banner banner banner
Binbir Gece Masalları
Binbir Gece Masalları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Binbir Gece Masalları


Ben de adamın dediği gibi geriye döndüm ve sağdaki yoldan yürümeye başladım. Yaşlı adamın korkusundan önceleri koşuyordum; fakat adamın beni göremeyeceği bir mesafeye varınca yürümeye başladım. Bu arada güneş batmış ve karanlık iyiden iyiye yüzünü göstermişti. Uyuyup dinlenebilmek için oturdum fakat korku ve açlıktan bir türlü uyuyamıyordum. Şiddetli yorgunluk da cabası… Sabaha karşı ayağa kalktım ve güneş doğup da tüm güzelliğiyle doğaya merhaba dediğinde yürümeye başladım. Aç karnımı etraftaki otlar ve çimenlerle doyurmuştum. Ertesi gün ve gece boyunca yolculuğa devam ettim. Böyle böyle yedi gün yedi gece boyunca ilerledim. Sekizinci günün sabahında uzakta gördüğüm bir şey dikkatimi çekti. Korkudan kalbim küt küt atarken oraya doğru yaklaştım ve gördüğüm şeyin, biber tohumları toplayan bir avuç adam olduğunu anladım.

Beni görür görmez yanıma yaklaşıp etrafımı kuşattılar ve:

‘Sen kimsin ve nereden geliyorsun?’ diye sordular.

‘Ben fakir bir yabancıyım.’ dedim.

Sonra onlara yaşadığım bütün zorlukları anlattım. Vahşi adamlardan nasıl kaçtığımı söylediğimde kurtuluşuma sevinerek şöyle dediler:

‘Allah biliyor ya bu inanılmaz bir şey… Ellerine düşen herkesi büyük bir iştahla yiyen bu cani sürüsünün pençelerinden nasıl kurtuldun? Onların eline düşenin kurtuluşu olmaz!’

Arkadaşlarımın başına gelenleri anlattım. Bu iyi yürekli insanlar, söylediklerime kulak vermekle kalmadılar yanlarındaki yiyeceklerden de ikram ettiler. Çok aç olduğumdan iştahla yedim ve birazcık da olsa rahatladım. Adamlar işleri bitince beni hükümdarlarının huzuruna götürdüler. Hükümdar, selamıma karşılık verdi ve beni saygıyla ağırlayarak vaziyetimi sordu. Bağdat’tan ayrıldığım günden itibaren başımdan geçen her şeyi tek tek anlattım. Maceralarımı büyük bir merakla dinledi ve saray mensuplarıyla birlikte kendisine yemekte eşlik etmemi istedi. Ben de karnımı iyice doyurdum. Rabb’ime bol bol şükrediyordum bu arada. Sonra saraydan ayrıldım ve kafamı toparlamak için şehirde gezdim. Bu ülkenin insanları varlıklıydı.

Böylesine güzel bir yere ulaştığım için oldukça mutluydum. Yaşadığım onca sıkıntının sonunda nihayet huzura kavuşmuştum. Şehrin insanlarıyla dost oldum. Çok geçmeden hükümdarın ve onların gözünde saygıdeğer bir adam, önemli bir kişi olmuştum. Şehirdeki herkesin -zenginin de fakirin de- oldukça değerli, kaliteli atlara bindiğini gördüm fakat bu atların üzerinde eyer yoktu. Ben de merakla hükümdara sordum:

‘Biniciye rahatlık verecek ve onun ata iyice hâkim olmasını sağlayacak eyerleri neden kullanmıyorsunuz efendim?’ ‘Eyer nedir? Bahsettiğin şeyi ne gördüm ne de duydum.’ diye cevap verdi.

‘Müsaade ederseniz size bir eyer yapayım; üzerine biner ve ne kadar kullanışlı olduğunu görürsünüz.’ dedim.

‘Yap öyleyse.’

‘Öncelikle biraz tahtaya ihtiyacım olacak.’

Bana ihtiyacım olan tahtayı temin ettiler. Ben de becerikli bir marangoz buldum ve ona eyer kaltağının nasıl yapılacağını çizerek anlattım. Sonra bir miktar yünü eyer gövdesinin etrafına sardım ve üzerini deriyle kapladım. Deriyi iyice parlattıktan sonra iyi bir demirci buldum ve ona üzenginin nasıl yapılacağını tarif ettim. O da bir çift üzengi yapıp iyice düzleştirdi ve bana teslim etti. Dahası, ipekten püsküller yapıp eyerin etrafını süsledim. Sonra da en kaliteli kraliyet atlarından birini getirip eyeri yerleştirdikten sonra atı hükümdara götürdüm. Hükümdar, eyeri çok beğendi ve bana teşekkür etti. Sonra büyük bir neşe içinde atıyla gezmeye başladı. Tabii bu zahmetimi de karşılıksız bırakmadı.

Eyeri gördüğünde hükümdarın veziri de bir tane istedi. Ben de yapıp kendisine teslim ettim. Aynı şekilde diğer soylular ve generaller de benden eyer istiyorlardı. Böyle böyle ben de eyer yapma işiyle meşgul olmaya başladım. Demirciye ve marangoza da işin nasıl yapılacağını öğrettiğimden mesleğimde gitgide ustalaşıyordum. Eyer ticaretiyle meşgul olmak büyük bir servet kazanmama ve hükümdarın gözünde muteber biri olmama yol açtı. Bir gün hükümdarın yanında oturup kendisiyle sohbet ederken bana şöyle dedi:

‘Ah benim biricik kardeşim! Sen artık bizden birisin, bizim parçamızsın. Sana o kadar saygı duyuyor ve seni o kadar çok seviyoruz ki artık senden ayrılamayız, ülkemizden gitmene gönlümüz razı olmaz. Bu sebepten bir konuda bana itaat etmeni rica edeceğim. Lütfen bana karşı gelme.’

Ben: ‘Sultanım, benden ne istiyorsunuz? Size karşı gelmek aklımın ucundan geçmez. Bana yaptığınız iyilikler ve nezaketinizden dolayı kendimi size borçlu hissediyorum. Allah’ın da izniyle ben sizin hizmetkârınızım.’ dedim.

‘Seni hoş, zeki ve uyumlu bir hanımla evlendirmek niyetindeyim. Kendisi güzel olduğu gibi zengindir de. Böylelikle yalnızlığından kurtulur, buralara iyice yerleşirsin.’

Bu sözleri duymak beni öylesine mahcup etmişti ki ona cevap veremedim. Bunun üzerine bana sordu:

‘Neden cevap vermiyorsun oğlum?’

‘Ah efendim, emriniz başım üstüne…’

Bunun üzerine kâtibi ve şahitleri çağırıp beni soylu, varlıklı, güzelliğiyle âdeta bir çiçeği andıran şahane bir kadınla evlendirdi.

Hükümdar beni bu harika kadınla evlendirmekle kalmadı, bana içinde kölelerle hizmetçiler bulunan bir ev hediye etti. Artık rahat, keyifli ve mutluydum, başıma gelen bütün zorlukları ve sıkıntıları unutmuştum. Karımı büyük bir aşkla seviyordum, tıpkı onun beni sevdiği gibi… Öylesine huzurlu ve sevgi dolu bir hayat yaşıyorduk ki kendi kendime, Ülkeme geri döndüğümde onu da götüreceğim, diyordum.

Fakat kaderde ne yazılmışsa o olur. Kimse başına ne geleceğini bilemez. Biz hayatımıza devam ederken komşularımızdan birinin karısı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kadınların ağıt yaktığını duyunca taziyede bulunmak üzere arkadaşımın yanına gittim. Zavallının durumu çok vahimdi. Acısından olacak âdeta hasta gibiydi. Ona başsağlığı diledim ve onu rahatlatmaya çalışarak:

‘Karın için üzülme. O şimdi Allah’ın rahmetine kavuştu. Dilerim ki Allah sana ondan daha iyi bir eş nasip eder ve senin ömrünü uzatır.’ dedim.

Ama o acı içinde gözyaşları dökerek şöyle cevap verdi: ‘Ah dostum… Bir günlük ömrüm kalmışken başka biriyle nasıl evlenebilirim?’

‘Kendine gel ve böyle şeyler söyleme. Çok şükür ki hayattasın. Sağlığın da sıhhatin de yerinde.’

‘Bir bilsen neler olacağını… Yarın beni kaybedeceksin ve mahşer gününe dek de bir daha göremeyeceksin.’

Neden böyle konuştuğunu sorduğumda bana şöyle cevap verdi:

‘Karımı gömdükleri zaman beni de onunla beraber gömecekler. Bu bizim geleneğimizdir. Eğer kadın önce ölürse kocasını onunla beraber gömerler. Aynı şekilde adam öldüğünde de karısını… Böylece eşini kaybeden kimse onun ardından hayatın zevklerini tadamaz.’

‘Allah, Allah! Bu duyduğum en korkunç, en vahşi gelenek! Bu böyle devam edemez!’ diye haykırdım.

Bu arada kasaba halkı geldi ve arkadaşımı teselli etmeye koyuldular. Cenaze merasimi başlamıştı. Önce kadını ve kocasını tabuta yerleştirip şehrin dışına, deniz kıyısında dağlık bir yere götürdüler. Dağın dibine geldiğimizde yerde duran büyükçe bir taşı kaldırdılar. Gördüğüm şey beni bir kez daha dehşete düşürmüştü. Kocaman, karanlık bir çukur… Cesedi çukura attıktan sonra arkadaşımı halata bağlayıp aşağı sarkıttılar. Bir miktar ekmek ve bir sürahi su vermeyi de ihmal etmediler tabii… Zavallı adamın dibe ulaştığından emin olduktan sonra da çukuru kapayıp şehre döndüler.

Kendi kendime, Bu şekilde ölmek ne kadar da korkunç! dedim. Sonra hükümdarın yanına gittim ve ona sordum: ‘Efendim, insanları neden diri diri gömüyorsunuz?’

‘Bu bizim âdetimizdir. Çok eski zamanlardan beri bu böyle devam eder. Eşleri birlikte gömeriz ki ölümden sonra bile ayrılmasınlar.’

‘Ey hükümdarım! Peki benim gibi başka ülkeden gelen bir adamın karısı öldüğünde ona da aynı şekilde mi muamele edersiniz?’

‘Tabii ki! Aynı şey onun için de geçerli.’

Bunu duyunca mideme ağrılar girdi. Başıma gelebileceklerden korkuyor, büyük bir endişe duyuyordum. Zihnim karmakarışıktı. Kendimi dehşet verici bir zindandaymışım gibi hissediyordum. Olur da karım benden önce ölür, beni de onunla birlikte gömerler diye korkuyor, bu şehirdeki herkesten nefret ediyordum. Fakat bir süre sonra kendimi rahatlatmaya başladım. Şöyle düşünüyordum:

Umarım ondan önce ölürüm ya da o ölmeden ülkeme geri dönerim. Kimin ne zaman öleceğini kimse bilemez ne de olsa…

Kendimi çeşitli işlerle meşgul ediyor, bu düşünceden uzak kalmaya çabalıyordum. Çok geçmeden karım hastalandı, yataklara düştü ve birkaç gün sonra Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bunun üzerine hükümdar ve halk, âdetleri olduğu üzere yanıma gelip bana ve karımın ailesine başsağlığı dilediler. Başıma geleceklerden dolayı beni de teselli etmeyi ihmal etmediler tabii…

Karımı yıkadılar ve ona en güzel giysilerini giydirip en pahalı mücevherlerini takarak tabuta yerleştirdiler. Sonra da bahsettiğim dağlık yere götürüp oradaki çukura attılar. Karımı mezarına yerleştirir yerleştirmez bütün eş dost yanıma gelip bana veda etti ve kendi ölümümden dolayı beni teselli etmeye çalıştılar. Bu arada ben şunları söyleyerek ağlıyordum:

‘Yüce Allah, canlı birini böylesine gömenlerden asla razı olmaz! Ben bir yabancıyım, sizden biri değilim, sizin töreleriniz beni bağlamaz. Eğer böyle olacağını bilseydim asla sizden biriyle evlenmezdim!’

Fakat söylediklerime kulak veren, acımı anlayan biri çıkmadı. Beni zorla bağlayıp çukura bıraktılar. ‘Âdetleri olduğu üzere yedi parça ekmek ve bir sürahi su vermeyi de unutmadılar. En dibe indiğimde beni bağladıkları ipi çözmemi söylediler fakat ben bunu yapmayı reddettim. Onlar da ipi üzerime atıp çukuru kapattıktan sonra gittiler.

Etrafa bakındığımda her yerin ölü bedenlerle dolu olduğunu gördüm. İğrenç, keskin bir koku her yeri sarmıştı ve ölmek üzere olanların iniltileri her yerde yankılanıyordu. Bu görüntü üzerine yaptıklarım için kendimi suçlamaya başladım. Kendi kendime:

Allah biliyor ya başıma gelen ve gelecek olan her şeyi hak ettim! Ne diye bu şehirden biriyle evlenmek belasına bulaştım ki? Ama tek galip Allah’tır ve yalnızca onun dediği olur. Yine her zaman olduğu gibi bir beladan kurtulup daha beterine düştüm. Ya Rabbi! Bu ne korkunç bir ölüm şeklidir? Keşke doğru düzgün bir ölümle sonlansaydı hayatım, bir Müslüman gibi yıkanıp kefenlenseydim… Ah, ah… Denizde boğulmayı ya da dağlarda helak olmuş olmayı şu duruma bin kere tercih ederdim! diyordum.

Böyle böyle kendimi suçlayıp ahmaklığımın ve açgözlülüğümün neticesi olan o çukurda dolanıyordum. Geceyi gündüzden ayıramıyordum. Vaktimi, iğrenç şeytana bela okuyup Rabb’imden bağışlanma dileyerek geçiriyordum.

Bir ara kendimi kemiklerin arasına attım ve içinde bulunduğum durumun vehametinin de etkisiyle yalvar yakar Allah’a dua etmeye başladım. Bir türlü nasip olmayan ölümün bir an evvel gelip beni bulmasını diliyordum. Açlığın ateşi midemi kavurduğunda ve susuzluk boğazımı yaktığında küçük bir parça ekmeği bir yudumcuk suyla yutuyor, kendimi yatıştırmaya çalışıyordum. Meğer hayatımda görüp göreceğim en kötü gece işte o geceymiş! Koca bir mağarada cesetlerin arasında yalnız başıma geçireceğim ilk gece!.. Ayağa kalktım, çukurun içinde dolanmaya başladım. Geniş, uzun bir alan keşfettim ki zemini ölü bedenlerle ve kaç zamandır orada durduğu belli olmayan çürümüş kemiklerle kaplıydı. Boş bir alanda, cesetlerden biraz olsun uzakta kendime uyuyabileceğim bir yer yaptım. Orada bir süre kaldım; ta ki yanımdaki ekmek ve su tükenene kadar… Hâlbuki sadece iki günde bir yemek yiyor, çok susamadıkça su içmiyordum; çünkü ölmeden önce yiyecek ekmeğin ve içecek suyun tükenmesi beni çok korkutuyordu. Kendi kendime, Az ye ve az iç, belki de Allah’ın seni kurtaracağı gün yakındır, diyordum.

Yiyecek içeceğimin tükenmek üzere olduğu bir gün, kara kara düşünüp derdime yanarken birden çukurun ağzını kapayan taş kaldırıldı. Uzun zaman sonra ilk kez gördüğüm gün ışığı, gözlerimi kamaştırıyordu. Kendi kendime, Acaba yukarıda neler oluyor? Umarım yeni bir ceset atarlar… dedim.

Sonra çukurun etrafında duran insanlara baktım. İlk önce aşağıya ölü bir adam attılar, sonra da feryat figan ağlayan bir kadını sarkıttılar. İlginçtir ki bu kadının yanında, herkese verdiklerinden daha fazla yiyecek içecek vardı. Herhâlde soylu biriydi. Kendisine baktığımda oldukça güzel bir kadın olduğunu gördüm fakat o, beni fark etmemişti. Cenaze işlemlerini bitiren kalabalık, çukuru kapatıp gittikten sonra elime irice bir kemik aldım ve kadının kafasına vurdum. Çığlık çığlığa bağırdı ve yere düştü. Bense vurmaya devam ediyordum. Ta ki öldüğüne emin oluncaya kadar… Sonra ekmeğini, suyunu ve kendisini süsledikleri pahalı mücevherleri, altınları aldım. Burada kadınları en güzel ziynetleriyle gömmek âdettendi. Bu da benim oldukça işime yaramıştı.

Ekmekleri ve suyu, uyumak için kaldığım kısma götürdüm. Sonra da beni hayatta tutacak kadar yedim ve içtim. Elimdeki az miktarda besini birden tüketmemeye özen gösteriyordum çünkü açlıktan ölmek korkusu beni mahvediyordu. Fakat her şeye rağmen yüce Allah’a inanmaktan asla vazgeçmedim.

Bir süre böyle devam ettim. Aşağıya canlı inen herkesi öldürüyor, ellerinde yiyecek içecek ne varsa alıkoyuyordum. Ta ki bir gün, mağaranın kenarındaki bir yeri kazıyan yaratığın sesiyle uyanana dek. Bu şeyin ne olduğunu merak ediyor, kurt ya da sırtlan olmasından korkuyordum.

Ayağa kalktım ve elime irice bir kemik parçası alıp sesin geldiği yere yöneldim. Benim varlığımı fark eden yaratık, mağaranın içlerine doğru kaçmaya başladı. Tam da tahmin ettiğim gibi vahşi bir hayvandı fakat ben, onu izlemeye devam ettim; ta ki küçük bir ışık hüzmesinin göründüğü yere varıncaya dek… Bir yanıp bir sönen küçük ışık, yaklaştıkça büyüyor ve daha fazla parlaklaşıyordu. Nihayetinde fark ettim ki bu ışık, dışarıya açılan bir yarıktan geliyor. Kendi kendime, Bu yarığın bir sebebi olmalı. Ya buna benzer başka bir çukura açılıyor ya da kendiliğinden oluşmuş bir şey… dedim.