Büyük yatak odası daima posta arabalarının yolcuları için hazır tutulurdu. Her zaman başlarından ayaklarına kadar sarınmış tek tip yolcularsa Royal George’un bu odasından farklı farklı kişiler olarak çıkarlardı. Yine aynı şey oldu. Bir başka garson, iki taşıyıcı, birkaç hizmetli ve ev sahibesi, kahve salonuyla büyük oda arasındaki farklı noktalarda adamı görmek için oyalanırken, kalın yenleri ve ceplerinin üzerinde büyük kapakları olan, oldukça eski fakat iyi muhafaza edilmiş kahverengi takımıyla resmî giyinmiş altmış yaşlarında bir beyefendi odadan çıkıp kahvaltısını etmek için ilerledi.
O kuşluk vakti kahve salonunda, kahverengili adam dışında kimse yoktu. Kahvaltı masası şöminenin önüne hazırlanmıştı. Ateşin yanında oturmuş kahvaltısını beklerken üzerine yansıyan ışıklarla öyle sakin duruyordu ki resminin yapılması için poz veriyor gibiydi.
Ellerini dizlerinin üzerine koymuş olan adam, ciddi ve yaşlı görünüyordu. Yeleğinin cebinde gürültüyle çalışan saati, canlı ateşin geçiciliği ve ciddiyetsizliği karşısında ağırbaşlılığı ve uzun ömürlülüğü simgeliyor gibiydi. Güçlü bacakları vardı, güzel bir dokusu olan kahverengi çorapları düzgün ve sıkıydı. Ayakkabıları ve ayakkabısının tokası da sade olmasına karşın biçimliydi. Uzun, dalgalı, düzgün fakat biraz da garip bir peruk takmıştı. Gerçek saçtan yapılmış olması muhtemeldi; ancak daha çok ipek veya cam liflerinden yapılmış gibi görünüyordu. Çorapları kadar güzel olmasa da gömleği, sahilde kırılan dalgaların köpükleri ya da gün ışığında açık denizlerde parıldayan yelkenler kadar beyazdı. Yüzü her zaman dingin ve sesiz, gözleri acayip peruğunun altında pırıl pırıldı. Geçen yıllarda derinliklerine acılar gömmüş olan bu gözlerde sakin ve sessiz bir ifade vardı. Yanaklarının rengi oldukça sağlıklıydı ve çizgiler bulunmasına rağmen yüzünde pek az asabiyet belirtisi vardı. Ancak belki de Tellson Bankası’nın güvenilir çalışanları asıl olarak diğer insanların sıkıntılarıyla ilgilenmiş ve belki de bu ikinci el tasalar kolaylıkla gelip geçmiştir.
Resminin yapılmasını bekleyen bir adam gibi oturan Bay Lorry, uyuklamaya başladı. Onu, kahvaltısının gelişi uyandırdı. Sandalyesini yaklaştırırken garsona, “Bugün gelecek olan genç bir bayan için oda ayırtmak istiyorum.” dedi. “Bay Jarvis Lorry’yi sorabilir ya da sadece ‘Tellson Bankası’ndan bir bey’ der. Lütfen bana haber verin.”
“Peki efendim. Londra’daki Tellson Bankası değil mi efendim?”
“Evet.”
“Londra ve Paris arasındaki seyahatlerinde bankanızdan beyleri ağırlama şerefine sık sık erişiyoruz efendim. Tellson çalışanları epey seyahat ediyor efendim.”
“Evet, bir İngiliz şirketi olduğumuz kadar Fransız şirketi de sayılırız.”
“Evet efendim. Siz pek seyahat etmiyorsunuz sanırım efendim.”
“Son yıllarda pek etmedim. Biz… Ben Fransa’dan geleli on beş yıl oluyor.”
“Gerçekten mi efendim? O zamanlar ben burada çalışmıyordum, buradaki hiç kimse çalışmıyordu efendim. George Oteli’nin sahipleri o zaman başkaydı efendim.”
“Ben de öyle sanıyorum.”
“Ama bahse girerim, Tellson şirketi on beş değil elli yıl önce de vardı, öyle değil mi efendim?
“Bu rakamı üçe katlayabilirsin. Aslında şirket yüz elli yıldır ayakta.”
“Gerçekten mi efendim!”
Gözleri ve ağzı açık kalan garson masadan uzaklaşırken sağ kolundaki peçeteyi sol koluna aldı ve rahat bir tavırla, tıpkı bir rasathane ya da gözetleme kulesindeymiş gibi misafirinin yiyip içmesini seyretmeye başladı. Bu her dönemde garsonların yaptığı bir hareketti.
Bay Lorry kahvaltısını bitirince kumsalda bir gezinti için dışarıya çıktı. Çarpık kentleşmiş küçük Dover şehri, kendisini kumsaldan uzağa saklamış ve tıpkı denizde yaşayan bir devekuşu gibi başını kireç kayalıklara gömmüştü. Kumsal, başıboş bir şekilde yuvarlanan taş ve kum kümeleriyle dolu bir çöl gibiydi. Deniz yine pek sevdiği o yıkım işini yapmıştı. Şehrin, kayalıkların üzerinde gök gürlüyordu ve bulutlar gelip tüm yükünü sahilde bıraktı. Evlerin üzerindeki havada öyle kesif bir balık kokusu vardı ki; hasta insanların denize girdiği gibi hasta balıkların da denizden çıkıp havaya karıştıkları sanılabilirdi. Limanda pek fazla olmasa da balıkçılık yapılıyordu. Geceleri halk deniz kıyısında gezintiye çıkıyordu; özellikle de dalgalar kabarıp sel basmasına ramak kala. Pek iş yapamayan küçük tüccarlar bazen esrarengiz bir şekilde büyük servetler kazanıyordu ve civardaki kimsenin lambaları yakmakla görevli kişilere katlanamadığı göze çarpıyordu.
Öğleden sonraya girilirken ve kimi zaman Fransa kıyılarının görülmesine fırsat verecek kadar açılan hava tekrar nem ve sisle ağırlaşırken, Bay Lorry’nin düşünceleri de bulutlanmış gibiydi. Karanlık çökünce kahve salonundaki ateşin önüne oturdu ve tıpkı kahvaltısını beklediği gibi akşam yemeğini beklemeye başladı. Zihni karmakarışık bir hâlde kızıl korları kurcaladı, kurcaladı, kurcaladı…
Yemekten sonra içilecek bir şişe Bordeaux şarabının, kızarmış kömürleri karıştıranlara bir zararı yoktur; başka bir şey yapıyor olsaydı işini yapmasını engellemesi ise büyük ihtimaldi. Bay Lorry uzun zamandır aylak aylak oturuyordu ve son kadehini ancak şişenin dibini görmüş, zinde görünümlü geçkin bir erkekte görülebilecek bir tatminle doldurmuştu ki, yan sokaktan tekerlek sesleri duyulan bir araba gürültüyle otelin avlusuna girdi.
Bardağındakine dokunmadan bıraktı: “Bu matmazel!”
Birkaç dakika içerisinde garson, Londra’dan Bayan Manette’in geldiğini ve Tellson’dan gelen beyefendiyi görmekten memnun olacağını bildirdi.
“Bu kadar çabuk mu?”
Bayan Manette yolda bir şeyler içtiği için daha fazlasına ihtiyaç duymuyordu ve Tellson’dan gelen beyefendiyi bir an önce görmek için epey sabırsızlanıyordu, tabii eğer bu onun için de uygunsa.
Tellson’dan gelen beyefendi bardağındakini büyük bir ümitsizlik içinde bitirip küçük, garip peruğunu düzeltti ve Bayan Manette’in odasına doğru garsonun peşi sıra gitti. Bu, cenaze ortamını andıran siyah at kılından yapılmış kumaşla kaplanmış mobilyalar ve ağır, koyu renk masalarla döşenmiş büyük ve karanlık bir odaydı. Masalar öylesine cilalanmıştı ki, odanın ortasındaki masanın üzerinde duran iki mumun loş ışığı masanın her kanadına yansıyordu. Sanki siyah maundan derin mezarlarda gömülü gibilerdi ve oradan çıkmadıkça konuşmaları beklenemezdi.
Loş ortama uyum sağlamak o kadar güçtü ki, güzel dokunmuş bir Türk halısının üzerinde yürümekte olan Bay Lorry bir an için Bayan Manette’in bitişikteki başka bir odada olduğunu sandı; ta ki iki uzun mumu geçip ateşin önündeki masanın yanında kendisini bekleyen genç bayanı görene kadar. Üzerinde bir binici pelerini olan ve hasır seyahat şapkasını hâlâ kurdelesinden tutmakta olan bu kız, on yedisini aşmış olamazdı. Bu kısa, narin, hoş görünüşlü vücuda, sarı saçlara, kendisine merakla bakan bir çift mavi göze ve şaşkınlık, endişe, telaş veya dikkat ifadelerinin yalnızca birini değil, dördünü birden barındıran bir alna –ne kadar genç ve yumuşak olduğu hâlâ hatırımda– bakakalan adamın gözlerinin önünden, yağmurun tüm gücüyle yağdığı ve denizin kabardığı soğuk bir günde Manş Denizi’ni geçerken kollarında tuttuğu bir çocuğun görüntüsü geçti bir an için. Bu görüntü, kızın arkasında duran ve çerçevesinde siyah tanrıçalara siyah sepetlerde Ölü Deniz meyveleri sunan zenci aşk tanrıçaları bulunan boy aynasına yansıyan bir nefes gibi gelip geçti. Adam Bayan Manette’i resmiyetle selamladı.
“Lütfen oturun bayım.” dedi masum ve hoş sesi, çok az aksanlı konuşmasıyla.
“Elinizi öpmeme izin verin.” dedi Bay Lorry eski zamanlardan kalan bir edayla tekrar kızı selamlarken. Ardından yerine oturdu.
“Dün bankadan bir çeşit bilgi ya da keşifle ilgili bir mektup aldım efendim.”
“Bunun bir bilgi mi ya da keşif olarak mı nitelendirileceği pek önemli değil bayan, her ikisi de söylenebilir.”
“Çok önce ölen ve hiç göremediğim zavallı babamdan kalan küçük bir mülkle ilgiliymiş.”
Bay Lorry sandalyesinde kıpırdandı ve zenci aşk tanrıçalarına sıkıntılı bir bakış attı. Sanki onların anlamsız sepetlerinde birilerine yardım edecek bir şey bulmayı umar gibiydi!
“Paris’e gitmem ve bu amaçla kendisi de oraya gönderilen bankanın görevlisiyle irtibata geçmem gerektiği yazıyordu.”
“Bu kişi benim.”
“Duymayı beklediğim de buydu efendim.”
Onun kendinden ne kadar olgun ve bilgili olduğunu düşündüğünü gösterme arzusuyla kız, adamın önünde reverans yaptı (O zamanlar genç bayanlar reverans yaparlardı.) Adam da selamla karşılık verdi.
“Ben de bankaya cevap yazıp; Fransa’ya gitmem gerektiğini bilen ve bana da nazikçe bunu tavsiye eden kişilerce gerekli görüldüğünden bu seyahati gerçekleştireceğimi; ancak bir yetim olduğum için bana eşlik edebilecek hiçbir arkadaşım bulunmadığından yolculuğum boyunca bu saygıdeğer beyefendinin himayesinde olmama izin verilmesi hâlinde şükran duyacağımı ilettim. Beyefendi Londra’dan ayrılmıştı; fakat sanırım beni burada bekleme nezaketini göstermesini istemek üzere arkasından bir haberci gönderildi.”
“Bu vazifeyle görevlendirildiğim için şeref duyuyorum.” dedi Bay Lorry. “Başarabilirsem çok daha mutlu olacağım.”
“Ben de teşekkür ederim efendim. Size minnet borçluyum. Banka bana bu işin detaylarını görevli beyefendinin açıklayacağını ve kendimi sürpriz gelişmelere hazırlamam gerektiğini söylemişti. Ben hazırım ve tüm detayları öğrenmek için güçlü bir istek duyuyorum.”
“Bu doğal.” dedi Bay Lorry. “Evet, ben…”
Kısa bir duraklamadan sonra tekrar garip peruğunu düzelterek ekledi: “Başlamak çok zor.”
Bir türlü söze başlayamadı, ancak bu kararsızlık anında kızın bakışlarıyla karşılaştı. Genç alnı hoş ve karakteristik bir ifade almıştı. Kız, sanki geçen bir gölgeyi istemsizce yakalıyor ya da tutuyor gibi elini kaldırdı.
“Siz benim için gerçekten bir yabancı mısınız efendim?
“Öyle değil miyim?” dedi Bay Lorry, ellerini açıp yüzündeki gülümsemeyle bir şeyler kanıtlamak ister gibi.
Kaşlarıyla, olabildiğince narin hoş ve kadınsı küçük burnu arasındaki ifade, şimdiye dek yanında ayakta durduğu sandalyeye düşünceli düşünceli otururken derinleşti. Onun düşüncelere dalışını seyreden adam, kız gözlerini yeniden kaldırınca devam etti:
“Burada sizin genç bir İngiliz hanımefendisi olduğunuzu düşünerek hitap etmeliyim sanırım, izin verir misiniz Bayan Manette?”
“Nasıl isterseniz efendim.”
“Bayan Manette, ben görevli bir kişiyim. Yapmam gereken bir iş var. Benim konuşan bir makineden daha fazlası olduğumu düşünmeyin; gerçekte de daha fazlası değilim. İzin verirseniz bayan, size müşterilerimizden birinin hikâyesini aktaracağım.”
“Müşteri mi?”
Kızın tekrarladığı bu kelimeyi bilinçli olarak yanlış kullanmıştı ve aceleyle ekledi: “Evet, müşteriler, bankacılık işinde irtibatta bulunduğumuz kişileri genellikle ‘müşteri’ olarak adlandırırız. Bu bir Fransız beyefendisiydi; bir bilim adamı, büyük kazançları olan bir adam, bir doktor.”
“Beauvais’ten mi?”
“Evet, Beauvais’ten. Tıpkı babanız Mösyö Manette gibi o da Beauvais’ten bir beyefendiydi. Tıpkı babanız Mösyö Manette gibi o da Paris’te saygı duyulan bir beydi. Onu tanımaktan onur duydum. İlişkimiz iş ilişkisiydi fakat gizliydi. O zamanlar Fransa’daki şirketimizdeydim ve ben, ah tam yirmi yıl geçti.”
“O zamanlar dediniz efendim, ne zaman olduğunu sorabilir miyim?”
“Yirmi yıl öncesinden bahsediyorum bayan. Bir İngiliz hanımefendisiyle evlenen bu beyin işlerini ben yürütüyordum. Pek çok diğer Fransız beyefendisi ve Fransız ailesi gibi onun işleri de tamamen Tellson’un kontrolündeydi. Benzer şekilde pek çok müşteriyle ilgilendim ve ilgilenmekteyim. Bunlar katıksız iş ilişkileridir bayan. İçinde arkadaşlık yoktur; özel bir ilgi ya da duygudan eser yoktur. İş yaşamım boyunca bir müşteriden diğerine geçtim; kısacası benim duygularım yoktur, ben sadece bir makineyim. Devam etmek gerekirse…”
“Fakat bu benim babamın hikâyesi efendim.” İlgiyle kırışan alnı adama yönelmişti. “Düşünüyorum da, babamın ve sadece iki yıl sonra da annemin ölümüyle yetim kaldığımda beni İngiltere’ye götüren sizdiniz. Bundan neredeyse eminim.”
Bay Lorry kendi elini tutmak üzere güvenle uzanan küçük, çekingen eli alıp nezaketle dudaklarına götürdü. Sonra genç kızı yeniden sandalyesine oturttu. Sol eliyle sandalyenin arkasından tutarken diğer eliyle de bazen çenesini kaşıyor, bazen peruğunu kulaklarının üzerine çekiyor, bazen de konuşmasına uygun hareketler yapıyordu. Kız gözlerinin içine bakarken o da ayakta durmuş kızın yüzüne bakıyordu.
“Bayan Manette, o bendim. Ve size duygularım olmadığını, ilişkilerimin tamamen iş ilişkisi olduğunu söylerken ne kadar dürüst olduğumu, sizi o günden beri görmediğimi düşündüğünüzde anlayacaksınız. Hayır, o günden beri siz Tellson Şirketi’nin vesayeti altındasınız ve ben de o günden beri Tellson Şirketi’nin diğer işleriyle meşguldüm. Duygular! Duygular için vaktim yok, onlara sahip olma şansım yok. Ben, tüm hayatımı uçsuz bucaksız bir para çarkının içinde geçirdim bayan.”
Günlük hayatına dair bu garip tanımlamanın ardından Bay Lorry, hiç gerekli olmadığı hâlde iki eliyle başının üzerindeki peruğunu düzeltti ve önceki tavrını yeniden takındı.
“Kısacası bayan, anladığınız üzere, bu zavallı babanızın hikâyesi. Bir farkla; ya babanız öldüğünde gerçekten ölmediyse? Durun, korkmayın! Nasıl da titriyorsunuz!”
Kız adamın bileğini iki eliyle sıkıca kavradığında gerçekten titriyordu.
“Lütfen!” dedi Bay Lorry, teselli eden bir ses tonuyla. Sandalyenin arkasındaki sol elini, kendisini delice bir titremeyle yalvarır gibi sıkan parmakların üzerine koydu. “Lütfen sakin olun, bu bir iş meselesi. Söylediğim gibi…”
Kafası karmakarışık olmuştu; bu nedenle durdu, biraz düşündü ve yeniden başladı:
“Söylediğim gibi şayet Mösyö Manette ölmemiş olsaydı; aniden ve sessizce ortadan kaybolmuş olsaydı; buhar olup uçmuş olsaydı; peşinde hiçbir iz bırakmamasına rağmen ne korkunç bir yerde olduğunu tahmin etmek güç olmasaydı; benim, zamanında en cesur kişinin bile fısıldamaktan korktuğu bir imtiyazı, örneğin birinin hayat boyu hapiste unutulmasını sağlayacak boş formları doldurma imtiyazını kullanılabilecek bir düşmanı olsaydı; karısı krala, kraliçeye, mahkemeye, rahiplere ondan haber almak için yalvarmış olsaydı; o zaman babanızın hikâyesi, bu talihsiz beyefendinin, Beauvais’li doktorun hikâyesi olurdu.”
“Size yalvarırım lütfen anlatın efendim.”
“Anlatacağım. Buna dayanabilir misiniz?”
“Beni şu an içine düşürdüğünüz belirsizlik dışında her şeye dayanabilirim.”
“Sakin konuşuyorsunuz, öyle olduğunuz açık. Bu iyi!” Oysa söylediklerinden kendisi pek emin değildi. “Bu bir iş meselesi. Buna bir iş gözüyle bakın, yapılması gereken bir iş. Şayet bu doktorun karısı, büyük bir cesarete ve güçlü bir karaktere sahip olmasına karşın, küçük bebeği doğmadan önce bu sebeplerle çok büyük acılar çekmişse…”
“O küçük bebek bir kızdı efendim.”
“Evet, bir kız. Bu bir iş meselesi, üzüntüye kapılmayın. Bayan, şayet bu zavallı hanımefendi küçük bebeği doğmadan önce çok büyük acılar çekmişse ve mazlum çocuğunun da bizzat yaşadığı ıstırapların bir parçası olmasını engellemek için onu babasının öldüğü fikriyle büyütmüşse… Yoo, diz çökmeyin. Tanrı aşkına neden önümde diz çöküyorsunuz?”
“Gerçekler için. Ah! Sevgili merhametli beyefendi, gerçekler için!”
“Bir, bir iş meselesi. Kafamı karıştırıyorsunuz. Bu hâlde nasıl işimi yapabilirim? Lütfen sakin olalım. Bana, mesela dokuz tane dokuz peninin kaç ettiğini ya da yirmi ginenin kaç şilin ettiğini söyleyebilir misiniz? Bunu yapabilirseniz sakin olduğunuza daha rahat ikna olabilirim.”
Bu soruya cevap vermese de kız çok sakin oturuyordu. Adam kibarca kızı yerden kaldırdı. Bileğini tutmaya devam eden eller ise eskisi kadar titremiyordu artık. Bu Bay Lorry’nin içini rahatlattı.
“İşte böyle, İşte böyle. Cesaret! İş meselesi! Önünüzde yapmanız gereken bir iş var, faydalı bir iş. Bayan Manette, anneniz bu yolda sizinle ilerledi. Babanızı bulmak için gösterdiği nafile çabasından hiç vazgeçmemişti. Ve inanıyorum ki, kırık bir kalple fani dünyadan çekilip sizi iki yaşında öksüz bıraktığında, babanız hapisten kurtulacak mı; yoksa orada yıllar boyunca tükenip gidecek mi diye düşünmenin yarattığı belirsizliğin kara bulutları olmadan genç, güzel ve mutlu bir şekilde yetişmenizi istemişti.”
Bu sözleri söylerken, hayranlık dolu bir merhametle kızın altın rengi saçlarına baktı. Onların daha şimdiden kırlaşmaya başladığını hayal etti bir an için.
“Biliyorsunuz ki ebeveyninizin çok büyük bir serveti yoktu, olanlarsa sizin ve anneniz için muhafaza edildi. Yeni bir para ya da daha başka bir mülk bulunmuş değil; ancak…”
Bileğinin daha sıkı kavrandığını hissetti ve durdu. Özellikle dikkatini çeken ve o anda hareketsiz duran genç alındaki acı ve korku ifadesi daha da derinleşmişti.
“Ancak o, o bulundu. Yaşıyor. Çok fazla değişmiş olması büyük ihtimal, neredeyse mahvolmuş bir hâlde olması muhtemel; ama biz yine de en iyisini umalım. Hâlâ hayatta. Babanız Paris’te eski uşağının evine götürüldü ve biz de oraya gidiyoruz. Ben, becerebilirsem onun kimliğini tespit etmek; siz de onu hayata, sevgiye, yükümlülüklerine, huzura ve rahata yeniden kavuşturmak için.”
Kızın bedenini bir titreme sardı, ondan da adama geçti. Alçak, farklı ve kuşku dolu bir sesle, sanki rüyasında konuşuyormuş gibi “Bir hayaleti görmek için gidiyorum. Bu babam değil, onun hayaleti olacak.” dedi.
Bay Lorry sessizce kolunu tutan elleri okşadı. “Sakin olun. Artık iyiyi de kötüyü de biliyorsunuz. Artık bu haksızlığa uğramış beyefendiye ulaşmak üzeresiniz. Güzel bir deniz ve sonra güzel bir kara yolculuğunun ardından sevgili babanızın yanında olacaksınız.”
Aynı tonda, daha ziyade bir fısıltı gibi tekrarladı: “Özgürdüm, mutluydum, bugüne kadar onun hayaleti hiçbir zaman beni rahatsız etmemişti.”
“Bir şey daha var.” dedi Bay Lorry kızın dikkatini çekmek için bastıra bastıra. “Babanız başka bir isim altında bulundu. İsmini unutmuş ya da gizlemiş olabilir. Bunlardan hangisi olduğunu araştırmak, hapiste unutuldu mu yoksa kasten mi bırakıldı diye sormak, fazla kurcalamak, şu aşamada faydadan çok zarar getirir; çünkü bu, tehlikeli olabilir. En iyisi, herhangi bir yerde veya herhangi bir şekilde bu konudan bahsetmemek ve onu Fransa’dan çıkarmak olacak. Ben bile, İngiliz ve Fransızlar için önem taşıyan Tellson’un bir çalışanı olarak güvende de olsam, bu konuyu anmaktan sakınıyorum. Bu konuyla alenen ilişkili tek bir kâğıt parçasını bile üzerimde taşımıyorum. Bu tamamen gizli bir görev. Tüm belge, kayıt ve notlarımda her anlama gelebilecek tek bir satırla ifade ediliyor: ‘Hayata dönüş’. Fakat sorun nedir? Tek bir kelime anlamıyorsunuz! Bayan Manette!”
Büyük bir sakinlik ve sükûnet içerisinde, sandalyesinin arkasına bile dayanmadan elinin altında tamamen duygusuz bir ifadeyle oturan genç kız, gözlerini adama sabitlemişti. Yine o deminki ifade alnına kazınmış ya da işlenmiş gibi durmaktaydı. Kolunu öyle sıkı tutuyordu ki, adam onu incitmekten korktuğundan ellerini açamadı ve hiç kıpırdamadan yardım için seslendi.
Vahşi görünümlü bir kadın, oda hizmetçilerinden önce koşarak odaya girdi. Bay Lorry o heyecanının arasında kadının tamamen kırmızıya bürünmüş olduğunu fark etti. Saçları kızıldı ve üzerinde sıra dışı dar bir kıyafet vardı; başındaysa tahtadan bir asker miğferini ya da büyük bir Stilton peynirini andıran mükemmel bir şapka vardı. Kadın güçlü elleriyle adamı göğsünden tutup en yakın duvara iterek zavallı genç kadını Bay Lorry’den ayırdı.
Duvara çarpmasıyla nefessiz kalan Bay Lorry’nin tepkisi “Bu bir erkek olmalı.” oldu.
“Haydi, neden bakıp duruyorsunuz!” diye bağırdı kadın oda hizmetçilerine. “Orada durup bana bakmak yerine neden gereken şeyleri getirmiyorsunuz? Bana hemen amonyak, soğuk su ve sirke getirmezseniz gününüzü görürsünüz.”
Emirleri hemen yerini bulan kadın yavaşça hastayı koltuğa yatırdı. Kıza büyük bir beceri ve nezaketle davranan kadın ona “Canım!”, “Kuşum!” diye hitap ediyor ve büyük bir özenle omuzlarına düşen sarı saçlarını okşuyordu.
“Ve sen kahverengili!” dedi kadın kızgın bir hâlde Bay Lorry’ye dönerek. “Söylediğin her neyse onu ölümüne korkutmadan söyleyemez miydin? Şu kızcağızın bembeyaz yüzüne ve buz kesmiş ellerine bir bak. Buna bankacılık mı diyorsun sen?”
Bay Lorry cevaplanması güç olan bu suçlayıcı soruya epey bozulmuştu; sadece hafif bir acıma ve tevazu ile biraz öteden bakıyordu. Bu esnada, oda hizmetçilerini gününü göstermekle korkutan güçlü kadın, bir dizi teselliyle kızı kendine getirmiş ve hâlsiz başını omzuna koyması için ona dil dökmüştü.
“Umarım şimdi daha iyidir.” dedi Bay Lorry.
“Öyle olsa bile bu senin sayende değil kahverengili. Benim sevgili kızım!”
“Umarım,” dedi Bay Lorry yine hafif bir acıma ve tevazu göstererek, “umarım Bayan Manette’e Fransa’ya kadar eşlik edersiniz.” dedi.
“Hiç sanmam!” diye cevapladı güçlü kadın. “Tuzlu suları aşmamı isteseydi Tanrı, benim kaderimde, bir adada yaşayacağımı yazmaz mıydı?”
Bay Lorry, cevaplanması yine zor olan bu soru üzerinde düşünmekten çekindi.
Şarap Dükkânı
Büyük bir şarap fıçısı sokağın ortasında düşüp parçalanmıştı. Kaza, onu bir arabadan çıkartırken meydana gelmişti; fıçı arabadan aşağıya yuvarlanmış, kasnağı kırılmıştı. Bir ceviz kabuğu gibi açılan fıçı, şarap dükkânının kapısının hemen önünde, taşların üzerinde yatıyordu.
Yakınlardaki herkes işlerine veya aylaklığa ara verip şaraptan içmek üzere olay yerine koşmuştu. Sokağın kaba, düzensiz ve üzerinde yürüyen her canlıyı sakatlamak için özellikle döşenmiş gibi duran taşlarında küçük birikintiler oluşmuştu. Bunların büyüklüklerine göre etrafında insanlar toplanmış, itişip kakışıyorlardı. Bazı adamlar diz çökmüş, iki ellerini kepçe gibi kullanarak şaraptan içiyor ya da şarabın tamamı parmaklarının arasından akıp gitmeden bir yudum almak için omuzlarının üzerinden eğilen bayanlara yardım ediyorlardı. Diğerleri şarap birikintilerine küçük toprak kupalar daldırıyor ve hatta kadınlar başlarındaki örtüyü çıkarıp şaraba batırıp çocuklarının ağızlarına sıkıyorlardı. Bazıları şarabın akıp gitmesini engellemek için topraktan küçük setler yapmış, üst pencerelerden izleyenlerce yönlendirilen bazılarıysa kendine akacak yeni yollar bulan şarabın akışını engelleyebilmek için oraya buraya koşturuyorlardı. Kimileri de fıçının sırılsıklam olmuş, kızıla boyalı parçalarının peşine düşmüştü. Hatta bazıları şarap kokulu bu parçaları büyük bir iştahla kemiriyorlardı. Şarabı çekmenin bir yolu yoktu, ancak toplanan kalabalık sayesinde hepsi temizlenmiş, üstelik de epey bir çamur da onunla birlikte gitmişti. Öyle ki, sokaktan bir çöpçü geçtiği zannedilebilirdi; fakat buralarda bir çöpçüye rastlamak mucizevi bir olaydı.
Bu şarap oyunu süresince erkek, kadın ve çocukların neşeli sesleri, kahkahaları, sokakta yankılandı durdu. Bu oyun, sertlikten çok maskaralık dolu bir oyundu. Özel bir çeşit dostluk vardı bu eğlencede. Herkes birbirinin yanına gidiyor, özellikle de daha şanslı veya daha gamsız olanlar neşeyle kucaklaşıyor, birbirinin sağlığına içiyor, el sıkışıyor ve hatta bir düzine kadarı el ele tutuşup birlikte dans ediyorlardı. Şarap bitip en bol olduğu yerler tırmık gibi kullanılan parmaklar yüzünden bir ızgarayı andırır bir hâle geldiğindeyse, tıpkı bu insanların ortaya çıkıverdikleri gibi bu gösteri de aniden kesiliverdi. Testeresini, kesmekte olduğu ağaca saplayıp gelen adam işinin başına geçti; kendisi ve çocuğunun sefil parmaklarındaki acıyı hafifletebilme umuduyla kullandığı kızgın küllerle dolu kabı bir kapı eşiğinde bırakan kadın yerine döndü; mahzenlerden kışın soğuğuna çıkan çıplak kollu, keçeleşmiş saçlı ve ölü benizli bir adam tekrar yer altına girmek üzere uzaklaştı. Etrafı kaplayan hüzün, bu ortama gün ışığından daha uygun gibiydi.
Dökülen şarapla Paris’teki Saint Antoine banliyösünün bu dar sokağı kırmızıya boyanmıştı. Pek çok elde de kırmızı lekeler vardı; ve pek çok yüzde, pek çok çıplak ayakta, pek çok ahşap ayakkabıda. Odun kesen adam kütüklerde kırmızı izler bırakmıştı; bebeğini besleyen kadının alnı, başına bağladığı eski çaput parçasından sızan şarapla lekelenmişti. Fıçının parçalarına pisboğazlılıkla saldıranların ağızlarının kenarlarında avını yeni yemiş bir kaplanın ağzının kenarlarındaki gibi kırmızı lekeler vardı; ve başındaki oldukça pis şapkasıyla uzun boylu bir soytarı, çamurlu şaraba batırdığı parmağıyla bir duvara “KAN” yazıyordu.
Kanın yoldaki taşların üzerine saçılacağı, her tarafın kızıl lekelere bürüneceği o günler de gelmek üzereydi.
Kutsal yüzünde beliren bir anlık pırıltının ardından Saint Antoine’ın üzerini bir bulut kaplamış, ağır bir karanlık çökmüştü. Soğuk, pislik, hastalık, cehalet ve fukaralık, kutsal mekânlarında bekleyen tanrılardı. Tümü büyük bir güce sahip olan bu tanrılardan özellikle “fakirlik” ağır basıyordu. Bir sürü insan korkunç bir değirmende öğütülüyor gibiydi. Yaşlı insanları gençleştiren, her köşede kıpırdayan, her kapıdan girip çıkan, her pencereden bakan ve rüzgârın savurduğu her kıyafet parçasını havalandıran bu değirmen elbette ki hoş bir değirmen değildi. Onları altında ezen bu değirmen genç insanların saçlarına ak düşüren bir değirmendi. Çocukların yüzleri daha şimdiden yaşlanmış, sesleri mezarlık sesleri gibiydi. Ve bu ihtiyarlamış yüzlerde, yılların çizdiği her çizgide hep aynı şey görülüyordu: Açlık. Açlık her yeri sarmıştı. Açlık, iplerde asılı perişan kıyafetlerde yüksek evlerden atılmıştı. Açlık onlara saman olarak, çaput olarak, ahşap olarak, kâğıt olarak yamanmıştı. Açlık adamın kestiği her şömine odununa işlemişti. Açlık, tütmeyen bacalarda, yenecek tek lokma bulunmayan pis sokaklardaydı. Açlık, fırıncının raflarında duran az miktardaki bayat ekmek somunlarında, sosis dükkânında satılan ölü köpek etinden hazırlanmış mallarda yazılıydı. Açlık, kestanelerle birlikte kavrulan kurumuş kemiklerin çatırtısındaydı. Açlık, zar zor bulunan yağ damlacıklarında kızartılmış kabuklu patateslerin konulduğu küçücük kaplara serpilmişti.