Londra Ağır Ceza Mahkemesi’nin ve hatta oturumların gözdesi Bay Stryver, tırmandığı merdivenin alt basamaklarını dikkatle kesmeye başlamıştı. Mahkeme ve oturumların baş davetlisi olan ve kendine mahkeme başkanının görebileceği bir yer seçen Bay Stryver’ın kırmızı yüzü, bir bahçe dolusu göz kamaştırıcı çiçek arasından güneşe uzanmaya çalışan büyük bir ayçiçeği gibi, peruklar denizinde rahatça seçilebilirdi.
Bir keresinde baroda, Bay Stryver’ın konuşkan, vicdansız, becerikli ve gözü pek biri olmasına karşın, çok sayıdaki ifadelerin özünü ortaya çıkarma yeteneğine sahip olmadığı söylenmişti ki bu, bir avukat için en can alıcı becerilerden biriydi. Fakat o zamandan bu yana büyük ilerleme katetti. Aldığı dava sayısı arttıkça konunun iliklerine kadar inme yeteneği gelişti. Gece geç saatlere kadar Sydney Carton’la içki âlemlerinde olsa da davanın tüm detayları sabah elinin altında olurdu.
İnsanların en avaresi ve en gelecek vadetmeyeni Sydney Carton, Stryver’ın en iyi ahbabıydı. İki arkadaşın, adli yılla Aziz Michael yortusu arasında içtiği içki, bir kraliyet gemisini yüzdürebilirdi. Stryver’ın her davasında Carton bulunur, elleri cebinde tavanı seyrederdi. Bu durum istisnasız her davada aynıydı. Aynı yerlerde dolaşır, gecenin geç saatlerine kadar uzayan âlemlerinde beraber olurlardı. Hatta Carton’un güpegündüz pansiyonuna ayyaş bir kedi gibi sallanarak gizli gizli gittiği bile söylenirdi. Sonuç olarak Sydney Carton’un asla bir aslan olmasa bile oldukça iyi bir çakal olduğu ve mütevazı tavrıyla davalarda Stryver’a yardımcı olduğu konuşulmaya başlandı.
“Saat on oldu efendim.” dedi kendisini uyandırmakla görevlendirdiği garson. “Saat on efendim.”
“Ne oldu?”
“Saat on efendim.”
“Ne demek istiyorsun? Gece on mu?”
“Evet efendim. Beni sizi uyandırmakla görevlendirmiştiniz.”
“Tamam hatırladım. Çok iyi, çok iyi.”
Tekrar uykuya dalabilmek için birkaç girişimde daha bulundu ancak beş dakikadır yanında sürekli ateşi karıştıran adam yüzünden Carton’un çabaları boşa çıktı. Nihayet yerinden kalkıp şapkasını başına geçirerek dışarı çıktı. Temple’a doğru gidip, banklar yerleştirilen kaldırımlarda ve gazete binalarının önünde ayılmak için birkaç kez turladıktan sonra Stryver’ın odasına yöneldi.
Bu toplantılarda kendisine hiç asistanlık etmeyen kâtibi çoktan eve gitmişti. Kapıyı Stryver’ın kendisi açtı. Ayağında terlikleri, üzerindeyse kolay giyilebilmesi için yakası açık olan bol bir gecelik vardı. Gözlerinin etrafını gergin mor halkalar kaplamıştı. Bunlar özgür yaşamayı seven herkeste rastlanan bir durumdu. Zaten içki düşkünlüğünün fazlaca olduğu dönemlerde yapılan portrelerde de bu morluklar gözlemlenebilirdi.
“Biraz geciktin Bay Akıl.” dedi Stryver.
“Her zamanki saat; belki bir on beş dakika gecikmiş olabilirim.”
Kitap ve kâğıtlarla dolu pis bir odaya girdiler. Odada şömine ışıltılar saçarak yanmaktaydı. Ocaktaki çaydanlıktan buhar çıkıyordu. Dağılmış kâğıtlar arasında bir masa, üzerindeki bol miktarda şarap, brendi, rom, şeker ve limonlarla ışıldamaktaydı.
“Anladığım kadarıyla bu geceki şişeni içmişsin Sydney.”
“Sanırım iki şişe oldu. Bugünkü müvekkille yemek yedim, daha doğrusu o yedi ben seyrettim. İkisi de aynı kapıya çıkar nasılsa!”
“Benzerliğinize dikkat çekmek olağanüstü bir hamleydi Sydney, bunu nasıl başardın? Ne zaman fark ettin?”
“Oldukça yakışıklı biri olduğunu düşündüm. Ben de böyle biri olabilirdim diye düşündüm, tabii biraz şansım olsaydı.”
Puncu hazırlamakta olan Bay Stryver güldü:
“Sen ve şans mı Sydney? Hadi, hadi, biz işimize bakalım.”
Somurtkan çakal elbisesinin yakasını gevşetip yan odalardan birine geçti. Döndüğünde elinde bir sürahi soğuk su, bir leğen ve bir iki tane havlu vardı. Havluları suya batırıp biraz sıktı ve çirkin bir şekilde başına sarıp oturarak aslana döndü: “Artık hazırım.”
“Bugün detaya inilmesi gereken pek iş yok Bay Akıl.” dedi neşeyle Bay Stryver önündeki kâğıtlara bakarken.
“Kaç tane?”
“Sadece iki dosya.”
“Önce en kötüsünü ver.”
“İşte Sydney, başla bakalım.”
Aslan içki masasının yanındaki sofaya arkasını dayayıp oturdu; çakalsa içki masasının diğer yanındaki, üzeri kâğıtlarla kaplı kendi masasında oturmaktaydı. Böylece içki şişeleri ve kadehler sürekli elinin altındaydı. İkisinin de içki masasını ziyaretlerinin haddi hesabı yoktu; ancak tavırları farklıydı. Aslan ekseriyetle bir eli kemerinde ateşi seyrediyor, ara sıra da önemsiz belgelere göz gezdiriyordu. Çakal ise kaşlarını çatmış dikkatli bir yüzle işine öylesine dalmıştı ki; şişeye uzandığında elinin nereye gittiğine bile bakmıyor, bardağı bulup dudaklarına götürebilmesi için birkaç dakika el yordamıyla araması gerekiyordu. İki ya da üç kez üzerinde çalıştıkları dava içinden çıkılmaz hâle geldi. Böyle durumlarda çakal yerinden kalkıp havlusunu yeniden ıslatma ihtiyacını duyuyordu. Sürahi ve leğene yaptığı bu ziyaretlerden kelimelerle tarif edilemeyecek garip bir ıslak başlıkla dönüyor, bu da onun ağırbaşlı tavrıyla birleşince iyice komik bir hâl alıyordu.
En sonunda çakal, aslana mükellef bir yemek hazırlayıp sundu. Aslan bunu dikkatle alıp içinden beğendiklerini seçti, kendi düşüncelerini söyledi ve çakal da bu işlemlerde ona yardımcı oldu. Yemekte iyice tartıştıktan sonra aslan yeniden elini kemerine koyup konuyu özümsemeye yattı. Çakal ise kendine yeniden enerji kazandırabilmek için boğazını ıslatıp zinde bir kafayla ikinci yemeğin hazırlanmasına koyuldu. Bu yemek de aynı şekilde aslana sunuldu. İşler tamamlandığında saatler sabahın üçünü gösteriyordu.
“Ve işte bitirdik Sydney, bir kadeh punç doldur.” dedi Bay Stryver.
Çakal başındaki kurumuş havluları çıkardı, esneyip gerindikten sonra kadehini yuvarladı.
“Savcının yalancı tanıkları konusunda çok haklıydın bugün Sydney. Her soru onları ele verdi.”
“Ben her zaman haklıyım, doğru değil mi?”
“Bunu reddedemem. Neye sinirlendin sen? Bir punç içip rahatlasana.”
Memnuniyetsizlikle homurdanan çakal bu kadehi de bitirdi.
“Hâlâ eski Shrewsbury Okulu’nun eski Sydney Carton’usun.” dedi Stryver, sanki geçmişle bugünün mukayesesini yapar gibi başını sallamıştı. “Eski kararsız Sydney. Bir öylesin, bir böyle. Bir neşeli, bir depresif!”
“Ah!” diye iç çekti öteki, “Evet. Aynı şanssız eski Sydney. O zaman bile diğer çocukların ödevlerini yapardım. Kendiminkiniyse nadiren.”
“Peki neden?”
“Tanrı bilir. Galiba ben buyum.”
Ellerini cebine sokup ayaklarını uzatarak ateşe bakmaya koyuldu.
“Carton.” dedi hükmeder bir edayla ona dönen arkadaşı; sanki şömine, içinde bitmek bilmeyen çabaların dövüldüğü bir demirci ocağıydı ve yapılabilecek en hayırlı iş, eski Shrewsbury Okulu’nun eski Sydney Carton’unu bir omuz darbesiyle bu ocağa itivermekti. “Tuttuğun yol sakat bir yol, eskiden de böyleydi. Ne gücün var ne de bir amacın. Oysa bana bir bak!”
“Off, daraldım!” diye karşılık verdi Sydney keyifle gülerek: “Bana ahlak hocalığı yapma!”
“Başardıklarımı nasıl başardım?” dedi Stryver, “Bugünlere nasıl geldim?”
“Kısmen, sana yardım etmem için bana para vererek sanırım. Fakat bana laf anlatmak için zamanını harcamaya değmez. Ne yapmak istersen onu yapıyorsun. Sen daima ön sıralardaydın, bense hep arkada.”
“Ön sıralarda olmak zorundaydım; nihayetinde orada doğmadım, öyle değil mi?”
“Doğumunda yanında değildim fakat bence öyle.” diyerek yeniden güldü Carton. Stryver da onun kahkahalarına katıldı.
“Shrewsbury’den önce, Shrewsbury’de ve Shrewsbury’den bugüne dek,” diye devam etti Carton, “sen de hep layık olduğun muameleyi gördün, ben de. Paris’te Fransızca, Fransız hukuku ve diğer Fransız zırvalıklarını öğrenirken de farklıydık; sen hep bir yerlerdeydin, bense hiçbir yerde.”
“Peki bu kimin hatası?”
“Ben, senin hatan olmadığından pek emin değilim. Sen daima tuttuğunu koparıyordun ve benim rüyalarımda bile göremeyeceğim bir yere geldin. Ancak gün ağarmaya yaklaşırken insanın geçmişi hakkında konuşması çok can sıkıcı. Haydi, gitmeden konuyu değiştirelim.”
“Peki o hâlde! Güzel tanığın şerefine içelim.” dedi Stryver kadehini kaldırarak. “Bu konu hoşuna gitti mi?”
Gitmediği açıktı; zira yeniden kederlenmişti.
“Güzel tanık.” diye mırıldandı kadehinin içine bakan Carton, “Tüm gün ve gece çok sayıda tanık vardı. Hangisi senin güzel tanığın?”
“Enteresan doktor’un kızı Bayan Manette tabii ki?”
“O kız güzel mi?”
“Değil mi?”
“Hayır.”
“Ne! Sen hâlâ hayatta mısın? Tüm mahkeme ona hayran kaldı!”
“Boş ver şimdi mahkemedekileri. Ağır Ceza Mahkemesi ne zamandan beri güzellik uzmanı oldu? O sadece sarı saçlı bir bebek!”
“Biliyor musun Sydney,” dedi Bay Stryver karşısındakinin yüzüne dik dik bakıp bir yandan da elini kırmızı yüzüne götürerek, “o sarı saçlı bebeğe acıdığında, o sarı saçlı bebeğe ne olduğunu hemen gördüğünde, ne düşündüm biliyor musun?”
“Ne olduğunu hemen görmek mi! Şayet bir kız, bebek ya da değil, bir adamın burnunun dibinde bayılırsa, bunu görmek için dürbüne ihtiyacı olmaz. Şerefine içiyorum ama güzel olduğu fikrine karşıyım. Zaten daha fazla da içmeyeceğim. Gidip yatacağım.”
Ev sahibi aşağı inen merdivenleri aydınlatmak için elinde bir mumla konuğunun arkasından giderken, gün kirli camlara soğuk yüzünü vurmuştu. Carton evden çıktı. Dışarıda hava soğuk ve kasvetliydi; gökyüzünü bulutlar kaplamıştı; nehir karanlık ve bulanıktı. Bu hâliyle şehir, hayat olmayan bir çöle benziyordu. Şafak arifesinde tozlar, etrafta daireler çizerek uçuşuyordu; sanki çölün tüm kumu ayağa kalkmış, bu kumların ilk durağı da şehir olmuştu.
Etrafını kaplayan çölde, içinde acısını duyduğu harcanmış çabalarıyla bu adam, yolunun üzerindeki nehrin kıyısında durup önündeki vahşi sularda bir an için onurlu ihtirasların, özverinin ve azmin serabını gördü. Hayalindeki bu güzel şehirde sevgi ve zarafetin yukarıdan kendisine baktığı havadar balkonları vardı; hayatın olgun meyveleri ağaçlarında sallanıyordu bahçelerinin. Sadece bir an için… Sonra hepsi kayboldu. Evlerden oluşan bir kuyunun üst katlarındaki odasına çıktı, kendisini kıyafetleriyle bakımsız bir yatağa attı. Yastığı, dökülen yaşlarla ıslandı.
Güneş kederle yükseldi gökyüzünde. Üstün becerilere ve güzel hislere sahip olan ancak bunları kendisi için, kendi mutluluğu için değerlendirmekten aciz bu adamın üzerinde daha da büyük bir kederle yükseldi. Ve adam, kendisini yiyip bitiren acılara teslim oldu sessizce.
Yüzlerce İnsan
Doktor Manette’in huzurlu yuvası, Soho Meydanı’ndan çok da uzakta olmayan sessiz bir köşe başındaydı. Vatana ihanet davasının üzerinden dört ay geçmiş, zamanla birlikte insanların ilgisi ve anıları da unutulup gitmişti. Gerçekten güzel bir pazar gününün öğleden sonrasında Bay Lorry, yaşadığı Clerkenwell’in güneşli sokaklarında, akşam yemeğini Doktor’la yemek üzere yola koyulmuştu. İş sebebiyle Doktor’la birkaç kez daha bir araya gelen Bay Lorry, onun arkadaşı olmuş ve bu sessiz köşe başı da hayatının güneşli bir parçası olmuştu.
Bu gerçekten güzel pazar gününde Bay Lorry, ikindinin erken saatlerinde, Soho’ya doğru üç alışkanlık vesilesiyle yürüyordu. Öncelikle havanın güzel olduğu pazarları akşam yemeğinden önce Doktor ve Lucie’yle yürüyüşe çıkardı. İkincisi, havanın yürüyüş için müsait olmadığı pazar günleri bir aile ahbabı gibi onlarla konuşmaya, kitap okumaya, camdan dışarıya bakmaya ve genellikle de günü tüketmeye alışmıştı. Son olarak da içinden çıkamadığı kararsızlıkları olduğunda Doktor’un ve kızının bu sorunlara çözüm yolları gösterebileceğini ve bunların da genellikle işe yaradığını biliyordu.
Londra’da Doktor’un yaşadığı köşe başından daha eski ve hoş bir köşe daha yoktu. Önünden yol geçmiyordu ve evin ön pencerelerinden esintisiz sokağın hoş manzarası görülebiliyordu. O zamanlar Oxford yolunun kuzeyinde az sayıda bina vardı. Bugün tarihe karışan tarlalarda ağaçlar yetişir, akdiken çiçekleri açar, yabani çiçekler her tarafı sarardı. Dolayısıyla kır havası, kalacak yeri olmayan fukaralar gibi kiliseye sığınmak yerine Soho üzerinde özgürce eserdi. Çok uzakta olmayan güney duvarında ise mevsimi geldiğinde şeftaliler yetişirdi.
Günün ilk saatlerinde güneş, ışıklarını tüm şiddetiyle köşe başına gönderirken sokaklar ısınınca bu köşe gölgede kalırdı. Ancak bu loş hâliyle bile köşe başının bir pırıltısı vardı. Seslerin ahenkle yankılandığı bu serin, ağırbaşlı ancak neşeli köşe, sokaklarda şiddetle esen rüzgârdan kaçanlar için tam bir sığınaktı.
Böyle bir limanda mutlaka huzurlu bir gemi olmalıydı ve vardı da. Doktor, yüksek bir evin iki katını işgal ediyordu. Gün içerisinde pek çok ziyaretçisi olurdu ancak bunların sesleri işitilmezdi; geceleri ise kimsecikler gelmezdi. Avludaki çınar ağacının yeşil yapraklarından çıkan hışırtı eşliğinde geçilen arka binada kilise orglarının yapıldığı söylenirdi. Burada gümüşlerin kabartmalarını işleyen ve altını çekiçleyen gizemli devler, sanki tüm ziyaretçilerini kaçırmak için kendi kendilerini dövmüşler gibi, ön taraftaki antrenin duvarından altın kollarını uzatırlardı. Burada yapılan işlerin, üst katta yaşadığı söylenen yalnız pansiyonerin ya da alt katta yaşadığı iddia edilen kalın kafalı araba süslemecisinin tarafından görüldüğü ya da duyulduğu söylenemezdi. Genellikle paltosunu giymiş başıboş bir işçi geçerdi holden ya da bir yabancı görünürdü. Ara sıra da uzaktan gelen bir şıngırtı duyulurdu avluda ya da altın devin yumruğu. Ancak bunlar istisnaydı ve evin arkasındaki çınar ağacında yaşayan serçelerle köşe başında yankılanan sesler, pazar sabahından cumartesi gecesine dek tek hâkimi olurlardı oranın.
Doktor Manette’in eski ünü ve onu buraya getiren hayata dönüş hikâyesinin kulaktan kulağa yayılması sayesinde burada da hastaları vardı. Bilimsel birikimi, ihtiyatlılığı ve yaratıcı deneyler yapmadaki becerisi sayesinde tercih edilen bir doktordu ve istediği kadar da para kazanıyordu.
Bay Lorry de o güzel pazar sabahı köşe başındaki huzurlu evin kapısını çalarken bunları biliyor ve düşünüyordu.
“Doktor Manette evde mi?”
“Birazdan gelir.”
“Bayan Manette evde mi?”
“Birazdan gelir.”
“Bayan Pross evde mi?”
Muhtemelen evdedir ancak hizmetçi kızın, Bayan Pross’un niyetlerini sezmesinin imkânsız olduğu kesin, tıpkı bu soruya olumlu ya da olumsuz cevap vermesinin imkânsız olduğu gibi.
“Madem evde yalnızım, üst kata çıkacağım.”
Doktorun kızı, doğduğu şehir hakkında hiçbir şey bilmese de kısıtlı imkânlarla çok şeyler başarabilme yeteneğini bu şehirden almıştı; ki bu da onun en faydalı ve makbul özelliğiydi. Evdeki eşyaların son derece sade olmasına karşın bunlar, pek bir değeri olmayan, ancak ortama renk katan süs eşyalarıyla güzelleştirilmişlerdi ve ortaya çıkan sonuç gerçekten de hoştu. En büyük objeden en küçüğüne kadar odalarda kullanılan her şey, renklerin bir araya getirilişi, ucuz süslemelerle yaratılan mükemmel çeşitlilik ve kontrast; tümü, nazik eller, masum gözler ve ince bir zevkin eseriydi. Bunların hepsi de son derece hoştu ve yaratıcılarını yansıtıyorlardı. Bay Lorry etrafına bakınırken de sanki masa ve sandalyeler, artık çok iyi bildiği ifadeyle, beğenilip beğenilmediklerini soruyorlardı.
Bu katta üç oda vardı ve aralarındaki kapılar, havalanmanın sağlanması için açık bırakılmıştı. Etrafındaki her şeyde fark ettiği garip benzerliği gülümseyerek tetkik eden Bay Lorry, açık kapılardan bir odadan diğerine geçiyordu. İlk oda en güzeliydi. İçinde Lucie’nin kuşları, çiçekleri, kitapları, çalışma masası ve bir kutu sulu boya vardı. İkincisi Doktor’un muayene odasıydı ki, burası aynı zamanda yemek odası olarak da kullanılıyordu. Avludaki çınar ağacının yaprakları kımıldadıkça duvarlarında gölge oyunları sahnelenen üçüncü oda ise Doktor’un yatak odasıydı. Bu odanın bir köşesinde, ayakkabıcının sırası ve alet tablası duruyordu; tıpkı Paris’in Saint Antoine banliyösündeki şarap dükkânının yanındaki kasvetli evin beşinci katında durduğu gibi.
“Acaba,” dedi Bay Lorry etrafa bakınmaya ara vererek, “kendisine acılarını anımsatan bu eşyaları neden saklıyor?”
“Bunu neden merak ediyorsunuz?” sorusuyla birden irkildi Bay Lorry.
Bu Bayan Pross’tu. Bu, güçlü elleri olan kızıl saçlı yabani kadınla Dover’daki Royal George Oteli’nde tanışmışlar ve o zamandan beri de dostlukları ilerlemişti.
“Düşünmüştüm de…” diye başladı Bay Lorry.
“Peh! Düşünmüş müydünüz!” dedi Bayan Pross. Bay Lorry de konuşmaktan vazgeçti.
“Nasılsınız?” diye sordu kadın bunun üzerine sertçe. Ancak ona karşı kötü bir niyet beslemediğini anlatmak ister gibiydi.
“Çok iyiyim, teşekkür ederim”, diye cevapladı Bay Lorry alçak gönüllülükle. “Siz nasılsınız?”
“Pek iyi olduğum söylenemez.” dedi Bayan Pross.
“Öyle mi?”
“Evet, gerçekten!” dedi Bayan Pross. “Uğur böceğim için çok endişeleniyorum.”
“Öyle mi?”
“Tanrı aşkına ‘Öyle mi?’den başka bir şey söyleyin yoksa delireceğim.” dedi Bayan Pross. Bedeninin aksine karakteri az gelişmişti.
“O hâlde, gerçekten mi?” dedi Bay Lorry düzelterek.
“ ‘Gerçekten mi?’ lafı da yeterince kötü ama bunu tercih ederim.” diye karşılık verdi Bayan Pross. “Evet, gerçekten de onun için endişeleniyorum.”
“Sebebini sorabilir miyim?”
“Uğur böceğime layık olmayan düzinelerce adamın onunla ilgilenip buraya gelmelerini istemiyorum.”
“Düzinelerce kişi bu amaçla buraya mı geliyor?”
“Yüzlercesi.” dedi Bayan Pross.
Abartmayı sevenler her zaman olmuştur. Kendi fikri sorulduğunda mübalağa etmek Bayan Pross’un da huyuydu.
“Aman Tanrım.” dedi Bay Lorry düşünebildiği en güvenli yorumu söyleyerek.
“On yaşından beri bebeğimle birlikte yaşıyorum ya da o benimle yaşıyor ve bunun için bana para ödüyor; ki buna gerek bile yok. Onun yanında hiçbir karşılık almadan kalabilirdim. Ve bu gerçekten çok zor.” dedi Bayan Pross.
Zor olanın ne olduğunu tam olarak anlamayan Bay Lorry başını salladı. Bu, her anlama gelebilecek bir hareketti.
“Sevgili yavrumun tırnağı bile olamayacak her türlü adam çıkıp geliyor.” dedi Bayan Pross. “Siz başlattığınızda…”
“Neyi başlattığımda Bayan Pross?”
“Siz yapmadınız mı? Onun babasını siz hayata döndürmediniz mi?”
“Ah, eğer buysa evet, ben başlattım.” dedi Bay Lorry.
“Bitirdiniz diyemezdim herhâlde. Diyeceğim o ki, bunu başlattığınızda her şey zaten zordu. Doktor Manette’in bir hatası yok ancak böyle bir kızın babası olmaya layık değil. Doktor’u itham etmek istemem; zira bu şartlarda kimsenin suçlu olması beklenemez. Ancak uğur böceğimin sevgisini benden almak için Doktor’un peşine takılıp gelenlere tahammül etmek çok zor. Yine de bu onun kabahati değil. ”
Bay Lorry, Bayan Pross’un kıskanç olduğunu biliyordu; ancak ne kadar garip olursa olsun, saf bir sevgi ve hayranlıkla kaybettikleri gençliğe, asla sahip olamadıkları güzelliğe, asla elde edebilecek kadar şanslı olmadıkları yeteneklere ve kendi hüzünlü yaşamlarında asla parlamayan ışıltılı hayallere gönüllü kölelik eden fedakâr insanlardan biri olduğunu da biliyordu. Böylesi bir fedakârlık da ancak kadınlarda görülebilirdi. Dünyada vefalı bir yüreğin desteğinden daha değerli bir şey olmadığını bilecek kadar hayatı tanıyordu Bay Lorry. Hiçbir çıkar gözetmeden içtenlikle sunduğu bu hizmetler nedeniyle kadına büyük bir saygı duyuyordu. Zihninde yaptığı sıralamada –ki bu sıralamaları az ya da çok hepimiz yaparız– Bayan Pross’u, Tellson’da hesabı olan, mizaç ve hüner bakımından ondan üstün diğer kadınların çok üzerinde, meleklere yakın bir sıraya koymuştu.
“Benim uğur böceğime layık kimse yok, gelecekte de olmayacak; sadece bir adam hariç.” dedi Bayan Pross. “Bu kişi de benim kardeşim Solomon’du. Tabi hayatındaki o hatayı yapmamış olsaydı…”
Bayan Pross’un özel hayatına yönelik olarak sorduğu sorularla Bay Lorry, kadının kardeşi Solomon’un kalpsiz bir alçak olduğu, kız kardeşine büyük bir kazık atıp sahip olduğu her şeyi son kuruşuna kadar alarak bir zerre bile vicdan azabı duymadan onu ebediyen yoksulluğa mahkûm ettiği gerçeğini öğrendi. Bayan Pross’un Solomon’a olan inancını vefayla sürdürmesi ve küçük hatasını önemsiz olarak addetmesi, Bay Lorry için çok önemli bir husustu ve ona karşı beslediği güzel hisleri kat kat artırdı.
“Şu an burada yalnız olduğumuza göre ve ikimiz de vazifeli olduğumuza göre,” dedi Bay Lorry misafir odasına geçip arkadaşça oturduklarında, “size bir soru sormama izin verin. Doktor, Lucie ile konuşurken ayakkabıcılık yaptığı zamanlardan şimdiye kadar hiç bahsetmedi mi?”
“Asla.”
“Ama yine de o bankı ve aletleri yanı başında tutuyor.”
“Ah!” diye cevapladı Bayan Pross başını sallayarak. “Size kendi içinde bunu düşünmediğini söylemedim ki…”
“Bu konuda çok fazla düşündüğüne inanıyor musunuz?”
“İnanıyorum.” dedi Bayan Pross.
“Hayal ediyor musunuz ki…” diye başlamıştı Bay Lorry söze, fakat Bayan Pross sözünü kesti:
“Asla hayal kurmam. Zaten hayal gücüm de yoktur.”
“Düzeltiyorum o hâlde, tahmin ediyor musunuz ki… Bazen varsayımlarda bulunuyorsunuzdur sanırım, öyle değil mi?”
“Ara sıra.” dedi Bayan Pross.
Kadına şefkatle bakan Bay Lorry gözlerinde bir gülümseme pırıltısıyla devam etti: “Doktor Manette’in bunca yıldır ifşa etmemesine karşın sıkıntısıyla ilgili bir teorisi bulunduğunu hatta belki bunların mesulünün kim olduğuna dair bir fikri olduğunu tahmin ediyor musunuz?”
“Bu konuda bir şey düşünmüyorum; ancak uğur böceğimin bana söylediğine göre…”
“Evet?”
“O, babasının bildiğini düşünüyor.”
“Tüm bu soruları sorduğum için bana kızmayın. Nihayetinde ben sadece sıkıcı bir iş adamıyım, siz de bir iş kadını.”
“Sıkıcı mı?” diye sordu Bayan Pross sükûnetle.
Bu sıfatı hiç kullanmamış olmayı yeğleyerek “Hayır, hayır. Tabii ki öyle değilsiniz. İşimize dönmek gerekirse, hepimizin emin olduğu gibi kesinlikle masum olmasına rağmen Doktor Manette’in bu konuya hiç değinmemesi garip değil mi? Yıllardır iş ilişkimiz olmasına ve artık samimi olmamıza karşın benimle değil, birbirlerine özveriyle bağlı olan baba kız arasında dahi böyle bir konuşma geçmemesi gerçekten ilginç. İnanın bana Bayan Pross, size bu soruları meraktan değil onlara değer verdiğimden soruyorum.”
“Şeyy! Anladığım kadarıyla,” dedi Bayan Pross az önceki özürle yumuşamış bir ses tonuyla, “Doktor bu olaydan korkuyor.”
“Korkuyor mu?”
“Bu yeterince açık bence, neden korkmasın ki? Bu tüyler ürpertici bir mazi. Bunun yanında hafızasını da bu yüzden kaybetti. Her şeyi nasıl unuttuğu ya da nasıl kendine geldiğine dair bir fikri olmadığı için de hafızasını yeniden kaybetmeyeceğinden asla emin olamayacak. Sadece bu bile konuyu yeterince hassaslaştırıyor kanaatimce.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книгиВсего 10 форматов