banner banner banner
Vadideki Zambak
Vadideki Zambak
Оценить:
 Рейтинг: 0

Vadideki Zambak

Vadideki Zambak
Honoré de Balzac

Balzac’ın edebiyat âlemine kazandırdığı İnsanlık Komedyası’nın Töre İncelemesi kısmında Taşra Yaşamından Sahneler başlığı altında yer alan roman orijinal diliyle ilk kez 1836'da yayımlandı. Onun en önemli romanları arasında saydığımız bu eser, dünyada pek çok dile çevrildi. Vadideki Zambak, aile yaşamında zorluklar yaşayan Félix'in hayatında meydana gelen değişimlerine, kendini mutsuz bir evliliğe katlanmak zorunda hisseden Henriette'in yaşamına ve başkarakterlerimiz arasındaki ilişkiye yer veriyor. Roman aynı zamanda 1800’lü yılların Fransası'na, devrim sonrası toplumsal hayata da tanıklık etmemizi sağlıyor. "Âşıkların, aşk bittiğinde birbirlerini bir daha görmeme isteklerinin korkunç bir ihtiyaç olduğunu anladım. Her şey olduğun yerde, bir hiç olmak! Hayatın neşeli ışıklarının parladığı yerde ölümün sessiz soğukluğunu bulmak! Ah, ömür tüketen bu kıyaslar! Kısa süre sonra gençliğimi karartan tüm mutluluğun acı cehaletinden pişmanlık duymaya başladım."

Honoré de Balzac

Vadideki Zambak

Honoré de Balzac, 1799’da Tours’da doğdu. Bebekken sütanneye gönderildi. Daha sonra kız kardeşi de ona katılınca aile evinden dört yıl ayrı kaldı. Anne ve babanın çocuklardan uzak kalması Honoré de Balzac’ı derinden etkiledi, 1836 yılında kaleme alacağı Vadideki Zambak romanına ilham oldu. 1807-1813 arasında Oratariens Koleji’nde (Hatiplik Okulu) yatılı olarak okudu. Bu dönemde okuma alışkanlığı kazandı. Hatiplik Okulunda yaşadıkları, 1832 yılında yazdığı LouisLambert romanındaki karakteri de etkiledi. 1814’te ailesinin Paris’e taşınmasıyla iki buçuk yıl süreyle özel eğitim aldı. 1816 yılında Sorbonne’da eğitim görmeye başladı. Spinoza’nın eserlerini Latinceden Fransızcaya çevirdi. 1820’de Shakespeare’den etkilenerek Cromwell isimli bir trajedi kaleme aldı. Bu eseri yakınlarıyla paylaştığında, Akademisyen François Andrieux, onu başka türlerde yazmaya teşvik etti. Walter Scott’ın eserlerinden etkilenerek çeşitli hikâyeler yazmaya başladı fakat bu taslaklar yaşamı süresince yayımlanmadı. 1821’de para kazanmak için takma ad kullanarak eserler kaleme aldı. 1826 yılına kadar dokuz adet roman yayımladı. Bu romanlar eleştirmenlerden olumsuz yorumlar almış olsa da Balzac’ı yazarlık temposuna alıştırdı ve kalemini güçlendirmesine yardımcı oldu.

Balzac, tarihî roman örneklerinden biri olan, ilk kez Honoré Balzac adıyla yayımladığı Köylü İsyanı (1829) eseriyle, döneminde ses getirmeye başladı. İnsanlıkKomedyası’nda, pek çok tarihçinin unuttuğunu düşündüğü örf ve âdet tarihini kaleme almak istedi. Dönemlerindeki tarihsel ve toplumsal gerçeklikleri sistematik bir gözlem üzerine kurarak romanlarında anlattı; yalnızca bununla kalmayarak eylemlerin arkasındaki gizli nedenleri de incelemek istedi. Modern romanın başlangıcı olarak görünen bu romanlarda Balzac’ın hedefi, Paris’ten taşraya, burjuvadan köylüye, avukattan tefeciye her türlü yeri, sınıfı ve mesleği inceleyerek insana ulaşmaktı. Fransız toplumunu sosyolojik olarak incelemeye önem vererek, dini ön plana çıkarmak yerine aşk ve arkadaşlığı ön plana çıkararak, insanlığın kargaşasını ve ahlaksız taraflarını gösterip güçlü olanın zayıf olanı alt ettiği bir dünya oluşturdu. 1850 yılında hayata gözlerini yumdu.

Başlıca Eserleri: Köylü İsyanı, Vadideki Zambak, Tours Papazı, Eugenie Grandet, Goriot Baba, Tılsımlı Deri, Köy Hekimi, Lois Lambert, Albay Chabert Altın Gözlü Kız, Kibar Fahişeler, Sönmüş Hayaller, Nucingen Bankası, Cesar Birotteau, Ursula Mirouet, Karanlık Bir İş.

Sevgili hekim dostum, telaşa kapılmadan ve titizlikle hazırlanmışedebîbiranıtınikincibölümünüoluşturanveüstündeemeğiminençokgeçtiğieserlerimdenbirinielinizdetutuyorsunuz. Birzamanlarhayatımıkurtaranenginbilginizekarşıduyduğum şükranduygusunuifadeetmekvekadimdostluğumuzuanmak adına kitabımın başına isminizi yazıyorum.

    DE BALZAC

Kontes Natalie de Manerville’e…

İsteğinizeboyuneğiyorum.Onunbizisevdiğindendahaçok sevdiğimiz bu kadının ayrıcalığı, bize sağduyu kurallarını tümüyleunutturmaktadır.Alnınızdaoluşacaktekbirkırışıklığıgörmemek,enufakbirreddedilişilekederlenendudaklarınızdanokunan somurtkan ifadeyi silmek için mesafeleri mucizevi bir şekilde aşar, kanımızı son damlasına kadar akıtır, bizi bekleyen geleceğe sırtımızı döneriz. Bugün ise geçmişimi bilmek istiyorsun, işte yazıyorum.FakatşunuiyianlaNatalie,isteğiniyerinegetirirken dahaöncekimseyeanlatmadığımvebendetiksintiuyandıran anılarıçiğneyipgeçmemgerekti.Pekiyanedenbirzamanlar benimutluluğadoyuranoapansızveuzundüşlerdenkuşkuduyuyorum? Sevilen kadının sessizlik karşısında duyduğu, sende de gördüğümbusevimliöfkeneden?Sebeplerüzerindedurmadan yaradılışımdaki tezatlıklardan keyif alamaz mıydın? Yoksa yüreğininderinliklerindesakladığınsırlarınbağışlanmasıiçinbenim sırlarımıbilmeyemimuhtaçhissediyorsunkendini?Ennihayetinde,bunusezdinNatalievebelkideherşeyibilmendahaiyi olacaktır.Evet,yaşamımbirhayaletinegemenliğinde.Öylebir hayaletkisöylenenenufakbirsözcüklebellibelirsizbirşekildekendinigösteriyor,çoğuzamantepemdekendikendinedört dönüyor.Tıpkısakinhavalardagörülenvefırtınadalgalarının parçalar hâlinde kumsala fırlattığı o deniz ürünleri gibi ruhumun derinliklerindegömülü,nicehatıralarımvar.Düşüncelerindile getirilmesiiçinharcadığımbugerekliçaba,ansızıngünyüzüne çıktıklarındabeniderindenetkileyecekeskiduygularıdaiçinde barındırıyorolmasınarağmenbuitiraftaseniincitecekkısımlar olmasıhâlinde,buisteğineitaatetmemiçinüstümdekurduğun baskıyıhatırla.Sanaitaatettiğimiçinbenicezalandırmayacaksın, değil mi? Sana içimi dökmemin ardından bana olan sevginin artmasını dilerdim. Akşama görüşmek üzere.

    FÉLİX

Bir gün, en acıklı ağıtı, henüz narin olan kökleri toprakta sert çakıldan başka bir şeyle karşılaşmayan, sunduğu taze yaprakları hain ellerle koparılan, açtığı an çiçekleri kırağı ile donan ruhların, sükûnet içinde boyun eğdiği ızdırabı resmederken gözyaşlarıyla beslenen hangi yeteneğe borçlu olacağız? Dudaklarıyla bir memenin acı sütünü emen ve gülümsemesini gaddar bir bakışın ateşinde yitiren bir çocuğun kederini hangi şair anlatacak bize? Duyarlılıklarını güçlendirmek üzere etraflarını saran kişiler tarafından zulmedilen o zavallı yürekleri konu alan eser, işte benim gençliğimin esas hikâyesi olacaktır. Ben, henüz el kadar bir bebekken hangi gururu incitebilirdim? Fiziksel veya ahlaki anlamda nasıl bir utançtım ki annemin mesafeli tavrıydı payıma düşen? Yoksa ben, eşlerin görev bildiği eylemin bir sonucu olarak dünyaya gelen, beklenmeyen, hayatı serzenişten ibaret olan bir çocuk muydum? Taşrada, bir sütannenin elinde, ailem tarafından üç sene boyunca unutulmanın ardından baba evine dönerken insanların bana bakıp benliklerini ele geçiren acıma duygusu tüm etrafı sarardı. Yaşadığım bu ilk başarısızlığı telafi etmeme yardım edecek bir hissin ya da mutlu bir tesadüfün yoksunluğunu hissederdim. İçimdeki çocuk her şeyden bihaberdi, ortaya çıkmayı bekleyen erkek ise hiçbir şey bilmiyordu. Ağabeyim ve iki kız kardeşim, kaderimin bende yarattığı amansız acıyı dindirmek yerine bana ızdırap çektirmekten keyif alıyorlardı. Çocukların işlediği küçük suçların gizlenmesini sağlayan ve onlara onur duygusunun ne olduğunu öğreten o antlaşmanın benim için hiçbir hükmü yoktu. Dahası, ağabeyimin işlediği kabahatler yüzünden sıklıkla cezalandırıldım, bu haksızlık karşısında da tek bir kelime edemedim. Çocukların doğasında bulunan dalkavukluk, kendileri için de korkutucu olan bir anneye yaranmak için yaşadığım acıların üstüne gelmelerini mi öğretiyordu onlara? Bu, onların taklide olan eğiliminin bir sonucu muydu? Güçlerini ya da merhamet duygularını sınama ihtiyacından mı doğuyordu tüm bunlar? Kim bilir, belki de tüm bu nedenler bir araya gelerek kardeşliğin sevecenliğinden mahrum bırakmıştı beni. Şefkatten tümüyle yoksun kalan ben, hiçbir şeyi sevemiyordum. Oysaki doğa beni sevmek için yaratmıştı! Bir melek, durmaksızın yara alan bu duyarlılığın iç çekişlerini anlayabilir mi? Anlamlandırılamayan duygular, bazı ruhlarda kine dönüşse de benim ruhumda, tüm bu duygular yoğunlaştı, bir çukur kazdı derinliklerimde var olmak için. Ve daha sonraları yaşamıma coşku içinde dâhil oldu. Çoğu yaradılışta, titreme alışkanlığı sinirleri gevşetirken korkuyu da doğurur ve korku, her daim boyun eğdirir insana. İnsanı zayıflatan ve nasıl olduğunu ona anlatamayacağım tutsaklığın nedeni budur. Lakin sonsuza dek sürecekmiş hissi veren bu işkenceler karşıma çıktıkça, artan ve ruhumu ahlaki direnişlere hazırlayan bir güç göstermemi sağladı. Yeni bir darbe bekleyen askerler gibi ben de yeni bir ızdırabın kapımı çalmasını beklerken tüm benliğim, çocuksu sevecenliğimin ve davranışlarımın sonsuzlukta kaybolduğu dokunaklı bir boyun eğiş ile kendini özdeşleştirmişti. Ve bir ahmaklık belirtisi olarak öne sürülen tavırlarım, annemin lanetli kehanetlerini doğrular bir nitelik taşıyordu. Bu adaletsizliklerin tartışmasız gerçekliği, kuşkusuz benzer bir yetiştirme tarzının neden olacağı kötü eğilimleri, mantığın bu meyvesi olan gururu, ruhumda vaktinden çok önceleri yeşertmişti. Annem tarafından yok sayılmama rağmen zaman zaman vicdan azabının nedeni oluyordum, eğitimim hakkında konuşuyor, bu konuyla ilgilenme arzusunu dile getiriyordu. Ben ise o esnada, annemle gün içinde iletişim kuracak olmamın üstümde yaratacağı baskıyı düşünürken dehşet içinde titreyen bedenimi telkin etmeye çalışıyordum. Bir başıma bırakılmışlığımı kutsuyordum. Çakıl taşlarıyla oynamak, böcekleri gözlemlemek, gökyüzünün engin mavisini izlemek için bahçede kalabildiğim zamanlarda mutluluktan havalara uçuyordum. Yalnızlığım beni her ne kadar düşler âleminde yolculuğa çıkarsa da düşüncelere dalmaktan aldığım keyif, size birazdan anlatacağım, karşı karşıya kaldığım ilk mutsuzluklarımı tasvir edecek bir serüvene dayanmaktadır. Evde o kadar önemsizdim ki dadım sıklıkla beni yatırmayı unuturdu. Bir akşam, bir incir ağacının altına sessizce büzülerek çocukları saran ve bende vaktinden önce ortaya çıkan melankolinin neden olduğu bir çeşit duygusal zekânın getirisi olan, o meraklı tutkuyla bir yıldıza bakıyordum. Kız kardeşlerim eğleniyor ve bağrışıyorlardı; uzaktan işitilen gürültüleri, tıpkı düşüncelerime eşlik eden bir ezgiyi anımsatıyordu bana. Gece olduğunda gürültü birden kesildi ve annem, ne tesadüftür ki yokluğumu fark etti. Dadımız, korkunç Matmazel Caroline, azar işitmemek için evden nefret ettiğimi, kendisi de bana göz kulak olmasa çoktan buralardan kaçacağımı, aslında ahmak değil de sinsi bir çocuk olduğumu, bugüne kadar bakımını üstlendiği diğer çocuklar arasında benim gibi kötü huylusuna daha önce hiç rastlamadığını peşi sıra söyleyerek annemin yanlış değerlendirmelerini meşrulaştırmıştı. Daha sonra beni arıyormuş gibi seslendi, cevap verdiğimde, altında saklandığımı bildiği incir ağacının yanına geldi.

“Orada ne yapıyorsunuz?” diye sordu.

“Bir yıldıza bakıyordum.”

“Yıldıza baktığınız yok.” dedi o esnada bizi balkondan dinleyen annem. “Sizin yaşınızda bir çocuk ne anlar astronomiden?”

“Ah! Madam!” diye bağırdı birden Matmazel Caroline, su deposunun musluğunu açık bırakmış, tüm bahçe su içinde kalmıştı.

Çok geçmeden evden uğultular gelmeye başladı. Kız kardeşlerim suyun akışını görmek için musluğu açıp eğlenirken suyun fışkırmasıyla üstleri başları birden sırılsıklam olunca korkudan ne yapacaklarını bilememiş, musluğu da kapatmadan kaçmışlardı. Böyle bir afacanlığı benim yaptığıma inandıklarından masum olduğumu dile getirdiğimde beni yalancı olmakla suçladılar ve ağır bir şekilde cezalandırıldım. Ama ne korkunç bir cezaydı bu! Yıldızlara beslediğim aşkla alay edildi ve üstüne üstlük annem, akşamları bahçeye çıkmamı yasakladı. Yetişkinlere kıyasla, zorbaca yasaklar çocuklarda daha güçlü bir tutkunun ortaya çıkmasına neden olur; çocukların karşı konulmaz bir çekicilik sunan o yasaklamayı düşünmeden edememek gibi bir üstünlükleri vardır. İşte ben de yıldızım yüzünden sık sık dayak yerdim. İçimdekileri kimseyle paylaşamadığımdan, bir çocuğun ilk düşüncelerini kekelediği, ilk kelimelerini söylemeye çalıştığı zamanlarda ben, yıldızıma acılarımdan bahsediyordum. Hayatın bir sabahında edinilen izler, insanın yüreğinde derin izler oluşturduğundan, on iki yaşımdayken okulda tarifi imkânsız bir hazla onu izlemeye devam ediyordum.

Benden beş yaş büyük olan Charles, şu an ne kadar yakışıklı bir erkekse çocukluğunda da bir o kadar güzeldi. Babamın göz bebeği, annemin aşkı, ailemizin umudu, yani evimizin kralıydı. Sağlıklı ve gürbüz bir çocuk olmasına rağmen bir eğitmeni vardı. Sıska ve cılız ben ise beş yaşında şehirdeki bir yatılı okula yazdırılmıştım, babamın oda hizmetine bakan özel uşağı beni sabah götürüp akşam getiriyordu. İçinde pek az şey bulunan bir sepetle gidiyordum. Oysa arkadaşlarımın yiyeceklerle dolup taşan sepetleri vardı. Benim yoksulluğum ve onların zenginliği arasındaki uçurum, acılarımı daha da katlanılamaz bir hâle bürüyordu. Tours’dan getirilen ünlü domuz ezmesi ve domuz kıyması gün ortasında, yani sabah kahvaltısı ve evde yediğimiz akşam yemeği arasında, tükettiğimiz en önemli yiyeceklerimizdendi. Bazı boğazına düşkünler için sıklıkla sofralarında bulunan bu yiyecekler, Tours’da bulunan aristokrat sofralarında pek rağbet görmezdi. Okula başlamadan önce rivayetlerini işitmiş olsam da bir başkası tarafından, bir dilim ekmeğin üzerine benim için sürülen o kahverengi reçelin mutluluğunu hiç tatmamıştım. Okulda göz önünde olmasa bile benim o reçele olan ilgim hiçbir zaman azalmayacaktı çünkü bu, benim için tıpkı Paris’in en seçkin düşeslerinden birinin, kapıcıların hazırladığı yahniyi canının çekmesi ve soyluluğuna rağmen isteğinin yerine getirilmesi için duyduğu arzuya benzeyen sabit bir fikre dönüşmüştü. Siz bakışlarda saklanan aşkı nasıl kavrayabiliyorsanız çocuklar da açgözlülüğü hemen anlarlar. Bu nedenle onlar için harika bir alay konusu olmuştum. Hemen hepsi küçük burjuva çocukları olan arkadaşlarım, yiyeceklerle dolup taşan sepetlerini bana göstererek, onların nasıl hazırlandığını, yiyeceklerin nereden alındıklarını bilip bilmediğimi ya da benim sepetimde neden kavurma olmadığını sorarlardı. Kendi yağında sotelenen ve pişmiş mantarlara benzeyen bu domuz artıklarının tadını anlatırken kendilerinden geçiyorlardı; sepetimi karıştırıp Olivet peynirinden ya da kuru yemişten başka bir şey bulamadıklarında, “Senin yiyecek hiçbir şeyin yokmuş, öyle mi?” diye sorarak ağabeyim ile aramdaki farkı gözümün içine sokarlardı. Terk edilmişliğim ve diğerlerinin mutluluğu arasındaki bu tezatlık, çocukluğumun güllerini koparırken henüz yeşeren gençliğimi de karanlığa gömüyordu. Cömertçe bir hisse kanarak, ikiyüzlü bir şekilde bana sunulan ve canımın çok çektiği o kavurmayı yiyebilmek için uzattığım elim ilk seferde havada kalmış, neler olup bittiğini önceden bilen çocukların kahkahaları arasında benimle alay eden çocuk, ekmek dilimini geri çekmişti. En seçkin ruhlar bile yeri geliyor beyhude çabalarla boğuşuyorsa aşağılanan ve alaya alındığını fark edip ağlayan bir çocuk nasıl olur da bağışlanmaz? Böylesi bir oyunda kaç çocuk açgözlü, dilenci, korkak olur! Benimle uğraşmalarını engellemek için onlarla kavga ettim. Umutsuzluğun yarattığı cesaret, korkulan biri hâline getirmişti beni ama çevremdeki herkesin kin güttüğü kişi olduğumdan hainlik karşısında elim kolum bağlı kaldı. Bir akşam okuldan çıkarken sırtıma çakıl taşlarıyla doldurulmuş bir mendil fırlatıldı. İntikamımı fazlasıyla alan oda hizmetçisi, başıma gelenleri anlattıktan sonra annem bağırdı: “Bu lanet olası çocuk beladan başka bir şey değil!” Ailemde uyandırdığım tiksintiyi gözler önüne seren bu aşağılanmalar karşısında, tüyleri diken diken edecek bir güvensizlik duygusu içinde buldum kendimi. Evde olduğu gibi okulda da içime kapanmıştım. İkinci bir kar fırtınası, ruhumda gün yüzüne çıkacak tohumların çiçeklenmesini geciktiriyordu. Haylaz çocukların daha çok sevildiğine dikkat kesilmiştim, gururum ise bu gözlem karşısında beni bir başıma bırakmıştı. Zavallı yüreğimin ev sahipliği yaptığı o coşkulu duyguları ifade etmenin olanaksızlığı işte böyle sürüp gitti. Daima kasvetli, insanlarda nefret uyandıran, yalnız biri olduğumu fark eden öğretmenim de her ne kadar asılsız da olsa ailemin benim hakkımda düşündüğü kötü mizacımın gerçekten var olduğuna inandı. Okuma ve yazma öğrenir öğrenmez annem beni Pont-leVoy’da, temel kavramları öğrenmekte zorluk yaşayan zekâsı yeterince gelişememiş yaşıtım çocukların Pas Latins[1 - Latince bilmeyenler. (ç.n.)] isimli bir sınıfta eğitim aldığı, Oratoire Tarikatı’nın bir okuluna gönderdi. Orada kimseyi görmeden sekiz sene geçirdim ve herkes tarafından yok sayılan hayatımı sürdürdüm. Neden ve nasıl mı? Ufak tefek ihtiyaçlarımı karşılamak için her ay yalnızca üç frankım oluyordu. Bu para almamız gereken kalemlere, çakılara, cetvellere, mürekkebe ve kâğıda ucu ucuna yetiyordu. Ne cambaz ayaklığı ne ip ne de okulda oynanan diğer oyunlar için gerekli olan şeyleri alabiliyordum, bu yüzden de dışlandım. Beni kabul etmeleri için zengin çocuklara ya da kendi bölümümdeki nüfuzlu çocuklara dalkavukluk yapmam gerekiyordu. Çocukların arkasına kolayca saklanabileceği bu korkaklıkların en basiti bile yüreğimin sıkışmasına neden oluyordu. Vaktimi, bir ağacın altında hazin hayallerde kaybolarak geçiriyor; kütüphanenin her ay dağıttığı kitapları okuyordum. Bu yabani yalnızlığımın en ücra köşelerinde saklanan ne acılar vardı, terk edilişim ne kaygılara gebe kalmıştı! Nahif ruhumun, Latinceden Fransızcaya ve Fransızcadan Latinceye çeviri yarışmasında en önemli sayılan iki ödülün bana layık görüldüğü günde yaşadığı o duygu selini düşünün! Arkadaşlarımın aileleriyle dolup taşan salonda alkışlar ve orkestra eşliğinde ödülümü almak üzere sahneye yürürken beni tebrik etmek için bekleyen ne babam ne de annem vardı. Öngörülen protokol üzerine ödülü veren kişiyi öpmek ve oradan ayrılmak yerine, ona sarılıp gözyaşlarına boğulmuştum. Akşam, ödüllerimi sobada yaktım. Ödüllerin dağıtılmasından önce yapılan hazırlıkların sürdüğü o bir hafta boyunca aileler şehirde kalıyor, bu nedenle arkadaşlarım güneş doğar doğmaz etekleri zil çalarak onların yanına gidiyordu; ben ise ailem birkaç kilometre uzaklıkta yaşamasına rağmen aileleri başka şehirlerde, yurt dışında ya da denizaşırı memleketlerde olan çocuklarla birlikte bahçede oyalanıyordum. Akşam dua zamanı geldiğinde, günlerini aileleri yanında geçirmiş o acımasızlar, yedikleri güzel yemeklerden bahsediyorlardı. Dâhil olduğum sosyal çevreler genişledikçe katbekat artan mutsuzluğuma şahit olacaksınız. Beni bir başıma yaşamaya mahkûm eden o kararı ortadan kaldırmak için ne çabalar harcadım, bir bilseniz! Ruhumu coşkusuyla çok uzun bir süre diri tutan umutlarımın nasıl da bir gün içinde yerle bir olduğunu bir bilseniz! Annem ve babama, okula gelmeleri için belki de yaşadıklarımı az da olsa mübalağa ederek kaleme aldığım mektupları gönderiyordum fakat bu yalnızca annemin yazı üslubumu iğneleyerek ve beni eleştirerek sitem etmesine neden oluyordu. Yılmadan buraya gelmeleri için önüme sundukları her şartı yerine getirmek için sözler veriyor, ne yapacağını bilemeyen bir çocuğun hassasiyetiyle, kız kardeşlerime bayramlarda ve doğum günlerinde mektuplar yollayarak bana yardım etmelerini istiyordum fakat nafileydi. Ödüllerin dağıtılmasına az bir zaman kala yakarışlarımı daha da şiddetlendiriyor, elde edeceğime inandığım başarılardan bahsediyordum. Ailemin sessizliğine aldanıp yüreğim ağzımda onları bekliyor; arkadaşlarıma, geleceklerini söylüyordum. Ailelerin gelmeye başlamasıyla birlikte ihtiyar kapıcının çocukların ismini söylediği an yankılanan sesi koridoru doldurdukça benim de içimi muazzam bir heyecan kaplıyordu. Ne var ki ihtiyar adam, benim ismimi hiç söylemedi. Doğduğum güne lanet okuduğum o gün, kilisede günah çıkaran papaz bana, İsa’nın Beatiquilugent![2 - Ne mutlu acı çekenlere! (ç.n)] sözüyle vadettiği hurma ağacıyla bezeli gökyüzünü gösterdi. Ve böylece ben, ilk şarap ekmek ayinimde, genç zihinleri füsunla yıkayan hayal âlemleri esnasında kendini gösteren ilahi düşüncelerin engin esrarının ortasında bulmuştum kendimi. Yerimde duramadan coşkulu bir inanç ile Tanrı’ya Martyrologe’taki[3 - İlk azizler defteri. (ç.n.)] o sihirli mucizeleri benim adıma tekrarlaması için yalvarıyordum. Beş yaşında bir yıldıza âşık, savruluyordum; on iki yaşımda ise bir tapınağın kapılarını çalıyordum. Bu tutkum, hayal gücümü yeşerten, şefkat duygumu güçlendiren ve düşünme yeteneğimi başka bir kademeye taşıyan kelimelere dökülemeyecek düşlerin canlanmasını sağladı. Çoğu zaman bu kutsal görüntülerin, ruhumu ilahi kadere hazırlamakla görevlendirilmiş meleklerden geldiğini düşünüyordum; gözlerime nesnelerin iç âlemini görme yetisi bahşetti o görüntüler; işittikleriyle aslında var olanı, elde ettikleriyle arzulanan o yüce şeyleri kıyaslamanın gücüne erişen şairi bahtsız kılan büyülü hâllere hazırladı yüreğimi; anlatmam gerekenleri kaleme alan bir kitap yazdılar kafamın içinde ve dudaklarım bir tuluatçının hissettiği ateşle tutuştu.

Oratoiren eğitim sisteminin kapsamı hakkında kuşkuları olan babam beni Pont-le-Voy’dan alarak Paris, Marais’de bulunan bir okula yazdırdı. On beş yaşındaydım. Pont-le-Voy’da yapılan bilgi ölçme ve değerlendirme testi sonucunda, söz sanatları öğretmeni benim üçüncü sınıfı okumam gerektiğine karar vermişti. Lepître Yatılı Okulunda kaldığım süre boyunca evimde, okulda ve kolejde çektiğim acılar yeni bir şekil almıştı. Babam bana hiç para göndermiyordu. Annem ve babam; beslendiğimden, giyindiğimden, Latince ve Yunancayla karnımı doyurduğumu bildiklerinden geriye sorun teşkil edecek hiçbir şey kalmıyordu. Kolej yıllarım boyunca bine yakın arkadaşım oldu ve hiçbiri ailesinden böyle bir ilgisizliğe maruz kalmamıştı. Kralın sadık hizmetkârlarının Kraliçe Marie-Antoinette’i Temple Hastanesinden kaçırmaya çalıştıkları esnada Bourbonlara yürekten bağlı olan Mösyö Lepître ve babam tanışmış, zaman içinde yakın bir ilişki kurmuşlardı. M. Lepître, babamın unuttuğunu telafi etme zorunluluğu hissetmeye başlamıştı ama onun da aylık olarak bana ayırdığı para cüzi bir miktardı çünkü ailemin bu konudaki düşünce yapısından bihaberdi. Yatılı okulum önceden Joyeuse Konağı’ydı ve tüm eski derebeyi konaklarında olduğu gibi kapıcı için ayrılan özel bir kulübe vardı. Öğretmenin bizi Charlemagne Lisesine götürmeden bir önceki teneffüste, durumu iyi olan arkadaşlar öğle yemeği için kapıcımız Doisy’nin yanına giderlerdi. M. Lapître, öğrencilerin arasını iyi tutarak kârlı çıktığı dalavereci kapıcının çevirdiği işlerden ya habersizdi ya da göz yumuyordu; okuldan gizlice kaçmalarımız, geç gelişlerimiz, okunması yasak kitapları kiralayanlar ile bizim aramızda aracılık yapması… Gizli suçlarımızın sırdaşıydı Doisy. Napolyon döneminde sömürgelerden ithal edilen ürünler dudak uçuklatan fiyatlarda olduğu için, yemeğin yanında yudumladığımız sütlü kahve, damağımızda aristokratik bir şölen yaratıyordu. Aile evinde şeker ve kahve tüketimi lüks sayılsa da bizler için taklidi, açgözlülüğü, moda illetini ve sanki bunlar yetmiyormuş gibi bir de tutkumuzu ortaya çıkaran kibirli bir üstünlüğü ifade ediyordu. Doisy her birimize kredi açıyordu; sanki hepimizin onurumuzu koruyacak ya da borçlarımızı ödeyecek ablalarımız, teyzelerimiz var gibi davranırdı bize. Kantinin çekiciliğine çok uzun bir süre direndim. Beni yargılayanlar, baştan çıkarıcı bu güç karşısında nasıl kendimi kaybetmediğimi, ruhumun nasıl kahramanca savaştığını, bu uzun süren mücadele sırasında içimdeki hiddeti nasıl bastırdığımı bilselerdi beni ağlatmak yerine akan gözyaşlarımı silerlerdi. Fakat yalnızca küçük bir çocuk olarak, bir başkasının beni hor görmesini küçümseyebilecek ruh yüceliğini gösterebilir miydim? Daha sonra belki de güçleri içimdeki isteklerle artan, birçok toplumsal günahın benliğime işlenmesine tanıklık ettim. Lisedeki ikinci senemin bitişine doğru annem ve babam Paris’e geldi. Gelecekleri günü, Paris’te oturmasına rağmen beni bir kere bile ziyaret etmemiş ağabeyimden öğrendim. Kız kardeşlerim de onlara eşlik ediyordu, hep birlikte Paris’i gezecektik. Gezimizin ilk gününde Palais-Royal’de yemeğimizi yiyecek ardından Théâtre-Français’de oyun izlemeye gidecektik. Bu beklenmedik eğlenceli programın bende yarattığı sarhoşluğa rağmen sevincimin, benliğime işleyen mutsuzluğun ortalığı yakıp geçtiği bir fırtınada kolu kanadı kırılmıştı. Bizzat ebeveynlerimden parasını istemekle tehdit eden Doisy’ye olan yüz franklık borcumu aileme söylemem gerekiyordu. Doisy’nin elçiliğini, pişmanlığımı dillendirmesini, bağışlanmamın aracılığını sağlaması için araya ağabeyimi sokmayı akıl ettim. Babam, olanları her ne kadar hoşgörü denilebilecek bir tavırla karşılasa da annem, ateş saçan o koyu mavi gözlerini bana dikerek korkunç ithamlarda bulundu. On yedi yaşımda böylesi işlere girişiyorsam Allah bilir daha sonra neler yapacaktım! Beni kim doğurmuştu? Tüm aileyi mahvetmek için mi dünyaya gelmiştim? Bir tek ben mi vardım sanki evde? Utanca neden olduğum bu ailenin yüzünü yerden kaldırmak için ağabeyim Charles’ın seçtiği meslek, hak edilmiş bağımsız bir masrafı beraberinde getirmiyor muydu? Kız kardeşlerim çeyizleri olmadan mı evlenecekti? Onlar için harcanan paradan hiç mi haberim yoktu? Şekerin, kahvenin eğitimime ne gibi bir katkısı olacaktı? Böyle davranmak içimdeki kötünün beni yönlendirdiğini göstermiyor muydu? Marat benim yanımda melek gibi kalırdı. Ruhumda sayısız korku imparatorluğu inşa eden bu hakaret silsilesinin ardından ağabeyim beni yurda götürdü. Hâl böyle olunca Freres Provençaux’daki akşam yemeğinden ve Talma’nın Britannicus’teki oyununu izlemekten alıkonulmuştum. On iki yıllık bir aranın ardından annemle görüşmemiz işte böyle noktalandı.

Lisede eğitimimi tamamladıktan sonra babam beni M. Lepître’in vesayetine bıraktı. İleri düzey matematik ihtisası almam, bir sene hukuk okumam ve yükseköğrenime başlamam gerekiyordu. Artık tek başıma yaşayabileceğim bir yer, sınıfların o tanıdık havasından kurtulabileceğimi düşününce alıştığım o sefalet de bitecek diye hayal ettim. Fakat on dokuz yaşında olmama rağmen, belki de on dokuz yaşında olduğum için tüm bu sefaletin mimarı babam, vaktiyle beni ilkokula sepeti boş gönderen, ortaokulda harçlık vermeyen, lisede beni eğlencelerden mahrum bırakan ve kapıcımız Doisy’den borç almaya iten alışılmış düzenini korumaya devam etti. Elime çok az bir para geçiyordu. Bu şekilde Paris’te ne yapabilirdim? Özgürlüğüm zincirlere vurulmuştu göz göre göre. M. Lepître, Hukuk Fakültesine kadar bana eşlik etmesi için bir öğretmen yolluyor, profesöre emanet ediyor ve derslerim bitince de beni aldırıyordu. Genç bir kızı korumak için alınan tedbirlerin yanında annemin duyduğu kaygılardan ötürü bu denli üstüme düşülmesi hafif kalırdı. Paris, ailemi korkutuyordu haklı olarak. Erkek öğrenciler, kız öğrencilerin de kendi yurt odalarında yaptığı gibi tıpkı aynı şeyleri düşünüyorlardı, ne yaparsanız yapın kadınlar aşklarından, erkekler ise kadınlardan söz edecektir. Fakat o zamanlar Paris’te arkadaş topluluklarının sohbetleri, Palais-Royal’in doğu ve sultanlara özgü dünyasını konu alıyordu. Bu saray, akşamları paranın çılgınlarcasına harcandığı bir aşk El Dorado’suydu.[4 - Altınla kaplı veya altından yapılmış anlamına gelen İspanyolca bir ifade (ç.n.)] En bakir kuşkular orada anlamını yitiriyor, ateşli ihtiraslar orada yatışıyordu. Palais-Royal ve ben, birbirine hiçbir zaman kavuşamayan iki yol gibi uzayıp gidiyorduk. İşte, kader yine gösterdiğim tüm çabalara nasıl da çelmesini taktı! Babam daha sonraları beni Saint Louis Adası’nda oturan teyzeme emanet etmişti, perşembe ve pazar günleri gezmeye çıkan Mösyö Lepître ve eşi beni oraya bırakırdı, öğle yemeğimi teyzemde yerdim. Akşam gezinti dönüşü yine beni almaya gelirlerdi. Ne tuhaf hareketlerdi tüm bu yapılanlar! Uzun boylu ve soylu bir kadın olan Listomère Markizi bir an bile olsa bana harçlık vermeyi aklından geçirmiyordu. Bir katedral kadar yaşlı, minyatür bir bebek gibi boyalı, ihtişamlı elbiseler içinde dikkatleri üstünde toplayan Markiz sanki XV. Louis hayattaymış gibi yaşıyor, ihtiyar hanımefendilerden ve soylu beyefendilerden oluşan fosil grubu dışında kimseyle görüşmüyordu. Kimse benimle konuşmuyor, ben de sohbeti başlatmak için gerekli olan gücü bir türlü toplayamıyordum. Düşmanca ya da samimiyetsiz bakışlar yüzünden gençliğimden utanır hâle gelmiştim ve belli ki gençliğim herkesi rahatsız ediyordu. Etrafımdaki kayıtsızlığa güvenerek bir kaçış planı yaptım, akşam yemeğinin hemen ardından Galeries de Bois’ya koşmanın hayalini kuruyordum. Teyzem whist[5 - Bir iskambil kâğıdı oyunu.] oynamaya daldığı anda benim varlığımı zaten hemen unuturdu. Oda hizmetçisi Jean, Mösyö Lepître’e pek aldırış etmezdi. Ama ne var ki şu lanet olası yemek, gücünü kaybetmiş çene kemikleri ve takma dişlerdeki pürüzleri yüzünden bitmek bilmiyordu. En sonunda akşam sekiz ile dokuz arasında merdivene ulaşmayı başardım, kalbim tıpkı kaçmayı başardığı gün Bianca Capello’nun kalbi nasıl atıyorsa öyle küt küt atıyordu ama kapıcı kordonu çekip kapıyı araladığında Mösyö Lepître’in sokaktaki arabasını görmüştüm ve ihtiyar adam kısık sesiyle beni geri çağırdı. İşte böylesi tesadüfler, tam tamına üç kere Palais-Royal cehennemi ile gençliğimin cenneti arasına girdi. Yirmi yaşıma geldiğimde hayat karşısındaki bu cahilliğimden utandığım gün, her türlü tehlikeyi göze almaya karar verdim; XVIII. Louis gibi kalın ve çarpık bacakları olan Mösyö Lepître arabaya güçlükle binerken kaçmaya yeltendim. Ama tam da o an ne oldu dersiniz? Annem posta arabası içinde bize doğru yaklaşıyordu. Bakışlarını gördüğüm an olduğum yere çakılıverdim, yılanın karşısındaki bir kuş gibi kalakaldım. Söyleyin bana, nasıl bir tesadüftü bu? Aslında çok tabii bir nedenden ötürü gelmişti annem, Napolyon son kozlarını oynarken Bourbonların yeniden gücü ele alacaklarını sezen babamın tavsiyeleri üzerine o sırada imparatorluk diplomasisinde görev alan ağabeyime durumu izah etmeye gelmişti. Babam ve annem Tours’dan yola çıktılar ve annem beni Tours’a geri götürmeyi düşünüyordu. Düşman faaliyetlerini titizlikle takip edenlerin dediklerine göre, başkent Paris yakın zamanda birtakım tehlikelere ev sahipliği yapabilirdi. Paris’te kalmanın benim için tehlikeli olacağı fark edildikten birkaç dakika sonra oradan alınıp götürüldüm. İstediklerine bir türlü ulaşamadıkları için bastırılan bir hayal gücünün çektiği ızdırapları, ömrümün her döneminde yoksunluklarla hüzünlenen bir hayatın acıları; alın yazılarından yorgun düşüp manastırlara çekilen eski dönem insanları gibi, durmadan, dinlenmeden, yılmadan okumaya itti beni. Ömrümün baharı olabilecek, akranlarımın büyülü güzelliklere yöneldiği bu dönemde, ölümcül bir tutkuya dönüşmüştü okumak benim için.

Sizin sayısız ağıtta bulunabileceğiniz bu gençlik anılarından gelişigüzel bir şekilde kısaca bahsetmek; gençliğimin, geleceğimi nasıl etkilediğini göstermek açısından çok önemliydi. Sıhhatimi etkileyen pek çok faktör olmuştu bu nedenle yirmili yaşlarımı geride bırakırken de ufak tefek, zayıf ve solgun görünüyordum. Arzularımla bir bütün hâline gelen ruhum, cılız görünen bir bedenin içinde hapsolmuştu ama Tours’da göründüğüm bir hekimin de dediği gibi bu beden, demirden bir mizacın hamuruyla dövülüyordu. Bedenen bir çocuktan, düşüncelerim yönünden ise bir ihtiyardan farkım yoktu; o kadar çok okumuş, o kadar çok düşünmüştüm ki yaşamın dar geçitlerinin ızdıraplı zorluklarını ve ovalarının kumlu yollarını metafizik açıdan hemen kavrayabiliyordum. Beklenmedik tesadüfler, ruhumun ilk kez ne yapacağını bilemediği, ihtirası tanıdığı, her şeyi ilgi çekici ve keşfedilmeye hazır bulduğu o döneme sürüklemişti. Çalışmalarım sebebiyle uzayan ergenliğin ve yeşil dallarını salmakta gecikmiş bir erkekliğin arasında sıkışmıştım. Hiçbir erkek, hissetmeye ve sevmeye benim kadar hazırlanmamıştır. Hikâyemi daha iyi anlamak için, ağızdan henüz tek bir yalanın çıkmadığı, ihtirasla çatışan çekingenliklerin ağırlaştırdığı göz kapaklarının örtüsüne rağmen bakışların tüm gerçekliği ve dürüstlüğüyle kendini var ettiği, zihnin dünyadaki cizvitliğe boyun eğmediği, ürkek yüreğin ilk hareketlerindeki cömertlikleri kadar hiddetli olduğu o güzel çağı düşünün. Size annemle Paris’ten Tours’a yaptığımız yolculuktan bahsetmeyeceğim. Mesafeli tavırları, hassas duygularımı mahvetmişti. Durduğumuz her mola yerinden yola çıkarken konuşmaya niyetleniyordum ama tek bir bakış, ağzından çıkan tek bir sözcük ile sohbeti başlatmak için titizlikle seçtiğim cümlelerimi dehşete düşürüyordu. Orléans’da tam da yatmak üzereyken annem hiç konuşmadığım için beni azarladı. Ayaklarına kapandım, ılık gözyaşlarım yanaklarımı okşarken dizlerine sarıldım, muazzam hislerle dolup taşan yüreğimi açtım ona; seçtiğim kelimelerle bir üvey anneyi bile sarsabilecek sevgiye susamış bir konuşma sanatıyla onu duygulandırmaya çalıştım. Lakin annem rol yaptığımı söyledi. Terk etmesinden yakındığımda, vefasız bir çocuk olmakla suçladı beni. Duyduklarım karşısında yüreğim öyle bir acı hissetti ki Blois’da köprüye çıkıp kendimi Loire Nehri’ne bırakmak için koşmaya başladım. Ne var ki korkuluklar çok yüksekti, atlayamadım.

Beni hiç tanımayan kız kardeşlerim gelişimi sevinçten ziyade şaşkınlıkla karşıladılar fakat daha sonraları başkalarıyla karşılaştırdığımda anladım ki içlerinde bana karşı sevgi besliyorlardı. Üçüncü katta bir odaya yerleştim. Feci hâldeki okul pijamam ve Paris’te giydiğim kıyafetler dışında annemin, yirmi yaşındaki bir genç olan bana yeni bir şey almamasının ne kadar acınası bir durum olduğunu anlarsınız. Yere düşürdüğü mendilini vermek için salonun bir ucundan diğer ucuna koşarcasına gittiğimde, bana uşağına söyleyeceği üslupta soğuk bir teşekkürü yakıştırıyordu. Kalbinde sevginin yetişebileceği hassas noktalar olup olmadığını anlayabilmek için gözlemlemek zorunda kaldığımda, tüm Listomèreler gibi onun da soğuk, katı, dalavereci, bencil, küstah davranışlarını çeyiziyle birlikte getiren bir kadın olduğunu gördüm. Ona göre, yaşam sadece yerine getirilmesi gereken ödevlerden oluşuyordu, bugüne dek tanıdığım tüm mesafeli kadınlar gibi o da ödevlerini dinî bir vecibe hâline getiriyordu. Evlatlarının ona duyduğu hayranlığı tıpkı ayinde buhurdanlıkla övünen bir rahip gibi benimsiyor, kabulleniyordu; yüreğinde ufacık kalan sevgiyi de sanki ağabeyim sömürmüştü. Taş kalpli insanların her zaman yaptığı gibi, bizi daima iğneleyici alaylarının konusu hâline getiriyor, bizler ise dut yemiş bülbüle dönüyorduk. İçgüdüsel duyguların öylesine güçlü kökleri vardır ki kendisinden bir türlü umudu kesmediğimiz bir annenin neden olduğu dehşet duygusu öyle yer edinmiştir ki aramızdaki bu dikenli tellere rağmen, sevgimiz, yani o yüce yanılgımız, büyüyüp annemizi yargılayacağımız gün gelene dek benliğini korudu. O gün gelince de çocukların geçmişte tıka basa doyduğu hayal kırıklarıyla beslenen ve beraberinde gelen çamurumsu tortularla kabaran ilgisizlikleri mezara dek sürer. Bu müthiş despotluk, Tours’da delicesine doyurmak istediğim arzuları söküp atmıştı içimden. Umutsuzca kendimi babamın kitaplığına kapattım, henüz adını bile duymadığım kitapları okumaya başladım. Uzun ve yoğun çalışma saatlerim annemle iletişimimi azaltırken ruhsal durumumu da yabanileştiriyordu. Kuzenimiz Listomère markisiyle evlenen kız kardeşim, zaman zaman beni yatıştırmaya çalışsa da benliğimi kontrol altına alan öfkenin önüne geçemiyordu. Ölmek istiyordum.

O sıralar, hakkında pek bir şey bilmediğim olaylar, hazırlık aşamasından geçiyordu. Bordeaux’dan yola çıkan Angoulême Dükü, Paris’te XVIII. Louis’yle buluşmak üzere geçtiği her şehirde, Bourbonların geri dönüşüyle Fransa’yı saran heyecan ve coşkunun bir gösterisi olarak şiddetli tezahüratlarla karşılanıyordu. Tahtın meşru vârisleri adına içleri kıpır kıpır olan Touraineliler şehri bayraklarla donatmış, en güzel kıyafetlerini giymişti. İnsanı sarhoş eden o tarifsiz hissin etkisi altında kalarak ben de Prens’in şerefine verilen baloya katılmak istedim. O zamanlarda bu kutlamaya katılamayacak kadar hasta olan anneme bu isteğimden söz etme cesareti gösterdiğimde okkalı bir azarını işittim. Kongo’dan mı geliyordum da böyle bir istekte bulunacak kadar görgüsüzdüm? Böyle bir baloda ailemizin temsil edilmeyeceğini nasıl düşünebilirdim? Babamın ve ağabeyimin yokluğunda, baloya katılması gereken ben değil miydim? Benim de bir annem yok muydu? Çocuklarının mutluluğunu hiç mi düşünmüyordu? O güne dek hor görülen ben, neredeyse hatırı sayılır biri oluvermiştim. Annemin bu isteğimi kabul ederken öne sürdüğü iğneleyici gerekçeler kadar bana gösterdiği önem de şaşkına döndürmüştü. Oynadığı küçük oyunlardan keyif alan annemin baloda giyeceğim kıyafetimle de mecburen ilgilendiğini öğrendim, kız kardeşlerimle konuştuktan sonra. Annemin aşırı istekleri karşısında şaşkına dönen Tourslu terzilerin hiçbiri benim için kıyafet dikmeyi göze alamamıştı. Taşrada âdet olduğu üzere, annem de elinden her türlü dikiş işi gelen bir gündelikçi çağırdı. Aslında hiç de kötü durmayan açık mavi bir ceket dikildi gizlice. Hemen yeni ipek çoraplar ve ayakkabılar ısmarlandı; erkek yeleklerinin kısa olması gerekiyordu, bu yüzden babamın yeleklerinden birini bana uydurduk, göğsü şişkin gösteren ve kravatın düğümüne dolanan bir gömlek giydim hayatımda ilk kez. Hazır olup aynaya baktığımda kendime o kadar az benziyordum ki kız kardeşlerim Touraine heyetinin önüne çıkabilmem için iltifatlarıyla beni cesaretlendirdiler. Ne zor işti bu! Baloya o kadar çok insan davet edilmişti ki Prens’in huzuruna çıkabilecekler şanslı sayılacaktı. Minyon yapımdan dolayı Papion Köşkü’nün bahçesinde kurulan bir çadıra girdim, Prens’in tüm ihtişamıyla oturduğu koltuğun yanına kadar ulaştım. Bir anda sıcak hava soluğumu kesti, katıldığım ilk balonun ışıltıları, kırmızı çadır kumaşları, yaldızlı süslemeleri, kadınların giydiği ihtişamlı tuvaletler ve taktıkları mücevherler gözlerimi kamaştırdı. Birbirlerinin üstüne doğru yürüyen kadınlı erkekli bir kalabalığın yarattığı toz bulutu içinde sürüklenmiştim. “Yaşasın Angoulême Dükü! Yaşasın Kral! Yaşasın Bourbonlar!” naraları askerî bandonun bakırdan çalgılarının ve Bourbon fanatikliğinin sesini bastırıyordu. Bourbonların doğan güneşe doğru koştuğu kimsenin arkada kalmak istemediği bir coşku selini anımsatan bu şenlik, beni soğutan, küçülten, oraya ait hissettirmeyen esaslı bir bencillik şamatasıydı.

Bu kargaşa içinde saman çöpü misali sürüklenirken çocuksu bir istekle Angoulême Dükü olmak istediğimi fark ettim, hayran kitlesi önünde caka satan prenslerin arasına karışmak istiyordum. Tourslu olduğum için son derece ahmakça kaçan bu arzu, daha sonraları kişiliğimin ve başıma gelen olayların soylu bir niteliğe bürünmesine olanak tanıyacak bir hırsı doğurdu içimde. Birkaç ay sonra Elbe Adası’ndan dönen imparatora doğru koşan kitlenin bir benzerini gördüğüm böylesi bir sevgiyi kim kıskanmazdı? Duygularını ve yaşamlarını tek bir kişinin üzerinde yoğunlaştıran bu kitlelerin üzerine kurulan hâkimiyet, bugün Fransızları, eskidense Galyalıları boğazlayan o cellat rahibeye, şan ve şöhret düşkünlüğüne itti. Sonra ansızın, tutkulu arzularımı körükleyecek ve krallığın kalbine giden yolu açarak bu arzularımı iyice tatmin edecek kadına rastladım. Birini dansa kaldıramayacak kadar utangaçtım, dahası dans ederken elim ayağım birbirine karışacak diye de ödüm kopuyordu. Hâl böyle olunca tüm neşemi kaybedip ne yapacağımı bilemedim. Hoyrat kargaşanın yarattığı rahatsızlıktan muzdarip bir şekilde orada duruyorken, bir subay, ayakkabı derisinin yarattığı baskıdan olduğu kadar sıcaktan da şişmiş olan ayaklarıma bastı. Yaşadığım bu son aksilik şölenden tiksindirdi beni. Lakin dışarı çıkmak imkânsızdı, kimsenin oturmadığı bir bankın en ucuna ilişip dalgın, kımıldamadan ve keyifsiz bir hâlde bekledim. Zayıf görünümüme aldanıp beni, uyumak için annesinin keyfini beklerken sabırsızlanan bir çocukmuşum sanıp yuvasına inen bir kuş misali yanıma konuverdi. Doğu şiirinin ruhumu ateşe vermesi gibi her yerimi saran bir kadın kokusuyla sarsıldı tüm benliğim. Yanımda oturan bu kadına baktığımda bu ana dek şenliğin üstümde yaratamadığı o hayranlıkla kendimden geçiverdim. Önceden yaşadıklarımı iyi anladıysanız o an yüreğime tesir eden duygu selini tahmin edersiniz. Ansızın gözlerim, üzerlerinde gezinmeyi istediğim, sanki ilk kez çıplak kalmış da hafif kızarmış gibi görünen, ışıkta ipek misali parlayan teninde bir ruh saklayan mütevazı, dolgun beyaz omuzların karşısında büyülendi. Ellerimden daha cüretkâr olan bakışlarım, omuzlarını ayıran çizgi boyunca aktı sanki. Yüreğim ağzımda, korsajını görmek için hafifçe doğruldum; bir tülle iffetlice örtülmüşse de gök mavi yuvarları dantel kıvrımları arasında usulca kendini bırakmış gerdan karşısında tamamen aklımı kaybettim. Bu kadının en ufak ayrıntıları bile bende sonsuz bir haz uyandırıyordu; küçük bir kızınki gibi kadifemsi bir boynu okşayan saçların parlaklığı, tarağın saçlarında bıraktığı ve hayal gücümün serin patikalarda dörtnala koştuğu o beyaz çizgiler beni tamamıyla büyülemişti. Etrafımda kimsenin beni görmeyeceğinden emin olduktan sonra, tıpkı annesinin kucağına atılan bir çocuk gibi başımı döndüren bu omuzları defalarca öptüm. Her ne kadar müziğin sesini bastıramasa da bir çığlık kopardı kadın, arkasını döndü, bana bakarak: “Mösyö!” dedi. Ah! “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz yavrucuğum?” deseydi belki de onu oracıkta öldürebilirdim ama o “Mösyö” hitabı karşısında gözlerimden yaşlar boşanmaya başladı. Azizelerinkine benzer bir öfkeyle alev gibi parlayan bakışın, kül rengi saçların asil bir taç gibi üstünde toplandığı başın, aşkın somut bir hâline büründüğü omuzların karşısında donakalmıştım. Kendisinin sebep olduğu bu çılgınlığı fark eden ve pişmanlık dolu gözyaşlarında sonsuz bir hayranlık beslendiğini sezen bir kadının bağışlaması karşısında, saldırıya uğramış bir iffetin yüzüne yaydığı kızarmayı utancı görebiliyordum. Bir kraliçe edasıyla uzaklaştı oradan. Ne komik bir durumda olduğumu işte o zaman anladım; Savoie’nın maymunu gibi giyindiğimi fark ettim, utandım kendimden. Donakalmıştım. Az önce aşırmış olduğum elmanın tadını çıkararak, dudaklarımda henüz içime çektiğim o kanın sıcaklığını muhafaza ederek, hiçbir pişmanlık duymadan göklerden inen bu kadının uzaklaşmasını izledim. Yüreğimin şiddetli hummasının ilk ihtiras darbesiyle vurulmuş bir hâlde, gitgide tenhalaşan şölende dolandım durdum ama bulamadım o meçhul kadını. Artık bambaşka biri olmuştum, evime gittim ve yatağıma yattım.

Yeni bir ruh, rengârenk kanatlı bir ruh kozasından dışarı çıkmıştı artık. Masmavi bozkırdan düşen o çocukluk aşkım, sevgili yıldızım, aydınlığından, ışıltısından ve esintisinden hiçbir şey yitirmeden bir kadının bedeninde hayat bulmuştu. Henüz aşkın ne olduğunu bilmeden sevmiştim. İnsanın içindeki bu en yoğun duygunun ilk defa gün yüzüne çıkması ne de tuhaftı. Her ne kadar önceleri, teyzemin evinde bazı güzel kadınlarla rastlaşsam da hiçbiri, dün yaşadığım duygunun yarısını bile hissettirmemişti bana. Yoksa yıldızların birbirine kavuştuğu, bütün koşulların bir araya geldiği, şehvetin tüm cinselliği sardığı o anda tek bir tutkuyu ortaya çıkarmak için bütün kadınlar arasından yalnızca tek bir kadının olduğu özel bir an mı vardı acaba? Sevdiğim kadının, burada Touraine’de yaşadığını düşünüyor, soluduğum havayı büyük bir keyifle içime çekiyordum, göğün maviliğinde daha önce hiç görmediğim bir rengi buluyordum. Ruhum bulutlar üzerinde dans ediyor olsa da ciddi bir hastalığın pençesindeymişim gibi gözüküyordum. Öyle ki annem, pişmanlıkla karışık bir endişe tufanına kapıldı. Onları bekleyen kötülüğü önceden sezen hayvanlar gibi, bana ait olmayan o öpücüğü düşlemek için bahçenin bir köşesinde çömeldim. Aklıma mıh gibi kazınan bu balodan sonraki günlerde, artık kitap okumayışım, annemin sert bakışlarına ve alaycı söylemlerine karşı kayıtsız kalışım ve kasvetli tavrım benim yaşımdaki gençlerde rastlanan tabii bunalımlardan biri olarak yorumlandı annem tarafından. Daha sonraları hekimlerin hakkında tek bir söz edemediği lakin hastalıkların en önemli devası olan kır yaşamının bana iyi geleceği kanısına varıldı. Annem birkaç günlüğüne Frapesle’e, arkadaşlarından birinin Indre Nehri üzerinde Montbazon ve Azay-le-Rideau arasında bulunan şatosuna gitmeme karar verdi, arkadaşına benimle ilgili gizli talimatlarda da bulunmuştu tabii. Kırlarda yaşamaya başladığım gün aşkın okyanusunda gidilmedik yer bırakmamak için delice kulaçlarla baştan başa keşfediyordum onu. Meçhul kadınımın ismini dahi bilmiyordum, onu nasıl görebilir, nasıl bulabilirdim? En fenası, nasıl başkasına ondan söz edebilirdim? Ürkek yaradılışım, aşkın ilk zamanlarında körpe yürekleri saran açıklanamaz korkuları daha da güçlendiriyor, umutsuz tutkuları sonlandıran bir melankolinin kucağına atıyordu beni. Tarlalar arasında dolaşmaktan, koşmaktan başka bir şey istemiyordum. Hiçbir şeyden kuşku duymayan, çocuklara özgü bir cesaretle Touraine’deki tüm şatolara yürüyerek gitmeyi istiyor, önüme çıkan her asil kulenin karşısına geçip “İşte burada!” demek istiyordum.

Böylece, bir perşembe sabahı, Tours’un Saint-Eloy kapısından çıkıp Saint-Sauveur köprülerinden geçtim, Poncher’e geldiğimde her evin önünde başımı kaldırarak Chinon yolunu tuttum. Hayatımda ilk kez, kimseye sormadan bir ağacın altında durup dinlenebiliyor, keyfime göre hızlı ya da yavaş yürüyordum. Her gencin üstünde ağırlığını hissettiren türlü zorbalıklarla ezilmiş zavallı bir varlık için ehemmiyetsiz konular hakkında da olsa, ilk defa kendi isteklerim doğrultusunda karar verebilmek, ruhumu tasvir edemeyeceğim bir şekilde ferahlatıyordu. Birçok sebep, bugünü efsunlu bir hâle getirmek için bir araya gelmişti sanki. Çocukluğumda yaptığım gezintilerde şehirden hiç uzaklaşmamıştım. Ne Pont-le-Voy’da ne Paris’te yaptığım gezintiler beni böylesi bir heyecana sürüklemişti. Yine de ömrümün ilk anıları olarak zihnime kazınan, aşina olduğum Tours manzarasının üstümde yarattığı o güzel duygulardı. Üstünde yürüdüğüm bu kırlara yazılmış dizelerle henüz yeni bir yakınlık kurmama rağmen tıpkı sanatın öğretilerine vâkıf olmadan ideale ulaşmak için titizlikle çalışırken buluyordum kendimi birdenbire. Frapesle Şatosu’na ulaşmak için yayan ya da atlı herkes, Cher ve Indre havzalarını birbirinden ayıran yaylanın zirvesinde bulunan ve Champy’deki kestirme yoldan giderek varılan Charlemagne’ın değmemiş topraklarından geçmeyi tercih eder. Aşağı yukarı bir fersah boyunca sizi hüzne boğan bu düz ve kumlu topraklar, küçük bir koru ile Frapesle’in bağlı olduğu Saché yoluna çıkar. Ballan’dan oldukça uzakta, Chinon’a varan ve fazla engebeli olmayan inişli çıkışlı bir ova boyunca uzanan bu yol, küçük Artanne bölgesine kadar devam eder. Burada, Montbazon’da başlayıp Loire’da biten bu çifte tepelerdeki şatoların altında hareket ediyormuş gibi görünen bir vadi belirir ve hemen yanında Indre Irmağı’nın yılan gibi kıvrılarak süzüldüğü zümrütten bir kadeh gibi görünür. Bu manzaranın karşısında, el değmemiş toprakların tekdüzeliği ya da yol yorgunluğunun neden olduğu haz dolu bir şaşkınlık yaşadım.

“Eğer ki bu kadın, kadınların en güzide çiçeği, dünya üzerinde bir yerde yaşıyorsa o yer muhakkak burasıdır!” dedim kendi kendime.

Bu düşüncemle birlikte bir ceviz ağacına yaslanırken buldum kendimi, o günden beri ne zaman sevgili vadime gitsem bu ceviz ağacının altında durur dinlenirim. Sırdaşım olan ceviz ağacının altında, buradan gittiğim son günden itibaren akıp giden zaman boyunca hayatımda nelerin değiştiğini değerlendiririm. O, burada yaşıyordu, yüreğim beni yanıltmamıştı. Çorak bir arazinin yamacında gördüğüm ilk şatoda oturuyordu. Ceviz ağacımın altında otururken öğlen güneşiyle parlayan evinin çatısının tuğlalarını ve pencerelerinin camlarını görüyordum, gördüğüm o beyaz nokta da pamuktan yapılmış ince elbisesinden başka bir şey değildi. Henüz hiçbir şey bilmediğiniz hâlde anlamışsınızdır, gökyüzüne doğru serpilerek erdemlerin kokusuyla donatan bu vadininzambağı oydu. Ruhumu dolduran bir nesneden başka kaynağı olmayan bu sonsuz aşkı, güneşin aydınlattığı iki yeşil kıyı arasında akan uzun su şeridinde, hareketli kıvrımlarıyla bu aşk vadisini süsleyen kavak ağaçlarında, nehrin daima farklı şekillere büründüğü tepelerin üstünde, bağların arasında uzanıp giden meşe korularında, tezatlık içinde birbirlerinden kaçışan ve hafifçe gölgelenen ufuklarda hissediyordum. Büyülü ve bakir doğayı bir nişanlı gibi görmek isterseniz ilkbahar günü oraya gidin, yüreğinizi burkan yaraların acısını dindirmek isterseniz güzün son günleri gidin. İlkbaharda, gökyüzüne doğru kanatlarını çırpar aşk orada, güz günlerinde ise artık bu dünyada olmayanları düşünüp kederlenir. Hasta akciğer, şifalı ve temiz havayla dolar, bakışlar yumuşaklıklarını ruha işleyen altın rengi ot yumaklarında dinlenir. O sırada, Indre Irmağı’ndaki çağlayanların üzerindeki değirmenler, vadi üzerinde yankılanan bir ses oluştururdu, kavaklar gülümseyerek sallanır, gökyüzünde tek bir bulut bile olmazdı, kuşlar ötüşür, ağustos böcekleri şarkılarını söyler, her şey bir ezgiye dönüşürdü burada. Lütfen daha fazla neden Touraine’i seviyorsun diye sormayın bana. Orayı, insanın kendi beşiğini ya da çölde karşılaştığı bir vahayı sevmesi gibi değil, sanatçının sanatına beslediği sevgi gibi seviyorum; sizi her ne kadar daha çok seviyor olsam da unutmayınız ki Touraine olmasaydı belki şu an hayatta bile olamayacaktım. Bakışlarım, nedendir bilinmez, o geniş bahçenin ortasındaki yeşil çalılıkların ortasında açan, dokunulduğu gibi solacak bir gündüzsefası gibi parlayan o beyaz noktaya, o kadına takılıyordu. İçimden taşan ruhumla çiçeklerle bezeli bahçeden aşağı indim ve kısa süre sonra kendiliğinden dile gelen şiir dizelerinin etkisiyle eşi benzeri yokmuş gibi görünen bir köy gördüm. Gözünüzün önüne incelikle birbirinden ayrılmış, tepeleri ağaçlarla taçlandırılmış ve üç tepenin arasına konuşlandırılmış üç değirmen getirin, ırmağın üstünü halı gibi kaplayarak onunla birlikte dalgalanan, isteklerine boyun eğen ve değirmen çarklarının kamçıladığı ırmağın o canlı, rengârenk su bitkileri daha başka nasıl anlatılabilir ki? Orada burada, güneşin aydınlattığı, saçaklar yaratıp dağıldığı çakıllı kum yığınları yükseliyordu suyun yüzeyinde. En güzel nergisler, nilüferler, su zambakları ve sazlar kıyı şeridini güzellikleriyle süslüyordu. Çiçeklerle bezeli ayakları, gür otlarla ya da kadifemsi yosunlarla kaplanmış, ırmağa doğru sarksa da düşmemekte inat eden korkuluklarıyla, çürük kirişler üzerinde sallanan bir köprü, çok eski kayıklar, balıkçı ağları, çobanın bilindik türküsü, adalar arasında süzülen ya da Loire’ın getirdiği çakıllı kumlar üstündeki ördekler, kafalarındaki bereleriyle katırlarını yüklemekle meşgul değirmenci çıraklar; bütün bu ayrıntılar, manzaraya şaşırtıcı bir nahiflik katıyordu. Köprünün diğer yanında iki ya da üç çiftliği, bir güvercinliği, kumruları, bahçeleri, hanımeli, yasemin, filbahri çitleriyle birbirinden ayrılmış otuza yakın eski kulübeyi, ardından her kapı önündeki üstünde taze çiçek bitmiş gübre yığınları, yollarda dolaşan tavukları, horozları hayal edin. Haçlı Seferleri zamanından kalma ve pek çok özelliği nedeniyle ressamların tuvallerinde hayat vermek için can attıkları, tepeden kendisine bakanları selamlayan kilisesiyle, işte Pont-de-Ruan köyü! Hayalinizde tüm bu anlattıklarımı, yaşlı ceviz ağaçları, soluk sarı yapraklı genç kavaklarla süsleyin, sıcak ve nemli bir göğün altında alabildiğine uzanan çayırların orta yerinde zarif evler yerleştirin, işte şimdi bu güzelim yerin binlerce manzarası hakkında bir fikir edinmiş olacaksınız. Karşı kıyıyı süsleyen tepeleri incelerken nehrin solundan Saché yolunu yürüdüm ve nihayet bana asırlık ağaçlarla dolu Frapesle Şatosu’nun yolunu gösteren bir parka geldim. Tam da o sırada öğle yemeği vaktinin geldiğini gösteren çan sesleri duyuldu. Yemekten sonra, ev sahibim Tours’dan onca yolu yürüyerek gelebilecek olduğumu aklına bile getirmeden vadiyi her yanından ve her şekliyle görebileceğim bir gezintiye çıkardı beni. Oradan yeri geliyor, vadinin bir bölümünü; yeri geliyor, tamamını izleme fırsatı buluyordum. Ufka dalan gözlerim sık sık Loire’ın balıkçı ağlarıyla şekil değiştiren altın renkli zarif dalgalarına yöneliyordu; bir yamacı tırmanırken çiçeklerle örtülü kazık temelleri üstünde yükselen, Indre’in dört yanı da yontulmuş bir elması muhafaza ediyormuş gibi duran Azay Şatosu’nu ilk kez görmenin hayranlığı karşısında nutkum tutuldu. Daha sonra bir köşede, Saché Şatosu’nun romantik yapısını gördüm. Burası, ruhları kederli şairler için çok hoş bir görüntü sunan ahenkli hatlarıyla melankoli yaratmasının yanında, beğenilerini yüzeysel tutan insanlar için ise fazla kasvetli olma özelliği taşıyordu. Daha sonraları sırf bu yüzden bu şatonun sessizliğini, etrafını saran yaşlı ağaçların çıplak dallarını, ıssız vadisine yayılmış o esrarını sevdim! Ama vadinin yanındaki tepe yamacını her gördüğümde, bakışlarım orada duran sevimli şatoya kilitleniyordu.

“Hey!” dedi, benim yaşımdaki gençlerin daima büyük bir nahiflik içinde dışa vurdukları o şehvetli isteklerden birini gözlerimden okuyan ev sahibim. “Bakıyorum da avının kokusunu uzaklardan almış bir köpek gibi güzel bir kadının varlığını sezebiliyorsunuz!”

Bu sözler hiç hoşuma gitmese de şatonun adını ve kimlere ait olduğunu sordum.

“Burası, Touraine’in köklü bir ailesinin temsilcisi Kont Mortsauf’a ait olan, XI. Louis döneminden kalan zarif Clochegourde Şatosu’dur.” dedi. “Armalarını ve ününü hangi serüven sonucunda elde ettiğini isminden anlayabilirsiniz. Kont, darağacına gidip canlı dönmüş bir adamın soyundan geliyor. Bu nedenle Mortsaufların üstlerinde, haç işlemeleri bulunan altından yapılmış bir armaları vardır, tam ortasında ise altın renginden bir zambak bulunur. Kont, göç sonrası yaşamak üzere buraya yerleşti. Lenoncourt-Givry ailesinden Lenoncourtlu bir hanımefendi olan eşine ait olan bu şato da onlarla birlikte yok olup gidecek çünkü Madam Mortsauf, ailenin tek çocuğudur. Ailenin nam salmış ünü ve tükenmek üzere olan servetleri arasında öylesine bir tezat vardır ki gururdan mı yoksa zorunluluktan mı bilmem, hep bu şatoda oturmayı ve kimselerle görüşmemeyi âdet hâline getirmişlerdir. Bu izole yaşamlarını şimdiye dek Bourbonlarla ilişkilendirmek mümkündü, ne var ki Kral’ın dönüşüyle hayatlarında çok bir şeyin değişeceğini sanmıyorum. Geçen sene buraya yerleştiğimizde, nezaketen ziyaret ettim. Onlar da iadeiziyarette bulundular ve bizi yemeğe davet ettiler. Kış nedeniyle birkaç ay görüşemedik, daha sonra da siyasi gelişmeler bizim dönüşümüzü geciktirdi. Şunu da söyleyeyim, Frapesle’e henüz yeni geldim ben. Madam Mortsauf gittiği her yerde en ön planda olabilecek bir kadındır.”

“Tours’a sık sık gider mi?”

“Hiç gitmez.” dedi ev sahibim. “En son Mösyö Mortsauf’a çok yakın olan Angoulême Dükü’nün geçişi dolayısıyla ayrılmıştı buradan.”

“Bu o!” diye haykırdım birden.

“Kim?”

“Güzel omuzları olan kadın.”

“Touraine’de güzel omuzları olan pek çok kadın göreceksiniz.” dedi gülerek. “Yorgun değilseniz, ırmağı geçer Clochegourde’a çıkabiliriz. Siz de sözünü ettiğiniz omuzların sahibini tanırsınız belki.”

Mutluluktan ve utançtan kızararak kabul ettim bu teklifi. Dörde doğru, uzun zamandır gözlerimle okşadığım o küçük şatoya vardık. İçinde bulunduğu manzarayı güzelleştiren bu şato aslında oldukça mütevazı bir mimarinin örneğidir; ön tarafında beş pencere vardır, güney cephesinde pencereler ise yaklaşık iki kulaç önde durmaktadır. Bu özellik, şatonun iki ayrı binadan oluşmuş gibi görünmesini sağlayan, eve güzellik katan mimari bir hünerdir. Ortadaki pencere kapı olarak kullanılır ve oradan, ikili merdivenlerin kıyısındaki ufak çayıra kadar uzanan katlı bahçelere inilir. Akasyaların ve Japon akçaağaçlarının kokusuyla insanı büyüleyen en alttaki bahçe katını ve köy yolunu, bu çayır ayırsa da her yer bahçeye aitmiş gibi görünür çünkü yol çukurdur ve bir yanı taraçayla diğer yanı da Norman çitiyle çevrilmiştir. Etraflıca düşünülen eğimler şato ile nehir arasında, suların neden olabileceği hasarın önüne geçecek ama aynı zamanda da nehir manzarasını da kapatmayacak bir mesafe bırakır. Evin altında, girişleri farklı kemerlerden oluşan garajlar, ahırlar, kilerler, mutfaklar bulunur. Çatıların köşelerine zarif biçimler verilmiş, kalkan duvarları oymalı pervazlı çatı pencereler de çiçeklerle süslenmiştir. Kuşkusuz ki ihtilal sırasında ihmal edilmiş olan çatı, güneye bakan evlerin üzerinde biten kızıl ve düz yosunların neden olduğu pasla kaplıdır. Hâlen Blamont-Chauvry armasının bulunduğu küçük bir çan kulesi vardır sundurmanın avlu kapısının üzerinde. Avuçları göğe bakan, renklendirilmiş iki el, uçları tepede birleşen iki mızrak, ortada uzayan bir çizgi ve Herkes baksın ama kimse dokunmasın! yazısı derinden sarstı beni. Ağızları altın zincirli Anka ve ejderden yapılmış destekler armaya daha hoş bir görünüm vermekteydi. İhtilal, dük tacı ile altın meyveli yeşil bir hurma dalından meydana gelen sorgucu hasara uğratmıştı. Kamu Kurtuluş Komitesi sekreteri olan Senart, 1781’den önce Saché’de krallık yargıcıymış. Bu hasarların nedenini bu kısa bilgiyle açıklayabiliriz.

Bütün bu düzenlemeler, çiçek gibi süslenen ve sanki havada süzülüyormuş gibi görünen bu şatoya zarif bir görünüm kazandırır. Vadiden bakıldığında, birinci kat gibi görünen zemin kat aslında avlu tarafında çeşitli çiçek kümeleriyle süslenmiş bir çimenliğe açılan geniş ve kumluk bir yolla aynı seviyededir. Şatonun her yerini kuşatan üzüm bağları, meyve bahçeleri ve ceviz ağaçları dikilmiş birkaç tarla hızla aşağı doğru uzanır ve yeşilin her hâline doyduğunuz o ağaç şölenini sunan Indre’in kıyılarına kadar ulaşır. Clochegourde’un bitişiğindeki yolu çıkarken özenle dikilmiş bu ağaçlara bakıp hayran oluyor, mutluluk yüklü havayı çekiyordum ciğerlerime. Acaba bu fâni dünyada olduğu gibi manevi dünyada da birtakım elektrik akımları ya da ısı değişimleri var mıdır? Güzel bir havayı sezen hayvanlar gibi kendisini ebediyen değiştirecek bu esrarlı olaylara yaklaştıkça kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Hayatımın dönüm noktası olacak o gün, kendisini yüceltecek her türlü durumu da beraberinde getiriyordu. Tabiat sanki sevgilisini karşılamaya giden bir kadın gibi süslenmişti, ruhum ilk kez işitmişti onun sesini, daha önce size üzerimde yarattığı etkiden bahsettiğim o lise günlerinde hayalini kurduğum gibi bereketli, çeşitli görünümüyle seyir zevki sunmuştu gözlerime. Tüm bunlar, sanki kaderimin önceden yazıldığı bir kıyametten ibaretti; mutlu ya da mutsuz her olay, tuhaf görüntüler eşliğinde yalnızca üçüncü gözle görülebilecek bağlarla ilişkilendirilir. Kırsal hayatın gerekliliği olan tahıl ambarı, şaraphane, ağıllar, ahırlar gibi alanların olduğu bir avludan geçtik. Bekçi köpeğinin havlamaları üzerine bir uşak yaklaştı bize doğru ve Sayın Kont’un sabah Azay’e gittiğini ama hiç şüphesiz geri döneceğini, Kontes’in de evde olduğunu söyledi. Ev sahibim bana döndü. Kocası evde olmadığı için Madam Mortsauf’u görmek istemeyecek diye olduğum yerde titriyordum. Ama öyle olmadı, uşağa geldiğimizi haber vermesini söyledi. Çocuksu bir açgözlülükle evin girişindeki büyük bekleme odasına attım kendimi.

“İçeri geçin beyler!” dedi altından bir ses.

Madam Mortsauf baloda yalnızca tek bir kelime etmiş olsa da ruhuma işleyen ve mahkûm hücresine dolup parlatması gibi onu sarmalayan sesini hemen tanıdım. Yüzümü hatırlayabileceğini düşündüm, kaçmak istedim oradan. Ama artık çok geçti her şey için, kapının eşiğinde göründü ve gözlerimiz buluştu. Hangimiz daha çok kızardı, bilemiyorum. Tek bir kelime edemeyecek kadar nutku tutulmuştu. Hizmetkârın oturmamız için iki koltuğu bize yaklaştırmasının ardından o da gergefin başına geçti; sessizliğine bir kılıf uydurmak için iğnesini çıkardı, birkaç ilmek işledi, sonra uysal ama kibirli başını kaldırarak Mösyö de Chessel’e döndü ve bu ziyareti hangi hoş rastlantıya borçlu olduğunu sordu. Benim oradaki varlığımın nedenini merak etse de ne bana ne de ev sahibime baktı; gözlerini nehirden ayırmıyordu lakin körleri andıran dinleyiş şekline bakarak kelimelerdeki ayırt edilemez vurguların ruhta yarattığı çırpınmaları anlayabildiğinizi görürdünüz. Ve bu doğruydu. Mösyö de Chessel adımı söyledi ve kim olduğumdan bahsetti. Ailem, Paris’in savaş nedeniyle bir tehdit unsuru olmasından endişelendikleri için birkaç ay önce Tours’a gelmiştim. Touraine’i bilmeyen bir Touraine çocuğuydum, ağır çalışmalarım nedeniyle sağlığım bozulmuş, oyalanmak için de Frapesle’e gönderilmiştim. Ve işte şimdi de kendisi, ilk defa gördüğüm bu toprakları gösteriyordu bana. Tours’dan Frapesle’e yürüyerek geldiğimi ona ancak tepenin kenarında söylediğimden ve hâlihazırda kötü olan sağlığım nedeniyle kaygılandığından dinlenmem için Clochegourde’a girmeye karar vermişti. Mösyö de Chessel doğru söylüyordu ama böylesi mutlu tesadüflere nadiren rastlandığından Madam Mortsauf biraz kayıtsız kaldı bu anlatılanlara; anlamlandıramadığım bir tür aşağılanma duygusunun etkisiyle olduğu kadar, kirpiklerimin arasında asılı duran gözyaşlarımı saklamak için yere doğru baktım, soğuk ve ciddi bakışlarını üstümde gezdirdiğinde. Saygıdeğer şato sahibesi, alnımın ter içinde kaldığını gördü; kim bilir, gözyaşlarımı da fark etti belki de. Çünkü o an ihtiyacım olan, konuşma fırsatını vererek avutucu bir iyi yüreklilikle su serpti içime. Kabahat işlemiş genç bir kız gibi kızardım karşısında ve bir ihtiyarınki gibi titrek bir sesle, nahoş bir teşekkürle karşılık verdim.

“Tek dileğim…” dedim, şimşeği gökte fark edebileceğiniz kadar kısa bir an içinde gözlerine değen gözlerimi başka yere çevirerek. “Buradan gönderilmemek, yorgunluktan öyle bitkinim ki daha fazla yürüyemeyeceğim.”

“Bu güzel memleketimizin konukseverliğinden niçin şüphe duyuyorsunuz?” dedi. “Akşam yemeğini Clochegourda’da yeme mutluluğunu bizden esirgemeyeceksiniz, değil mi?” diye ekledi, komşusuna dönerek.

Koruyucum Mösyö de Chessel’e öyle yalvaran gözlerle baktım ki nezaketen yapılmış ve dile getiriliş tarzı geri çevrilmeyi gerektiren bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Cemiyet hayatı içinde olduğundan Mösyö de Chessel böylesi incelikleri kavrasa da benim gibi toy bir adamın, güzelliğiyle büyüleyen bir kadının sözleri ve düşünceleri arasında tutarsızlık olamayacağına kesin bir şekilde inanır. Bu nedenle, akşam dönerken ev sahibimin bana dönüp:

“Yemeğe kaldım çünkü orada olmak için can atıyordunuz. Lakin olanları telafi etmezseniz, komşularımla aram açılabilir.” demesi beni şaşkına çevirdi. Bu “olanları telafi etmezseniz” cümlesi beni uzun soluklu hayallerin kucağına bıraktı. Madam de Mortsauf beni hoş buluyorsa beni evlerine götüren insana da kızmamalıydı. Demek ki Mösyö de Chessel, bende onun ilgisini çekebilecek bir güç görüyordu, böyle düşünmüş olması da zaten o gücü bana vermesi anlamına gelmiyor muydu? Bu varsayım, yardıma muhtaç olduğum bir anda umudumu yeşertti.

“Korkarım yemeğe kalamayız.” diye yanıtladı. “Madam de Chessel bizi bekliyor.”

“Her gün onunla birliktesiniz.” diye karşılık verdi Kontes. “Haber verebiliriz kendisine, yalnız mı?”

“Hayır. Peder Quélus’ü ağırlıyor.”

“Ah, tamam o hâlde.” dedi zili çalmak üzere ayağa kalkarken. “Yemeği bizimle yiyorsunuz.”