Книга Çuvaş Kızı Salambi - читать онлайн бесплатно, автор Aleksandır Artemyev. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Çuvaş Kızı Salambi
Çuvaş Kızı Salambi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Çuvaş Kızı Salambi

“Siz gülün… Korkup ölünecek haber!” Taruş, birden iki kalçasına şap şap vurdu.

Maruş zar zor nefes alarak “Salambi çocuk doğurmuş!” dedi.

Dergi okuyan Lena zıplayıverdi. Pavıl söylemek istediği komik sözleri unuttu. Kolya kendi işittiğine inanmadı. Vihtır dayanamadı, Maruş’u azarladı.

“Sen orada bir şey yapma sakın ola! Senin dilinin kemiği yok, boş değirmen gibi öğütmeyi seversin.”

“Nereden biliyorsun?”

“Kim dedi?”

“Maşa, dur! Ne o yumurtlayacak tavuk gibi gıdaklıyorsun?” diye dürttü Şambulkin.

“Daşa söylüyordun söyle Daşa.”

“İşte, Maruşların yengesi Salambi’yi şehirden getirdi…”

“Sonra bizim yenge Çeboksarı’ya gitmişti de…”

Vihtır öfkeyle “Maşa! Sana söylemedim mi?” dedi. Maruş kalın dudağını yazmayla kapattı. “Söyle Daşa.”

Taruş kesik kesik söylemeye başladı.

“İşte Maruş’un yengesi Çeboksarı’ya pazara gitmiş ve Salambi’nin evine girmiş… Ona yiyecek bırakayım demiş. Salambi o zaman eve dönmek için hazırlanıyormuş…”

Maruş “Onu enstitüden kovmuşlar.” diye ekledi. “Yenge böyle söyledi… İşte kızken çocuk doğurduğu içinmiş.”

Pavıl, Maruş’un sözünü keserek “ ‘mış’ diyorsun kısrak alaymış. Sizin yengenizin ne söylediğine inanacak olsak güneş ta ne zaman diğer taraftan doğardı.” dedi. “Sürünüp gezer işte pazarın, oranın buranın dedikodusunu toplayarak yetmiyormuş gibi bir de yaygara dili kertenkele kuyruğu gibi ağzı kepçe gibi hiç kapanmaz. Düşünmeden saçma sapan konuşur. Onun boynu üstünde baş değil sadece hızlı konuşan bir ağız var sanki.”

“Sen kendini bil insanlara dokunma. Başkasının gözündeki çöpü iyi görürsün, kendi gözündeki merteği de gör.”

“Maşa! Sana demedim mi?” diye Vihtır tekrar hatırlattı. “Söyle Daşa.”

Taruş mavi gözünü dikip kesik kesik söyledi.

Kolya’nın elleri yavaşça uzandı, akordeonu indi indi ve kucağından az daha düşecekti. Akordeonu zar zor tuttu. Kalbi göğüs kemiklerini kıracakmış gibi sertçe çarpmaya başladı. Kemikleri sızladı. Kötü haber yüreğinin sinirlerini bir çekip bir bırakıyormuş gibi duyuldu.

“Yolda yağmur yağmaya başlamış ve çocuk ağlamaya başlamış. Maruş’un yengesi kendi kaftanına sarılsın diye onu örtmüş. Sözüm ona ‘babası kim seninle birlikte enstitüde öğrenci mi?’ diye sorunca Salambi hiçbir şey söylememiş aynen çocuğu öperek ağlamış…”

“Çocuk büyük artık üç yaşında diyor yengem. Sadece Rusça konuşuyormuş…”

“Maşa!” Maruş’un keyfi kaçarak sustu.

Taruş ocağın önünde durdu ve nedendir ellerini öne doğru uzatarak konuştu.

“İşte böyle üç yaşındaymış kim düşünürdü ki Salambi’nin böyle olacağını rüyada da göremezsin… Bu üç yıl içerisinde çocuğunu saklayarak nasıl yaşamış?”

Çocuk esirgeme kurumunda saklamış diyor yengem. İşte çocuk esirgeme kurumunda saklayarak büyütmüş hiç kimseye sezdirmemiş. İşte size meşhur kız! Meşhur kızın ünü çabuk yayılır işte! İşte böyle kurnazlar!

Vihtır’ın kara kaşlarının çatıldığını görünce Maruş konuşmayı kesti. Hepsi tekrar Maruş’a baktılar.

“Şimdi evinde herkes hüngür hüngür ağlıyormuş. Çocuk da bağırıyormuş Salambi’yle annesi de ağlıyormuş.”

“Olamaz! Kıza atılan iftirayla lakırtı ediyorsunuz! Kendim gidip görmezsem inanmam. Maşa, onun hakkında çok ağır konuştun. Salambi çiftlikte buzağılara bakarken senden daha başarılı olduğu için onu kıskanıyorsun. Bu yenilgiyi unutamıyorsun. Salambi’yi iyi biliyorsun o hiçbir zaman senin dediğin gibi olamaz.” dedi Lena.

“Başkası için uğraşma sen çöpçatan değilsin.” diye cevap verdi Maruş.

“Salambi için her zaman tartışırım. Hiçbir zaman onun adına leke sürdürmem.” dedi ve Lena hızlıca çıktı. Gençler Maruş’la Taruş tarafına kızgınlıkla baktılar: Bunlar Salambi’nin adını bu şekilde yaymaya nasıl cesaret ederler?

Lena gidince hepsi sessizce oturdu; en gerekli kişi en büyüğü her şeyi bilen çıkıp gitmiş gibi şimdi sadece hiçbir şey bilmeyenler bütün bu iftiraya inananlar kalmış gibi hissedildi. Hepsi de rahatsız oldular. Sadece Maruş hiçbir şey olmamış gibi telaşla söyledi.

“Hop! Gider işte böyle! Önceden kendisi Salambi’ye karşı dururdu. Valeriy’i kıskanırdı. Şimdi ise Salambi ile dost olmaya çalışıyor. Boşu boşuna işte bize ne? Bizim için ne olursa olsun fark etmez.”

Kolya Maruş’un sözlerini işitince çok sinirlendi. Ancak onun siniri o anda geçer gibi oldu fakat yüreğini derin bir kaygı bastı. Bu nedir? Ne oluyor bu gece onun hayatında? Neler işitiyor Kolya?

“Salambi… Gerçekten bunları yaptın mı sen? Sen de bunları yapmışsan kime inanılır artık?”

Ev tarafındaki pencereye birileri yavaşça vurdu. Vihtır pencerenin perdesini dışarıya doğru açıp baktı ve hiçbir şey demeden arkadaşlarına doğru döndü.

“Kim?” diye sordu oradakilerin hepsi birden.

“Salambi.”

Gençler susup kaldılar. Ocağın arkasındaki çekirge de cırlamayı bıraktı denebilir.

Taruş kendi arkadaşına doğru baktı.

“Lena kapı sundurmasını da sürmüş olmalı. Salambi açamamış.” dedi ve kapıyı açmak için çıktı. Maruş onun ardından tıpış tıpış yürüdü.

Salambi gelince büyük ev dolup oturulan aydınlık oda daha da aydınlanmış gibi hissedildi. Kızla birlikte sokaktan temiz hava da girdi. Salambi mavi ipek elbise, deri çizme giymiş ve başı açıktı.

Kolya küçük çocuk gibi sevinerek “Yaz tepesi gibi temiz ve alımlı!” diye düşündü. Ancak o sadece bir anlıktı, o anda bir başka düşünce, şüpheli düşünce ortaya çıktı. “Kime el uzatacak acaba önce? Kapı önünden el vermeye başlarsa kötü haberin doğru olmadığı, başköşeden el vermeye başlasa kötü haberin doğru olduğu demektir.”

Salambi kapı önündekilerden itibaren el uzatmaya başladı. Bundan dolayı Kolya’nın yüreği kanatlanır gibi oldu. Sevinerek “Haber doğru değil, dedikodu!” diye düşündü. Hiçbir batıl inanca inanmayan delikanlı, şimdi küçük bir işareti de büyütüyordu. Suya düşen adam küçük bir saman tanesine de tutunup kurtulmayı düşünürmüş…

“İyi misin Kolya?”

Kolya nefes almayı da durdurdu. Salambi’nin mavi boncuk gibi yuvarlak göz bebeklerini yakından gördü ve bütün vücudunu hoş bir duygunun ürperttiğini hissetti. Bu büyük gözler insanın ruhunu, düşüncelerini, hislerini görecekmiş gibi doğrudan bakıyordu. “Ayıpladın mı beni? Benim saflığıma inanmıyor musun sen?” diyorlardı.

Kolya sadece gözleriyle “Salambi!” dedi. “Salambi! Benim sana nasıl inandığımı, sana nasıl saygı duyduğumu anlatmak için sözler yetmez. İşte gör, benim aşkım, benim bahtım, gözlerim dolu! Ben sana dayanamam.”

Kızın elini sıkmadı dokundu sadece. “Sen ilk kar gibi temizsin ben sana dokunmaya da utanıyorum.” der gibiydi onun elleri de. “Affet beni, Salambi, senin hakkında şüpheye düştüğüm için.” dedi onun neşeli kahverengi gözleri. O anda hatırladı “Ne demişti o bana? Nasıl cevap vermeliydim ona?”

“İyi.” dedi sonra yavaşça.

Salambi onun ne dediğini duymamış da olabilir, diğerine elini uzattı, herkese sırayla elini uzattı. Tatile gelmiş gibi sevinçliydi. Konuşmadan, gülmeden her birinin adını zikrederek selamlaştı.

Hiç kimse bir söz söylemedi, sadece çakırkeyif Pavıl anlamsız birşeyler söyledi. Ocağın ardındaki çekirge tekrar insanın içini kemiren sesiyle cırıldamaya başladı.

“Gözünde gözyaşı yok, ağlamamış o, yalan sözmüş.” diye düşündü Kolya. Ancak kızın kuruyan dudaklarını hatırladı ve başka bir şekilde düşündü. “Belki kızın dudağı rüzgârdan kurumamıştır, kaygıdan yanıp kurumuş olmasın? Gözyaşı da belki, ağlaya ağlaya kurumuştur?”

Salambi masanın üstündeki dergiyi aldı, oradaki şarkıyı görünce biraz gülümseyiverdi.

Yavaşça bir şeyden ürkmüş gibi zıplayarak “Oy, Almazov!” dedi. Sonra masaya doğru eğilip gazetedeki şarkıya baktı. Yüzü parladı, kızardı.

Kolya, kızın her hareketine, sıcak yüzüne dikkat kesilerek “Biraz sonra o başka zamanlardaki gibi keyifle güldü, yankılanan sesiyle pencereleri titretti.” diye düşündü.

Salambi beyaz örtüyü kirletmekten korkar gibi ellerini masaya koymadı, sadece parmak uçlarıyla hafifçe dokundu, başını sol omzuna doğru eğdi. Işık yukarıdan düştüğünden onun eğik kaşlarının altına, düz burnunun altına, çocuğunki gibi güzel dudaklarının altına, yuvarlak çenesi altına, eğri ak boynu altına gölge düştü. Dosdoğru açılmış saç aralıkları, gençlerce örtülmeye başlanmış alnı, rüzgârla kızarmış yüzü, şeffaf görünen ince kulak kepçeleri parıl parıl parlıyordu. Kalın açık kahverengi saç örgüleri öne doğru eğilmiş, göğüsleri kımıldadıkça elbisenin önündeki kırışıklıklar bir açılıyor bir kıvrılıyordu. Kızın her nefes alışında yakası açılıyor beyaz teni görülüyordu. Okudukça göz bebekleri dergideki satırları izliyor, sıktığı dudakları sadece birazcık hareket ediyordu.

Salambi’nin yüzünde, sesinde ve gülüşünde saf gönüllülük, suçsuzluk, kızlara mahsus bir temizlik, utangaçlık, kadınca bir sevecenlik ve çocukluk hissediliyordu. Ona baktıkça insanın kendisinin de temiz, güzel olası geliyor, sonra gerçekten de kendinin de iyi ve güzel olduğunu canı gönülden hissetmeye başlıyorsun. O gülümsediği zaman sen de gülmeden duramıyorsun, o dertlenip ağlayacak olsa sen de dayanamıyorsun. Onun hoşuna gitmek ne kadar büyük bir iş, övülecek iş yapasın geliyor. Sana onun yüzünde kendi yüzünü görmüşsün gibi geliyor. Onun talihi seni de sevindiriyor, onun bahtsızlığı seni de dertlendiriyor, onun namusu seni de kızartıyor. İşte tam böyle bir duyguyla seviyor onu Kolya, Valeriy’in kardeşi.

Salambi okuyup bitirdi ve derin bir nefes aldı, elbisesinin kırışıkları açıldı, yakasının aralığından teninin beyazlığı göründü. Kız doğruldu, kalın örgüsünü arkasına doğru attı, ağır örgü belden aşağı doğru düştü.

“Ne kadar da endamlı!” diye düşündü Kolya, ancak onun sıcak yüreğini o anda buz gibi eliyle tutup sıktı.

Salambi “Daşa, ben sizin yanınıza büyük leğen almaya gelmiştim.” dedi. O, Taruş tarafına hızla döndü, kalın örgüsü tekrar ahenkle sallandı.

Hepsi de sessizdi. Sadece ocak ardındaki çenesi düşük cırcır böceği cırlak sesiyle yürek parçalıyordu.

Hiçbir zaman canı sıkılmayan Pavıl “Bu cırcır böceğini de durdurmak için ocak ardına kirpi tutup koymak gerek.” diye alaycı bir şekilde söyledi. Yine de gülen olmadı.

Salambi Şambulkin’e hızlıca baktı ve sözlerini sadece Taruş işitecek şekilde söyledi. Ancak kapı yanındaki Kol-ya sessizce ne söylendiğini anladı.

“Çocuğa banyo yaptıracağım diyordum.” dedi kız.

Bardağa ne kadar su döküldüğünü bilmek mümkün değil, sonuncu büyük damladan o dolup taşar. İnsanın yüreği de böyledir. Onun ne kadar sıkıntıya dayandığı belli değildir, ancak bir defa dolunca daha fazla dayanamaz.

Kolya ruhunun daralmasıyla bütün köye duyuracak şekilde haykırası geldi. O dişlerini sıktı. Salambi’nin çizmesinin gıcırdaması ona kardeşinin askere gideceği gün kırılan arabanın kirişlerinin gıcırdamasını hatırlattı. Mavi elbisesinin eteğinin dalgalanması da ayrılırken Valeriy’in elindeki mavi mendilin dalgalanmasını hatırlattı.

Dolmak üzere olan bardağa son damla damladı şimdi. Kolya Salambi’nin çıkıp gittiğini de gençlerin dağıldığını da fark etmedi.

Pavıl “Kolya!” dedi.

Kolya başını kaldırdı.

“Ne?”

“Ne oldu sana, seferden gelmiş asker gibi, oturduğun yerde deliriyor musun? Uyuyup kızlardan geri kalıyorsun ya! Bak bak, hemen çıkıp gittiler.”

Evde sadece iki delikanlı kalmıştı. Taruş ile Maruş birbirleriyle bir şeyler fısıldaşıp Vihtır’la bilip bilmeden satranç oynuyorlar. Diğeri taş heykel gibi katılaşmış, hiçbir şey söylemiyor.

“Ben şimdi gidemiyorum, çiftliğe gidip çeki düzen vereyim. İdare diyorsun ha, sen bilirsin. Vihtır da şimdi gidemez, bizim onunla konuşmamız gerekenler var. Sen, Kolya, akordeonunu yanında alıp git, senin yolun uzak. Gece yolu akordeonsuz sıkıcı, sen bilirsin. Akordeonla sefer de kolay.” dedi Pavıl. Çiftliğe gideyim diyen kendi kaputunu çıkarıp koydu…

Kolya Maruş’un keyiflendiğini, Taruş’un telaşlandığını fark etti, ancak bu sevincin, bu telaşın sebebini bilemedi. Bu sebep neydi, iki dost kız at vermeye giderken aralarında gizli bir konuşma oldu.

Maruş ahırdan dönerken korkmuş gibi “Biliyor musun Taruş, yengem bana ne dedi?” diye fısıldadı.

“Ne dedi?”

“Salambi buzağı bakmak için tekrar çiftliğe girmek istiyor dedi.”

“Okumayı bırakıp gelmiş mi o?”

“Evet, küçük çocuğu varken nasıl okuyacak? Onu evlenmeden çocuk doğurduğu için enstitüden atmışlar.”

“Atıldığını duymamıştım?”

“Yengem senin önünde bilerek söylemedi, sen dönünce bana gizlice söyledi. Atmışlar dedi. Bu nedenle şimdi yolda gelirken çiftlikte çalışmak istiyormuş gibi konuştu.”

“Çiftlik de şimdi eskisi gibi değil, neden kötü yere gelip girmek ister ki? Savaştan önceki gibidir diye mi düşünüyor burada?”

“Onun ne düşündüğünü biliyor musun? Yolda yengeme çiftlikteki işleri sormuş. Yengem ‘Bu yıl çok kötü, göze görünenler az.’ dedim dedi yengem. ‘Olsun yine de çiftliğe girerdim, alıştığım iş.’ diye söylemiş Salambi.”

Taruş arkadaşının bozulduğunu fark etmeden “Girecekse girsin, onunla çalışmak güzel, keyifli kız o.” dedi. Onun sözleri Maruş’u kudurttu.

“İşte ne kadar ahmaksın sen Taruş! Bana dost diyorsun bir de! Birlikte çalışırken onunla zıtlaştığınızı unuttun mu yoksa? Ne kadar ayıp etti o zaman, kendisi öne çıktı bizi arkada bıraktı. Ne kadar mesaimiz azalmıştı.”

“Azimle çalıştı, bize de yardım etmedi değil.”

Maruş onun bitirmesine izin vermedi.

“Demek ki yine bizim iş günümüz azalacak mı?”

Taruş dostunun bu fikrine katılamadı.

“Mesai” Mesaimiz artınca çok mu zenginleştik? Kime ne fayda oldu o mesaiden? Kâğıda yazıldı sadece. Tahılı da parası da. Tavuğun yiyebileceği kadar bile yok.

“Minimumu doldurmalı mı? Bunun dışında harman yerini de bölüp alırlar. Bir de bizim çalıştıklarımız boşa gitmez mi? Ne desen de çiftlikte çalışıyoruz, süt ve yağ çevresinde, uğraşıyoruz. Ne olsa da sudan kuru çıkamazsın.”

“Güzel konuş ha Maruş. Biz kolhozu soymaya gelmedik. Burada gece gündüz çiftlikte, gübre çevresinde uğraşıyoruz.”

“İşte ben bunun hakkında bir söz de söylemedim mi? Ben bir şeyden bahsediyorum sen başka şeyden. Sen nasıl düşünemezsin? Salambi işe girecek olsa doğrudan yirmi yirmi beş buzağı bakmaya başlasa bizden daha iyi olacağını bilmez misin? Tekrar onun gözüne bakıp yaşa, işte dinle.”

Taruş dostunun sözlerini kabul etmeyerek “Bizden çok okudu, enstitüde de hayvancılık uzmanlığı okuyor.” demeye başladı.

Sıkılan Maruş yüreğe işleyecek sözler etti.

“Körsün sen! Salambi’nin ne için çabaladığını görmezsin. Pavıl’ın yerine müdür olarak gelmek istiyor. ‘Şambulkin içki müptelası olup çiftlikteki işleri kötüye götürdü diyorlar doğru mu?’ diye sormuş yengemden. Pavıl’ı sıradan bir kişiye çevirmek istiyor. Yüksekokulda okuyan biri bizimle birlikte kötü bir işle sıkıntı çeker mi? Git oradan! Bir de söyleyeyim, o seni az mı ağlattı? Pavıl’ın onun yanına gittiğini unuttun mu? Kitap almaya diyordu. Kulüpte okumak istesen kitap yok muydu? Biliyorsun nasıl bir kitap olduğunu. O zaman az kıskanmadın, şimdi unuttun. Yaranın ağrısı geçince çabuk unutuluyor işte.”

Genç Taruş’un ruhu daraldı. Gerçekten de askerden dönünce Pavıl sevdiğinin yanına giderken yol üstünde sürekli Salambilere uğrardı. Kitaplar alırdı, ancak…Kızla delikanlının gizlice ne konuştuklarını kim bilir ki? Pavıl Salambi’nin yanına girip çıktıkça Taruş’un yüreği kıskançlıktan büyük azap çekerdi. Tekrar mı başladı şimdi bu azap, Taruş’un sevdası tekrar düşman yüzünden bozulacak mı ki?

Maruş öfkelenerek “Bak ona çocuk da doğurmuş, enstitüden de kovulmuş.” dedi.

Taruş dostuna karşı çıkmadı. O kendi sevdası için gerçekten de şüphelenmeye başladı. Böylece Maruş yengesinin söylemediklerini söylemiş olsa da Taruş onun yalanlarını karıştırmadı. Onu Pavıl’ın ateşli ateşli Salambi’yi savunması daha fazla kıskandırdı, Maruş gibi konuşturmak için sıkıştırdı. Kolya’nın ardından kapıyı kilitlemek için Maruş ile Taruş gürültüyle çıktılar.

Maruş hızlı hızlı konuşarak “Kız ömrü, konukluk; kadın ömrü ebedilik demişler. Boşa söylememişler.” dedi.

Taruş “Evet, kız ömrü konukluk olmadan, on yediden başlayarak yirmiye varana kadar ancak.” diye onayladı. Burada dostunun kıskanacağını sezdi ve “Yirmi beşe varana kadar ancak.” diye ekledi.

Maruş “Öyle, işte böyle. Sonra yaşlı kadın sayarlar. Bu yüzden kızlık zamanını düzgünce yaşamak gerek, yoksa kötü söz atla gezer.” dedi.

“Aynen öyle.”

Öyle de böyle diyerek onlar kız hayatının çabuk geçtiği konusunda, gençlik döneminde düzgün yaşamanın gerekliliği hakkında, evlenince kızlık zamanının unutulması gerektiği konusunda da sohbet ettiler.

Kolya onların konuştuklarını ilk defa duyuyormuş gibi “Neden bu saksağanlar ‘öyle’ de ‘böyle’ diyorlar.” diye düşündü. Sonra tekrar Salambi’nin asık suratını hatırladı, sonra kızlarla vedalaşmadan sokak kapısını kapatıp akordeonunu çekinmeden çalmaya başladı.

Gecenin açık havasında akordeon sesi yankılanır, yankılanır. Hiç kimse pencereden sokağa bakmaz şimdi. Biraz önce gece yarısını geçti, yorulan köy rahat rahat rüyaya daldı. Öksüz kopuz uzakta Mançurya bozkırında bir genç askerin hareketsizce yattığını söz söylemeden çalıyor, gözyaşı dökmeden ağlıyor.

SOĞUK SELAMLAR

Sevdiğim, selam gönderiyorumSelamı kalıp, kendin gelmeye.*Mektuptan

Annemi uyandırmayayım diye Kolya evin kapısını yavaşça kapattı, ancak karanlıkta ortaya koyulmuş iskemleye takıldı ve elindeki akordeonu çalıverdi.

“Eh, oğlum!” diye annesinin uykulu sesi işitildi. “Yine sabaha doğru mu geldin! Valeriy hiç de senin gibi değildi, hiçbir zaman böyle akşam oturmalarında gece geç saatlere kadar gezmezdi, her gece kitap okur otururdu.” diyerek üzüntüyle söylendi annesi. “Hiç kimsenin kızdığı yok sana, kimseden korkman da gerekmiyor. Valeriy dönünce biraz sakinleşirsin.”

Valeriy’in savaşta öldüğü köyde herkesçe biliniyordu, sadece asker annesi bu habere inanmıyordu. Bir şekilde oğlu sağ diye düşünüyordu, bir gün oğlu güzelce gelip evin kapısını ardına kadar açacakmış gibi geliyordu ona. Bu nedenle de kapı sesi işitilir işitilmez yüreği çarpardı onun.

İhtiyar kadın her zamanki gibi “Geliyor olmalı yeni yıla doğru, düşümde gördüm.” dedi. Önce kaybolup sonra sağ olduğu anlaşılan askerlerin haberleri yok mu? Hem de ne kadar? Savaş zamanında birçoğunun ölüm haberi geldi ve daha sonra kendileri de sağ salim döndü. Kendisiyle birlikte savaşta olan arkadaşı yazıp göndermiş diyorlar. Yazacak olsa neler yazabilir, kâğıt elbette dayanır. Bu filiz meşe gibi sağlam yiğit nerede kaybolur? Suya da batacağı yok, ateşte de yanacağı yok.”

İhtiyar sürekli konuşuyor, şimdi de ne zamana kadar kitabı kapatmaz artık.

“Surımvar’daki Petyuk da bulundu işte, uzun yıllar bir haber alınamadan kaybolmuştu. Hanımı tertipsiz yaşadığı için mektup yazmamış olmalı ha. Bir de şöyle… Turikas’ta bir asker bizim Valeriy’in yaşadığı yerden, Çin’den geldi diyorlar, soyadı Salanıh diyorlar. Onun yanına gidip konuşmalı, o tam da Valeriy’i gören duyan birisi olmalı…

Kolya karanlıkta ceketiyle çizmesini sessizce koyarken “Salanov? Aaa geçenlerde kızlar onun hakkında konuşuyor olmalı” diye düşündü. O, içerideki odaya gitti ve kapıyı sıkıca kapattı. Annesinin dertli sesi yine de işitiliyordu. Kolya ışığı açmadan soyundu ve uzandı.

Yok, gözlerini kapatsa da uykusu gelmiyor. Kolya kalktı ve lambayı yaktı.

Masa üstündeki siyah çerçevede Valeriy’in resmi görüldü. Ne zamandır eline alıp bakmamıştı Kolya bu resme. Düşte de kardeşini bu resimdeki gibi görüyordu o. Sağlam vücutlu asker keyifle gülüyordu. Canlı sanarsın. Ağzını açıp söz söyleyecek gibi.

Kolya kardeşinin fotoğrafına bakıp uzun uzun düşünceye daldı, sonra masanın çekmecesinden iki zarf çekip aldı. Biri dört köşeli ve kalın, diğeri üç köşeli ve ince. İkisi de kararıp, yırtılmış, adresler de görünmez olmuş. Büyük zarf kana, Valeriy’in kanına bulanmış (asker annesi onu her gördüğünde hüngür hüngür ağlar).

Bu mektuplara Kolya bakmadan da söyleyebilirse de yüreği yandığı zaman, onları tekrar eline aldı. Önce büyük zarfı açtı, boncuk gibi yazılmış satırlar göründü.

“Güneş gibi sıcak selam sana Valeriy!

Nasıl başlasam, ne yazsam ki ilk mektubumda? Yazmaya başlamadan önce ne kadar çok yazasım geliyordu, işte şimdi ne yazacağımı da bilmiyorum. Sana büyük selam, kocaman selam gönderiyorum! Belki de bu mektubu köyde değil, savaş meydanında alırsın, belki oradaki köylerde tarlaların kapıları da yok.

Gece gündüz hasretle senden mektup bekledim, kaç yıl bekledim, yine de yazmadın. Valeriy, üç kelimeyle de olsa halini bana bildirmedin. Her akşam her sabah senden mektup alma ümidiyle uyuyamadım. Postacı bizim tarafa her geldiğinde yüreğim yarılacakmış gibi çarpıyordu. Kimlerden mektup gelmiyordu, ancak beklediğim yoktu. Yazmadın işte, Valeriy, sen yazayım demedin, belki de yazmaya vaktin yoktu? Bunun için aramızda işte bunlar oldu. Diğer yandan ben senin için kimim? Akraban mı, aradığın kız da değil, yakın arkadaşın da değil, ikimiz birbirimize yazmak için söz de vermedik.

Ben çocukluğumdan beri seni beğenerek büyüdüm. O zamanlar seninle bir sırada oturabilmek için oyun halkasında senin yanında durmak için ümitlenirdim, ancak bu küçük şans da benim payıma düşmedi. Sen her zaman benden uzaktaydın, Lena Mihaylova ile gezerdin. Karşılaşsak da benimle çok az konuşurdun. Nedendir her şeye rağmen bizi çift olarak görürlerdi. Çocukken Lena bana kızarak “Ay, ayıp ayıp! Valka ile arkadaş!” diye kızardı. Büyüyünce o beni söz geldikçe senin adınla dürtüklemeyi severdi. Sonra ben ona kızmıştım ya da duymamış gibi yapardım, bir de içimden öyle sevinirdim ki. Bir düşünsene komik de üzücü de.

Senin askere gideceğini öğrenince ben gece boyu gözlerimi yummadım, seni düşünmekten başım döndü. Diğer gün sana ellerimi uzatıp ayrıldığımız gün ne söyleyeceğimi bilemedim, geceleyin hazırladığım sözler de bir yerlere uçup gitti. Aptalca değil mi, insan önünde seninle konuşmaya çekindim, senin için özel olarak hazırladığım mendili de veremedim. İşte böyleyiz biz, Çuvaş kızları, çekingen. Ne oldu bana öyle o zaman, son zamanlarda sana baktım da dilim kurudu, sen de sadece baktın, bir söz de söylemedin. Birbirimizi böylece anladık dedim. Sonra elindeki mavi mendili yol çatında son defa salladığını görünce, bir şey söylemediğim için korktum. Senin ardından küçük çocuk gibi ağlayarak koşmaya da kovalayıp sana yetişip aşkımı söylemeye de hazırdım, ancak önümde köy çitinin kapısı kapandı ve bizi birbirimizden ayırdı…

O zamandan beri evimizin önündeki kayınlar dördüncü defa yapraklarını döküyor şimdi.

Seyrek de olsa Lena’ya mektup yazıyordun, o bana her mektubu okuttururdu. (Biz onunla birlikte kış tatilinde çiftlikte buzağı baktık. Ben şimdi çiftlikten çıktım, bununla ilgili şeyleri sonra anlatacağım.). Senin mektubunu elime alınca okumadan önce kendi adımı arayarak bakardım, ancak sen hiçbir mektupta benden bahsetmemiştin. Benim oturup yazmaya cesaretim yetmedi, ne düşünürsün dedim. Lena’ya yazdığın mektubu okuyordum ve bir üzülüyor bir seviniyordum. Sen ona kardeşçe yazıyordun sanki, bir sözünde bile aşk sezilmiyordu. (Kapris yapma şimdi bütün gizli düşüncelerimi hop diye açıyorum.) Sen Almanya’da savaşırken senden mektuplar sık sık gelmezdi, annen hep senin için dertlenirdi, ben de onunla birlikte kaygıya dalardım. Senin yaralandığını duyunca gece boyu uyuyamadım.

Batıda faşistleri yendikten sonra bizim istasyon üzerinden doğuya doğru gece gündüz askerî kafileler geçmeye başladı. Muzafferler Berlin’den dönüyorlar. Bizim köylüler de gelmeye başladılar. Çok geçmeden Vihtır Murzayev ile Pavıl Şambulkin geldi. İkisi de çok güzelleşmişlerdi. Keyifleri eskisi gibiydi çok değişmemişlerdi. Vihtır şimdi de çok az konuşuyor, Pavıl da aynen şaka yapmayı, çok konuşmayı seviyor, bazen Çuvaşçayı* unutmuş gibi de davranıyor. Önceki zamanlarda annesiyle de sadece Rusça konuşuyor diye gülerdi gençler. Şimdi kolhozda çalışmaya başladılar. Pavıl inek çiftliğinin başında, Vihtır ise sıradan bir kolhoz çalışanı. Her gece ikisi de sokağımıza akordeon ile çıkıyorlar. Maruş ile Taruş onlar döndüğünden beri tekrar kanatlandılar az daha uçacaklar çok uzaklara. Ben onların mutluluğunu görüyorum da kendi yalnızlığıma yanıyorum. Belki benim de kaderimde sevdiğimle gezmek vardır. Doğruyu söylemek gerekirse gezelim diyenler de yok değil.

Valeriy, ne zaman tekrar buluşuruz biz seninle acaba? Bir zaman görüşmek için imkân vardı ancak nasip olmadı. Sen Berlin’den Doğu’ya doğru geçerken eve telgraf çekince kardeşin Kolya istasyona koştu. Pazar günüydü ve ben de pazara gideyim diyerek ondan geri kalmadım. Bir gün seni bekledik, gece boyu peron boyunca dolaştık, ne kadar çok katar geçti, binlerce asker geçti sadece sen görünmedin. Nasibimde yokmuş diyorum, pazar gibi halk arasında birbirine dikkat edemiyorsun, sizin katar da sadece on dakika durdu. Tren hareket edince ancak seni görebildik. Sen vagonun merdiveninde durmuş gidiyordun, asker gömleğiyle, baş açık, saçların rüzgârla uçuşuyordu. Kolya ile ikimiz de sana bağırmaya başladık, ancak bağıran, ağlayan sadece biz değildik. Sen bizi duyamadın, fark edemedin, öylece gittin. Sonra ne kadar hevesle beklediğimden olacak Kolya’dan gizlice istasyon ardındaki haritaya dayanarak ağladım.