği yerde…
Evin kapısının şak diye kapanması Kolya’ya nerede olduğunu hatırlattı. Dergiye bakan kızları hop diye zıplattı. Satranç oynayanları durdurdu.
Maruş ile Taruş bir şeylerden kaçıyormuş gibi gelip girdiler.
Serpilerek kapıdan giren Maruş “Ah, çocuklar!” diye bağırdı.
Taruş sözünü keserek “Ah, kızlar!” dedi.
“Ah!”
Şambulkin dayanamadı.
“Ne diye ahlıyorsunuz siz? Bir yerinize çocuk vurmadı ya?” dedi.