Şimdi ise mutluluğum, sevincim ölçüsüz!
Dün tarlada ekin biçiyorduk, öğleye doğru postacı bana mektup verdi, adresi görünce nereye gireceğimi şaşırdım, hiçbir şey de diyemiyorum, mektubu öpüyorum, gözlerimden gözyaşları süzülüyor. Kaç defa okudum senin kısa mektubunu! Her zaman çekinerek gezdim, çocukluktan beri duygumu senden de insanlardan da sakladım, bugün ise mutluluğumu dünyaya duyuracak kadar güçlü bir şekilde haykırdım. Benim seni görmek için istasyona geldiğimi Kolya yazmamış olsa belki de bana yazmazdın değil mi? Yüzlerce defa teşekkürler sana. Valeriy bana iyi dileklerle saygı gösterip yazdığın için teşekkürler!
Mektup iki hafta içinde geldi, yol çok uzunmuş. Hatırlıyor musun, altıncı sınıfta okurken haritada Mançurya’nın nerede olduğunu bulamamıştın da sonra öğretmen beni çağırmıştı ve ben göstermiştim. Şimdi ise senin kaderinde bu Mançurya dağlarından yayan geçmek varmış. Ağırdır, anlıyorum. Yine de sabret Valeriy, köyümüze iyi bir şekilde dönmeye layık biri ol. Samurayları çabucak yenerek dönün. Burada seni bekliyoruz. Arkadaşın türküler yakan Almazov’u da misafir getir, iyi ağırlarız. Ona da selam söyle. Bir de nerenin Çuvaş’ı o?
Bu mektubu defalarca düzeltip yazdım, yine de derli toplu olmadı ya, yanlışlıklar var. Bugün sabahtan beri aralıksız yağmur yağıyor, tarlaya çıkamadık. Ben her gün mektup yazıyorum. Neler düşündüğümü açıkça yazdım.
Bu zamana kadar evde yaşadım, buzağı baktım. Çalışmak çok zor oldu. Hayvanların yemleri yetersiz, geçen yıl otun dağa ambara girmeden çürüdüğü de oldu. Genç buzağıların çoğu hastalandı, ölenler de oldu. Yazın hayvanları tarlaya meraya salınca buzağıları bakmak için anneme gönderdim, ben de tarla sürmeye, tırmıklamaya, ekin biçmeye de gittim. Köyde gücü yerinde erkekler yok denecek kadar az, kolhozda kadınlar da zar zor çalışıyorlar. Atlar yetmiyor, savaşa çoğunu alıp götürdüler. Ufak tefek işler için inekleri, öküzleri koşuyoruz. Ormandan ağacı kızak ile çekip ya da sürükleyerek getirip idareli kullanıyoruz Valeriy. Artık gelecekte hafifler diyoruz. Delikanlılar dönmeye başladılar.
Ben bu yıl okumaya kadar verdim. Önümüzdeki hafta Çeboksarı’daki ziraat enstitüsünde okumaya başlıyorum, bu nedenle çiftlikte çalışmayı bıraktım. Zoolog olmak istiyorum. Annem göndermek istemiyor. “Evde kimse kalmıyor, baba ocağını söndüreceksiniz, dumanını tütmez edeceksiniz.”* diyor. Okulu bitirince çalışmak için köye döneceğim diyorum ama inanmıyor, uzağa gönderirler diyor. Benim gitmemden korkup elbiselerimi sakladı, yine de gizlice çıkıp kaçacağım. Sonra kendisi de teşekkür eder.
Valeriy, sen mektubumu okuduktan sonra vakit bulup cevap vermeye çalış, önceki gibi çok bekletip azap çektirme. Konuşmamız da mektubun sonuna kaldı, savaş bitmeden buluşamayız da. Senin mektubunu can gibi bekliyorum, kanatlanıp bekliyorum, ondan da ötesi seni bekleyip yaşıyorum. Köye döneceğin zaman bana telgraf çek, ben seni Avtan deresi yanına çıkıp yol çatındaki karaağaç yanında bekleyeceğim. Bir de söylemeyi unuttum, bugün ben yirmi iki yaşını doldurdum.
Sana iyilik sağlık diliyorum. Sen beni unutsan da ben seni hiçbir zaman unutmayacağım. Bir kez daha sana güneş gibi kızgın, sevgim gibi sıcak selamlar, yedi defa selam gönderiyorum!
Salambi Akramova
23 Ağustos 1945
Kolya okuyup bitirdi ve derin bir nefes aldı, derin bir düşünceye daldı, sonra mektubu düzgün bir şekilde dörde katlayıp zarfa koydu.
“Kime gerekliydi şimdi bu unutulmuş mektup? Kim okuyup sevinecek onu? Çok çabuk soğumuş güneş gibi kızgın selamlar.”
Kolya diğer zarfı açtı ve ruhu titreten sözcükleri okumadan hatırına getirdi.
“… Anavatan için kahramanca savaşıp başını verdi… Onu bir yüksek dağ tepesine defnettik… Onun yanında bulunan mektupların hepsini evine gönderiyorum… Kıdemli Çavuş Anatoliy Almazov. 1 Eylül 1945”
Kolya iki eli ile başını tuttu.
Valeriy öldükten bir gün sonra savaş durdu. Diğer gün Japonya teslim oldu. Yine istasyondan katarlar doğudan batıya doğru geçiyor. Muzafferler Port Artur’dan dönüyorlar. Ancak Valeriy kendi evine hiçbir zaman dönemez artık. Sadece annesi gece gündüz bekliyor… Salambi! Çok çabuk mu unuttun “hiçbir zaman unutmayacağın iyi akranını?”
ANNENİN YÜZ DÜŞÜNCESİ, KIZIN BİR DÜŞÜNCESİ
Baskıyla büyüyüp kız oldum, Köyde adımı kötüye çıkarmadım.
Türkü“*Atasözü, boş ağızdan çıkmış söz değildir. Siz bu ataların söylediklerini dinlemezsiniz, kulak da vermezsiniz, kim kızacak size? Okuma yazma biliyoruz diye başı gereğinden fazla kaldırmak doğru değil kızım. Büyükten de büyük var, ahmaktan ahmağı da bulunur. Kendi hayatını kendin zorlaştırdın ya, benimle de doğru düzgün iyice konuşmadın. Nasıl yaşayacaksın sen şimdi küçük çocuğunla? O yokken de zor yaşıyorduk.”
Salambi masaya oturdu ve durmaksızın konuşan annesine karşı hiçbir şey söylemedi. Küçük Valerik ile ilgili söylemesi gerekenlerin hepsini o daha önce annesine söylemişti.
Sarı kıvırcık saçlı çocuk Valerik, onun dizlerine iki eli ile asılıp hiçbir şey demeden duruyor, yuvarlak mavi gözleriyle Salambi’yi kıskançlıkla süzüyor, ocağın sırası üstünde uzanan hasta, yaşlı kadın Çuvaşça konuştuğu için çocuk onu anlamıyor, ancak onun hoşnutsuzluğu sesinden anlaşılıyor. Bu nedenle de onun tarafına şüpheyle bakıyor.
Salambi düşünceye dalmış çocuğun başını okşayarak teselli ettiğini de fark etmiyor, annesinin sözleri yüreğine bıçak sokulmuş gibi onun canını yakıyor.
Evin önündeki kayınlar rüzgârla hışırdıyor, pencere önüne soğuk yağmur damlaları şıpır şıpır düşüyor.
“Mama1!”
Salambi aniden sıçrayıverdi.
Valerik onun elbisesinin arkasından çekerek “Mama, spat2” dedi.
Salambi çocuğun başını okşadı ve köşedeki tahta yatak üzerine yer hazırlamak için kalktı. Yaşlı kadın güçsüz bir şekilde inledi.
“Aaah! Sancı öldürüyor. Hiç gücüm yok, nereden çıktı ki bu şimdi! Ölüm de tez gelmez. Daha neler görmem gerekiyor ki sizinle.”
Valerik masanın ayaklarını tombul elleriyle kucaklayıp yaşlı kadın tarafına korkuyla bakıyordu.
Salambi Rusça “Gel Valerik!” dedi. Ancak çocuk yabancı evde, kızgın yaşlı kadının önünde, ortaya çıkmaya çekindi. Masanın ayağını daha da güçlü bir şekilde kavradı ve hüzünlü sesiyle ağlayıverdi.
Salambi’nin canı çok sıkıldı, onun da çocuk gibi ağlayası geldi. Ancak kendini sıkıp gözyaşlarını tuttu. Çocuğu masanın ayaklarından şefkatle ayırıp yerine yatırdı. Uzak yoldan sonra yorulmuş olan Valerik yatar yatmaz uyudu.
Salambi uzun süredir yağan yağmurun şıpırtısını, evin önündeki çıplaklaşmış kayın ağaçlarının hüzünle uğuldayışını dinledi. Gece yarısı olmuştu, yine de uykusu gelmiyordu. Annesi tekrar konuşmaya başladı.
“Kaç defa söyledim ben sana, ne kadar öğüt verdim. Ama yok, kulak vermedin. Ben de ahmağa döndüm. Nereden gönderdim ki şu lanet olası enstitüye, neden gönderdim ki? Kendi başına davrandın, benden izin de istemedin, şehre benden gizli çıkıp gittin. İşte şimdi böyle… Geçen yıl gelin gitmiş olsan hiçbir şey olmazdı, bu rezilliği de görmezdim. Erişkassi’ndeki Hvetir kaç defa dünürcü gelmişti. Delikanlı benim de hoşuma gitmişti, çok okumamıştı ama güngörmüş kişiydi, çok güzel konuşuyordu, hiçbir zaman boş konuşmuyordu. Onu da reddettin, soğuttun onu, sonra işte Kurakassi kızını aldı. Şimdi çok zengin bir şekilde yaşıyormuş.”
Salambi, her zamanki gibi, hiçbir karşılık vermeden annesinin sözlerini dinledi.
Onun annesi kadar sert biri köyde de yoktu, en haylaz çocuklar bile ondan uzak dururdu. Birisi de onun bahçesinden havuç, salatalık çalmaya cesaret edemezdi. Ancak şimdi öz kızına kızarken çok dertlenip, hüzünlenerek konuşuyordu. Hastalıktan güçsüzleşen sesi titriyor, nefesi sık sık kesiliyordu.
“Geçen yıl da Vırmankas askeri panayırından direk buraya gelmişti. Nesi kötüymüş delikanlının göğsü madalyayla doluydu, akçe gibi şıngırdıyordu. Adam dış görünüşüyle de aklı ile de kötü değildi. Böyle olmasına rağmen onu da beğenmedin, onlar gelince evden çıkıp gittin. Delikanlı çok endişelendi, arkadaşları önünde küçük düşürdün. ‘Bira ikram edeyim mi?’ dediğimde içmez, içinin yangınından yarım kova içiverdi. Ben de sonra ona acıyıp kahroldum.”
Salambi bir an Vırmankaslı delikanlıyı aklına getirdi. Gerçekten de iyi delikanlıydı, çok alçakgönüllüydü, panayırda pazarda Salambi’nin ardından gizlice onu gözlerdi. Biçare çok beğenmiş olmalıydı.
Ancak Salambi onunla tamamen saflığı ve temizliği sebebiyle konuşmuştu, şimdi ise onun adını da hatırlamıyordu. Az kişi ile karşılaşmıyor insan, hepsinin adını nereden hatırlayacaksın.
“Anlayamıyorum kızım, hayatını nasıl düzene sokacaksın hiç düşünmüyorsun. Bunun yüzünden bunlar oldu. Akıllı insanlarla konuşup iyi düşüneyim demedin ki. Küçük başını yüceltip kendini kimlerden daha üstün görmüş olmalısın, benim gibisi başka yok diye düşünmüş olmalısın. Ben de ahmaklaştım, akıl sır erdiremedim. Savaş zamanında alalım diyenler vardı, verip göndermeliydi seni. Kıyamadım, genç dedim, biraz annesinin yanında yaşasın dedim. Şimdi işte ev bark, bahçe de her yıl eskiyor, yıkılıyor, tutup yapacak kimse yok. Böyle işte erkeksiz olmuyor. İşte ahırın tepesi çırılçıplak kaldı. Güzün baharın eve su giriyor. Evin üstüne örtülmüş yeni samanı baharda alıp hayvanlara veriyoruz. Ahırın çatısına eski samanı seriyoruz, gübreye döndü şimdi, bata bata iniyor. Orada pelin otu büyüyor şimdi. Hamamın çatısındaki kayın da kırıldı. İnsandan utanmak lazım. Eğer bir delikanlıyı beğenip evlenip eve getirmiş olsaydın böyle mi olurduk. Kendim akıl erdiremiyorum. Savaş zamanı evlendirmeliydim.”
Salambi’nin içi daraldı. Gerçekten de savaş zamanında onu beğenenler vardı, savaşın bittiği yıl bir iki dünürcü de gelmişti, ancak o zaman Salambi’nin annesi de Valeriy’in döneceğini düşünerek yaşıyordu. Bütün köyle birlikte o da Salambi ile Valeriy’in evleneceğine gizli gizli inanıyordu. Daha genç, annesinin evinde üç yıl daha yaşasın diye aracıları gönderiyordu.
Akordeon sesi duyulunca Salambi pencerenin perdesini aralayıp sokağa doğru baktı. Valeriy’in kardeşi Kolya tek başına akordeon çalıyordu. Hüzünlü melodi uzun süre kulakta yankılandı. Valeriy’in hiçbir zaman dönmeyeceğini hatırlatıyor gibi hissedildi. Her zaman bunu hatırlatıyordu bu eski vals…
Annesi birden “Şimdi kimin dönüşünü bekleyecekti?” dedi. “Hepsini geri çevirmek de neden? Geri çevirene çanak dibi dedikleri dönüp geliyor işte, o zaman. Damlayı hor görenin yurdu yanar çöl olur denildiği gibi. Sonra da her şeyi düzeltmek için artık çok geç olmuştur. Kız ömrü uzun değildir. Senin gibi değil güzel, zengin kızlar da var evde yaşlanıyorlar. Yaşlanmış kızlar eskiden de vardı. Biri kötü kalpli olduğu için insanın hoşuna gitmemiş, diğeri dünyayı hayrete düşürecek kadar tembel, sıkılgan, düzensiz, tertipsiz olduğu için tiksindirmiş, kimi gevezeliğiyle, kimi ölçüsüz diliyle kalpleri soğuttuğu için, kimisi de aklıyla, görüntüsüyle hoşa gitmediği için hepsi de faydasız kalmış. Hepsinden de ayıbı kızken baba evinde çocuk sahibi olmaktır. Şimdi savaş bitti. Ne yaparsın? Ne kadar delikanlı savaş meydanından dönemedi. Ne kadar çok nişanlı kız evlenemedi. Binlerce. Kim suçlu? Kim suçlu? Kızken doğuranlar da oldu. Bunlara şimdi yardım parası da veriyorlar artık. Hiç yoktan püre dedikleri gibi, parasız pulsuz zamanda bu da yardım. Bütün halkın üstüne yıkıldı bu savaş. Bizim gibilere yedi kat daha ağır geldi. Hiç kimsenin dayanamayacağına dayandık. Dert üstüne dert. Şimdi bir daha…”
Yaşlı kadın tıkanıp konuşmasına ara verdi ve biraz nefeslenince tekrar başladı. “Çocuk bakılır şimdi yapacak bir şey yok. Çocuklu kızlar da evleniyorlar, üç dört çocuklu kadınları da alanlar var. Seversen ona buna bakmazsın. Yazılan gelir başa. Senin şimdi de kimseden bir eksiğin yok. Çalışkan bir genç eve girsin de güzelce yaşayın, tatlı tatlı konuşarak birbirinizi beğenerek…”
Salambi daha fazla dayanamadı annesinin sözünü keserek “Gereksiz şeyleri söyleme anne! Yüz türlü düşünce senin aklına geliyor herhalde. Bana kimse gerek değil, hiç kimse…” dedi.
Değil deyince onun sesi tutuldu, boğazı tıkandı, bütün içi daraldı.
Salambi omzuna bir palto attı ve koşarak dışarıya çıktı.
Annesi uzun süre hareket etmeden düşünceye dalıp uzandı. Önce vücudu, eli ayağı birileri demir filarizle ezmiş gibi sızlıyordu, hareket ettikçe sancılanıyordu, işte şimdi bir de yüreği ağrımaya başladı. İçi yanıyordu. Su içesi geldi ancak kalkıp fırının köşesine gitmeye gücü yoktu. Neden Salambi gelmedi ki? Gece gece nereye çıkıp gitti? Kötü düşünme, Tanrı affetsin!
Yaşlı kadın sızlanıp oturdu ve tekrar konuşmaya başladı. Çocukken de kızıldığında Salambi böyle ot deposuna giderdi, annesinin ne söylediğini kapının ardından dinlerdi. Belki de şimdi de ot ambarında dinleyip duruyor mu acaba? Yok, ön kapıyı kapatıp çıktı ve geri girdiği de işitilmedi.
“Ağır konuşmuş olmalıyım, çok konuştum galiba. Artık kızmanın da faydası yok. Yaşamak gerekli. Bu çocuğu evlatlık alma konusunda ben de hiç azarlamadım, sadece boş konuşulur dedim. Zavallı kız babası öldükten sonra iyi gün görmedi. Ok üstüne dayanıp büyümüş tay gibi çocukluktan beri işe koşuldu. Evdeki bütün ağır işi, erkek işini kendisi yapıp yaşadı. Şu enstitüyü bitirince adam olur mu demiştim.”
İhtiyarın kırışmış yüzü boyunca gözyaşı damlaları şıpırdayarak indi. Salambi’nin annesi of çekti ve su içmek için başköşeye doğru yavaşça hareket etti, ancak ocağın önüne gelen kadın su kovasına ulaşmadan çocuğun önünde durdu.
Küçük Valerik ellerini ayaklarını yayıp sırtüstü yatmış ve mışıl mışıl uyuyordu.
Yaşlı kadın ona bakarak düşünceye daldı.
“Otuz beş yıl evli yaşadım da bir oğul doğurmak mümkün olmadı. Eskiden zaman zaman babası pazardan bir yerlerden çakırkeyif dönünce dertlenip konuşurdu, oğul doğuramadın deyip şaka yapardı. Tanrının vermediği nereden olsun? Tek çocuğu da kız oldu.”
Yaşlı kadın yere doğru uzanıp duran kolunu şefkatle alıp düzeltti ve Valerik’i şefkatle örttü, sonra yüreği yumuşadı, gözleri tekrar ıslandı. Titreyen eliyle çocuğu başından çok yumuşak bir şekilde okşadı, üstüne istavroz çıkardı.
“Şükür sana Tanrım! Oğul!” diye sessizce fısıldadı.
Yağmur durmuştu artık, evin önündeki kayınlar daha önceki gibi uğulduyordu. Salambi onların kasvetli sesini dinleyip düşünceye dalmıştı.
O tam eve gireyim derken komşudaki ot ambarının kapısından bir ses geldi, orada bir kızın kahkaha atarak güldüğü işitildi. Maruş gülüyormuş. Sevgililer akşam oturmasından şimdi çıkıyor olmalılar. Evinde lamba yanıyor, pencereden avlu çitine aydınlığı düşüyor. Maruş ne kadar mutlu! Birileri onu gıdıklıyormuş gibi zevkle gülüyor. Karanlıkta ot ambarı önünde, onun ak elbisesi biraz görülüyor sonra aynı bir ara konuştukları işitilmiyor…
Vihtır öğleyin sürekli çalışıyor, böylece akşamleyin Maruş’la buluşmak için fırsat buluyor. Bir defa sevdin mi işte böyle olur. Bir günde yirmi dört saat varsa da sevdiğinle buluşmak için yirmi beş saat bulman gerekir. İşte o da ancak şimdi çıktı…
Korkuluk direğine dayanıp duran Salambi merdiven basamaklarından koşarak indi ve bahçeye çıktı.
Yağmurdan sonra bahçedeki ağaçlar halsiz düşmüş ve razı olmuş bir şekilde duruyorlar, biraz sürtündüğünde elma ağacı dallarından şıpırt diye su dökülüyor. Bahçe de çırılçıplak kalmış. Tamamen çıplaklaşmış. Hüzün, yetim…
Salambi eski hamam önünde durdu. Yamuluyor o, ne zamandır yakmadık onu. Ne zamana kadar öyle kalacak acaba? Çocukluktan beri Salambi bu banyo önüne alışmıştı. İşte bulanık pencere altında şimdi de küçük bir bank var, onun önünde de yaşlı söğüt kütüğü. Kız çocuk onun oyuğuna kendi oyuncak bebeklerini saklardı. Ne zamandı o? Çok eskiden. Ondan beri iki ömür geçmiş gibi hissediliyor. Başka zaman Salambi bu banyo önünde çocukluk zamanlarını hatırlayıp kendi kendine gülerdi. Bu gece onun gülesi hiç gelmedi.
Çocukluk… Ne zamanlar geçti o! Salambi o zaman oyuncak bebekleriyle oynamayı çok severdi. Türlü türlü basma parçalarından şeritler yapardı da oyuncak bebeklerini gelinlik kız gibi de akşam oturmalarına giden kız gibi de giydirirdi. Küçük oyuncak bebekler de vardı değil mi? Salambi onlara özellikle ilgi duyardı, geniş dulavratotu yapraklarından yapılmış beşikte sallayarak uyuturdu. “Çocuğa, bebeğe… Çocuğa, bebeğe…”
Salambi bir yerde donup kalarak “Çocuğa… bebeğe” diye fısıldardı. Sonra aniden küçük Valerik’in biraz önce uyuklayarak ağladığını fark etti ve banyo kapısını durup dururken dürttü, paslanmış menteşe yüreğe dokunan sesiyle gıcırdadı, kapı haldır huldur ot ambarının zeminine düştü. Ah! O, tek menteşe ile duruyordu; üstteki menteşe savaş zamanında kopmuştu, o günden beri onu hiç kimse tamir etmedi. Tamir eden olmadığından her şey yıkılıp dökülüyor.
Salambi banyonun kapısını düzeltip kapattı ve harman yerine doğru gitti. Öğleyin oradan tarlaya doğru bakmak güzeldi. Uzaktaki dallı budaklı elma ağacının sadece gölgesi görülüyor. Köyde de satıcılar görünmüyor artık. Dur! Köyün sonunda, yukarı yolda bir pencerede ışık var. Kimin eviydi ki o? Valeriylerin! Kolya oturuyor olmalı, nedendir şimdiye kadar uyumaz, bir şeyler okuyordur. Bir ilginç roman bulmuş olmalı, belki de aşk hakkında?
Salambi bu gece akşam oturmasında Kolya ile karşılaştığını hatırladı. “Benim hakkımda ne düşündü acaba? O da beni başkaları gibi ayıpladı mı? Ne yapmalıyım ben? Valerik’i akşam oturmasında anlatmalı mıydım? Bakın ne kadar kahramanmış bizim Salambi derler miydi acaba?”
“Salambi, sen misin?” diye bir ses duyuldu yakından.
Düşünceye dalmış olan kız aniden sıçrayıverdi.
“Ay! Kim o?”
Örme kazak giymiş, kara başörtü bağlamış kız çitin yanına yaklaşarak “Ben, yoksa… Tanımadın mı?” dedi.
“Oy! Korkuttun ya beni Lena!”
İki kız ne için burada dolaştıklarını sormayı da akıllarına getirmediler.
“Ben dün kapınızı dürttüm ama kilitlenmişti, pencereden seslenmeye de çekindim. Sonra eve dönüp elbiselerimi değiştirdim. Şimdi de çiftliğe gidiyorum.” dedi Lena. Sonra da Salambi’ye dikkatle baktı. “Maşa ile Daşa bir şeyler mızıldandılar. İnanasım gelmedi.” diye sakince konuşmaya çalıştı Lena. Yine de sesinin titrediğini Salambi hemen fark etti. Bu konu hakkında konuşmanın başlamasını o çoktandır bekliyordu bu nedenle de hiç şaşırmadı. Maruş ile Taruş biliyorsa köyün de öğrenmesi çok sürmezdi.
“Onun hakkında bir şey sorma şimdi Lena. Başka zaman anlatırım… Şimdi sorma! Bu gece içim yanıyor hiçbir konu hakkında konuşmak istemiyorum.
“Af edersin Salambi, rahatsız ettiysem.”
“Önemli değil, ben alışmaya başladım artık, alışmak lazım.” şakaya vurmaya başladı kız. Ancak sesi titriyordu.
Lena “Neden onun çocuk hakkında konuşası gelmiyor ki? Neden dertleniyor? Onu sadece çocuğun olması değil başka bir şeyler de dertlendiriyor olmalı. Bunun içindir hiçbir şey konuşası gelmiyor.” diye düşündü.
“Okumayı bırakıp döndün mü? Yoksa bir süreliğine mi?”
“Annemin durumu iyice kötüleşti. Evde de ah vah edip zar zor geziyor. Belki bir aydan da fazla bir süre yatmıştır.”
“Eğer durumu ağır ise hastaneye gitmek lazım Salam-bi. Ne hastalığı var?”
“Hastalığı nedir bilmiyor ateşi de normal. Ancak sancılarından uzun süredir rahatsız. Yaşlılık işte güç yok diyor. Onu hastaneye yatırsan da evde yine insan gerek, hayvanlara bakmak lazım. Evi de ısıtmak gerek yoksa mahzendeki patatesler donup bozulabilir, ocağı söndürmek olmaz.”
Lena meraklanarak “Okuma konusunda ne düşünüyorsun o zaman?” diye sordu.
Salambi kararlı bir şekilde “Ne düşüneyim… Benim tek bir düşüncem var o da enstitüyü bitirmek!” dedi. “Şimdi ne yaparsan yap arkadaşlarından geri kalıyorsun gelecek yıla kadar enstitüye dönmek mümkün değil. O zamana kadar evde okumaya devam, gelecek yıl enstitüde daha kolay olur. Kolhozda çalışma pratiği geliştirir.”
“Nerede çalışacaksın şimdi? Burada sana uygun iş de yok ya. Ancak kulüpte ya da idarede olabilir.”
“Yok Lena, ben eski işimde buzağı bakmak için çiftlikte çalışmak istiyorum. Çiftliğin durumu nasıl şimdi?”
“Sorma da şimdi Salambi, övünülecek hiçbir şey yok. Varmasına varırsın da iyi bir şeyler bekleme, pişman edecek şeyler de var. Düzen yok, tertip az. Kendin biliyorsun, bu yıl yağmur olmadığı için otlar kurudu, buğdayı dolu vurdu. İnekler süt kesiyorlar, buzağılar hasta oluyorlar. Şambulkin çiftlik için dertlenmeyi bıraktı, kendisine ev yapmak için daha fazla çaba gösteriyor. Maruş ile Taruş buzağılara kötü bakmaya başladılar. Bunun yüzünden üçümüz sık sık tartışıyoruz.”
“İdare beni çiftliğe gönderse ben yine de kabul ederdim. Zorluk beni korkutamaz, zorluk görmeye alıştık. İnsanın yetiştirdiği üzerine varmak daha ağır gelirdi.” dedi Salambi.
Onun eski derdine dert eklendi. Çiftlikteki işlerin kötüye gitmesi onu çok kaygılandırdı.
İkisi de bir söz söylemeden durdular. Yağmur yağmaya başladı.
Lena başka bir şey söylemeden “Gideyim ben Salam-bi, yağmur hızlanmadan çiftliğe yetişmek gerek.” dedi. “Taruş ile Maruş akşam eğlencesinde buzağıların yanında kimse yok.
“Dikkatli git! Vaktin oldukça bize gel, konuşuruz.”
Yağmur gürültüyle yağmaya başladı. Elma ağaçlarının dallarına sürtünüp şimdi eskisinden de fazla su şıpırdayıp dökülüyordu.
Ne kadar karanlık bir gece! Geçmişteki aydınlık günler bu karanlıkta tamamıyla cezbedici görülüyor. Çeboksarı… Enstitüm… Neşeli öğrenciler… Ne zaman tekrar görürüm ki sizi? Salambi gür elma ağacı altında durdu. İşte bu çocukluktan beri sevdiği elma ağacı. Onun elması temiz ve iri olurdu, dalları her yıl yere doğru eğilirdi. Savaşın çıktığı yıl soğuk vurdu ve elma ağacı kırıldı. Şimdi de her yıl bembeyaz çiçeğe durur, ancak meyve vermez. Acaba daha kaç yıl böyle meyvesiz, yemişsiz kalacaksın?
İKİ KIZ
Onlar cariye olacak kız değilBiri kor, biri nar gibi kızıl.P. HusangayLena, Salambi ile konuşabilmek için iki gün zaman bulamadı. Bu günlerde ona bir düşünce rahat vermiyordu. Salambi’yi köydeki herkes iyi bir şekilde anıyordu, yaşlılar ona çalışkanlığı için, alçak gönüllüğü için saygı gösteriyorlardı. Gençler ise sıcakkanlılığı için, cömertliği için seviyorlardı. Lena da ondan hiçbir yanıyla eksik değildi. Çalışkan, gayretli, görünüşü de fena değildi daha ne gerek ki? Delikanlılar yine de Salambi’yi öne koyuyorlardı. Valeriy de onu sevdi! İki kız birbirini kıskanıyor diye gülerlerdi gençler. Doğru mu bu? Lena, belki de zaman zaman kıskandı ama peki ya Salambi? Kıskandı mı Salambi? O, onu bunu belli etmezdi. Nereden bileceksin belki de kıskanmıştır. İşte Valeriy de yok, Salambi de kendi kaderini bir çocuğa bağlamış. Lena’nın şimdi sevinmesi mi lazım? Köyde ona yetişecek kız da yok, ona engel olan da yok! Gerçek, Salambi eskisi gibi güzel, belki eskisinden de güzel olabilir, şimdi de herkesin önüne geçebilir ama yine de onu çoğu kişi kız yerine koymuyor artık. Çocuk annesi! Çocuğu evlatlık olarak almış olsa da. Maruş diyor ki Salambi kendi çocuğunu yetimhanede büyütmüş, öyle bir kanun var. Maruş’un yengesi kızı köyde görünce Salambi’nin çocuğu olduğuna inandırarak anlattı, o çocuğun babasının kim olduğunu da biliyor olmalı. Maruş ile yengesine bir daha inanmak zor. Diyelim ki çocuk Salambi’nin olmasın o zaman neden kız başına çocuğu evlatlık aldı ki? Neden okumaya giden bu kız, en güzel delikanlıları beğenmeyen bu kız, kendi kız hayatını zorlaştırdı ki? Sebebi nedir, nasıl bir güç ona bunu yaptırdı? Çocuğun babası kim? Nasıl biri o?
Lena’nın düşünceleri uzayıp gidiyordu, sonu gelmek bilmiyordu. Lena Salambi’yi kıskanıyordu da ona kızıyordu da, onu seviyordu da. Hepsinden çok her şeye rağmen çok seviyordu. Ona göre Salambi köydeki kızlardan, Lena’nın kendisinden de iyi, hiç kimseye bugüne kadar kötü söz söylememiş, ağır söz söyleyip kimseyi üzmemiş, halk arasında çok sakin, alçakgönüllü, hiçbir zaman büyüklerin sözünden çıkmamış. Onun içinde gizli bir güç var ve bu gizli güç herkesi çekiyor, cezbediyor, sakinleştiriyor da telaşlandırıyor da.
“Elen sen hala giyinmedin mi?” dedi odun getiren annesi. “Seni geçen kulübe çağırmışlardı. Baban da oraya gitmiş olmalı, bir toplantı olacak mı demişti? Yemek yemeden çıkıp gitti. Toplantı lafını duymaya görsün ona ekmek de gerekli değil.”
“Şimdi gidiyorum anne. Toplantı değil tarım grubunun işi var. Turikas kolhozunun tarım uzmanı Salanov ders verecek orada.”
“Şu mısır yetiştiren mi?”
“O anne, Simen Salanov.”
“Demek ki oymuş, geçenlerde su getirirken Salambilere esmer bir delikanlının geldiğini görmüştüm. Anne babasını iyi bilirim iyi insanlar.”
“Salambi ile aynı enstitüde okudu o.”
Salambi deyince, annesi bir şeyler konuşmak istiyordu ama ses çıkmadı.
Lena çizmesini çıkarıp botunu giydi. Giyindi, aynanın önüne geçip kısa sarı saçlarını berenin altına topladı, sonra acele etmeden evden çıktı.
“Çok geç saatlere kadar gezme kızım. Ne zamana kadar kalacaksın?” dedi annesi.
Burada annesinin Salambi’yi kastettiğini kız hemen anladı. “Korkma anne, benim için korkma ben kendimi biliyorum.” demek istedi ama yine de bir şey demedi.