banner banner banner
Binbir Gece Masalları
Binbir Gece Masalları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Binbir Gece Masalları


Kafamda bu düşünceyle çatlağın olduğu yere doğru ilerledim. Anladım ki bu yarık, dağın arka tarafında bir yerdeydi. Vahşi hayvanların kazıyarak kendilerine açtıkları bir giriş yeriydi belli ki burası. Hayvanlar buradan içeri girip ölüleri yiyor, sağda solda dolanıyorlardı. Bunu görmek beni kendime getirmeye, hayatım için yeniden ümitlendirmeye yetmişti. Ölümü görüp yaşama dönebilmek… Âdeta bir rüyadaymışçasına yürümeye devam ettim. Oyuğu kazımaya, genişletmeye çalıştım ve nihayet kendimi yüksek bir dağın eteğinde buluverdim. Burası denize bakıyor, adadan bütün girişleri engelliyordu. Bu sebepten de şehirden kimse sahilin bu kısmına ulaşamıyordu. Büyük bir sevinçle Allah’a şükürler ediyor, kurtulabilme ihtimaliyle kendimi cesaretlendiriyordum. Sonra oyuktan içeri girerek mağaraya geri döndüm. İçeride muhafaza ettiğim bütün yiyeceği aldım ve ölülerin kıyafetlerini kuşandım. Cesetlerin üzerinde bulunan altın, elmas, inci gibi bütün pahalı mücevherleri aldım ve hepsini ölülerin kıyafetlerinden yaptığım bohçalara doldurdum. Oradan bir an evvel uzaklaşıp deniz kıyısına ulaştım ve yüce Rabb’im bana merhamet eder de bir gemi gönderir umuduyla beklemeye başladım. Bu arada her gün mağaraya geri dönüyor ve oraya canlı canlı bırakılan insanların yiyeceklerini ve değerli eşyalarını alıyordum. Bir süre böyle oyalandım. Bir gün yine oturmuş kendi derdime yanarken vahşi dalgaların sağa sola savurduğu bir gemi ilişti gözüme.

Bunun üzerine beyaz bir kefen parçası alıp uzunca bir sopaya bağladım ve kıyı boyunca koşmaya başladım. Gemidekiler beni görüp de sesimi duyuncaya kadar tülbendimi çözüp salladım, havaya sıçradım ve koşa koşa bağırdım. Onlar da beni almak üzere küçük bir sandal yolladılar. Yanıma yaklaştıklarında mürettebat bana seslendi:

‘Kimsin? Dağın bu tarafında ne işin var? Neden seni daha önce hiç görmedik?’

Bense, ‘Ben ticaretle uğraşırım. Bindiğim gemi batınca elimdeki mallarla beraber bir tahta parçasına tutundum ve gücümü toplayarak denizde ilerlemeye başladım. Yüce Allah’ın da dilemesiyle binbir türlü sıkıntının sonunda kader beni bu kıyıya ulaştırdı. Sonra da burada beni götürecek bir geminin gelmesini beklemeye başladım.’ dedim.

Nihayet beni sandala aldılar. Mağarada toparlayıp ölülerin kefenlerinden yaptığım bohçalara doldurduğum mücevherlerle birlikte gemiye doğru ilerledik. Gemiye vardığımda kaptan bana, ‘Buraya nasıl geldin? Bu dağın arkasında koca bir şehir var; ama şehirden buraya geçmek imkânsız. Uzun yıllar boyunca buralarda denizcilik yaptım fakat vahşi hayvanlar ve kuşlar dışında yaşayan herhangi bir canlıya rastlamadım. Senin hikâyen nedir?’ diye sordu.

Diğer denizcilere anlattıklarımı kaptana da anlattım ama şehirde ve mağarada başıma gelenlerden bahsetmedim çünkü bu gemide, adada yaşayan biri olabilirdi. Sonra yanımda getirdiğim incileri çıkardım ve bir kısmını kaptana vermeyi teklif ettim:

‘Efendim, siz benim buradan kurtulmama vesile oldunuz. Yanımda para yok ama lütfen bunları kabul edin. Bana yaptığınız iyiliklere ve gösterdiğiniz nezakete paha biçilemez ama…’

Fakat o, şunları diyerek incileri kabul etmeyi reddetti:

‘Gemisinden ayrı düşmüş bir adama denk geldiğimizde onu aramıza alırız. Yedirir, içirir, gerekirse giydiririz fakat bunların karşılığında ondan bir şey almayız. Hayır… Nihayet güvenli bir limana ulaşınca da onu oraya bırakır, kendisine para veririz. Ona karşı nazik olur, iyi davranırız. Bütün bunları da sadece ve sadece Allah rızası için yaparız.’

Ben de ona hayır duaları ettim ve uzun ömürler diledim. Burada olduğum için seviniyor, sıkıntılarımdan kurtulduğum için şükrediyordum. Başıma gelen felaketleri unutmaya çalıştım fakat ne zaman aklıma mağarada yaşadıklarım gelse dehşetle titriyordum.

Gemiyle yolculuğumuza devam ediyor, farklı adalara uğruyor, değişik denizlerde dolanıyorduk. Nihayet oldukça büyük olan Çan Adası’nda bir süre oyalandıktan sonra tekrar yola çıkıp Hindistan kıyısında bulunan Kala Adası’na ulaştık. Bu bölge kudretli ve kuvvetli bir hükümdar tarafından yönetiliyordu. Dahası, bu ada kâfur ağacı ve Hint kamışı bakımından da oldukça zengindi. Kurşun madenleriyse oldukça geniş bir alanı kaplıyordu.

Nihayet yüce Allah’ın da dilemesiyle Basra’ya vardık. Burada birkaç gün oyalandıktan sonra Bağdat’a, memleketime döndüm. Büyük bir keyifle evime ulaştım. Ailemi, dostlarımı bir araya topladım. Herkes geri döndüğüm için çok sevinçliydi. Getirdiğim eşyaları depolara yerleştirdim. Fakirlere ve dilencilere sadaka verip dulları ve yetimleri doyurdum. Hayatımın güzel, rahat günlerine geri döndüğüm için sevinçliydim.

İşte bu, dördüncü yolculuğumda yaşadığım maceraların hikâyesidir. Eğer yarın buraya gelmek nezaketini gösterirsen beşinci yolculuğumda yaşadıklarımı da anlatacağım ki o yolculuğumda yaşadıklarım çok daha ilginçtir ve sen, kardeşim Sinbad, her zamanki gibi benimle akşam yemeği yiyeceksin…” demiş Denizci Sinbad.

Denizci Sinbad hikâyesini bitirdiğinde herkesi akşam yemeğine davet etmiş. Sofralar kurulmuş, herkes karnını bir güzel doyurmuş. Sonra da ev sahibi, hamala her zamanki gibi yüz dinar vermiş ve bütün ahali evlerine dağılmış. Evden ayrılan herkes, duyduğu hikâye karşısında uzun uzun düşünmüş. Hamal Sinbad, büyük bir hayret ve neşe içinde geceyi kendi evinde geçirmiş. Gün doğup ortalık aydınlanınca da sabah namazını kılmış ve Denizci Sinbad’ın evine doğru yola koyulmuş. Denizci, onu her zamanki gibi selamlamış ve evine buyur etmiş. Diğer misafirler gelinceye dek de onunla oturmuş. Herkes geldiğinde yeme içme faslı başlamış. Sonrasında da ev sahibi hikâyesini anlatmaya koyulmuş.

DENİZCİ SİNBAD’IN BEŞİNCİ YOLCULUĞU

“Ah kardeşlerim… Dördüncü yolculuğumun ardından nihayet karaya ayak basıp da dinlenmeye ve kazandığım paraların keyfini çıkarmaya başladığımda yaşadığım bütün sıkıntıları ve kederleri unutuverdim; ancak nefsim beni yine ele geçirmişti. Seyahate çıkmak ve farklı ülkeler görmek arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Bunun üzerine bir miktar mal satın aldım ve yolculuk için kıyafetlerimi hazırladım. Bütün eşyalarımı yüklendikten sonra da Basra’ya gittim. Bir süre şehrin kıyısında, limanda dolandım. Ta ki yolculuğa çıkmaya hazırlanan yepyeni, güzel bir gemi görünceye dek… Bahsettiğim gemiyi satın aldım, eşyalarımı yükledim ve yolculuk süresince bana yardımcı olacak bir mürettebat kiraladım. Onları denetlemeleri için hizmetçilerimi ve kölelerimi görevlendirmiştim. Diğer denizciler de belirli bir ücret karşılığında mallarını yüklediler ve yolculuk etmek üzere gemiye yerleştiler. Sonra Fatihalarımızı okuduk ve büyük bir neşe ve mutlulukla yolculuk etmeye başladık. Birbirimize bereketli bir yolculuk ve bol kazanç dilemiştik.

Farklı denizlerde yolculuk edip değişik adalara uğradık. Yolculuk ederken denk geldiğimiz şehirlerin güzelliklerini keşfetmeyi de ihmal etmedik tabii… Böyle böyle ticaretimize devam ediyorduk ki birden ıssız mı ıssız bir adaya vardık. Bu adada yarısı kumlara gömülmüş kocaman, beyaz bir kubbe gördük. Tüccarlar bu kubbeyi incelemek üzere karaya indi ve ne olduğunu bile bilmeden taşlamaya başladılar. Bunun üzerine birden, beyaz kubbenin yüzeyi çatladı ve içinden çok miktarda su ile birlikte yavru bir kuş çıktı. Meğer bu koca, beyaz şey bir yumurtaymış… Adamlar da onu kıyıya taşıyıp boğazını kestiler ve etini yanlarına aldılar.

Bense bu sırada gemideydim. Adamların yaptıklarını hayretle seyrediyordum ki içlerinden biri yanıma gelip bana şöyle dedi:

‘Efendim, gelin de kubbe olduğunu sandığımız şeye bir bakın!’

Bense onlara şöyle bağırdım:

‘Yeter! Durun artık! Yumurtayla uğraşmak başınıza iş açabilir. Olur da Zümrüdüanka kuşu gelirse gemimizi altüst eder, bizleri de mahveder!’

Fakat onlar sözlerime kulak asmadı ve yavru hayvanı kesmeye devam ettiler. Bir süre sonra aniden hava karardı ve güneş ortalıktan kayboldu. Gökyüzü âdeta büyük bir kara bulutla kaplanmış gibiydi. Gökyüzüne baktığımızda bir de ne görelim! Zümrüdüanka, kanatlarıyla güneşin önünü kapatıyor, havanın kararmasına sebep oluyordu. Yaklaşıp da yumurtasının kırık olduğunu görünce dehşet verici bir çığlık kopardı. Bunun üzerine bir tane daha Zümrüdüanka kuşu geldi ve ikisi birlikte geminin etrafında uçmaya başladı. Şimşekten bile daha şiddetli sesleriyle haykırıyor, hepimizi korkutuyorlardı. Ben derhâl reisi ve mürettebatı çağırıp şöyle dedim:

‘Herkes gemiye atlasın ve buradan derhâl uzaklaşalım, yoksa hepimiz mahvolacağız!’

Bütün tüccarlar ve mürettebat gemiye bindi ve hızla ilerleyerek adadan uzaklaşıp açık denizlere doğru yol aldık. Bunu gören Zümrüdüankalar ilk başta uzaklaşıp gitseler de kısa bir süre sonra yeniden görünüp etrafımızda uçmaya başladılar. Koca pençelerinde dağlardan getirdikleri iri kaya parçalarını tutuyorlardı. Birden kuşlardan biri pençesinde tuttuğu taşı bırakıverdi fakat kaptan, ani bir hareketle gemiyi döndürdü ve taş ıskalayarak denize düştü. Taşın düşmesiyle birlikte gemi şiddetle sarsıldı. Bunun üzerine diğer kuş da pençesindeki kayayı bıraktı ki bu kaya bir öncekinden bile daha iriydi. Talih bu ya bu seferki taş, geminin kıç tarafına isabet etmişti. Bunun üzerine gemi paramparça oldu ve içindeki her şeyle birlikte hızla denizin derinliklerine doğru batmaya başladı. Bana gelince, tatlı canım için mücadele ediyor, önümdeki tahta parçasına sıkıca tutunup hayatta kalmaya çalışıyordum.

Gemi, adanın yakınlarında bir yerde okyanusun dibini boylamıştı. Bense rüzgâr ve dalgaların yardımıyla ilerleyip duruyordum. Bu, bana Allah’ın bir lütfuydu…

Öyle bir an geldi ki açlıktan ve yorgunluktan tüm gücümü kaybetmek üzereydim. Ama tam da bu sırada adanın kıyısına ulaştım. Âdeta bir ölü gibiydim sahile vardığımda. Gücümü toplayıp kendime gelinceye dek bir süre kıpırdamadan durdum. Sonra ayağa kalktım ve adayı keşfe koyuldum. Bu ada güzelliğiyle âdeta bir cennet bahçesini andırıyordu. Her taraf, olgun meyveleri olan çeşit çeşit ağaçlarla kaplıydı. Adadaki dereler billur gibiydi ve tertemizdi. İnanılmaz güzellikteki rengârenk çiçekler etrafa müthiş kokular saçıyor, kuşlar cıvıl cıvıl öterek insanın ruhuna âdeta neşe dolduruyordu. Bütün bunlar, âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın büyüklüğünün deliliydi… Oturup meyvelerden yemeye koyuldum ve susuzluğumu giderdim. Sonra da Yaradan’a şükürler edip gece oluncaya kadar bekledim. Her yer sessiz ve ıssızdı. Uzandım ve sabaha kadar deliksiz bir uyku çektim. Uyandığımda ağaçların altında bulunan kuyuya doğru yürüdüm. Kuyunun yanında görüntüsüyle insanda saygı uyandıran yaşlı bir adam vardı. Palmiye yapraklarının liflerinden yapılma bir kuşak giyiyordu. Kendi kendime, Umarım bu ihtiyar, gemi kazasından kurtulup buraya ulaşmayı başaranlardan biridir, dedim. Yanına yaklaştım ve ona selam verdim, o ise selamıma işaretlerle karşılık verdi ve konuşmadı.

‘Ah amcacığım! Burada oturmanın sebebi nedir?’ diye sordum.

O ise kafasını salladı ve inledi. İşaretlerle bana şunları söylüyor gibiydi: ‘Beni omzuna al ve nehrin öteki tarafına taşı.’

Bunun üzerine, Bu adama iyi davranayım ve dediğini yapayım ki Allah da beni cennetinde ödüllendirsin. Zavallı ihtiyar galiba sakat, diye düşündüm.

Böylece adamı sırtıma aldım ve onu, gösterdiği yere taşıdım.

‘Hadi in bakalım!’ dedim fakat o, sırtımdan inmedi ve bacaklarını boynuma doladı. Âdeta siyah bir boğanının bacaklarını andıran sert derisinin tenime değmesi beni müthiş korkutmuştu. Can havliyle onu sırtımdan atmaya çalıştım. Bunun üzerine o, boynumu daha fazla sıkmaya başladı. O kadar ki neredeyse boğulacaktım. Bir anda gözlerim kararmıştı ve âdeta ölü gibi yere düşüverdim. Ama o, yerinden kıpırdamadı ve ayaklarıyla sırtıma vurmaya başladı ki beni yerden kaldırabilsin. Sonra bana kendisini üzerinde meyve bulunan ağaçların arasında taşımamı işaret etti. Olur da dediğini yapmazsam, duraklarsam ya da azıcık da olsa dinlenmeye kalkarsam bana ayaklarıyla vururdu. O kadar ki kendimi kırbaçlanıyormuşum gibi hissederdim… Eğer canı bir yere gitmek isterse bunu bana işaretlerle bildirirdi. Ben de onu sanki kölesiymişim gibi istediği her yere taşırdım. Bu iyiliğime sırtıma pisleyerek karşılık vermeyi ihmal etmezdi tabii!.. Gece ya da gündüz kesinlikle sırtımdan inmezdi. Uyuyacağı zaman ayakları boynumda geriye yaslanır, birazcık uyur, kalkınca da beni döverdi. Ben de derhâl ayağa kalkardım çünkü çektirdiği acıdan dolayı ona karşı gelemezdim. Bu zamanlarda bol bol kendimi suçlar, ona iyilik yaptığım için pişmanlık duyardım. Bu durumda olmak beni öylesine yormuştu ki kelimelerle anlatmak imkânsız… Hatta kendi kendime şöyle demişliğim bile vardır: Ona bir iyilik ettim; fakat o buna kötülükle karşılık verdi. Allah’a yemin ederim ki yaşadığım müddetçe bir daha hiç kimseye iyilik yapmayacağım.

Tekrar tekrar Yaradan’a yalvarıyor, çektiğim ızdırap ve derdin bitmesi için beni öldürmesini istiyordum. Bir süre böyle devam etti; ta ki bir gün, kurumuş su kabaklarının olduğu bir yere gelinceye dek…

Büyükçe bir su kabağını elime aldım ve içini oyup iyice temizledim. Sonra da yakınlarda bir yerde bulunan asmalardan aldığım bir miktar üzümü sıkıp su kabağını ağzına kadar doldurdum ve güneş alan bir yere koydum. Birkaç gün sonra üzüm suyu, güçlü bir şaraba dönüşmüştü. Her gün şaraptan bir miktar içiyor ve birazcık olsun rahatlayıp üzerime binen inatçı şeytanın zulmüne katlanacak gücü bulabiliyordum. İçtiğim zamanlar, acılarımı unuttuğum ve huzur bulduğum yegâne zamanlardı. Bir gün beni içerken gördü ve işaretlerle sordu:

‘O içtiğin şey nedir?’

‘Şahane bir şey… İnsanı neşelendirir ve canlandırır.’

Sonra şarabın verdiği sarhoşlukla koşup ağaçların arasında dans etmeye başladım. Şarkılar söylüyor ve neşeleniyordum. Bunu görünce şarabı kendisine vermemi istedi. Korkumdan dediğini yapmak zorunda kalmıştım. Şarabı alır almaz sonuna kadar içip su kabağını yere bıraktı. İçki içmek keyfini yerine getirmişti. Ellerini çırpıyor, ileri geri hareket ediyordu. Tabii bu arada üstüme başıma işemeyi de ihmal etmedi! İyiden iyiye sarhoş olunca kasları gevşemiş olacak ki beni kavrayan bacakları eskisi kadar sıkı tutmamaya başladı. İleri geri sallanıyordu. Onun sarhoş olduğunu anlayınca fırsatı kaçırmadım ve boynumu kavrayan bacaklarını gevşetip yere eğildim. Sonra da onu tek hamlede fırlatıverdim.

Nihayet canavarı üzerimden atmayı başarmıştım; fakat buna inanmakta güçlük çekiyor ve sarhoşluğu geçer de bana yeniden zulmetmeye başlar diye korkuyordum. Derhâl ağaçların arasına gidip kocaman bir taş aldım ve yerde yatan bu canavara tüm gücümle vurup beynini dağıttım. Her taraf kan gölüne dönmüştü. İğrenç yaratık da hak ettiği yere, cehennemin dibine gitti. Allah ona merhamet etmesin!

Ondan kurtulunca huzur bulmuş bir şekilde eskiden kaldığım yere, deniz kıyısına gittim ve orada günlerce bekledim. Ağaçlardaki meyvelerden yiyip derelerdeki temiz sulardan içiyor, olur da bir gemi geçerse diye gözümü denizden ayırmıyordum. Bir gün başıma gelenleri düşünüp kendi kendime, Umarım Allah beni buradan kurtarıp aileme ve dostlarıma kavuşturur, dedim.

Bunları söyler söylemez de koca bir geminin dalgaların arasından adaya yaklaştığını gördüm. Gemi kıyıya demir attı ve yolcular inmeye başladı. Aceleyle onlara doğru koştum. Kendilerine doğru geldiğimi görünce yanıma yaklaşıp bana ne olduğunu, buralara nasıl geldiğimi sordular. Başıma gelen her şeyi onlara anlattım. Hikâyeme şaşırıp:

‘Sırtına binen adam, Şeyhül Bahr yani Deniz’in Yaşlı Adamı. Şimdiye kadar sırtına bindiği hiç kimse canlı çıkmadı. Ölünceye kadar insanların sırtına biner, sonra da onları yerdi ama Allah’a şükürler olsun ki sen kurtuldun!’ dediler.

Sonra önüme koydukları yiyeceklerden güzelce yiyip karnımı doyurdum, verdikleri giysileri giyip temizlendim. Nihayet gemiye binip yola çıktık, uzun günler ve geceler boyunca seyahat ettik; ta ki kader bizleri Maymunların Şehri’ne, içinde geniş evlerin olduğu ve koca kapısı demir çivilerle sağlamlaştırılmış bir yere getirinceye kadar…

Her gece, gün batımıyla beraber bu şehrin sakinleri büyük kapıdan çıkıp sahildeki gemilere biner, geceyi denizde geçirirlermiş; çünkü maymunların dağlardan inip kendilerine zarar vermesinden korkarlarmış. Bunu duymak beni çok fena korkutmuştu. Ne de olsa maymunlarla ilgili kötü hatıralarım vardı. Bir parça yalnız kalıp yürümek için şehre indim fakat bu arada gemi çoktan demir almıştı. Sahilden uzaklaştığım ve gemiyi kaçırdığım için kendi kendime kızıyordum. Maymunlarla yaşadıklarım hatırıma geldikçe ağlamaya, feryat etmeye başladım. Sesimi duyan bir adam, yanıma yaklaşarak:

‘Efendim, anladığım kadarıyla yabancısınız.’ dedi.

‘Evet, yabancı ve fakirim. Yolculuk ettiğim gemi kıyıya demir atınca inip şehri gezmek istedim fakat geminin bulunduğu yere gittiğimde beni almadan gittiklerini gördüm.’

‘Gelin ve bizimle yolculuk edin. Olur da geceyi burada geçirirseniz maymunlar size zarar verebilir.’

‘Elbette.’ dedim ve onunla beraber gemilerden birine bindim. Sonra da gemi, karadan bir kilometre kadar uzakta bir yere demir attı. Böylece geceyi denizde geçirdik.

Gün doğduğunda tekrar kıyıya döndük ve herkes kendi işiyle meşgul olmaya başladı. Şehir halkı geceyi böyle geçirirdi; çünkü geceleyin şehirde kalmak, maymunlar tarafından öldürülmeye razı olmak demekti. Sabah oluncaya kadar bahçelerdeki meyveleri yiyen maymunlar, güneş doğar doğmaz dağlara geri döner ve şehre yeniden inecekleri gün batımına dek uyurlardı.

Zenciler ülkesinin en uzak köşesinde olan bu şehirde başıma çok ilginç bir şey geldi. Geceleri kendisiyle birlikte gemide kaldığım bir arkadaşım bana sordu:

‘Belli ki buralarda yabancısınız. Kendinizi meşgul edip çalışabileceğiniz herhangi bir zanaatınız yok mu?’

‘Allah biliyor ya kardeşim, zanaat nedir bilmem. Ben ticaretle, parayla meşgul bir adamdım. Tek işim mal alıp satmaktı. Envaiçeşit malla yüklü bir gemim vardı ve içindeki insanlarla birlikte suya gömüldü. Benim dışımdaki herkes hayatını kaybetti. Bense yüce Allah’ın lütfuyla gönderdiği bir tahta parçası sayesinde hayatta kaldım.’