banner banner banner
Binbir Gece Masalları
Binbir Gece Masalları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Binbir Gece Masalları

Binbir Gece Masalları
Anonim

Ne güven kadınlara ne de itibar et sözlerine / Gül geç vaatlerineİtibar etme kalplerine / Onların neşeleri de kederleri de / Bağlıdır şehvetlerine. / Yalan söylerler, inanma / “Seni seviyorum.” dediklerinde / Bu onların ihanetlerini gizleyişidir / Düzenbazlıktan vazgeçmezler. / Yusuf’a bak mesela / Mahvetmedi mi onu Züleyha? / Kovuldu Âdem cennetten. / Havva’nın yüzünden. / Görmüyor musun hâlâ /Kalplerinde eser yok iyilikten. Çocukların hayal dünyasının başkahramanlarından olan Denizci Sinbad, Alâeddin ve Ali Baba’yı modern kültürümüze miras bırakan “Binbir Gece Masalları”, Doğu dünyasında yer alan her toplumun kendinden bir şey kattığı anonim halk masallarıyla ve bu masallardaki, gerçek dışı fantastik ögelerle olduğu kadar hayatın içinden aşk, entrika, intikam, ihanet, ihtiras, saadet gibi unsurlarla da geçmişte nasıl ağızdan ağıza anlatıldıysa bugün de aynı canlılığıyla bütün dünyada ölmez bir eser olarak varlığını sürdürmektedir. Şah Şehriyar’ın ihanete uğraması neticesinde bütün kadınlara beslediği nefretle başlayıp Şehrazat’a duyduğu büyük aşkla sona eren eser, nefretten aşka giden yolda, serüvenleriyle, fantastikliğiyle, sıra dışı yerleri ve varlıklarıyla hem çocukları hem de büyükleri etkileyecek bir niteliğe sahiptir.

Binbir Gece Masalları

Şehrazat’ın Hikâyesi

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Çin’e ve Hindistan adalarına hükmeden, Şah Banu Sasan adında, kalabalık orduları, muhafızları, köleleri ve kulları olan bir hükümdar varmış. Bu hükümdar geriye sadece iki oğul bırakmış. Biri erkekliğin en olgun çağındayken diğeri genç bir adammış. Her ne kadar ikisi de savaşçı ve cesur ise de büyük olanı daha korkusuz bir süvariymiş. Bu özelliği sayesinde de imparatorluğun başına geçmiş. Ülkeyi yönetirken ve toprağı derebeylerine dağıtırken adaleti o kadar çok gözetirmiş ki şehrindeki herkes tarafından çok sevilirmiş. Onun adı Şah Şehriyar’mış. Genç kardeşi Şahzaman’ı da Semerkand’ın şahı yapmış.

İki kardeş de kendi ülkelerinde yaşarmış. İki ülkenin de kendine has kanunları varmış ve her biri kendi ülkesinin idaresinden sorumluymuş. Her ikisi de tebaalarına hakkaniyet ve eşitlik duygusuyla davrandıkları gibi, onları büyük bir mutluluk ve neşeyle yönetirlermiş. Bu durum böylece uzun yıllar sürmüş. Fakat yirmi yıl gibi bir süre sonra Şehriyar, küçük kardeşini çok özlediğini fark etmiş ve vezirine onu ziyaret etmek konusunda danışmış. Ancak vezir, onun bu isteğini uygun bulmayarak şaha, kardeşine bir mektup yazmasını ve kendisini ziyaret etmesi için hediyelerle birlikte davetiye göndermesini tavsiye etmiş. Bunun üzerine şah, derhâl güzel hediyeler hazırlanmasını emir buyurmuş. Değerli taşlarla bezenmiş eyerleri olan atlar, memlukler ve beyaz köleler, iri göğüslü bakireler… Yani değerli şeyler… Daha sonra şah, Şahzaman’a olan sevgisini ve onu görme isteğini bildiren bir mektup yazmış. Mektubunu şu sözlerle bitirmiş:

Çok sevdiğim kardeşim, yüzünü bana gösterme lütfunda bulunacağını ümit ediyorum. Ayrıca yolculuğun sırasında sana yardımcı olması için vezirimi de yolluyorum. Tek isteğim, ölmeden önce, son bir kez de olsa seni görebilmek. Olur da bu isteğimi erteler ya da reddedersen bunu atlatabileceğimi sanmıyorum. Huzur ve mutluluklar dileğiyle…

Mektubu mühürleyip hediyelerle birlikte vezire teslim ettikten sonra, tez vakitte gidip dönülmesini emretmiş.

“Emredersiniz!” demiş vezir. Aceleyle hazırlanıp bütün yükünü almış ve geç kalmadan yola çıkmış. Hazırlık yapması üç gününü almış ve dördüncü günün şafağında yola düşmüş. Çölleri, tepeleri, harabeleri ve güzel çayırları, gece demeden gündüz demeden geçmiş. Ne zaman hükümdarının idaresinde olan bir yere gittiyse nadir bulunan güzel hediyelerle karşılanmış. Misafir olarak gittiği bu yerlerde üç gün kalırmış. Dördüncü gün ayrıldığındaysa bütün bir gün boyunca yolculuğunda ona eşlik edilirmiş.

Vezir, Şahzaman’ın Semerkand’daki sarayına yaklaşır yaklaşmaz gelişini, şahın üst düzey görevlilerinden birine mektup yoluyla bildirmiş. Bu görevli, daha önce şahın huzurunda bulunup saygısını sunmuş biriymiş. Bunun üzerine şah, ülkesindeki muhtelif soylulara ve yüksek rütbeli askerlere, ağabeyinin vezirini karşılamalarını emretmiş. Şahın adamları da veziri saygıyla karşılamışlar ve selamlarını sunmuşlar. Yolculuğunun geri kalanında da ona eşlik etmişler.

Vezir şehre vardığında doğrudan saraya gitmiş. Hükümdarı saygıyla selamlamış, ellerini öpüp sağlığını, mutluluğunu ve düşmanlarının karşısında başarılı olmasını diledikten sonra abisinin onu çok özlediğini ve görmeye can attığını söylemiş. Daha sonra Şahzaman’a bir mektup uzatmış. Mektup, üzerinde düşünmeyi gerektiren sözler ihtiva etmekteymiş. Bununla beraber şah, mektubun önemini tam olarak idrak ettiğinde; “Sevgili kardeşimin emri başım üstünedir.” demiş ve eklemiş: “Ama misafirliğinin üçüncü gününe kadar yola çıkmayacağız.”

Şah sarayda askerlere ordugâh hazırlanması, konaklayacağı çadırlar kurulması ve her türlü yiyecek ve içeceğin temin edilmesi için vezirini görevlendirmiş. Dördüncü günde şah, yolculuk için hazırlanmış ve ağabeyine layık muhteşem hediyeler seçmiş. Yokluğunda da başveziri yetkili kılmış. Sonra develerini, katırlarını ve çadırlarını hazırlatmış, yükleri yükletmiş, muhafızlarını ve askerlerini de yanına alarak şehrin dışında kamp yapıp ertesi sabah kardeşinin ülkesine doğru yola çıkmaya karar vermiş. Lakin geceyi yarıladığında yanında getirmesi gereken bir şeyi unuttuğunu fark etmiş. Bunun üzerine gizlice geri dönüp odasına girmiş ve sultanını, yani karısını, kendi yatağında, yemek yağı ve pisliğine bulanmış bir hâlde zenci bir aşçıya tiksindirici bir şekilde sarılırken bulmuş. Bu görüntü karşısında dünyası başına yıkılmış ve içinden şöyle demiş:

Bu lanet kaltak ben hâlâ şehrin sınırları içindeyken böyle bir şey yapıyorsa uzun bir süre boyunca burada olmadığımda kim bilir neler yapar!

Bunun üzerine kılıcına uzanmış ve ikisini de tek bir hareketle dört parçaya böldükten sonra, onları orada öylece bırakıp kimseye ne olduğunu anlatmadan kervanına geri dönmüş. Sonra derhâl yola çıkılması için emir vermiş. Böylece yola koyulmuşlar. Fakat karısının ihanetini düşünmeden edemiyor, kendi kendine şöyle diyormuş: Bana bunu nasıl yapar? Nasıl kendi ölüm fermanını imzalar?

Korkunç bir keder duygusu onu ele geçirmiş. Birden rengi sarıya dönmüş. Vücudu güçten düşmüş ve şiddetli bir hastalığın tehdidi baş göstermiş. Adamı ölüme götürecek türde bir hastalık… Bunu gören vezir, yolculuk süresince daha sık ve uzun süreli molalar vermiş.

Şehre yaklaşan Şahzaman, elçiler göndererek güzel haberi, yani gelişini bildirmiş. Şah Şehriyar da vezirleri, emirleri ve yüksek rütbeli subaylarıyla onu karşılamış. Şahzaman’ı saygıyla selamlamışlar. Kardeşini gören şah, sevinmiş ve onun şerefine şehri süsletmiş. Bir araya geldiklerindeyse ağabeyi, kardeşinin renginin solduğunu görerek:

“Şahzaman, kardeşim, bu solgun, keyifsiz hâlinin sebebi nedir? Yoksa seni rahat ettiremedim mi?” demiş.

“Yol yorgunluğu beni bu hâle getirdi, ciddi bir şey yok. Hava değişikliğinden böyle oldum. Ama Allah’a şükürler olsun ki beni kardeşimle buluşturdu.” Böyle diyerek sırrını kendine saklamış ve ardından eklemiş: “Ey zamanın şahı, mekânın halifesi… Çalışmak ve yorulmak rengimi böylesine sararttı, gözlerimi başımın derinliklerine gömdü.”

Sonra ikisi birden gururla şehre girmiş. Ağabeyi, kardeşini sefa bahçesinin üzerinde bulunan odada misafir etmiş. Bir süre geçtikten sonra kardeşinin vaziyetinin hiç değişmediğini fark edince bu durumu memleketinden ayrı olmasına bağlamış. Bunun üzerine Şehriyar, kardeşini kendi hâline bırakmaya ve ona soru sormamaya karar vermiş.

Ta ki bir gün…

“Ah kardeşim! Vücudunun gittikçe zayıfladığını ve renginin daha da sarardığını görüyorum.”

“Ah ağabeyim!” demiş Şahzaman. “Benim içimde bir yara var.”

Fakat karısıyla ilgili durumu hâlâ ağabeyine söylememiş. Şehriyar hemen hekimleri ve cerrahları toplamış ve onlara, kardeşini ilmin bütün imkânlarını kullanarak tedavi etmelerini emretmiş. Hekimler, Şahzaman’ı tedavi etmek için bir ay boyunca uğraşmışlar. Fakat iksirleri ve şerbetleri fayda vermemiş. Karısının ihaneti kendisini hırpaladığı ve kederi azalacağı yere arttığı için uzmanların titiz tedavileri işe yaramamış.

Bir gün ağabeyi ona: “Ben eğlenmek ve dinlenmek için avlanmaya gideceğim, benimle gelirsen belki senin de yüreğin hafifler.” demiş.

Şahzaman: “Ah ağabeyim, inan bana canım böyle bir şey yapmayı hiç istemiyor. Bana izin ver burada acılarımla baş başa kalayım.” diyerek teklifini kibarca reddetmiş.

Şahzaman geceyi sarayda geçirmiş, ertesi sabah ağabeyi yola çıktığında odasından ayrılmış. Sefa bahçelerine bakan kafesli pencerelerden birinin önüne oturmuş ve karısının ihanetini üzülerek düşünmeye, acı çeken göğsünden ciğeri yanarcasına iç çekmeye başlamış. Bu durumdayken bir de ne görsün! Büyük bir özenle gizlenen haremin kapısı birden açılmış. İçeriden ağabeyinin karısı ile birlikte yirmi köle kız çıkmış. Yengesi, inanılmaz bir güzelliği olan, bir ceylan kadar zarif ve bakanları kendisine hayran bırakan bir kadınmış. Bunu gören Şahzaman, pencereden geri çekilmiş. Fakat kadınlara uzak bir mesafeden -onların kendisini göremeyeceği bir mesafeden- bakmaya devam etmiş. Kadınlar, onun bulunduğu pencere kafesinin altına kadar yürümüşler, ortasından su fışkıran kocaman bir havuza kadar ilerlemişler ve birden soyunmaya başlamışlar. Bu kadınlardan on tanesi şahın cariyesi, on tanesi ise beyaz kölelermiş. Sonra hepsi ikili gruplara ayrılmış. Birden yengesi yüksek sesle:

“Seyit, neredesin? Yanıma gelsene!” demiş.

“Buradayım efendim!”

Bunun üzerine ağaçların arasından zenci bir adam, salyalarını akıtarak ve gözlerini yuvarlayarak mide bulandırcı bir hâlde âdeta ağaçtan aşağı damlamış. Cesurca kadına doğru yürümüş ve kollarını onun boynuna dolamış. Kadın da ona aynı sıcaklıkla karşılık vermiş. Sonra onu öpmüş ve bacaklarını onunkilere dolamış, âdeta bir düğmenin iliğini kavraması gibi… Diğer erkek köleler de kendi tutkularını tatmin edebilmek için köle kadınlarla beraber olmuşlar. Gidecekleri ana dek öpüşmeyi, oynaşmayı, kırıştırmayı ve birlikte âlem yapmayı bırakmamışlar. Memluk erkek köleler, kafalarını genç kızların göğüslerinden kaldırdıklarında ve zenci köle, sultanı bıraktığında ağaca tırmanan zenci dışında herkes gizlenmiş, saraya girmiş ve kapıları kapatmışlar.

Şahzaman, yengesinin bu yaptığını gördükten sonra kendi kendine:

Allah biliyor ya benim başıma gelenler bu kadar ağır değil. Abim -ki benden de büyük bir hükümdar- bunları yaşıyor, karısı onu iğrenç bir köleyle aldatıyor. Demek ki bütün kadınlar aynı, kocasını boynuzlamayan kadın yok. Öyleyse Allah bu aptallara, bunlara sırtını dayayanlara ve bir işin idaresini bunların eline teslim edenlere lanet etsin! demiş.

Böylece hüznünü, ümitsizliğini, pişmanlığını ve kederini geride bırakmış ve içinden şu sözleri tekrar ederek kendisini teskin etmiş:

Şuna emin oldum ki hiçbir erkek bunların fenalığından korunamaz.

Akşam yemek vakti geldiğinde ona tepsilerle yemek getirmişler. O da doymak bilmez bir iştahla yemiş; çünkü uzun süredir -ne kadar lezzetli de olurlarsa olsun- yemeklerden uzak kalmış. Sonra yüce Allah’a şükranlarını sunmuş:

“Övgü yalnız ona mahsustur. Lütuf yalnız ondandır.”

Sonra iyice dinlenmiş ve uzun bir süre sonra ilk kez uykunun tatlı hazzını yaşamış.

Ertesi gün içinde bulunduğu zor durumu geride bırakmış. Sıhhatine ve sağlığına kavuşmuş, eski günlerine geri dönmüş. On günlük kovalamacadan sonra ağabeyi avdan gelmiş. Kardeşinin yanına vardığında birbirlerini selamlamışlar. Şah Şehriyar, Şahzaman’a baktığında soluk benzinin yerini canlılığa ve sağlıklı bir görünüme bıraktığını görmüş. Uzun süre yetersiz beslendiğinden iştahla yemek yemeğe başlaması da gözünden kaçmamış. Merakla sormuş:

“Senin durumunu çok düşündüm. Seni benimle birlikte avlanmaya götürmeyi çok istiyordum ama benzinin solduğunu ve acı çektiğini gördüm. Ancak şimdi çok şükür görüyorum ki yüzünün rengi geri gelmiş ve eskisi gibi sağlıklısın. Hastalığının sebebini ailenden, arkadaşlarından ve ülkenden ayrı kalmana bağlamıştım. Bu sebepten rahatsız edici sorularla huzurunu kaçırmak istemedim ama şimdi hastalığının sebebini, benzinin solmasına yol açan şeyin ne olduğunu ve sağlığına nasıl kavuştuğunu bilmek istiyorum çünkü ben seni sağlıklı görmeye alıştım. Bana anlatmanı rica ediyorum. Şimdi konuş ve benden hiçbir şey saklama.”

Bunu duyan Şahzaman, bir süre başını öne eğmiş, daha sonra kaldırmış ve:

“Sana sıkıntımın ne olduğunu, benzimi neyin soldurduğunu söyleyeceğim. Bağışla, beni iyileştiren şeyin ne olduğunu sana söyleyemem. Lütfen cevap vermem için beni zorlama.” demiş.

Şah Şehriyar bu sözlere çok şaşırmış: “Önce bana sağlığını neyin bozduğunu söyle.” demiş.

“Öyleyse anlatayım.” demiş Şahzaman.

“Vezirini beni davet etmek üzere ülkeme yolladığında gitmeye hazırlandım ve şehrin dışına çıktım. Fakat daha sonra, sana hediye etmeye niyetlendiğim bir miktar mücevheri unuttuğumu fark ettim ve tek başıma geri döndüm. Döndüğümde karımı iğrenç, zenci bir aşçıyla birlikte yatağımda buldum. Bunu görünce ikisini de kılıçtan geçirdim ve buraya geldim. Fakat zihnim hâlâ bu mesele ile meşguldü. Hastalandım ve zayıfladım… Ancak hâlâ beni iyileştiren şeyin ne olduğunu sana söyleyemem. Kusura bakma.”

Şehriyar kafasını sallamış, büyük bir hayret içinde kalbini yakan ateşin hiddetiyle haykırmış:

“Gerçekten de kadınların fesatlığı büyük!”

Sonra onların kötülüğünden Allah’a sığınmış ve:

“Hakikaten de kardeşim, bu fenalıktan karını ölüme göndererek kurtuldun. Böyle bir talihsizlik -ki senin gibi bir şahın başına asla gelmemeliydi- karşısında öfkelenmeni ve kederlenmeni anlıyorum ama Allah biliyor ki eğer senin yaşadığın şeyi ben yaşasaydım bin tane kadını kılıçtan geçirmeden rahat etmezdim. Allah’a şükürler olsun ki senin sıkıntını giderdi. Şimdi bana hastalığını iyileştiren ve rengini yerine getiren şeyin ne olduğunu söylemelisin. Tabii ki bunu gizleme sebebini de.” demiş.

“Ey zamanın şahı! Yalvarırım beni bağışla, bunu söyleyemem!”

“Hayır, söylemek zorundasın!”

“Ah kardeşim, bunu sana söylemem, beni hasta eden şeyden daha fazla keder verir diye korkuyorum.”