banner banner banner
Binbir Gece Masalları
Binbir Gece Masalları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Binbir Gece Masalları


Bir diğeri: ‘Hey siz! Sözlerime kulak verin. Onu öldürelim. Müslüman kardeşlerimizi de onun zulmünden kurtarmış oluruz!’ dedi.

Ben: ‘Dinleyin beni kardeşlerim! Eğer onu öldürmekten başka çaremiz yoksa önce bir miktar tahtayı deniz kıyısına taşıyalım ve orada kendimize bir sal yapalım. Onu öldürmeyi başarırsak üzerine biner ve Allah’ın izniyle buradan uzaklaşırız. Yoksa bir gemi geçip de bizi alıncaya kadar burada beklemeye mecburuz. Eğer onu öldürmeyi başaramazsak da yine sala biner, denize açılırız. Boğulursak da en azından boynumuzun kırılmasından ve ateşte pişirilmekten kurtulmuş oluruz. Kaçarsak kaçarız. Kaçamazsak şehit oluruz.’ dedim.

‘Allah biliyor ya söylediklerin doğru.’ dediler.

Benim söylediklerimde hemfikir oldular ve tahtaları taşımaya koyulduk.

Tezgâhın yanındaki tahtaları kıyıya taşıdık ve bir sal yaptık. Sonra onu kıyıya bağlayıp yiyecek ne varsa istifleyerek kaleye geri döndük. Akşam olur olmaz yine yer sarsıldı ve dev, ısırmak üzere olan bir köpek gibi hırlayarak üzerimize geldi. Yanımıza gelip teker teker hepimizi yokladı ve daha önce yaptığı gibi içimizden birinde karar kıldı. Zavallıyı yedikten sonra tezgâhın üzerinde uykuya dalıp gök gürültüsünü andıran horlamasıyla uyumaya başladı. Uyuduğuna emin olur olmaz iki tane demir şiş aldık ve onları kızgın ateşte bir güzel ısıttık. Sonra şişleri sıkıca kavrayıp devin yanına geldik ve gözlerine saplayıp iyice bastırdık. Şişleri tüm gücümüzle itiyorduk ki yaratık kör olsun. Bizim şişleri saplamamız üzerine dev, çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Korkudan iliklerimize kadar titredik. Aniden tezgâhın üzerinden fırlayıp el yordamıyla bizleri aramaya başladı. Arkadaşlarım ve ben sağa sola kaçmaya başladık. Kör olduğundan bizi göremiyordu fakat biz yine de onun karşısında dehşete düşüyor, hayatımız için endişeleniyorduk. Sonra el yordamıyla kapıyı buldu ve çıkıp gitti. Gürleyişinden yer sarsılıyordu. Hepimiz dehşete düşmüştük. Nihayet kendimizi toparlayıp kaleden çıktık ve salı yaptığımız yere geldik. Birbirimize:

‘Eğer bu lanet yaratık gün batımına kadar gelmezse öldüğüne emin olabiliriz ama olur da gelirse Allah’a tevekkül eder, salımıza atlar, yola çıkarız.’ diyorduk.

Biz bunları der demez siyah dev, gulyabani gibi iki arkadaşıyla birlikte ortaya çıktı. Arkadaşları, ateş gibi kırmızı gözleriyle kendisinden daha iğrenç ve daha korkunçtu. Onları görmemiz üzerine derhâl salımıza atladık, bağı çözdük ve denizde yol almaya başladık. Devler bizi görünce bağırmaya ve deniz kıyısına koşmaya başladılar. Üzerimize attıkları taşların bir kısmı bize isabet ediyor, bir kısmı denize düşüyordu. Bütün gücümüzle kürek çekerek taşlarının ulaşamayacağı bir mesafeye kadar geldik. Fakat arkadaşlarımın çoğu devlerin attığı taşlar yüzünden ölmüştü. Dalgalar ve rüzgâr bizi sağa sola savuruyor ve hepimizi yutacak büyüklükte bir girdabın ortasına sürüklüyordu. Nereye gittiğimize dair bir fikrimiz yoktu ve yanımdaki arkadaşlarım birer birer ölüyordu. Nihayetinde üç kişi kalmıştık. Olur da biri ölürse onu denize atıyor böylece yükümüzü hafifletiyorduk.

Açlık hepimizi yorgun düşürmüştü fakat yine de cesaretimizi topluyor ve birbirimizi teşvik edecek sözler söyleyip hayatımız için tüm gücümüzle kürek çekiyorduk. Sonunda rüzgâr bizi bir adaya getirdi. Yorgunluk, açlık ve korkudan kendimizi kaybetmiştik; âdeta ölü gibiydik. Kıyıya vardığımızda bir süre adanın etrafında dolaşmaya başladık. Bu ada kuşları, ağaçları ve akarsuları ile âdeta bir cennet gibi gelmişti bize. Meyvelerden yiyip karnımızı doyurduk. Devden kurtulduğumuz ve denizden sağ salim çıkıp kıyıya ulaştığımız için çok mutluyduk. Akşam olunca yattık; fakat tam uykuya daldığımız sırada gözlerimizi kapatmamızla rüzgâr uğultusuna benzeyen bir ıslık sesiyle uyanmamız bir oldu. Ayağa kalktığımızda karşımızda ejderhaya benzeyen kocaman bir yılan gördük. Daha korkunç olanıysa bu canavarın etrafımızı kuşatmış olmasıydı… Birden kafasını kaldırdı ve arkadaşlarımdan birini yakalayarak yuttu. Zavallının kaburgalarının kırılma sesini duyabiliyorduk. Sonra yoluna devam etti. Bizlerse müthiş bir hayret içindeydik. Arkadaşımız için üzülüyor, kendi hayatımız için endişe ediyor ve:

‘Allah biliyor ya bu korkunç bir şey… Karşılaştığımız her ölüm, bir öncekinden daha dehşet verici. Siyah devden ve denizin tehlikelerinden kurtulduğumuza seviniyorduk fakat şimdi çok daha kötü bir durumdayız. Galip olan Allah’tır. Onun dilemesiyle devden ve boğulmaktan kurtulduk fakat bu iğrenç canavardan nasıl kaçacağız?’ diyorduk.

Bir süre adada dolaştık. Ağaçlardaki meyvelerden yiyor, derenin sularından içiyorduk. Güneş batınca da yüksek bir ağaca çıkıp uyumaya başladık. Hava iyice kararınca dehşet verici bir yılan çıkageldi. Önce sağına soluna bakındı, sonra da bizim bulunduğumuz ağaca tırmanıp arkadaşımı yutuverdi. Bu görüntü, beni dehşet içinde bırakmıştı. Zavallı arkadaşımın kemiklerinin kırılma sesini duyabiliyordum. Arkadaşımı bir güzel yuttuktan sonra da ağaçtan aşağı kaydı. Gün ağarıp da yılanın gittiğini görünce aşağı indim. Korkudan ve acıdan âdeta ölü gibiydim. Kendimi denize atmayı ve bu dünyanın kederinden tamamen kurtulmayı düşündüm fakat buna cesaret edemedim. Ne de olsa hayat bu. Böyle bir durumda bile vazgeçemiyor insan… Ben de uzun ve geniş beş parça tahta buldum. İki tanesini ayaklarıma, iki tanesini de göğsümün sağ ve sol tarafına bağladım. En geniş ve en uzun olanınıysa kafama bağlamıştım. Sonra sırtüstü uzandım. Her yerim tahtalarla kaplıydı ve bu hâlimle âdeta bir tabutun içinde gibiydim. Hava kararır kararmaz yılan geldi ve yanıma yaklaştı fakat beni çevreleyen tahtalardan dolayı amacına ulaşamadı. Beni yemeyi başaramayınca etrafımda dolanmaya başladı. Bu arada ben de onu seyrediyordum. Korkudan neredeyse ölüyordum. Arada bir yanımdan uzaklaşıyor fakat bir zaman sonra geri geliyordu. Yanıma yaklaşma teşebbüsleri, kendimi bağladığım tahtalardan dolayı her seferinde sonuçsuz kalıyordu. Güneş doğuncaya kadar hep çevremdeydi. Sabah olur olmaz da büyük bir öfke ve şiddetli bir hayal kırıklığıyla yanımdan uzaklaştı.

Yılan uzaklaştığında kendimi çözdüm. Acıdan ve korkudan yarı ölü bir hâldeydim. Adanın kıyısına indim ve etrafı izlemeye koyuldum. Tam da bu sırada denizin ortasındaki bir gemi gözüme çarptı. Kocaman bir ağaç dalını elime aldım ve onunla gemidekilere işaret ettim. Uzunca bir süre bağırdım. Onlar da beni görmüş ve birbirlerine:

‘Şu gördüğümüz şeyin yanına gidelim ve ne olduğuna bir bakalım. Belki de bir insandır.’ demişler.

Kıyıya yanaşıp beni gemiye aldılar ve başıma gelenleri sordular. Ben de onlara baştan sona tüm maceralarımı anlattım. Hikâyem hepsini şaşkına çevirmişti. Üstüme başıma giyecek bir şeyler verdiler. Dahası yemek ikram ettiler. Ben de karnımı iyice doyuruncaya kadar yedim. Ama ruhuma ferahlık veren asıl şey, lezzetli ve taze suya kavuşmamdı. Artık çok rahattım. Yüce Allah beni âdeta ölüyken diriltmişti. Ben de Rabb’ime merhameti ve lütufkârlığı için şükrettim. Büyük bir felaketten sonra yeniden hayat bulmuştum. Bir zaman sonra çektiğim bütün acıları sadece kötü bir rüya olarak kabul ettim. Sakin bir rüzgârla bir süre daha yol aldık. Ta ki yüce Rabb’imiz bizleri sandal ağacıyla meşhur El-Salahitah Adası’na ulaştırıncaya kadar… Kaptan demir attığında tüccarlar mallarını indirdi ve bir süre kendi ticaretleriyle meşgul oldular.

Sonra kaptan bana dönerek:

‘Şimdi beni dinle yabancı. Şu an için yoksul bir kimsesin ve bir sürü korkunç şey yaşamışsın. Sana ülkene dönmene yardımcı olacak bir teklifim var. Umarım sana faydası olur da bana dua edersin.’ dedi.

‘Ne olduğunu söyle, dualarım seninle!’ diye cevap verdim.

‘Bir zamanlar bizimle birlikte yolculuk eden bir adam vardı fakat maalesef onu kaybettik. Şimdi ölü mü sağ mı bilmiyoruz. Ondan hiçbir haber alamadık. Zavallının mallarını sana emanet etmek niyetindeyim. O malları bu adada satarsın. Eline üç beş kuruş bir şey geçer. Kalanını da şahsi eşyalarıyla birlikte Bağdat’a, adamın ailesine yollarız. Şimdi söyle bakalım bu görevi kabul edip diğer tüccarlar gibi malları satmaya razı mısın?’

‘Emriniz başım üstüne efendim. Allah biliyor ya hakkınızı ödeyemem.’ dedim ve ona teşekkür ettim.

O da denizcilere söz konusu malları indirmelerini söyledi ve onları bana emanet etti.

Geminin kâtibi, kaptana sordu:

‘Efendim, bu paketlerin içinde ne var? Üzerlerine kimin adını yazayım?’

Kaptan: ‘Üzerlerine Denizci Sinbad yaz. Bir zamanlar bizimle olan ve Rıh adasında kaybettiğimiz kardeşimizin adını… Zavallıdan bir daha haber alamadık. Şimdi bu yabancıya onun mallarını emanet ederiz, o da onları satıp payını alır. Paranın kalanını da Bağdat’a, sahibine, kendisini bulamazsak da ailesine yollarız.’

Kâtip: ‘Hakikaten de çok güzel düşünmüşsün reis!’ dedi.

Sabırla bütün tüccarların gemiden inmelerini bekledim. Gemideki herkes indi ve işleriyle meşgul olmaya başladı. Sonra cesaretimi topladım ve kaptanın yanına gidip sordum: ‘Efendim, mallarını satmamı istediğiniz Sinbad’ın kim olduğunu biliyor musunuz?’

‘Ona dair bildiğim tek şey, Bağdatlı olduğu ve Denizci Sinbad adıyla tanındığı. Birkaç tane arkadaşımızla birlikte demir attığımız bir adada boğuldu. O günden beri de ondan haber alamadım.’

Bunun üzerine bağırarak şöyle dedim:

‘Kaptan, Allah her daim sizin dostunuz ve yardımcınız olsun! Bilin ki ben Denizci Sinbad’ın ta kendisiyim ama sandığınız gibi boğulmadım. Diğer tüccarlar ve mürettebat ile birlikte ben de adaya indim. Çok güzel bir yerde tek başıma oturup meyvelerden yemeye başlamıştım. Böyle böyle oyalanırken birdenbire uyku bastırdı ve uyuyakaldım. Uyandığımdaysa gemiden ya da herhangi bir insandan eser yoktu. Bu mallar bana aittir. Elmaslar Adası’nda mücevher toplayan bütün tüccarlar da şahidimdir ki ben Denizci Sinbad’ım. Başımdan geçen her şeyi onlara anlattım. Beni nasıl unuttuğunuzu, adada nasıl uyuyakaldığımı… Kısacası başıma gelen her şeyi…’

Yolcular ve mürettebat sözlerimi duyduğunda bir kısmı hikâyemin doğruluğuna inandı, bir kısmıysa yalan söylediğimi düşündü. Elmaslar Adası’ndan bahsettiğimi duyan biri aniden yanımıza geldi ve şunları söyledi:

‘Hey millet! Söyleyeceklerime kulak verin… Yolculuğum sırasında başıma gelen inanılmaz bir şeyi anlattığımda yani Yılanlar Vadisi’nde kesilmiş hayvanımla birlikte gelen adamdan bahsettiğimde hiçbiriniz sözüme inanmadınız ve bana yalancı dediniz. Hatırlıyor musunuz?’

‘Evet, böyle bir şeyden bahsetmiştin fakat biz senin doğruyu söylediğine ihtimal vermemiştik.’

‘İşte bu adam, bana paha biçilemez elmasları veren adamdır. Benim kestiğim hayvana yapışması mümkün olmayan çoklukta elmasları bana verdi. Onunla birlikte Basra’ya kadar yolculuk ettim. Orada da bizden ayrılıp kendi ana vatanına döndü. O gerçekten de Denizci Sinbad’dır. Issız adada terk edilmiş talihsiz adam… Şimdi de Allah onu, hikâyemin doğruluğuna inanmanız için buraya gönderdi. Bu mallar da ona aittir. Bizimle birlikteyken satın aldığını hatırlıyorum. Onun sözlerine inanın.’

Tüccarın bu sözlerini duyan kaptan yanıma geldi ve bir süre beni süzdü. Sonra şunu sordu: ‘Balyaların içinde ne var?’

Ben: ‘Falan, filan…’ dedim.

Sonra da ona Basra’ya olan yolculuğumuz boyunca başımıza gelen bazı şeyleri hatırlattım. Nihayet Denizci Sinbad olduğuma ikna oldu ve boynuma sarılıp kurtuluşuma şükrettikten sonra şunları söyledi:

‘Allah, Allah! Senin başına neler gelmiş böyle? Yine de sağ salim yanımızdasın ya! Yüce Rabb’ime şükürler olsun! O ki senin malını da canını da muhafaza etti.”

Ardından ‘Elhamdülillah!’ diyerek sevincini bir kez daha dile getirdi.

Malları mümkün olduğunca çabuk elden çıkardım. Büyük bir kâr elde etmiştim ve sevinçten havalara uçuyordum. Kurtuluşum, sıhhatim ve mallarımı geri alabildiğim için Allah’a şükürler ediyordum. Tekrar gemiye bindik ve Hint adalarına varıncaya dek yolculuk yapmaya, demir attığımız limanlarda ticaretle meşgul olmaya devam ettik. Bu diyarlardan karanfil, zencefil ve çeşit çeşit baharat satın almıştık. Oradan da Sind adı verilen ülkeye gittik ve ticaretimizle meşgul olmaya devam ettik.

Hint denizlerinde sayamayacağım kadar çok değişik şeye rastladım. Mesela derisinden kalkan yapılan, yavrularını inek gibi emziren bir balık gördüm ki ağzım bir karış açık kaldı. Hele o eşeğe benzeyen balıklar yok mu? İnsanın aklını başından alır. Yirmi metre uzunluğundaki kaplumbağayı görmekse uykuları kaçırır. Bütün bunların arasında görülmeye değer bir başka şey ise deniz kabuğundan çıkıp yumurtalarını bıraktıktan sonra bir daha ortalıkta görülmeyen kuş… Bütün bunlar beni çok şaşırtmıştı gerçekten.

Yüce Allah’ın nasip etmesiyle sakin bir rüzgâr eşliğinde Basra’ya vardık. Bu yolculuğumuz oldukça bereketli geçmişti. Bu şehirde birkaç gün kaldıktan sonra Bağdat’a, memleketime döndüm. Ailem ve dostlarımla hasret giderdim. İnanılmaz bir servet biriktirmiştim. Tabii bu servetin zekâtını vermeyi ihmal etmedim ve fakir fukarayı doyurdum. Sağ salim dönüşümü kutlamak için de büyük bir ziyafet verdim. Dostlarımla ve yakınlarımla vakit geçirmek bana tüm sıkıntılarımı unutturmuştu.

İşte bu, üçüncü yolculuğum sırasında yaşadığım ilginç şeylerin özeti… Yarın, Allah’ın izniyle, buraya geldiğinde dördüncü yolculuğum sırasında yaşadığım şeyleri anlatacağım. İster inan ister inanma ama yarınki hikâye bundan bile daha ilginçtir.” demiş Denizci Sinbad.

Daha sonra deniz adamı Sinbad, kara adamı Sinbad’a yüz altın verilmesini emretmiş. Sofralar kurulmuş, akşam yemeği yenmiş ve duyduklarına hayret eden misafirler kendi yoluna gitmiş. Hamal da herkes gibi geceyi kendi evinde geçirmiş, adaşının anlattığı hikâyeleri düşünüp durmuş. Ertesi sabah, kalkıp sabah namazını kılmış ve denizcinin evine doğru yola çıkmış. Denizci, hamalın selamını almış ve ona yanında bir yer ayırmış. Kalan misafirler de gelince güzelce kahvaltılarını yapmışlar ve Denizci Sinbad hikâyesine devam etmiş…

DENİZCİ SİNBAD’IN DÖRDÜNCÜ YOLCULUĞU

Sevgili dostlarım, üçüncü yolculuğumdan sonra evime dönüp dostlarımla ve ailemle vakit geçirmeye başlamıştım. Rahatlık ve huzur bana yaşadığım bütün zorlukları ve acıları neredeyse unutturmuştu… Günlerden bir gün tüccar dostlarım beni ziyarete geldi ve yabancı ülkelere ticaret yapma bahsi açıldı. İçimdeki seyahat tutkunu adamın aklını başından alan da bu oldu. Yeniden yabancı ülkeleri ziyaret etmek, farklı insanlarla tanışmak ve ticaret yapıp para kazanmak istiyordum. Bu sebepten onlarla yolculuk etmeye karar verdim. Seyahat için ihtiyacım olan şeylerle birlikte envaiçeşit değerli mal satın aldım. Sonra eşyalarımı Bağdat’tan Basra’ya taşıdım ve o şehrin ileri gelenlerinden olan tüccar arkadaşlarımla buluştum.

Yüce Allah’ın izniyle yola çıktık. Hafif bir rüzgâr eşliğinde rahatça seyahat ediyor, farklı adalarda ve denizlerde dolaşıp duruyorduk. Fakat günlerden bir gün şiddetli bir rüzgâr ters yönden esmeye başladı. Kaptan da gemi, okyanusun ortasında alabora olur korkusuyla derhâl demir attı. Bu korkuyla hepimiz Rabb’imize dua etmeye ve ondan yardım dilemeye başladık. Bizler dua etmekle meşgulken şiddetli bir kasırga gemimizi vurdu ve yelkenlerimizi paramparça etti. Çapanın zinciri koptu ve gemi batmaya başladı. Biz de kendimizi derhâl denize attık. Ben yarım gün boyunca yüzdüm fakat tam da umutsuzluk içinde hayatımdan vazgeçmişken Rabb’im bana geminin döşemelerinden kalın bir tahta parçası gönderdi. Birkaç tüccar arkadaşım ile birlikte bu tahta parçasının üzerine tırmandık ve ayaklarımızı kürek gibi kullanarak suda ilerlemeye başladık.

Dalgaların ve rüzgârın da yardımıyla bir gün bir gece böyle devam ettik. İkinci günün sabahında hafif bir meltem eşliğinde dalgalar bizi bir adanın kıyısına savurmuştu. Açlık, yorgunluk, uykusuzluk ve korkudan neredeyse ölüyorduk.

Kıyı, binbir çeşit otla kaplıydı, büyük bir iştahla onlardan yedik ve zayıf bedenlerimiz birazcık da olsa güç kazandı. Karnımızı doyurduktan sonra uyuduk. Güneş doğunca da ayağa kalkıp adayı keşfetmek üzere dolaşmaya başladık. Uzaklarda bir yerlerde bir ev görmüştük; o yöne doğru ilerlemeye karar verdik. Kapıya ulaştık ki bir de ne görelim! Bir sürü çıplak adam!.. Oldukça vahşi olan bu insanlar tek bir söz etmeden üzerimize saldırdılar ve bizleri yaka paça hükümdarlarına götürdüler. Hükümdar bizlere oturmamızı işaret etti. Biz de korkumuzdan dediğini yapmak zorunda kaldık. Sonra önümüze, ne olduğu hakkında en ufak bir fikre sahip olmadığımız bir çeşit yemek koydular. Arkadaşlarım şiddetli açlığın da etkisiyle yemeye başladılar fakat ben midem bulandığı için yiyemedim. Sonradan anladım ki o yemekten uzak durmam bana Allah’ın bir lütfuymuş. Öyle bir lütuf ki hayatta kalmamı sağladı… Arkadaşlarım yemeği yer yemez akılları başlarından gitti ve bir anda çok tuhaf davranmaya başladılar. Âdeta kötü bir ruh tarafından ele geçirilmiş gibiydiler; iştahla o yemeği yemeye devam ediyorlardı. Yemekleri bitirince vahşi adamlar onlara Hindistan cevizi yağı içirdiler ve zavallıları yağlamaya başladılar. O şeyi içmelerinden kısa bir süre sonra gözleri döndü ve iradelerini kaybedip daha bir iştahla yemeye başladılar.

Onları görünce kafam karıştı ve kendim için olduğu kadar onlar için de endişelenmeye başladım. Zamanla anladım ki bu vahşiler hükümdarları gulyabani olan bir kabileye mensuptu ve Mecusi’ydiler.

Bu canavarlar, ülkelerine uğrayan herkesi ele geçirip hükümdarlarına yediriyorlardı. O yağla yağlamalarının sebebi ise midelerini genişletip daha fazla yemelerini sağlamaktı. Böylece daha semiz ve yağlı oluyorlardı belli ki… Yedikleri o yemekse akıllarını başlarından alıyor ve zavallıları aptallaştırıyordu. İyice beslenip yağlı ve şişman olan insanları kesiyor, sonra da pişirip hükümdarlarına sunuyorlardı. Vahşiler ise insan etini çiğ çiğ yiyorlardı.

Bunları görmek, kendim ve dostlarım için büyük bir üzüntü duymama sebep oldu. Zavallı arkadaşlarım artık delirmişti ve başlarına gelenlerden bihaberlerdi. Bu vahşi insanlar onları âdeta bir koyun sürüsü gibi otlatıyordu. Günden güne daha da şişmanlıyordu talihsiz arkadaşlarım… Bana gelince; korkudan kemiklerime kadar titriyordum. Açlıktan hasta düşmüştüm. Vahşiler bu hâlimi görünce beni tek başıma bıraktılar. O kadar ki varlığımdan haberdar bile değillerdi. Beni unuttuklarına emin olduğum anda aralarından kaçtım ve sahile doğru yürümeye başladım. Etrafı sularla kaplı yüksek bir yerde oturan yaşlı bir adam gördüm. Kendisine baktığımda çoban olduğunu anladım. Bu adam arkadaşlarımı otlatmakla görevli olan kişiydi. Beni görüp de aklımın başında olduğunu, diğerleri gibi yemeğin etkisinde olmadığımı anladığında işaretlerle âdeta şunları söyledi:

‘Geriye dön ve sağdaki yoldan devam et; o yol seni hükümdarın sarayının bulunduğu yola götürecektir.’