Honoré de Balzac
Vadideki Zambak
Honoré de Balzac, 1799’da Tours’da doğdu. Bebekken sütanneye gönderildi. Daha sonra kız kardeşi de ona katılınca aile evinden dört yıl ayrı kaldı. Anne ve babanın çocuklardan uzak kalması Honoré de Balzac’ı derinden etkiledi, 1836 yılında kaleme alacağı Vadideki Zambak romanına ilham oldu. 1807-1813 arasında Oratariens Koleji’nde (Hatiplik Okulu) yatılı olarak okudu. Bu dönemde okuma alışkanlığı kazandı. Hatiplik Okulunda yaşadıkları, 1832 yılında yazdığı Louis Lambert romanındaki karakteri de etkiledi. 1814’te ailesinin Paris’e taşınmasıyla iki buçuk yıl süreyle özel eğitim aldı. 1816 yılında Sorbonne’da eğitim görmeye başladı. Spinoza’nın eserlerini Latinceden Fransızcaya çevirdi. 1820’de Shakespeare’den etkilenerek Cromwell isimli bir trajedi kaleme aldı. Bu eseri yakınlarıyla paylaştığında, Akademisyen François Andrieux, onu başka türlerde yazmaya teşvik etti. Walter Scott’ın eserlerinden etkilenerek çeşitli hikâyeler yazmaya başladı fakat bu taslaklar yaşamı süresince yayımlanmadı. 1821’de para kazanmak için takma ad kullanarak eserler kaleme aldı. 1826 yılına kadar dokuz adet roman yayımladı. Bu romanlar eleştirmenlerden olumsuz yorumlar almış olsa da Balzac’ı yazarlık temposuna alıştırdı ve kalemini güçlendirmesine yardımcı oldu.
Balzac, tarihî roman örneklerinden biri olan, ilk kez Honoré Balzac adıyla yayımladığı Köylü İsyanı (1829) eseriyle, döneminde ses getirmeye başladı. İnsanlık Komedyası’nda, pek çok tarihçinin unuttuğunu düşündüğü örf ve âdet tarihini kaleme almak istedi. Dönemlerindeki tarihsel ve toplumsal gerçeklikleri sistematik bir gözlem üzerine kurarak romanlarında anlattı; yalnızca bununla kalmayarak eylemlerin arkasındaki gizli nedenleri de incelemek istedi. Modern romanın başlangıcı olarak görünen bu romanlarda Balzac’ın hedefi, Paris’ten taşraya, burjuvadan köylüye, avukattan tefeciye her türlü yeri, sınıfı ve mesleği inceleyerek insana ulaşmaktı. Fransız toplumunu sosyolojik olarak incelemeye önem vererek, dini ön plana çıkarmak yerine aşk ve arkadaşlığı ön plana çıkararak, insanlığın kargaşasını ve ahlaksız taraflarını gösterip güçlü olanın zayıf olanı alt ettiği bir dünya oluşturdu. 1850 yılında hayata gözlerini yumdu.
Başlıca Eserleri: Köylü İsyanı, Vadideki Zambak, Tours Papazı, Eugenie Grandet, Goriot Baba, Tılsımlı Deri, Köy Hekimi, Lois Lambert, Albay Chabert Altın Gözlü Kız, Kibar Fahişeler, Sönmüş Hayaller, Nucingen Bankası, Cesar Birotteau, Ursula Mirouet, Karanlık Bir İş.
Sevgili hekim dostum, telaşa kapılmadan ve titizlikle hazırlanmış edebî bir anıtın ikinci bölümünü oluşturan ve üstünde emeğimin en çok geçtiği eserlerimden birini elinizde tutuyorsunuz. Bir zamanlar hayatımı kurtaran engin bilginize karşı duyduğum şükran duygusunu ifade etmek ve kadim dostluğumuzu anmak adına kitabımın başına isminizi yazıyorum.
DE BALZACKontes Natalie de Manerville’e…
İsteğinize boyun eğiyorum. Onun bizi sevdiğinden daha çok sevdiğimiz bu kadının ayrıcalığı, bize sağduyu kurallarını tümüyle unutturmaktadır. Alnınızda oluşacak tek bir kırışıklığı görmemek, en ufak bir reddediliş ile kederlenen dudaklarınızdan okunan somurtkan ifadeyi silmek için mesafeleri mucizevi bir şekilde aşar, kanımızı son damlasına kadar akıtır, bizi bekleyen geleceğe sırtımızı döneriz. Bugün ise geçmişimi bilmek istiyorsun, işte yazıyorum. Fakat şunu iyi anla Natalie, isteğini yerine getirirken daha önce kimseye anlatmadığım ve bende tiksinti uyandıran anıları çiğneyip geçmem gerekti. Peki ya neden bir zamanlar beni mutluluğa doyuran o apansız ve uzun düşlerden kuşku duyuyorum? Sevilen kadının sessizlik karşısında duyduğu, sende de gördüğüm bu sevimli öfke neden? Sebepler üzerinde durmadan yaradılışımdaki tezatlıklardan keyif alamaz mıydın? Yoksa yüreğinin derinliklerinde sakladığın sırların bağışlanması için benim sırlarımı bilmeye mi muhtaç hissediyorsun kendini? En nihayetinde, bunu sezdin Natalie ve belki de her şeyi bilmen daha iyi olacaktır. Evet, yaşamım bir hayaletin egemenliğinde. Öyle bir hayalet ki söylenen en ufak bir sözcükle belli belirsiz bir şekilde kendini gösteriyor, çoğu zaman tepemde kendi kendine dört dönüyor. Tıpkı sakin havalarda görülen ve fırtına dalgalarının parçalar hâlinde kumsala fırlattığı o deniz ürünleri gibi ruhumun derinliklerinde gömülü, nice hatıralarım var. Düşüncelerin dile getirilmesi için harcadığım bu gerekli çaba, ansızın gün yüzüne çıktıklarında beni derinden etkileyecek eski duyguları da içinde barındırıyor olmasına rağmen bu itirafta seni incitecek kısımlar olması hâlinde, bu isteğine itaat etmem için üstümde kurduğun baskıyı hatırla. Sana itaat ettiğim için beni cezalandırmayacaksın, değil mi? Sana içimi dökmemin ardından bana olan sevginin artmasını dilerdim. Akşama görüşmek üzere.
FÉLİXBir gün, en acıklı ağıtı, henüz narin olan kökleri toprakta sert çakıldan başka bir şeyle karşılaşmayan, sunduğu taze yaprakları hain ellerle koparılan, açtığı an çiçekleri kırağı ile donan ruhların, sükûnet içinde boyun eğdiği ızdırabı resmederken gözyaşlarıyla beslenen hangi yeteneğe borçlu olacağız? Dudaklarıyla bir memenin acı sütünü emen ve gülümsemesini gaddar bir bakışın ateşinde yitiren bir çocuğun kederini hangi şair anlatacak bize? Duyarlılıklarını güçlendirmek üzere etraflarını saran kişiler tarafından zulmedilen o zavallı yürekleri konu alan eser, işte benim gençliğimin esas hikâyesi olacaktır. Ben, henüz el kadar bir bebekken hangi gururu incitebilirdim? Fiziksel veya ahlaki anlamda nasıl bir utançtım ki annemin mesafeli tavrıydı payıma düşen? Yoksa ben, eşlerin görev bildiği eylemin bir sonucu olarak dünyaya gelen, beklenmeyen, hayatı serzenişten ibaret olan bir çocuk muydum? Taşrada, bir sütannenin elinde, ailem tarafından üç sene boyunca unutulmanın ardından baba evine dönerken insanların bana bakıp benliklerini ele geçiren acıma duygusu tüm etrafı sarardı. Yaşadığım bu ilk başarısızlığı telafi etmeme yardım edecek bir hissin ya da mutlu bir tesadüfün yoksunluğunu hissederdim. İçimdeki çocuk her şeyden bihaberdi, ortaya çıkmayı bekleyen erkek ise hiçbir şey bilmiyordu. Ağabeyim ve iki kız kardeşim, kaderimin bende yarattığı amansız acıyı dindirmek yerine bana ızdırap çektirmekten keyif alıyorlardı. Çocukların işlediği küçük suçların gizlenmesini sağlayan ve onlara onur duygusunun ne olduğunu öğreten o antlaşmanın benim için hiçbir hükmü yoktu. Dahası, ağabeyimin işlediği kabahatler yüzünden sıklıkla cezalandırıldım, bu haksızlık karşısında da tek bir kelime edemedim. Çocukların doğasında bulunan dalkavukluk, kendileri için de korkutucu olan bir anneye yaranmak için yaşadığım acıların üstüne gelmelerini mi öğretiyordu onlara? Bu, onların taklide olan eğiliminin bir sonucu muydu? Güçlerini ya da merhamet duygularını sınama ihtiyacından mı doğuyordu tüm bunlar? Kim bilir, belki de tüm bu nedenler bir araya gelerek kardeşliğin sevecenliğinden mahrum bırakmıştı beni. Şefkatten tümüyle yoksun kalan ben, hiçbir şeyi sevemiyordum. Oysaki doğa beni sevmek için yaratmıştı! Bir melek, durmaksızın yara alan bu duyarlılığın iç çekişlerini anlayabilir mi? Anlamlandırılamayan duygular, bazı ruhlarda kine dönüşse de benim ruhumda, tüm bu duygular yoğunlaştı, bir çukur kazdı derinliklerimde var olmak için. Ve daha sonraları yaşamıma coşku içinde dâhil oldu. Çoğu yaradılışta, titreme alışkanlığı sinirleri gevşetirken korkuyu da doğurur ve korku, her daim boyun eğdirir insana. İnsanı zayıflatan ve nasıl olduğunu ona anlatamayacağım tutsaklığın nedeni budur. Lakin sonsuza dek sürecekmiş hissi veren bu işkenceler karşıma çıktıkça, artan ve ruhumu ahlaki direnişlere hazırlayan bir güç göstermemi sağladı. Yeni bir darbe bekleyen askerler gibi ben de yeni bir ızdırabın kapımı çalmasını beklerken tüm benliğim, çocuksu sevecenliğimin ve davranışlarımın sonsuzlukta kaybolduğu dokunaklı bir boyun eğiş ile kendini özdeşleştirmişti. Ve bir ahmaklık belirtisi olarak öne sürülen tavırlarım, annemin lanetli kehanetlerini doğrular bir nitelik taşıyordu. Bu adaletsizliklerin tartışmasız gerçekliği, kuşkusuz benzer bir yetiştirme tarzının neden olacağı kötü eğilimleri, mantığın bu meyvesi olan gururu, ruhumda vaktinden çok önceleri yeşertmişti. Annem tarafından yok sayılmama rağmen zaman zaman vicdan azabının nedeni oluyordum, eğitimim hakkında konuşuyor, bu konuyla ilgilenme arzusunu dile getiriyordu. Ben ise o esnada, annemle gün içinde iletişim kuracak olmamın üstümde yaratacağı baskıyı düşünürken dehşet içinde titreyen bedenimi telkin etmeye çalışıyordum. Bir başıma bırakılmışlığımı kutsuyordum. Çakıl taşlarıyla oynamak, böcekleri gözlemlemek, gökyüzünün engin mavisini izlemek için bahçede kalabildiğim zamanlarda mutluluktan havalara uçuyordum. Yalnızlığım beni her ne kadar düşler âleminde yolculuğa çıkarsa da düşüncelere dalmaktan aldığım keyif, size birazdan anlatacağım, karşı karşıya kaldığım ilk mutsuzluklarımı tasvir edecek bir serüvene dayanmaktadır. Evde o kadar önemsizdim ki dadım sıklıkla beni yatırmayı unuturdu. Bir akşam, bir incir ağacının altına sessizce büzülerek çocukları saran ve bende vaktinden önce ortaya çıkan melankolinin neden olduğu bir çeşit duygusal zekânın getirisi olan, o meraklı tutkuyla bir yıldıza bakıyordum. Kız kardeşlerim eğleniyor ve bağrışıyorlardı; uzaktan işitilen gürültüleri, tıpkı düşüncelerime eşlik eden bir ezgiyi anımsatıyordu bana. Gece olduğunda gürültü birden kesildi ve annem, ne tesadüftür ki yokluğumu fark etti. Dadımız, korkunç Matmazel Caroline, azar işitmemek için evden nefret ettiğimi, kendisi de bana göz kulak olmasa çoktan buralardan kaçacağımı, aslında ahmak değil de sinsi bir çocuk olduğumu, bugüne kadar bakımını üstlendiği diğer çocuklar arasında benim gibi kötü huylusuna daha önce hiç rastlamadığını peşi sıra söyleyerek annemin yanlış değerlendirmelerini meşrulaştırmıştı. Daha sonra beni arıyormuş gibi seslendi, cevap verdiğimde, altında saklandığımı bildiği incir ağacının yanına geldi.
“Orada ne yapıyorsunuz?” diye sordu.
“Bir yıldıza bakıyordum.”
“Yıldıza baktığınız yok.” dedi o esnada bizi balkondan dinleyen annem. “Sizin yaşınızda bir çocuk ne anlar astronomiden?”
“Ah! Madam!” diye bağırdı birden Matmazel Caroline, su deposunun musluğunu açık bırakmış, tüm bahçe su içinde kalmıştı.
Çok geçmeden evden uğultular gelmeye başladı. Kız kardeşlerim suyun akışını görmek için musluğu açıp eğlenirken suyun fışkırmasıyla üstleri başları birden sırılsıklam olunca korkudan ne yapacaklarını bilememiş, musluğu da kapatmadan kaçmışlardı. Böyle bir afacanlığı benim yaptığıma inandıklarından masum olduğumu dile getirdiğimde beni yalancı olmakla suçladılar ve ağır bir şekilde cezalandırıldım. Ama ne korkunç bir cezaydı bu! Yıldızlara beslediğim aşkla alay edildi ve üstüne üstlük annem, akşamları bahçeye çıkmamı yasakladı. Yetişkinlere kıyasla, zorbaca yasaklar çocuklarda daha güçlü bir tutkunun ortaya çıkmasına neden olur; çocukların karşı konulmaz bir çekicilik sunan o yasaklamayı düşünmeden edememek gibi bir üstünlükleri vardır. İşte ben de yıldızım yüzünden sık sık dayak yerdim. İçimdekileri kimseyle paylaşamadığımdan, bir çocuğun ilk düşüncelerini kekelediği, ilk kelimelerini söylemeye çalıştığı zamanlarda ben, yıldızıma acılarımdan bahsediyordum. Hayatın bir sabahında edinilen izler, insanın yüreğinde derin izler oluşturduğundan, on iki yaşımdayken okulda tarifi imkânsız bir hazla onu izlemeye devam ediyordum.
Benden beş yaş büyük olan Charles, şu an ne kadar yakışıklı bir erkekse çocukluğunda da bir o kadar güzeldi. Babamın göz bebeği, annemin aşkı, ailemizin umudu, yani evimizin kralıydı. Sağlıklı ve gürbüz bir çocuk olmasına rağmen bir eğitmeni vardı. Sıska ve cılız ben ise beş yaşında şehirdeki bir yatılı okula yazdırılmıştım, babamın oda hizmetine bakan özel uşağı beni sabah götürüp akşam getiriyordu. İçinde pek az şey bulunan bir sepetle gidiyordum. Oysa arkadaşlarımın yiyeceklerle dolup taşan sepetleri vardı. Benim yoksulluğum ve onların zenginliği arasındaki uçurum, acılarımı daha da katlanılamaz bir hâle bürüyordu. Tours’dan getirilen ünlü domuz ezmesi ve domuz kıyması gün ortasında, yani sabah kahvaltısı ve evde yediğimiz akşam yemeği arasında, tükettiğimiz en önemli yiyeceklerimizdendi. Bazı boğazına düşkünler için sıklıkla sofralarında bulunan bu yiyecekler, Tours’da bulunan aristokrat sofralarında pek rağbet görmezdi. Okula başlamadan önce rivayetlerini işitmiş olsam da bir başkası tarafından, bir dilim ekmeğin üzerine benim için sürülen o kahverengi reçelin mutluluğunu hiç tatmamıştım. Okulda göz önünde olmasa bile benim o reçele olan ilgim hiçbir zaman azalmayacaktı çünkü bu, benim için tıpkı Paris’in en seçkin düşeslerinden birinin, kapıcıların hazırladığı yahniyi canının çekmesi ve soyluluğuna rağmen isteğinin yerine getirilmesi için duyduğu arzuya benzeyen sabit bir fikre dönüşmüştü. Siz bakışlarda saklanan aşkı nasıl kavrayabiliyorsanız çocuklar da açgözlülüğü hemen anlarlar. Bu nedenle onlar için harika bir alay konusu olmuştum. Hemen hepsi küçük burjuva çocukları olan arkadaşlarım, yiyeceklerle dolup taşan sepetlerini bana göstererek, onların nasıl hazırlandığını, yiyeceklerin nereden alındıklarını bilip bilmediğimi ya da benim sepetimde neden kavurma olmadığını sorarlardı. Kendi yağında sotelenen ve pişmiş mantarlara benzeyen bu domuz artıklarının tadını anlatırken kendilerinden geçiyorlardı; sepetimi karıştırıp Olivet peynirinden ya da kuru yemişten başka bir şey bulamadıklarında, “Senin yiyecek hiçbir şeyin yokmuş, öyle mi?” diye sorarak ağabeyim ile aramdaki farkı gözümün içine sokarlardı. Terk edilmişliğim ve diğerlerinin mutluluğu arasındaki bu tezatlık, çocukluğumun güllerini koparırken henüz yeşeren gençliğimi de karanlığa gömüyordu. Cömertçe bir hisse kanarak, ikiyüzlü bir şekilde bana sunulan ve canımın çok çektiği o kavurmayı yiyebilmek için uzattığım elim ilk seferde havada kalmış, neler olup bittiğini önceden bilen çocukların kahkahaları arasında benimle alay eden çocuk, ekmek dilimini geri çekmişti. En seçkin ruhlar bile yeri geliyor beyhude çabalarla boğuşuyorsa aşağılanan ve alaya alındığını fark edip ağlayan bir çocuk nasıl olur da bağışlanmaz? Böylesi bir oyunda kaç çocuk açgözlü, dilenci, korkak olur! Benimle uğraşmalarını engellemek için onlarla kavga ettim. Umutsuzluğun yarattığı cesaret, korkulan biri hâline getirmişti beni ama çevremdeki herkesin kin güttüğü kişi olduğumdan hainlik karşısında elim kolum bağlı kaldı. Bir akşam okuldan çıkarken sırtıma çakıl taşlarıyla doldurulmuş bir mendil fırlatıldı. İntikamımı fazlasıyla alan oda hizmetçisi, başıma gelenleri anlattıktan sonra annem bağırdı: “Bu lanet olası çocuk beladan başka bir şey değil!” Ailemde uyandırdığım tiksintiyi gözler önüne seren bu aşağılanmalar karşısında, tüyleri diken diken edecek bir güvensizlik duygusu içinde buldum kendimi. Evde olduğu gibi okulda da içime kapanmıştım. İkinci bir kar fırtınası, ruhumda gün yüzüne çıkacak tohumların çiçeklenmesini geciktiriyordu. Haylaz çocukların daha çok sevildiğine dikkat kesilmiştim, gururum ise bu gözlem karşısında beni bir başıma bırakmıştı. Zavallı yüreğimin ev sahipliği yaptığı o coşkulu duyguları ifade etmenin olanaksızlığı işte böyle sürüp gitti. Daima kasvetli, insanlarda nefret uyandıran, yalnız biri olduğumu fark eden öğretmenim de her ne kadar asılsız da olsa ailemin benim hakkımda düşündüğü kötü mizacımın gerçekten var olduğuna inandı. Okuma ve yazma öğrenir öğrenmez annem beni Pont-leVoy’da, temel kavramları öğrenmekte zorluk yaşayan zekâsı yeterince gelişememiş yaşıtım çocukların Pas Latins1 isimli bir sınıfta eğitim aldığı, Oratoire Tarikatı’nın bir okuluna gönderdi. Orada kimseyi görmeden sekiz sene geçirdim ve herkes tarafından yok sayılan hayatımı sürdürdüm. Neden ve nasıl mı? Ufak tefek ihtiyaçlarımı karşılamak için her ay yalnızca üç frankım oluyordu. Bu para almamız gereken kalemlere, çakılara, cetvellere, mürekkebe ve kâğıda ucu ucuna yetiyordu. Ne cambaz ayaklığı ne ip ne de okulda oynanan diğer oyunlar için gerekli olan şeyleri alabiliyordum, bu yüzden de dışlandım. Beni kabul etmeleri için zengin çocuklara ya da kendi bölümümdeki nüfuzlu çocuklara dalkavukluk yapmam gerekiyordu. Çocukların arkasına kolayca saklanabileceği bu korkaklıkların en basiti bile yüreğimin sıkışmasına neden oluyordu. Vaktimi, bir ağacın altında hazin hayallerde kaybolarak geçiriyor; kütüphanenin her ay dağıttığı kitapları okuyordum. Bu yabani yalnızlığımın en ücra köşelerinde saklanan ne acılar vardı, terk edilişim ne kaygılara gebe kalmıştı! Nahif ruhumun, Latinceden Fransızcaya ve Fransızcadan Latinceye çeviri yarışmasında en önemli sayılan iki ödülün bana layık görüldüğü günde yaşadığı o duygu selini düşünün! Arkadaşlarımın aileleriyle dolup taşan salonda alkışlar ve orkestra eşliğinde ödülümü almak üzere sahneye yürürken beni tebrik etmek için bekleyen ne babam ne de annem vardı. Öngörülen protokol üzerine ödülü veren kişiyi öpmek ve oradan ayrılmak yerine, ona sarılıp gözyaşlarına boğulmuştum. Akşam, ödüllerimi sobada yaktım. Ödüllerin dağıtılmasından önce yapılan hazırlıkların sürdüğü o bir hafta boyunca aileler şehirde kalıyor, bu nedenle arkadaşlarım güneş doğar doğmaz etekleri zil çalarak onların yanına gidiyordu; ben ise ailem birkaç kilometre uzaklıkta yaşamasına rağmen aileleri başka şehirlerde, yurt dışında ya da denizaşırı memleketlerde olan çocuklarla birlikte bahçede oyalanıyordum. Akşam dua zamanı geldiğinde, günlerini aileleri yanında geçirmiş o acımasızlar, yedikleri güzel yemeklerden bahsediyorlardı. Dâhil olduğum sosyal çevreler genişledikçe katbekat artan mutsuzluğuma şahit olacaksınız. Beni bir başıma yaşamaya mahkûm eden o kararı ortadan kaldırmak için ne çabalar harcadım, bir bilseniz! Ruhumu coşkusuyla çok uzun bir süre diri tutan umutlarımın nasıl da bir gün içinde yerle bir olduğunu bir bilseniz! Annem ve babama, okula gelmeleri için belki de yaşadıklarımı az da olsa mübalağa ederek kaleme aldığım mektupları gönderiyordum fakat bu yalnızca annemin yazı üslubumu iğneleyerek ve beni eleştirerek sitem etmesine neden oluyordu. Yılmadan buraya gelmeleri için önüme sundukları her şartı yerine getirmek için sözler veriyor, ne yapacağını bilemeyen bir çocuğun hassasiyetiyle, kız kardeşlerime bayramlarda ve doğum günlerinde mektuplar yollayarak bana yardım etmelerini istiyordum fakat nafileydi. Ödüllerin dağıtılmasına az bir zaman kala yakarışlarımı daha da şiddetlendiriyor, elde edeceğime inandığım başarılardan bahsediyordum. Ailemin sessizliğine aldanıp yüreğim ağzımda onları bekliyor; arkadaşlarıma, geleceklerini söylüyordum. Ailelerin gelmeye başlamasıyla birlikte ihtiyar kapıcının çocukların ismini söylediği an yankılanan sesi koridoru doldurdukça benim de içimi muazzam bir heyecan kaplıyordu. Ne var ki ihtiyar adam, benim ismimi hiç söylemedi. Doğduğum güne lanet okuduğum o gün, kilisede günah çıkaran papaz bana, İsa’nın Beati qui lugent!2 sözüyle vadettiği hurma ağacıyla bezeli gökyüzünü gösterdi. Ve böylece ben, ilk şarap ekmek ayinimde, genç zihinleri füsunla yıkayan hayal âlemleri esnasında kendini gösteren ilahi düşüncelerin engin esrarının ortasında bulmuştum kendimi. Yerimde duramadan coşkulu bir inanç ile Tanrı’ya Martyrologe’taki3 o sihirli mucizeleri benim adıma tekrarlaması için yalvarıyordum. Beş yaşında bir yıldıza âşık, savruluyordum; on iki yaşımda ise bir tapınağın kapılarını çalıyordum. Bu tutkum, hayal gücümü yeşerten, şefkat duygumu güçlendiren ve düşünme yeteneğimi başka bir kademeye taşıyan kelimelere dökülemeyecek düşlerin canlanmasını sağladı. Çoğu zaman bu kutsal görüntülerin, ruhumu ilahi kadere hazırlamakla görevlendirilmiş meleklerden geldiğini düşünüyordum; gözlerime nesnelerin iç âlemini görme yetisi bahşetti o görüntüler; işittikleriyle aslında var olanı, elde ettikleriyle arzulanan o yüce şeyleri kıyaslamanın gücüne erişen şairi bahtsız kılan büyülü hâllere hazırladı yüreğimi; anlatmam gerekenleri kaleme alan bir kitap yazdılar kafamın içinde ve dudaklarım bir tuluatçının hissettiği ateşle tutuştu.
Oratoiren eğitim sisteminin kapsamı hakkında kuşkuları olan babam beni Pont-le-Voy’dan alarak Paris, Marais’de bulunan bir okula yazdırdı. On beş yaşındaydım. Pont-le-Voy’da yapılan bilgi ölçme ve değerlendirme testi sonucunda, söz sanatları öğretmeni benim üçüncü sınıfı okumam gerektiğine karar vermişti. Lepître Yatılı Okulunda kaldığım süre boyunca evimde, okulda ve kolejde çektiğim acılar yeni bir şekil almıştı. Babam bana hiç para göndermiyordu. Annem ve babam; beslendiğimden, giyindiğimden, Latince ve Yunancayla karnımı doyurduğumu bildiklerinden geriye sorun teşkil edecek hiçbir şey kalmıyordu. Kolej yıllarım boyunca bine yakın arkadaşım oldu ve hiçbiri ailesinden böyle bir ilgisizliğe maruz kalmamıştı. Kralın sadık hizmetkârlarının Kraliçe Marie-Antoinette’i Temple Hastanesinden kaçırmaya çalıştıkları esnada Bourbonlara yürekten bağlı olan Mösyö Lepître ve babam tanışmış, zaman içinde yakın bir ilişki kurmuşlardı. M. Lepître, babamın unuttuğunu telafi etme zorunluluğu hissetmeye başlamıştı ama onun da aylık olarak bana ayırdığı para cüzi bir miktardı çünkü ailemin bu konudaki düşünce yapısından bihaberdi. Yatılı okulum önceden Joyeuse Konağı’ydı ve tüm eski derebeyi konaklarında olduğu gibi kapıcı için ayrılan özel bir kulübe vardı. Öğretmenin bizi Charlemagne Lisesine götürmeden bir önceki teneffüste, durumu iyi olan arkadaşlar öğle yemeği için kapıcımız Doisy’nin yanına giderlerdi. M. Lapître, öğrencilerin arasını iyi tutarak kârlı çıktığı dalavereci kapıcının çevirdiği işlerden ya habersizdi ya da göz yumuyordu; okuldan gizlice kaçmalarımız, geç gelişlerimiz, okunması yasak kitapları kiralayanlar ile bizim aramızda aracılık yapması… Gizli suçlarımızın sırdaşıydı Doisy. Napolyon döneminde sömürgelerden ithal edilen ürünler dudak uçuklatan fiyatlarda olduğu için, yemeğin yanında yudumladığımız sütlü kahve, damağımızda aristokratik bir şölen yaratıyordu. Aile evinde şeker ve kahve tüketimi lüks sayılsa da bizler için taklidi, açgözlülüğü, moda illetini ve sanki bunlar yetmiyormuş gibi bir de tutkumuzu ortaya çıkaran kibirli bir üstünlüğü ifade ediyordu. Doisy her birimize kredi açıyordu; sanki hepimizin onurumuzu koruyacak ya da borçlarımızı ödeyecek ablalarımız, teyzelerimiz var gibi davranırdı bize. Kantinin çekiciliğine çok uzun bir süre direndim. Beni yargılayanlar, baştan çıkarıcı bu güç karşısında nasıl kendimi kaybetmediğimi, ruhumun nasıl kahramanca savaştığını, bu uzun süren mücadele sırasında içimdeki hiddeti nasıl bastırdığımı bilselerdi beni ağlatmak yerine akan gözyaşlarımı silerlerdi. Fakat yalnızca küçük bir çocuk olarak, bir başkasının beni hor görmesini küçümseyebilecek ruh yüceliğini gösterebilir miydim? Daha sonra belki de güçleri içimdeki isteklerle artan, birçok toplumsal günahın benliğime işlenmesine tanıklık ettim. Lisedeki ikinci senemin bitişine doğru annem ve babam Paris’e geldi. Gelecekleri günü, Paris’te oturmasına rağmen beni bir kere bile ziyaret etmemiş ağabeyimden öğrendim. Kız kardeşlerim de onlara eşlik ediyordu, hep birlikte Paris’i gezecektik. Gezimizin ilk gününde Palais-Royal’de yemeğimizi yiyecek ardından Théâtre-Français’de oyun izlemeye gidecektik. Bu beklenmedik eğlenceli programın bende yarattığı sarhoşluğa rağmen sevincimin, benliğime işleyen mutsuzluğun ortalığı yakıp geçtiği bir fırtınada kolu kanadı kırılmıştı. Bizzat ebeveynlerimden parasını istemekle tehdit eden Doisy’ye olan yüz franklık borcumu aileme söylemem gerekiyordu. Doisy’nin elçiliğini, pişmanlığımı dillendirmesini, bağışlanmamın aracılığını sağlaması için araya ağabeyimi sokmayı akıl ettim. Babam, olanları her ne kadar hoşgörü denilebilecek bir tavırla karşılasa da annem, ateş saçan o koyu mavi gözlerini bana dikerek korkunç ithamlarda bulundu. On yedi yaşımda böylesi işlere girişiyorsam Allah bilir daha sonra neler yapacaktım! Beni kim doğurmuştu? Tüm aileyi mahvetmek için mi dünyaya gelmiştim? Bir tek ben mi vardım sanki evde? Utanca neden olduğum bu ailenin yüzünü yerden kaldırmak için ağabeyim Charles’ın seçtiği meslek, hak edilmiş bağımsız bir masrafı beraberinde getirmiyor muydu? Kız kardeşlerim çeyizleri olmadan mı evlenecekti? Onlar için harcanan paradan hiç mi haberim yoktu? Şekerin, kahvenin eğitimime ne gibi bir katkısı olacaktı? Böyle davranmak içimdeki kötünün beni yönlendirdiğini göstermiyor muydu? Marat benim yanımda melek gibi kalırdı. Ruhumda sayısız korku imparatorluğu inşa eden bu hakaret silsilesinin ardından ağabeyim beni yurda götürdü. Hâl böyle olunca Freres Provençaux’daki akşam yemeğinden ve Talma’nın Britannicus’teki oyununu izlemekten alıkonulmuştum. On iki yıllık bir aranın ardından annemle görüşmemiz işte böyle noktalandı.