Charles Dickens
İki Şehrin Hikâyesi
Bölüm 1
Hayata Dönüş
Dönem
En iyi zamanlardı; en kötü zamanlardı. Bilgelik çağıydı; ahmaklık çağıydı. İnanç dönemiydi; şüphecilik dönemiydi. Aydınlığın mevsimiydi; karanlığın mevsimiydi. Umut baharıydı; umutsuzluk kışıydı. Öncemizde her şeyimiz vardı; öncemizde hiçbir şeyimiz yoktu. Hepimiz doğrudan cennete gidiyorduk; hepimiz doğrudan cehenneme gidiyorduk. Kısacası o dönem de bugünkü gibiydi; öyle ki, dönemin en gürültücü yetkililerinden kimileri, hem iyisi hem de kötüsü için “en” ile başlayan karşılaştırmalarda ısrarcıydılar.
Koca çeneli bir kralla çirkin suratlı bir kraliçe vardı İngiltere tahtında; yine koca çeneli bir kral ama güzel yüzlü bir kraliçe ile oturmaktaydı Fransa tahtında. Her iki ülkede de gününü gün eden devlet adamları için düzenin sonsuza dek böyle devam edeceği apaçık ortadaydı.
Yıl, İsa’dan sonra bin yedi yüz yetmiş beşti. Manevi dünyaya ait fikirler, o ayrıcalıklı dönemde, İngiltere’yi teslim almıştı; tıpkı bugünkü gibi. Bayan Southcott, yirmi beşinci kutlu yaşına henüz basmıştı ki, onun ulvi bir şekilde ortaya çıkışını, muhafız alayından kehanetlerde bulunan bir er, Londra ve Westminster’in ele geçirilmesi için planlar yapıldığını ilan ederek müjdelemişti. Cock yolu hayaleti bile, geçen yılın olağanüstü bir şekilde orijinallikten yoksun ruhları gibi, mesajlarını ağzından kaçırmış, on iki yıldır dinlenmekteydi. Amerika’daki İngiliz vatandaşlarının bir toplantısından İngiliz Kraliyet Ailesi’ne ve halkına dünyevi olaylarla ilgili haberler gelmişti. Gariptir ki bu haberler insan ırkı için, şimdiye kadar Cock yolunun ödlekleri tarafından alınan mesajlardan çok daha önemliydi.
Ruhani konularda olduğu gibi hemen her alanda, üç dişli mızraklı ve kalkanlı kardeşinden daha az avantajlı durumdaki Fransa, kâğıtları para yapıp harcayarak tepeden aşağı fazlaca rahat bir şekilde yuvarlanıyordu. Bunun yanında, bir gencin, elli altmış metre uzağından geçen bir alay aşağılık keşişi onurlandırmak üzere yağmur altında dizlerinin üzerine çökmediği gerekçesiyle ellerinin kesilmesi, dilinin kerpetenle çekilmesi ve bedeninin diri diri yakılması cezasına çarptırılması gibi insanca davranışlarla, Hristiyan papazlarının kılavuzluğunda kendini eğlendiriyordu. Büyük bir ihtimalle, bu kurban idama mahkûm edilirken, Fransa ve Norveç ormanlarında büyümekte olan ağaçlar, kesilmek ve hızarda bir bıçakla çuvalı olan tarihin, o korkunç hareketli sistemine dönüştürülmek üzere “oduncu kader” tarafından işaretlenmişti bile. Büyük bir ihtimalle Paris civarındaki fırtınalı topraklarda, tarım araçlarının bulunduğu kaba hangarlarda hava şartlarından korunan, köyün çamurlarına bulanmış, domuzlar tarafından koklanmış ve kümes hayvanlarına tüneklik etmiş ilkel arabalar vardı; “çiftçi ölüm” tarafından Devrim’de (Fransız Devrimi) suçluların idam yerine götürülmesinde kullanılmak üzere ayrılan. Fakat o oduncu ve o çiftçi, durmaksızın çalışmalarına rağmen, öyle sessizlerdi ki, ortalık yerde ayaklarının ucuna basarak dolaşırlarken kimse onları duymuyordu. Zaten onların uyanık olduğundan şüphe etmek, dinsizlik ve hainlik demekti.
İngiltere’de, neredeyse, ulusal övüncü haklı çıkaracak herhangi bir düzen ve güvenlik yoktu. Silahlı adamların gerçekleştirdiği pervasız soygunlar ve yol eşkıyalıkları başkentte bile her gece yaşanıyordu. Aileler, eşyalarının güvenliği için, onları mobilyacı dükkânlarına bırakmadan şehirden çıkmamaları konusunda alenen uyarılıyordu. Geceleri yol kesen eşkıyalar, gündüzleri şehirde ticaret yapan kişilerdi. Çete lideri kılığında durdurdukları tüccar arkadaşları tarafından tanınıp itirazla karşılaştıklarında, hiç çekinmeden onları başlarından vurup yollarına devam ediyorlardı.
Yedi soyguncu tarafından yolu kesilen posta arabasının muhafızı, eşkıyalardan üçünü vurmuş, ancak “kurşununun bitmesi sonucunda” diğer dördü tarafından vurularak öldürülmüş ve soygun rahatça gerçekleştirilmişti. Büyük nüfuzuyla Londra Belediye Başkanı, Turnham Green’de bir eşkıya tarafından durdurulmuş; dillere destan serveti, beraberindekilerin gözleri önünde yağmalanmıştı. Londra hapishanelerindeki mahkûmlar, gardiyanlarıyla savaşıyor ve yüce adalet, kurşun ve fişek dolu tüfekleriyle onların üzerine ateş açıyordu. Sarayın kabul odalarında soyguncular, soylu lortların boyunlarından elmas haçları kesip alıyordu. Silahşörler St. Giles’a girip kaçak mal arıyor, çeteler onlara, onlar çetelere ateş açıyor ve kimse de bu olanları garipsemiyordu. Bunlar olurken, olabildiğince çok çalışan ve olabildiğince gaddar cellatlara sürekli ihtiyaç vardı. Uzun kuyruklar oluşturan türlü türlü suçlunun boynuna yağlı urganı geçiriyorlar; salı günü yakalanan bir ev hırsızını cumartesi günü asıyorlar; Newgate’teki düzinelerce kişinin ellerini yakıyor ve Westminister Sarayı’nın kapısındaki broşürleri kül ediyorlardı. Bir gün zalim bir katilin, ertesi gün ise bir çiftçinin oğlundan altı peni çalan biçare bir hırsızın canını alıyordu cellatlar.
Tüm bunlar ve benzeri binlercesi, bin yedi yüz yetmiş beş yılında yaşandı. İşte bu ortamda, oduncu ve çiftçi hiçbir şeye aldırış etmeden çalışırken, iki koca çeneliyle güzel ve çirkin yüzlüler, gereken heyecanla yollarına devam etmekte ve ilahi haklarını kibirli bir şekilde kullanmaktaydılar. Böylece bin yedi yüz yetmiş beş yılı onların yücelikleriyle şekillendi ve bir sürü zavallı kul, yani onların dışındaki diğer varlıklar, yollarda önlerinde eğildiler.
Posta Arabası
Kasım ayında, bir cuma akşamının ilerleyen saatlerinde, bu hikâyenin kahramanlarından ilkinin önünde Dover yolu uzanmaktaydı. Dover Postası, Shooter Tepesi’nden yukarı ağır ağır ilerlerken, ona göre önündeki yol Dover yoluydu. Tıpkı diğer yolcular gibi o da posta arabasının yanında, çamur içindeki yolda tepeyi tırmanıyordu. Bu koşullarda yürümekten zevk aldıklarından dolayı değil tabii ki. Koşumlar, posta, çamur ve tepe öylesine ağır şartlar oluşturmuştu ki, atlar üç kez neredeyse durma noktasına geldiler. Ayrıca bir kez de Blackheat’e geri dönmek ister gibi asi bir tavırla arabayı yoldan çıkardılar. Buna karşın arabacı ve muhafız, dizginler ve kamçıyla bu savaşın galibini belirlediler. Vahşi hayvanlar yola gelip teslim oldular ve görevlerine devam ettiler.
Yorgunluktan düşmüş başları ve titrek kuyruklarıyla yolları üzerindeki kalın çamur tabakasını eziyor, sanki eklemleri parçalara ayrılıyormuş gibi batıp çıkarak, sendeleyerek ilerliyorlardı atlar. Sürücüleri onları “Hooo!” veya “Çüşşş!” nidalarıyla durdurup nefes almalarına fırsat verdikçe en öndeki at, arabanın tepeye çıkabileceğini kabul etmezmiş gibi şiddetle başını ve başındaki koşumları sallıyordu. Atın bu gürültüyü her çıkarışında, her gergin yolcu gibi bu yolcular da ürküyor ve akıllarındaki düşünceler uçup gidiyordu.
Çukur bölgelerin tamamını kaplayan yoğun sis, huzur arayan ancak asla bulamayan kötü bir ruh gibi ümitsizce bütün tepede dolaşmıştı. Hastalıklı bir denizin dalgaları gibi, nemli ve oldukça soğuk olan sis, havada dalga dalga yayılmaktaydı. Yoğun posta arabasının ışıkları sadece kendilerini ve önündeki yolun birkaç metresini aydınlatmaya yetiyordu. Büyük çaba harcayan atların yaydığı buğu, sise karışıyordu. Öyle ki, sanki sisin tamamını bu buğu oluşturuyordu.
Hikâyemizin kahramanının yanı sıra iki yolcu daha posta arabasının yanında ağır ağır ilerlemekteydi. Üçünün de başları, kulaklarını da içine alacak şekilde yanaklarına kadar sarılıydı ve balıkçı çizmeleri giyiyorlardı. İçlerinden hiçbiri, gördüklerine dayanarak diğer ikisinin neye benzediğine dair bir şey söyleyemezdi. Her biri öyle sarıp sarmalanmıştı ki; hem beden gözlerinden hem de ruh gözlerinden saklanmaya çalışıyorlardı. O günlerde yolcular kısa sürede samimi olma konusunda oldukça çekingendiler; çünkü yoldaki herhangi biri soyguncu ya da onların iş birlikçisi olabilirdi. Her postane ve birahanede çete başından maaş alan birileri çıkabilirdi. Bunlar bir toprak sahibi de olabilirdi, alelade bir fukara da. İşte böyle düşünüyordu Dover Postası’nın muhafızı, bin yedi yüz yetmiş beş yılında Kasım ayının o cuma gecesi, Shooter Tepesi’ne ağır ağır tırmanırken. Arabanın arkasında kendine ayrılmış yerde dururken bir yandan üşüyen ayaklarına vuruyor, bir yandan da elini ve gözünü, içinde palalar, altı ila sekiz dolu tabanca ve üzerlerinde dolu bir tüfek bulunan önündeki sandıktan ayırmıyordu.
Dover Postası’nda, her zamanki dostane hava hâkimdi; muhafız yolculardan, yolcular birbirlerinden ve muhafızdan, kısacası herkes herkesten şüpheleniyordu. Arabacı ise atlarının durumu dışında her şeyden tereddüt içindeydi. Onların bu seyahate uygun olmadıklarına dair her iki ahit üzerine de rahat bir vicdanla yemin edebilirdi.
“Hoo!” diye bağırdı arabacı, “Son bir gayret ve sonra tepedeyiz. Kahrolası hayvanlar! Amma uğraştırdınız beni!” Ardından seslendi: “Joe!”
“Nee!” diye cevapladı muhafız.
“Saati kaç ettik Joe?”
“On biri on geçiyor!”
“Aman Tanrım!” diye haykırdı kızgın arabacı. “Ve biz hâlâ Shooter’ın tepesine varamadık! Deehhh, hadi deehh!”
Başı çeken at, sert bir kamçı darbesiyle hamle yaptı ve diğer üçü de onu izledi. Dover Postası, ayaklarındaki balıkçı çizmeleriyle toprağı ezerek yanında yürüyen yolcularıyla birlikte, bir kez daha yola koyuldu. Araba durunca onlar da duruyor ve yanı başından ayrılmıyorlardı. Şayet üçünden biri sisin ve karanlığın içinde birazcık önden gitmeye cesaret etseydi, bir yol eşkıyası sanılıp kolaylıkla vurulabilirdi.
Bu son hamle posta arabasını tepenin zirvesine ulaştırdı. Atlar tekrar nefeslenmek üzere durduruldu. Muhafız arabanın kaymaması için tekerleğin önüne takozu yerleştirdi ve yolcuların binmesi için arabanın kapısını açtı.
“Şşşt! Joe!” diye bağırdı arabacı sert bir sesle, oturduğu yerden aşağıya bakarak.
“Ne diyorsun Tom?”
Her ikisi de dinliyordu.
“Baksana yukarı doğru eşkin gelen bir at var Joe.”
“Bence at dörtnala geliyor Tom.” diye cevapladı muhafız kapıyı bırakıp çevik bir hareketle yerine çıkarken. “Beyler! Hadi içeri, hepiniz!”
Bu telaşlı talebin ardından tüfeğini hazır duruma getirip saldırı konumuna geçti.
Hikâyemizin kahramanı olan yolcu, arabanın basamağında içeri girmek üzereydi. Diğer iki yolcu da hemen yanı başındaydı ve onu takip edeceklerdi. Yolcu, yarısı arabanın içinde yarısı dışında, basamakta kaldı; diğerleriyse arkasındaki yolda. Bir arabacıya bir muhafıza bakıp onları dinlediler. Arabacı geriye baktı, muhafız geriye baktı ve hatta baştaki at bile onlara uyup kulaklarını dikti ve geriye baktı.
Arabanın hareketinin çıkardığı tangırtının kesilmesi sonucu oluşan sessizlik gecenin sessizliğine eklenince çıt çıkmaz oldu. Atların nefes alış verişleri, sanki heyecanlanmış gibi arabanın hafifçe kıpırdamasına yol açıyordu. Yolcuların kalp atışları o kadar güçlüydü ki, neredeyse duyulacaktı. Bu sessiz bekleyişte nefesler tutulmuş; nabızlar, ihtimallerin etkisiyle hızlanmıştı.
Dörtnala koşan atın sesi hızla ve azgınca tepenin yukarısına doğru geldi.
“Hoo!” diye kükredi muhafız avazı çıktığı kadar. “Hey oradaki! Dur! Yoksa ateş ederim!”
Tempo birden yavaşladı; atın çıkardığı çamur sıçratma ve batıp çıkma sesleri arasında sisin içinden bir erkek sesi duyuldu: “Bu Dover Postası mı?”
“Bundan sana ne!” diye sert bir biçimde cevap verdi muhafız. “Sen kimsin?”
“Dover Postası mı diye sordum.”
“Neden bilmek istiyorsun?”
“Eğer öyleyse bir yolcuyu arıyorum.”
“Hangi yolcu?”
“Bay Jarvis Lorry.”
Hikâyenin kahramanı yolcu, bunun kendi ismi olduğunu hemen belli etti. Muhafız, arabacı ve diğer iki yolcu şüpheyle ona baktılar.
“Olduğun yerde kal,” diye bağırdı muhafız sisteki sese, “çünkü eğer bir hata yaparsan bunu ömrün boyunca düzeltmen mümkün olmayacak. Lorry ismindeki bey, cevap verin.”
“Mesele nedir?” diye sordu yolcu ardından hafif titreyen bir sesle. “Beni kim soruyor? Jerry mi?”
“Eğer Jerry ise Jerry’nin sesinden hiç hoşlanmadım.” diye homurdandı muhafız kendi kendine. “Sesi çok boğuk şu Jerry’nin.”
“Evet, Bay Lorry.”
“Konu nedir?”
“Şuradaki Tellson Bankası’ndan size bir haber gönderildi.”
“Bu haberciyi tanıyorum muhafız,” dedi Bay Lorry yola inerken. Arkasından gelen iki yolcuysa nezaketten uzak bir tavırla çabucak arabaya binip, kapıyı kapattılar ve camı indirdiler.
“Gelebilir, sorun yok.” diye ekledi Bay Lorry.
“Umarım öyledir ama bundan tam olarak emin olamayız.” dedi muhafız içinden aksi aksi. “Hey oradaki!”
“Evet, merhaba!” dedi Jerry öncekinden daha kısık bir sesle.
“Bir adım daha yaklaş. Duydun mu? Ve eyerinde silah varsa elinin ona yaklaştığını görmeyeyim. Ufak bir hata bile yaparsan kurşunu yersin. Haydi şimdi gel bakalım.”
Ortalığı kaplayan sisin içerisinde bir at ve binicisi yavaş yavaş yaklaşıp posta arabasının yanına, yolcunun bulunduğu yere geldi. Binici eğildi ve muhafıza bir bakış atarken yolcuya küçük, katlanmış bir kâğıt uzattı. Binicinin atı soluk soluğaydı ve her ikisi de, toynaklarından adamın şapkasına kadar çamur çerisindeydi.
“Muhafız!” diye seslendi yolcu kendinden emin bir sesle.
Sağ eli tüfeğinin dipçiğinde, sol eli namluda ve gözleri de atlının üzerinde bulunan muhafız kaba bir sesle cevapladı: “Buyurun efendim.”
“Endişelenecek bir şey yok. Ben Tellson Bankası’nda çalışıyorum. Londra’daki Tellson Bankası’nı biliyor olmalısın. Paris’e iş için gidiyorum. Sana içki parası olsun diye beş şilin vereyim. Bunu okuyabilir miyim?”
“Tamam o hâlde; fakat lütfen olabildiğinizce çabuk olun efendim.”
Mektubu arabanın ışığında açıp önce içinden sonra da sesli okudu: “ ‘Matmazeli Dover’da bekleyin.’ Gördün mü muhafız, uzun değil. Jerry, cevabımın ‘Hayata Dönüş’ olduğunu söyle.”
Jerry eyerinde kımıldandı. “Bu da çok çarpıcı bir cevap efendim.” diye cevap verdi her zamanki boğuk sesiyle:
“Mesajımı götür, onlar bu mesajı aldığımı anlayacaklardır, yazmış kadar olurum. Yolun açık olsun. İyi geceler.”
Bu sözlerin ardından yolcu kapıyı açıp arabaya bindi. Saat ve cüzdanlarını çabucak çizmelerinin içine gizleyen ve uyuyormuş gibi yapan yolcu arkadaşlarının ona yardımcı olduğuysa söylenemezdi. Başka türlü bir eyleme sebebiyet verme tehlikesinden kaçmak dışında belirli bir amaçları yoktu.
Etrafı kaplayan ve azalıyormuş gibi duran ağır sis dalgasının eşliğinde araba tekrar ağır ağır ilerlemeye başladı. Muhafız nihayet tüfeğini sandığa geri koydu ve diğer eşyalarını yokladı. Kemerindeki tabancaları, içinde birkaç alet edevat, bir çift el feneri ve çakmak taşı kutusu bulunan, koltuğunun altındaki küçük sandığı kontrol etti. Zira arabanın lambaları sönerse, ki bu sık sık olurdu, kapı ve pencereleri kapatıp fitili çakmak taşıyla kolayca ateşleyecek ve eğer şanslıysa güvenle ışık elde edecekti. Bu kadar çok şey bulundurmasının sebebi işte buydu.
“Tom!” diye seslendi arabanın çatısından yavaşça.
“Söyle Joe.”
“Mesajı duydun mu?”
“Duydum Joe.”
“Bundan ne anladın Tom?”
“Pek bir şey anlamadım Joe.”
“Ne tesadüf,” diye söylendi muhafız, “ben de.”
Sisin ve karanlığın içinde bir başına kalan Joe, hem bitkin düşen atını dinlendirmek hem de yüzündeki çamuru temizleyip şapkasının kenarında biriken neredeyse 3-4 litre ağırlığındaki suyu silkelemek için atından indi. Posta arabasının tekerlek sesleri iyice uzaklaşıp gece tam bir sessizliğe bürünene kadar çamurlu elleriyle dizginleri tutup bekledi ve ardından tekrar tepeden aşağı doğru yürümeye başladı.
“Temple Bar’dan bu yana dörtnala geldiğimiz için yaşlı bayan, düzlüğe çıkana kadar ön ayaklarına güvenmiyorum.” dedi boğuk sesli haberci, kısrağına bakarak. “ ‘Hayata dönüş.’ Bu gerçekten de çok garip bir mesaj. Bunun fazlası sana yaramazdı Jerry! Baksana Jerry. Eğer yeniden dirilmek moda olsaydı gerçekten hâlin haraptı Jerry!”
Gecenin Gölgeleri
“İnsan denen varlığın bir diğeri için gizem ve sırlarla dolu olduğu, yadsınamayacak bir gerçek. Geceleyin büyük bir şehre girdiğimde, bir düşünce kaplar içimi. Yan yana kümelenmiş karanlık her ev, kendi sırrını barındırır içinde. Her evin her odasında ayrı bir sır vardır. Ve oradaki yüz binlerce göğüste çarpan yürekler, en yakınındaki için bile bir sırdır! En korkuncu bile, hatta ölüm bile bundan iyidir. Sevdiğim bu kitabın sayfalarını çeviremiyorum artık, bir çırpıda tamamını okumak istesem de. Anlık ışıklar üzerine yansırken, içinde gömülü hazineler ve diğer batıkların görünüp kaybolduğu bu dipsiz suların derinliklerine bakamıyorum artık. Tek bir sayfa bile okusam bu kitap hemen kapanıverecek; sonsuza, sonsuza kadar. Su ebediyen buza dönüşecek üzerinde ışıklar oynaşırken ve ben habersizce duracağım kıyısında. Arkadaşım öldü; komşum öldü; aşkım, ruhumun can yoldaşı öldü. Bu acımasız ve ebedî sır daima benimle olacak. Hayatımın sonuna dek bunu içimde saklamalıyım. İçinden geçtiğim bu şehrin mezarlıklarında yatanların, şehrin meşgul sakinlerinin benim için olduğundan ya da benim onlar için olduğumdan daha esrarengiz olduğunu söylemek mümkün mü?”
Doğal ve soğukluktan uzak yapısıyla atının sırtındaki haberci, kralla, iç işleri bakanıyla ya da Londra’daki en zengin tüccarla tam olarak aynı duyguları paylaşıyordu. Eski bir posta arabasında bir araya gelen üç yolcu için de bu geçerliydi. Her biri, bir diğeri için gizemlerle doluydu. Sanki her biri kendi arabasındaydı ve aralarında bir ülke kadar mesafe vardı.
Haberci, birahanelerde boğazını ıslatmak için sıkça durarak rahat bir tırısla katetti dönüş yolunu. Gözlerinin üzerine indirdiği şapkasıyla, fikirlerini kendine saklama eğiliminde olduğu açıktı. Renk veya şekil derinliğinden yoksun şapkası, sanki bakışlarından bir şey anlaşılmasından korkarmış gibi birbirine çok yakın duran kara gözleriyle uyum içerisindeydi. Üç köşeli bir tükürük hokkasını andıran eski şapkasıyla boğazını ve çenesini sardığı, dizlerine kadar inen büyük atkısının arasında kalan gözlerinde tekin olmayan bir ifade vardı. İçki içmek için durduğunda sol eliyle atkısını açıyor, sağ eliyle kadehindekini içiyor ve bardağı boşalır boşalmaz tekrar sarınıyordu.
“Hayır Jerry, hayır!” dedi haberci; atının üzerindeyken hep aynı şeyi düşünüp duruyordu. “Bu senin işine gelmez Jerry. Jerry, seni dürüst tacir, bu senin iş alanına hiç uygun düşmez! Hayata dönüş! Adamın sarhoş olduğunu düşünmemişsem Tanrı cezamı versin!”
Mesaj kafasını öyle karıştırmıştı ki, birkaç kez şapkasını çıkarıp kafasını kaşımak zorunda kaldı. Kısmen kelleşmiş tepesinin haricinde dik, sert, siyah saçları vardı ve bu saçlar, büyük yuvarlak burnuna kadar uzanıyordu. Bir demircinin elinden çıkmış gibiydi; saçlı bir baştan çok çivili bir duvara benziyordu. En iyi birdirbir oyuncuları bile, üzerinden atlaması en tehlikeli kişi olduğu gerekçesiyle onu geri çevirebilirdi.
Temple Bar yakınındaki Tellson Bankası’nın kapısındaki kulübede duran gece bekçisine götürdüğü mesaj, içerideki daha yüksek makamlara iletilecekti. Ve o ilerlerken, gecenin gölgeleri, mesajın da etkisiyle garip şekiller alıyordu. Kısrağı bile sanki bu gölgelerden rahatsız olup huysuzlanmıştı. Her tarafı kaplamışlardı, atı yoldaki her gölgeden ürküyordu.
Posta arabası, içindeki üç esrarengiz adamla, usanç verici yolunda sallanarak, tıngırdayarak ve sarsılarak ağır ağır ilerlemeye devam ediyordu. Gecenin gölgeleri, bu üç adamın uyuklayan gözlerinde, zihinlerinde dolaşan düşüncelerde şekil buluyordu.
Posta arabası yolcunun kafasında Tellson Bankası oluveriyordu. Yanındaki yolcuya çarpmamak için bir eliyle onun köşesinde kalmasını sağlayan deri kayışı tutan bankanın yolcusu, arabanın her sarsıntısında yerinde sallanıyordu. Yarı kapalı gözlerine, arabanın küçük camlarından ışık geliyordu. Ve karşıdaki yolcunun büyük çuvalı banka oluveriyordu. Koşumların şakırtısı paranın şıkırtısına dönüşüyor, Tellson’da yapılan ödemelerin üç misli beş dakika içinde yapılıveriyordu. Ardından Tellson’un mahzeninde büyük paraların ve sırların saklı bulunduğu kasa odaları önünde beliriyor, elindeki büyük anahtarlarla kapıları titrek mum ışığında açıyor ve onları tıpkı en son gördüğü gibi güvende, güçlü ve sakin buluyordu.
Bankanın neredeyse her an onunla olmasına ve arabanın, uyuşturucuya rağmen hissedilen bir acı gibi kendisini hissettirmesine rağmen, tüm gece boyunca kaçamadığı bir düşünce daha vardı zihninde. Bu yolculuğa, birini mezardan çıkartmak için çıkmıştı.
Şimdi, gördüğü sayısız yüzden hangisi gömülü kişiye ait, belli değildi. Fakat tümü, kırk beş yaşlarında bir adamın simasını taşıyordu. İfadelerindeki tutku ile bitap ve tükenmiş hâlleriyse birbirinden ayırıyordu onları. Onur, küçümseme, meydan okuma, inat, itaat veya ağıt, ağır basıyordu birinde diğerinden. Türlü türlü çökük yüzler, bir deri bir kemik kalmış eller kadavra rengindeydi. Ama yüzleri temelde aynı, elleriyse bembeyazdı. Uyuklayan yolcu, yüzlerce kere, bu hayalete sordu:
“Ne kadardır gömülüsün?”
Cevap her zaman aynıydı: “Yaklaşık on sekiz yıldır.”
“Topraktan çıkma umudunu uzun zaman önce mi kaybettin?”
“Çok önce.”
“Hayata döneceğini biliyor musun?”
“Sen öyle diyorsun.”
“Umarım hayata dönmeye isteklisindir?”
“Bunu söyleyemem.”
“Onu sana göstereyim mi? Gelip onu görecek misin?”
Bu sorunun cevapları farklı ve çelişkiliydi. Kimi zaman kırık bir kalple “Bekle! Eğer onu hemen görürsem bu beni öldürür.” cevapı geliyordu. Kimi zaman gözyaşları içinde “Beni ona götür.” diyordu. Kimi zamansa şaşkın bir yüz, dik dik bakarak, “Onu tanımıyorum. Anlamıyorum.” cevabını veriyordu.
Bu hayalî konuşmanın ardından yolcu, hayalinde kâh bir kürekle, kâh büyük bir anahtarla, kâh da elleriyle kazıyor, kazıyor ve zavallı yaratığı topraktan çıkarmaya çalışıyordu. Nihayet yüzünden ve saçlarından topraklar sarkarak yer altından çıkan adam, birden toza dönüşüp savruluyordu. İşte bu hayallerle sıçrayan yolcu, pencereyi indirip yağmurun ve sisin gerçekliğini yüzünde hissetti.
Gözleri sis ve yağmurun içinde açıkken bile, lambalardan yayılan ışık kümelerinde ve sarsıntılarla yerinden oynayan yol kenarındaki çitlerde, içerideki gölgelere katılan yeni gölgeler vardı. Temple Bar yakınındaki banka, geçen günkü iş, kasa odaları, ardından yollanan haberci ve ilettiği mesaj, hepsi oradaydı. Bunların arasından yeniden o hayaletin yüzü beliriyor ve karşısına çıkıyordu.
“Ne zamandır gömülüsün?”
“Yaklaşık on sekiz yıldır.”
“Umarım hayata dönmeye isteklisindir?”
“Bilmiyorum.”
Kazdı, kazdı, kazdı; ta ki yolculardan biri ondan sabırsızca camı örtmesini isteyene kadar. Tekrar deri kayışı tutup pineklemekte olan iki yolcu hakkında düşünmeye başladı. Bir süre sonra ise onlar aklından silindi; tekrar banka ve mezar çıktı karşısına.
“Ne kadardır gömülüsün?”
“Yaklaşık on sekiz yıldır.”
“Topraktan çıkma umudunu tamamen yitirmiş miydin?”
“Çok önce.”
Konuşulanları hâlâ duyabiliyordu, hayatında konuşulan her söz kadar netti bunlar. Sesler kulaklarından gitmedi; ta ki bitkin düşmüş olan yolcu, günün ışıdığını ve gecenin gölgelerinin artık kaybolduğunu fark edene kadar.
Pencereyi indirip doğan güneşe baktı. Toprağı sürülmüş bir tepe gördü; üzerindeyse önceki gece, atlar boyunduruktan kurtulunca olduğu yerde bırakılmış bir pulluk vardı. Biraz ötesinde, pek çok kırmızı ve altın sarısı yaprakları hâlâ ağaçlarının üzerinde bulunan sakin bir koruluk vardı. Soğuk ve nemli toprağa rağmen hava açıktı; güneş tüm berraklığı ve güzelliğiyle usulca doğmuştu.
“On sekiz yıl.” dedi yolcu güneşe bakarak. “Yüce Yaradan! On sekiz yıl boyunca diri diri gömülü kalmak!”
Hazırlık
Posta arabası kuşluk vakti sağ selamet Dover’a vardığında, Royal George Oteli’nin şef garsonu, sanki kendi göreviymiş gibi arabanın kapısını açtı. Bunu şatafatlı bir seremoni gibi yaptı; zira kış günü posta arabasıyla Londra’dan gelen maceracı yolcular, kutlanmayı hak edecek bir başarıya imza atmışlardı.
O sırada kutlanacak tek bir yolcu kalmıştı arabada; çünkü diğerleri yol üzerinde inmişlerdi. İçerdeki nemli ve kirli samanların yol açtığı nahoş küf kokusu ve karanlığıyla araba, daha ziyade büyükçe bir köpek kulübesini andırıyordu. Üzerini kaplayan samanlardan temizlenmeye çalışan yolcu Bay Lorry de, boynuna doladığı kalın atkısı, kulaklıklı şapkası ve çamurlu bacaklarıyla iri cins bir köpeğe benziyordu.
“Yarın Calais’e bir posta vapuru var değil mi?”
“Evet efendim. Hava uygun olursa ve rüzgâr da sakin eserse öğleden sonra iki gibi hareket edecek. Oda ister misiniz efendim?”
“Geceye kadar yatmayacağım fakat bir oda ve bir berber istiyorum?”
“Peki ya kahvaltı efendim? Evet efendim. Bu taraftan lütfen efendim.” Şef garson yolcunun arzularını sorarken bir yandan da “Büyük odayı gösterin. Beyefendinin valizini odaya taşıyın ve sıcak su götürün. Odada beyefendinin çizmelerini de çıkartın.” diye etrafındakilere emirler veriyordu. “İçerde güzel bir ateş bulacaksınız efendim.” dedikten sonra emirlerine devam etti: “Berberi büyük odaya çağırtın. Haydi çabuk olun.”