banner banner banner
Vadideki Zambak
Vadideki Zambak
Оценить:
 Рейтинг: 0

Vadideki Zambak


Bakışlarımla onu onaylamak ya da kınamaktan kaçınmak adına boğazının ağrıdığından şikâyet eden ve annesinin götürmek üzere hazırlandığı Jacques’ı izliyordum. Yanımızdan ayrılmadan önce kocasının şu sözlerini de işitti:

“Dünyaya böyle sağlıksız çocuklar getiren kimse, onlara bakmasını da bilmeli!”

Her bir kelimesinden haksızlık akıyordu bu cümlenin ama Kont’un haysiyeti, suçu karısına yükleyerek kendisini haklı çıkarmaya itiyordu. Kontes yokuşlardan, merdivenlerden uçar gibi çıktı. Camlı kapıdan içeri girdiğinde gözden kaybolduğunu gördüm. Banka oturan Mösyö de Mortsauf başını öne eğmişti, ne benimle konuşuyor ne bana bakıyordu. Aklımda güzel hatıralar bırakacağını düşündüğüm bu yürüyüşe veda etmem gerekiyordu. Hayatımda bundan daha korkunç bir çeyrek saat geçirdiğimi anımsamıyorum. Kendi kendime “Gitsem mi, kalsam mı?” diye sorarken boncuk boncuk terliyordum. Jacques’ın nasıl olduğunu sormayı unutacak kadar kim bilir ne kederli düşüncelere dalmıştı. Birden ayağa kalktı ve bana doğru yaklaştı. Arkamıza dönüp şirin vadiye bakmaya koyulduk.

“Gezintimizi başka bir güne bırakalım, Sayın Kont.” dedim tatlılıkla.

“Çıkalım!” diye yanıtladı. “Bu çocuğu yaşatmak için kendi canımı vermeye hazır olan ben, ne yazık ki böyle sahnelere alıştım.”

“Jacques daha iyi, şimdi uyuyor dostum.” dedi altından bir ses. Madam de Mortsauf ne bir hınç ne bir öfke duygusunu barındırıyordu yanımıza geldi ve az önceki selamıma karşılık verdi. “Clochegourde’u sevdiğinizi görmek ne mutluluk.” dedi bana.

“Sevgilim, atıma atlayıp Mösyö Deslandes’ı çağırmamı ister misiniz?” dedi Kont, kendini bağışlatma arzusunu belli ederek.

“Hiç merak etmeyin, Jacques dün gece hiç uyumadı. Hepsi bu. Sinirleri çok hassas, kötü bir rüya görmüş. Onu uyutabilmek için sabaha kadar masal anlatıp durdum. Öksürüğü tamamen sinirsel, bir pastille yatıştırdım onu ve ardından uykuya daldı.”

“Zavallı kadın!” dedi Kont, karısının ellerini ellerinin arasına alıp ona buğulu gözlerle bakarak. “Hiçbirini bilmiyordum.”

“Ceviz kabuğunu doldurmayacak şeyler için neden endişeleniyorsunuz? Gidip çavdarlarınızla ilgilenin. Biliyorsunuz, siz orada olmadığınızda ortakçılar ekin demetleri kaldırılmadan başka kadın, başak toplayıcıların tarlaya girmesine müsaade ediyor.”

“İlk tarım dersimi alacağım Madam!” dedim.

“Güvenilir ellerdesiniz.” dedi, ağzı kulaklarına varan Kont’u göstererek.

O geceyi, büyük sıkıntılar içinde geçirdiğini ve oğlunun kuşpalazına yakalanmasından korktuğunu ancak iki ay sonra öğrendim. Bense aynı gece o kayığın içinde aşk düşüncelerine dalmış hafifçe sallanırken mum ışığının aydınlattığı o ölümcül belirtilerle kırışmış olan alnını penceresinden izlediğimi fark edeceğini düşünüyordum. Hakikaten de o zamanlar Tours’da kuşpalazı salgını korkunç bir hâl almıştı. Kapıya geldiğimizde Kont bana dokunaklı bir şekilde “Madam de Mortsauf bir melektir!” dedi. Bu sözler iyice sarsmıştı beni. Henüz çok derinlemesine tanımıyordum bu aileyi ve böyle bir durumda genç bir ruhun kapılacağı son derece doğal olan vicdanım bana “Bu derin huzuru hangi hakla bozacaksın?” diye bağırdı.

Kolayca ikna edebileceği genç bir dinleyiciye rastlamaktan son derece mutlu olan Kont, bana Bourbonların dönüşünün Fransa’yı hazırladığı gelecekten bahsetti.

Dallanıp budaklanan sohbetimiz esnasında beni tuhaf bir şekilde şaşırtan çocukça fikirler ileri sürdü. Bilimsel kesinliğe ulaşmış olgulardan habersizdi; bilgili kişilerden korkuyordu; üstünlüklerini inkâr ediyor; belki de haklı olarak gelişmelerle alay ediyordu. Sonunda, içinde onu incitmemek için pek çok önlem almayı gerektiren çok sayıda sıkıntısı olduğunu fark ettim, durmaksızın süren bu sohbet, zihinsel bir uğraş hâline geliyordu benim için. Tabiri caizse ondaki eksiklikleri hissettiğimde, Kontes’in onları okşarkenki uysallığıyla karşılıyordum. Hayatımın başka bir dönemi olsa muhakkak kırardım onu lakin hiçbir şey bilmediğine inanan ürkek bir çocuk olduğumdan ve yetişkinlerin her şeyi bildiğini sandığımdan, bu hastalıklı çiftinin Clochegourde’da yarattığı harikalar karşısında ağzım açık kalıyordu. Planlarını hayranlıkla dinliyordum. Nihayet, gayriihtiyari dalkavukluklarım bu ihtiyar beyefendinin sevgisini kazanmamı sağlamıştı, bu harika araziye, onun konumuna, Frapesle’den daha üstün bulduğum bu yeryüzü cennetine imreniyordum.

“Frapesle hantal bir gümüş takımıysa Clochegourde içinde kıymetli taşlar bulunan bir mücevher kutusudur!”

Bu cümleyi daha sonraları benim adımı da anarak sık sık tekrarladı.

“Pekâlâ öyledir! Lakin biz gelmeden önce acınası bir hâldeydi.” diye karşılık verdi.

Bana ekin tarlalarından, fundalıklarından bahsettiğinde iyice kulak kesiliyordum. Kır hayatında nelerin yapıldığı konusunda acemi olduğumdan onu ürünlerin fiyatıyla, toprağı işleme yöntemleriyle ilgili sorularıma boğuyordum, o ise bildiği tüm ayrıntıları bana öğretmekten mutlu görünüyordu.

“Okulda ne öğretiyorlar size?” diye soruyordu bana şaşkınlıkla.

Daha o ilk gün, Kont şatoya geri döndüğümüzde karısına “Mösyö Félix çok sevimli bir delikanlı!” dedi. Akşam, anneme Frapesle’de kalacağımı yazıp bu nedenle bana giysi ve çamaşır göndermesini istedim. O dönemde olup biten büyük toplumsal değişimden habersiz olduğum ve sonraları bunun, yazgımı nasıl etkileyeceğini fark edemediğim için Paris’e dönüp hukuk eğitimimi tamamlayacağımı umut ediyordum; dersler kasımın ilk haftasında başladığı için daha önümde iki buçuk ay vardı.

Frapesle’deki ilk günlerimde Kont’la içten bir ilişki kurmayı denedim ve bu, üzerimde acımasız izler bıraktı. Sebepsiz fevriliği, ümitsiz bir durum karşısındaki aceleciliği beni dehşete düşürdü. Zor şartlar altında politikanın ortasına güneş gibi doğan Condé ordusunun çok değerli bir beyefendisi oluyor, dürüstlüğün ve cesaretin yarattığı tesadüfler sayesinde soylu bir beyefendi gibi yaşamaya, bir d’Elbée, bir Bonchamp, bir Charette[9 - Dönemin kraliyetçi askerî liderleridir. (ç.n.)] olmaya mahkûm ettiği o iradelerin ışığını saçıyordu. Bazı varsayımlar karşısında burnu büzüşüyor, alnı parlıyor ve gözlerinde yıldırım beliriyordu bir anlığına. Bazen Mösyö de Mortsauf aklımdan geçenleri anlayıp hiç düşünmeden beni öldüreceğinden korkuyordum. O zamanlarda oldukça yumuşak başlıydım. İnsanları tuhaf bir şekilde değiştiren irade, içimde yeni yeni baş göstermeye başlamıştı. Aşırıya kaçan arzularım, korkunun yarattığı titremelere benzer o hızlı sarsılmalara neden oluyordu. Mücadele değildi beni dehşete düşüren; karşılıklı aşkın mutluluğunu tatmadan ölmek istemiyordum yalnızca. Karşılaştığım zorluklar ve içimdeki arzular iki paralel çizgi hâlinde ilerliyordu. Duygularımdan nasıl bahsetmeli?.. Yürek burkan tereddütlerle boğuşuyordum. Bir tesadüf bekliyor, gözlemliyor, kendimi iyiden iyiye sevdirdiğim çocuklarla yakınlaşıyor, evdeki nesnelerle özdeşleşmeye çalışıyordum. Kont, zamanla yanımda daha rahat olmaya başladı. Bu nedenle onun ani mizaç değişikliklerine, sebepsiz derin kederlerine, acı ve yıkıcı yakınmalarına, kindar soğukluğuna, bastırdığı çılgınca hareketlerine, çocuksu inlemelerine, umutsuzluğa kapılmış bir insanın haykırışlarına, beklenmedik öfkelerine tanık oldum. Manevi evrende hiçbir şey mutlak değildir, bu özelliğiyle de maddi evrenden ayrılır. Etkilerin yoğunluğu, kişiliklerin ya da etrafında toplandığımız bir olguyla ilgili düşüncelerin gücüyle ilintilidir. Hayatımın geleceği, Clochegourde’daki tutumum bu tuhaf iradeye bağlıydı. Şatoya her girdiğimde kendi kendime “Acaba beni nasıl karşılayacak?” diye sorduğumda, o sıralarda ferahlaması kadar kararması da kolay olan ruhumu hangi kaygıların sıkıştırdığını size anlatamam. Kar beyazı alnında birden toplanan fırtına bulutlarını gördüğümde yüreğim nasıl bir endişe deryasında boğulurdu! Sürekli tetikteydim. Böylece bu adamın hâkimiyeti altına girmiştim. Izdıraplarım, Madam de Mortsauf’un neler çektiğini anlamamı sağlıyordu. Birbirimize anlam dolu bakışlar atmaya başlamıştık, bazen benim gözlerimden yaşlar akarken o kendilerinkini tutuyordu. Kontes ve ben, acı ile sınadık birbirimizi. Gerçek acılar, sessiz sevinçler, kâh suya düşen kâh yüzeye çıkan umutlarla dolu o ilk kırk günlük süre zarfında ne çok şey keşfettim! Güneşin tepelerini şehvetle kızıllaştırdığı vadiyi bir yatak gibi gözler önüne sererek battığı, doğanın bütün canlılarını aşka davet eden o sonsuz ilahiler ilahisinin duyulmamasını imkânsız kıldığı bir akşam, onu huşu içinde düşüncelere dalmışken buldum. Genç kız, uçup giden hülyalara mı kaptırıyordu kendisini yeniden? Kadın gizli bir mukayesenin acısını mı çekiyordu? Hâlinde, ilk itiraflara elverişli bir kendini bırakmışlığı sezer gibi oldum: “Zor geçiyor bu günler!” dedim ona.

“Ruhumu okudunuz.” dedi bana. “Ama nasıl?”

“Birçok açıdan birbirimize benziyoruz.” diye yanıtladım. “Keder ve tutku konusunda ayrıcalıkları olan, duyarlılıkları büyük iç sarsıntılarının tümüyle titreşen ve gergin mizaçları nesnelerin özüyle sürekli uyum içinde yaşayan o ender varlıklar grubuna ait değil miyiz? Onları her şeyin uyumsuzluk içinde olduğu bir çevreye koyduğunuzda korkunç acılar çektiklerini göreceksiniz. Tıpkı hoşlarına giden düşüncelere, duyumlara ya da varlıklara rastladıklarında; tutkularının coşku doruklarına doğru yükseldiği gibi. Ancak felaketlerin, sadece aynı hastalıktan muzdarip ve birbirlerine tıpkı birer kardeş gibi benzeyen kavrayışlarla karşılaşan ruhların bildiği üçüncü bir durum da vardır bizler için geçerli olan. Ne iyiden ne kötüden etkileniriz bazen. O zaman içimizdeki koca boşlukta çalmaya başlar hisli bir org, sebepsiz yere duygulanır, gelişigüzel ezgiler çıkarır, sessizlikte yitip giden vurgular savurur. Öyle ki hiçliğin faydasızlığına başkaldıran bir ruhun içine düştüğü tüyler ürpertici bir çelişkidir bu. Nerede olduğu bilinmeyen bir yaranın kanaması gibi, gücümüzün tamamen tükendiği yorucu oyunlar. Seller gibi akıp giden duyarlılık, kulakları duymayan bir papaza günah çıkarmanın verdiği anlatılmaz melankolik izler… Böyle değil mi bizim ortak acılarımız?”

Ürperdi, gün batımını izlemeye devam ederken karşılık verdi: “Bu genç yaşınızda nasıl bilebiliyorsunuz tüm bunları? Yoksa bir zamanlar kadın mıydınız?”

“Ah!” dedim heyecanımı gizleyemediğim bir sesle. “Uzun bir hastalık gibi geçmiştir benim çocukluğum.”

“Madeleine öksürüyor!” dedi aceleyle yanımdan kalkarken.

Kontes sürekli olarak evine girip çıkmamdan iki nedenden dolayı rahatsız olmadı. Öncelikle, çocuklar gibi saftı, düşünceleri bu saflıktan hiç şaşmıyordu. Dahası, Kont’un eğlencesi hâline gelmiş, bu pençesiz ve yelesiz aslana yem olmuştum. Sonraları, şatoya gelmek için hepimize makul gelen bir neden bulmuştum. Tavla oynamayı bilmiyordum, Mösyö de Mortsauf öğretmeyi teklif edince hemen kabul ettim. Bunu kararlaştırınca Kontes bana “Kendinizi çok büyük bir tehlikenin kucağına atıyorsunuz.” dercesine merhamet dolu bir ifadeyle baktı. İlk başta hiçbir şey anlamasam da üçüncü gün nasıl bir yükümlülük altına girdiğimi fark ettim. Çocukluğumun meyvesi olan ve hiçbir şeyin yıldıramadığı sabrım, bu sınanma sürecinde olgunlaştı. Bana öğrettiği bir kuralı göz önünde bulundurmadığımda Kont, kendini insafsız alaylara kaptırmanın mutluluğunu yaşıyor; hamle yapmak için düşündüğümde ağır bir oyunun ne kadar can sıkıcı olduğundan yakınıyor; hızlı oynadığımda aceleciliğime kızıyor; hata yaptığımda ise bunun kurbanı olduğumu söylüyordu. Bu, size yalnızca haylaz bir çocuğun boyunduruğu altındaki Epiktetos’la kıyaslayarak içinde bulunduğum durumu açıklayabileceğim, bir tiran zorbalığı, baskıcı bir despotluktu. Parasına oynadığımız zaman, kendisini küçük düşüren, bayağı sevinçler duyuyordu. Karısının tek bir sözü beni hemen teselli ediyor, onun da derhâl nezaket ve görgü kurallarına göre hareket etmesini sağlıyordu. Kısa bir zaman sonra umulmadık bir işkencenin alevleriyle yanmaya başladım. Bu arada paramın son kuruşunu da harcamıştım. Ben şatodan ayrılana dek Kont, karısıyla aramda kalsa da bazı geceler çok geç vakte kaldığımda, öyle bir an olur da onun yüreğine nüfuz edebilirim, umudunu taşıyordum. Lakin bu beklenen anı bir avcının hüzünlü sabrıyla yakalamak için ruhumu yaralayan, paramı alıp götüren bu alaylarla kuşatılmış partilere devam etmek gerekmiyor muydu? Güneşin çayırda yaptığı gölge oyunlarını, gökyüzündeki kurşuni bulutları, buğulu tepeleri ya da ay ışığının nehrin mücevherlerinde titremesini kaç kere izlemiştik. Yalnızca şu sözleri ederdik birbirimize:

“Gece ne kadar güzel!”

“Gece kadın gibidir, Madam.”

“Şu dinginliğe bakın!”

“Evet, burada bütünüyle mutsuz olmak mümkün değil.”

Bu yanıtım üzerine gergefine dönerdi. Onda, yerini arayan bir bağlılığın kıpırtılarını sezmeye başladım daha sonraları. Param kalmadığına göre tavla partilerine elveda demem gerekiyordu. Anneme para göndermesi için mektup yazdım, bunun üzerine beni azarladı ve yalnızca bir hafta idare edecek bir para gönderdi. Başka kimden isteyebilirdim? Söz konusu olan, benim hayatımdı! Böylece ilk büyük mutluluğumun bağrında, yakamı bırakmayan kederle yine karşı karşıya kalmıştım ama Paris’te, lisede yatılı okurken endişe yaratan yoksulluğumun acısını bir kenara bırakabilmiş, mutsuzluğumu pasifleştirmiştim etkisizleştirmiştim. Fakat Frapesle’de bu duygumun canlanmasıyla birlikte hırsızlık arzusunu, hayallerdeki suçları, ruhu kaplayan ve öz saygımızı yitirmemek için bastırmamız gereken o hoyrat öfkeleri tanıdım. Derin acımasız düşüncelerin, annemin cimriliğinin sebep olduğu bunalımların anısı, bana âdeta derinliğini görmek için uçurumun dibine gelip de aşağıya düşmeyenlerin gençlere gösterdiği erdemli hoşgörüyü kazandırdı. Soğuk terlerle beslenen dürüstlüğüm, hayatın aralandığı ve aktığı yatakta çakıllı kumların göründüğü anlarda güçlense de insanın adalet kılıcı bir insanın boynunu vurmak için her çekildiğinde, kendi kendime “Ceza yasalarını mutsuzluk nedir bilmeyenler çıkarmış.” derdim. Hayatımdaki her şeyin son raddesine geldiği bir noktada, Mösyö de Chessel’in kitaplığında tavla ile ilgili kaleme alınmış bir kitaba rastladım, iyice inceledim. Ev sahibim bana birkaç ders vermek istedi, bir önceki öğretmenime kıyasla daha yumuşak başlı biri olduğundan ilerleme kaydettim, ezberlediğim kuralları ve hamleleri uyguladım. Birkaç gün içinde boynuz kulağı geçmişti artık. Kazandığımda mizacı çirkinleşiyor, gözleri bir kaplanınki gibi ateşler saçıyor, yüzü buruşuyor, kaşlarını daha önce hiç görmediğim şekillerde indirip kaldırıyordu. Şımarık bir çocuk gibi yakınmaya başlıyordu. Bazen zarları fırlatıyor, öfkeye kapılıp tepiniyor, zar hokkasını ısırıyor, ağzına geleni sayıyordu bana. Bu hiddetli tepkiler bir süre sonra duruldu. Oyundaki üstünlüğü ele geçirdiğimde, mücadeleyi istediğim gibi yönlendirmeye başladım; berabere bitelim diye uğraşıyordum. Oyunun ilk yarısında kazanmasına müsaade ediyor, daha sonra da dengeyi kuruyordum. Öğrencisinin elde ettiği hızlı üstünlük, Kont’u dünyanın sonunun gelmesinden daha çok şaşırtıyordu. Ne var ki bunu asla dillendirmedi. Tavla partilerimizin değişmez sonucu zihninde yeni düşüncülerin şekillenmesine yol açtı.

“Kuşkusuz…” diyordu. “Zavallı başım ağrıyor. Kafam karıştığından oyunun sonuna doğru hep siz kazanıyorsunuz!”

Tavla oynamasını bilen Kontes, daha ilk oyundan benim taktiğimi anlamış ve davranışımda gösterdiğim yoğun şefkati sezmişti. Anlattığım bu ayrıntılar yalnızca tavlanın korkunç zorluklarını bilenlerin kavrayabileceği türdendi. Bu küçücük ayrıntıda neler saklı değildi ki! Ama aşk, tıpkı Bossuet’nin tanrısı gibi, yoksuldan gelen bir bardak suyu, ölen meçhul askerin gösterdiği çabayı en ihtişamlı zaferlerden daha üstün tutar. Kontes, çocuklarına baktığı gibi bana bakıp körpe yüreğimi titreten sessiz teşekkürlerinden birini gönderdi. O mutlu akşamdan sonra benimle konuşurken hep yüzüme baktı. O gün şatodan ayrılırken nasıl hissettiğimi anlatamam. Ruhum bedenimi soğurmuştu, ağırlığımı hissetmiyordum, sanki yürümüyor uçuyordum. Tıpkı “Elveda Mösyö!” deyişinin, ruhumda Paskalya ilahisinin yankılanmasına neden olması gibi, benliğimi aydınlatan o bakışını hissediyordum. Yeni bir hayata doğuyordum. Onun için bir anlam ifade ediyordum artık! Lal rengi çarşaflarda uyudum o gün. Kapalı gözlerimin önünden geçen ve birbirini takip eden alevler, yanmış kâğıdın üzerinde uçuşan sevimli ateş böceklerini andırıyordu. Rüyalarımda, nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde sesi dokunulur oluyordu, ışık ve güzel bir kokuyla beni saran havada ruhumu okşayan bir ezgi hâlini alıyordu. Ertesi gün bana olan hislerini anladım beni karşılamasından, sesindeki gizemleri kavramaya başladım o andan itibaren. O gün hayatımda unutulması imkânsız, en anlamlı günlerden biriydi. Akşam yemeğinden sonra tepelerde dolaştık, taşlık, kuru, bereketsiz bir toprakta hiçbir bitkinin yetişemeyeceği bir araziye gittik buna rağmen birkaç meşe ağacı, çobanpüskülü ve akdikenlerle kaplı çalılıklar vardı; ot yerine, kızıl güneşin ışınlarıyla allanan, üzerinde ayakların kaydığı kenarları tırtıklı yosundan bir halı uzanıyordu. Destek olmak için Madeleine’in elinden tutuyordum, Madam de Mortsauf ise Jacques’ın koluna girmişti. Önümüzden yürüyen Kont, arkasını dönüp bastonunu yere vurduktan sonra korkutucu bir ses tonuyla: “İşte benim hayatım! Ah! Tabii ki sizi tanımadan önceki hayatım.” diye de ekledi sonradan karısına bakıp af dilercesine. Kontes’in yüzünü düşüren gecikmiş bir aftı bu. Böyle bir darbeyle hangi kadın bocalamaz?

“Ne harika kokular ve ne güzel ışık oyunları saklı burada böyle!” diye atıldım hemen. “Bu fundalığın benim olmasını isterdim, kim bilir belki de burayı kazar hazineler bulurdum ama benim için en büyük zenginlik, sizin komşuluğunuzdur. Hem göze böylesi bir şölen yaşatan, ruhun dişbudaklar ve kızılağaçlarla arındığı bu yılankavi nehrin süslediği manzaranın yanında parayı kim önemser? Zevkler ne kadar eşsiz görüyorsunuz, değil mi? Size göre burası ekime uygun olmayan bereketsiz bir arazi, bana göre ise bir cennet.”

Bakışıyla teşekkür etti bana Madam de Mortsauf.

“Şairane sözler bunlar!” dedi Kont yüzünü buruştururken. “Burası sizin adınızı taşıyan birine ait olabilecek bir yer değil.” Kendi sözünü yarıda kesip: “Azay’ın çanlarını duyuyor musunuz? Ben gayet iyi duyabiliyorum.” diye devam etti.

Madam de Mortsauf ürkek bakışlarla bana baktı, Madeleine ise elimi sıktı.

“Dönünce bir tavla partisi vermek ister misiniz?” dedim Kont’a. “Zarların tıkırtısı, çanların gürültüsünü işitmenize engel olacaktır.”

Havadan sudan konuşarak Clochegourde’a döndük. Kont ağrılarından üstünkörü bahsediyordu. Salona geldiğimizde, tasvir edilemez bir kararsızlık sardı ikimizi. Koltuğa gömülen Kont dalıp gitmişti, hastalığının belirtilerini iyi bilen ve nöbetlerinin yaklaştığını sezen karısı onun dikkatini dağıtmamaya özen gösteriyordu. Onun gibi, ben de tek bir kelime etmedim. Gitmemi rica etmemesi, tavla partisinin Kont’u neşelendireceğini ve canından bezdiği o nüksetmelerin lanetli sinirsel gerginlikleri dağıtacağını sanmasından kaynaklanıyordu belki de. Hiçbir şey, o zamana dek büyük bir şevkle oynadığı tavla partisine başlatmak kadar güç olamazdı. Nazlı bir sevgili gibi, oynamak istiyor gibi görünmemek için ona yalvarılmasını, diretilmesini istiyordu. Keyif aldığım bir sohbette kendimi kaybedip abartılı ricalarımı unutacak olsam hemen suratını asar, sert ve kırıcı sözler söyleyerek söylediğim her şeye karşı çıkardı. Keyifsiz olduğunu fark edip ona tavla oynamayı teklif ettiğimde ise önce nazlanır daha sonra “Saat de iyice geç olmuş, hem aklımda yoktu tavla oynamak.” diyordu. Öyle ki en sonunda gerçek arzularını dillendirmeyen o kadınlar gibi yapmacık davranışlar sergiliyordu. Karşısında gururumu ayaklar altına alıyor, ara verdikçe becerilerimi kaybedeceğimden benimle oynaması için yalvarıyordum ona. Bu kez, onu oynamaya ikna etmek için delice bir neşeye ihtiyaç duydum. Taktiklerini düşünmesini engelleyecek baş dönmelerinden şikâyet ediyor, başını âdeta mengeneye sıkıştırdığını söylüyor, kulakları çınlıyor, nefesi daralıyor ve derin derin iç çekiyordu. Nihayet tavla oynamaya ikna edebildim onu. Madam de Mortsauf çocukları yatırmak ve evdekilere akşam duası ettirmek üzere yanımızdan ayrıldı. Yokluğunda her şey yolunda gitti, Mösyö de Mortsauf’un kazanması için elimden geleni yapıyordum ve mutluluğu birden yüzüne yansıdı. Kendi hakkında uğursuz tahminlerde bulunduğu bir hüzünden birdenbire sarhoş bir adamı saran neşeye geçişi; neredeyse sebepsiz, aniden beliren gülüşü beni kaygılandırmıştı, donup kalmıştım karşısında. Bu kadar açığa vurduğu taşkınlık hâlini ilk kez görüyordum; demek ki yakın ahbaplığımız meyvelerini veriyor, benim yanımda kendini sıkmıyordu. Geçen her gün, beni hâkimiyeti altına almaya, mizacına yeni bir anlam yüklemeye çalışıyordu çünkü ruh hastaları hevesleri, içgüdüleri olan ve topraklarını genişletmeyi hedefleyen bir mülk sahibi gibi egemen olduğu alanları büyütmek isteyen yaratıklara benzerdir. Kontes aşağı indi, gergefinin daha iyi ışık alması için tavla masasına yakın bir yere ilişti fakat pek de gizleyemediği bir kaygı içinde başladı işini yapmaya. Mecburen yaptığım bir hamle, Kont’un yüzünün sararmasına, tüm neşesini yitirmesine ve gözlerinin dönmesine neden oldu. Ardından, tahmin edemeyeceğim ve önüne geçemeyeceğim bir aksilik daha yaşandı ve Mösyö de Mortsauf oyunu kazanamamasına neden olan o berbat zarı attı. Birden ayağa kalktı, masayı üstüme, lambayı ise yere fırlattı; konsola bir yumruk indirdi, yürümekle zerre kadar ilgisi olmayan bir hâlde salonda tepinmeye başladı. Gümbür gümbür akan bir şelaleyi anımsatan ağzından hakaretler, lanetler, küfürler, tutarsız sözcükler çıkıyordu. Sanki Orta Çağ zamanına ait bir büyüyle kendinden geçiyordu. O an ne hâlde olduğumu düşünün!

“Bahçeye gidin.” dedi Kontes elimi sıkarak.

Kont yokluğumu fark etmeden yanından ayrılmıştım. Ağır adımlarla ulaştığım taraçadan, yemek odasının yanındaki odadan Kont’un bağırmalarını ve inlemelerini işittim. Tüm bu fırtınanın ortasında, yağmurun dineceği anda bülbülün ötüşü gibi yükselen o meleğin sesini de duyuyordum. Sona yaklaşan ağustosun, bu en güzel gecesinde, akasyaların altında geziniyor, Kontes’in yanıma gelmesini bekliyordum. Elimi sıkarak yanıma geleceğinin sözünü vermişti. Birkaç günden beri, tıka basa dolu ruhlarımızdaki kaynağı tek bir kelimeyle taşıracak bir konuşma isteği beliriyordu ikimizin arasında. Bu mükemmel uyumu hangi utanç geciktiriyordu? Belki o da benim gibi, âşığına görünmeden önce genç kızları sarsan o utangaçlığa boyun eğerek, içini dökmekte tereddüt ettiği, taşmaya hazır yaşamını zapt ettiği o anlarda kendini gösteren; korkunun hissettirdiklerine benzeyen, duyarlılığı etkisiz hâle getiren o çırpıntıları seviyordu. İçimizde biriken düşünceler yüzünden zorunlu hâle gelen bu ilk açılmayı gözümüzde çok büyütmüştük. Bir saat geçti. Adımların yankılanması, gecenin dingin havasını canlandıran uçuşan elbisesinin hışırtısına karıştığında tuğladan bir korkuluğun üzerinde oturmuş, bekliyordum. Yüreğe sığmayacak duygulardır bunlar.

“Mösyö de Mortsauf şimdi uyudu. Ne zaman böyle olsa birkaç baş haşhaş kaynatıp bir fincan su içiririm, nadiren kriz geçirdiğinden bu ilacın etkisi her zaman çok güçlü oluyor. Mösyö.” dedi bana en ikna edici tonda sesini değiştirerek. “Talihsiz bir rastlantı şimdiye dek özenle sakladığımız sırrımızı gözler önüne serdi, bu akşam yaşananların hatırasını kalbinize gömeceğinize söz verin. Size yalvarıyorum, benim için yapın bunu. Yemin etmenizi beklemiyorum, şerefli bir insanın söyleyeceği tek bir ‘evet’, benim için yeterli olacaktır.”

“Bu ‘evet’i dile getirmem gerekiyor öyle mi? Demek ki hiç tanımamışız birbirimizi!” diye yanıtladım.

“Göç yıllarında çektiği büyük acıların üstünde bıraktığı izlere bakıp Mösyö de Mortsauf hakkında yanlış bir fikre kapılmayın. Yarın, tüm söylediklerini unutmuş olacaktır, mükemmel ve sevgi dolu hâliyle göreceksiniz onu.”

“Kont’u aklamaya çalışmayın Madam.” diye cevap verdim. “Ne dilerseniz yapacağım. Mösyö de Mortsauf’u bu illetten kurtarabilsem ve sizi mutlu bir hayata kavuşturabilsem kendimi hemen Indre Nehri’nin sularına bırakırdım. Değiştiremeyeceğim tek şey varsa o da düşüncelerimdir çünkü hiçbir şey aklımda onlar kadar etkili bir şekilde yer etmedi. Size hayatımı verebilirim fakat aklım için aynı şey geçerli değil. Onu dinlemeyebilirim fakat konuşmasının önüne geçebilir miyim? Kanımca Mösyö de Mortsauf…”

“Sizi anlıyorum.” dedi beklenmedik sert bir tavırla. “Haklısınız. Kont genç bir sevgili gibi fevridir.” Özellikle bu kelimeyi seçmişti ki akla gelebilecek delilik imasını da yumuşatsın. “Ama bu krizler çok seyrek yaşanır, yılda en fazla bir kere, aşırı sıcaklar yaklaştığında. Ne büyük acılara gebe kaldı şu göç seneleri! Ne güzel hayatları mahvetti! Yoksa yüce bir asker, ülkesinin onuru olacaktı o, inanıyorum.”

“Biliyorum bunu.” dedim ben de onun sözünü bölerek ve bana karşı onu aklama çabalarının nafile olduğunu belli ederek.

Durdu, elini alnına koydu, “Kim sizi bu şekilde evimizin içine dâhil etti?” dedi kendi kendine. “Tanrı bana destek olacak bir yardım eli, bir dostluk mu göndermek istiyor?” diye de ekledi elini elimin üstüne kuvvetle bastırarak. “Çünkü siz, iyi kalpli yüce bir insansınız.” Gizli umutlarını doğrulayan kesin bir tanıklığa başvururcasına gökyüzüne kaldırdığı gözlerini bana çevirdi sonra. Bir ruhu benim ruhuma aktaran bu bakışın etkisinde elektrik çarpmışa döndüğümde, sosyete yaşamının kibarlık hukukuna göre pek de zarif sayılmayan bir hareketle incelikte kusur ettim. Ama bazı ruhlar bir tehlike karşısında, şoku önlemek için, doğacak bir felaketi önleme arzusuyla, aceleyle yapılan böyle cesur bir hamleye ve dahası kalbi birden sorguya çekmek, ahenk içinde titreştiğini anlamak için indirilen bir darbeye gerek duyulmaz mıydı? İçimde parlamaya başlayan birçok düşünce, kendimi tümüyle bir açık sözlülüğe bırakacağımı sezinlediğim anda saflığımı kirleten lekeyi yıkamamı öğütledi.