banner banner banner
Vadideki Zambak
Vadideki Zambak
Оценить:
 Рейтинг: 0

Vadideki Zambak


Bu sefer Mösyö de Chessel onun samimi olduğuna inanmıştı, övgü dolu bakışlarla baktı bana. Bu çatı altına geçireceğim akşamdan emin olduğumda, bu anın sonsuza dek süreceğini düşündüm. Mutsuz pek çok kimseler, içi boş bir sözcükten ibaret görür “yarın”ı, o ana dek ben de o kimselerdendim fakat kendime ait birkaç saatim olduğunda, haz dolu bir yaşamı sığdırdım içine. Madam de Mortsa-uf, yabancısı olduğum, bölge, hasatlar, bağlar hakkında bir muhabbet açtı. Bir ev hanımı için, böyle bir konu açmak, ya karşısındaki insanın eğitim seviyesini yetersiz bulmasından ya da konuşmanın dışında kalmasını istemesinden ortaya çıkan küçümseme duygusunu açığa vurur ama Kontes için bu söylenemezdi. O, ne yapacağını şaşırdığından böyle davranıyordu. İlk başta, bana çocukmuşum gibi davrandığını düşünüyordum, Mösyö de Chessel’in, benim hiçbir şey anlamadığım konuları konuşabilmesine olanak tanıyan otuz yaş ayrıcalığına imrensem de bütün alakanın onda olduğunu düşünerek kızgınlığa kapılsam da aradan aylar geçtikten sonra bir kadının sessizliğinin ne denli önemli olduğunu, telaşlı sohbetlerin aslında ne çok düşünce barındırdığını öğrenecektim. Koltuğuma güzelce yerleşmeyi denedikten sonra, Kontes’in sesini işitirken kapılacağım o tarifsiz duygunun tadını çıkarabileceğim konumun avantajlarını kavradım. Tıpkı sesin flütün anahtarlarında bölündüğü gibi, ruhunun soluğu hecelerin kıvrımlarında geziniyordu. Kanınızın akışını hızlandıran bu ses, insanın kulağında yankılanıyordu; sonu “i” ile biten kelimeleri kuş cıvıltısından farksız dile getiriyor, “ş” harfleri bir okşayışı andırıyor, “t” harfine yaptığı vurgu ise yüreğindeki zorbalığı yansıtıyordu. Böylece hiç farkında olmadan kelimelerin anlamlarını enginleştiriyor ve ruhunuzu farklı kâinatlara doğru sürüklüyordu. Sırf bu yüzden, kaç kere bitirebileceğim bir tartışmanın sürüp gitmesine boyun eğmişimdir! Kaç kere, bu insan sesinin konserlerini dinlemek, ruhunu dudağından üflüyormuşçasına ortaya çıkan havayı solumak, hararetle dile gelen o ışık süzmesini göğsümde sarıp sarmalamak istercesine muhafaza etmek için kendimi haksız yere azarlatmışımdır! Gülebildiğinde ne hoş bir kırlangıç türküsü kulaklarımı okşardı! Peki ya kederinden bahsederken? O zaman dostlarını çağıran bir kuğu sesinden farksız olurdu! Kontes’in kayıtsızlığı onu inceleyebilme imkânı vermişti bana. Bakışlarım, büyüleyici bir şekilde konuşan Kontes’in üstünde dolaşarak muazzam bir keyfin tadını çıkarıyor, belini kavrıyor, ayaklarını öpüyor ve saçının bukleleriyle oynuyordu. Bunun yanında, ömürlerinde gerçek bir tutkunun sonsuz mutluluklarını tatmış kimselerin anlayacakları bir dehşetin pençesine düşmüştüm. Bakışlarım, kendimden geçercesine öptüğüm o omuzlara dalıp gitmişken beni fark etmesinden ödüm kopuyordu. Bu korku içimdeki ateşli tutkuyu da körüklüyordu, kendimi alıkoyamıyordum! Kumaşı yırtan bakışlarım, sırtını ikiye ayıran o güzel çizginin başlama noktasında beliren ve süte düşmüş sineği andıran beni görür gibi oluyordum. Ve o ben, balo gününden beri hayatları tekdüze lakin hayalleri ihtiraslarla donatılmış gençlerin uykularını âdeta sırılsıklam eden o karanlıkların içinde parlayıp durmuştum.

Kontes’in ona bakan herkesi etkileyen belli başlı özelliklerini sizin için çizebilirim lakin gerçeğe en yakın resim, en sıcak renk bile onu tam olarak betimlemekten âciz kalacaktır. Onun yüzünü benzetebilmek için, yürekte yanan ateşi resmedebilecek, kelimelerin kifayetsiz kaldığı ama bir âşığın görebildiği ışık saçan buharı yansıtabilecek bir ressamın ellerine gereksinim duyulur yalnızca. Tel tel ve aklanmaya yüz tutmuş saçları sıklıkla kederlendiriyordu onu; bu üzüntüleri, hiç kuşkusuz, beynine akan ani kandan kaynaklanıyordu. Mona Lisa’ya benzer yuvarlak, çıkık alnı açığa çıkmamış düşüncelerle, bastırılmış duygularla, yaman sularda boğulmuş çiçeklerle dolu gibi gözüküyordu. Fırçadan sıçrayan koyu noktalar misali harelenen yeşil gözleri her zaman solgundu ama evlatları söz konusu olduğunda, kaderlerine boyun eğen kadınların hayatında nadir rastladıkları büyük mutluluk ve acı anlarında, yaşamın cilveleriyle tutuşurdu. Bu cilveleri solduracakmışçasına bir ışık saçardı. Şimşekten bakışları, en cüretkâr erkeklerin başlarını bile öne eğdiren o bakışları, müthiş bir aşağılama ile beni ezdiğinde yaşlar boşalırdı gözlerimden. Phidias’ın elinden çıkmış gibi görünen ve zarafetle kıvrılmış dudaklara çifte kavisle bağlanan bir Yunan burnu, oval yüzüne ruhani bir ifade bahşediyordu; beyaz kamelyaların dokusunu andıran bu yüz, güzel pembeliklerle kızaran yanaklarıyla süsleniyordu. Etine dolgun olması, bedeninin inceliğini ya da toplu olduğu hâlde hatlarının güzelce gözükmesi için gereken yuvarlaklığı etkilemiyordu. Göz kamaştırıcı hazinelerin, omuzlarla birleştiği yerde tek bir kırışıklığa neden olmadığını söylersem, nasıl bir mükemmellikten söz ettiğimi derhâl anlarsınız. Bazı kadınların boyunlarındaki ağaç gövdesine benzeyen o oyuntulardan eser yoktu onda; kasları çok dikkat çekmiyordu, gözleri kadar bedeninin hatlarıyla da ressama çile yaşatacak kıvrımları sarıyordu tüm vücudunu. Yanakları boyunca uzanan şeftali tüyleri boynunun çıkıntılarında kayboluyor ve ışığı soğurarak ipeksi bir görünüm kazanıyordu. Ufak ve biçimli kulakları, kendi deyimiyle, bir köleye ve bir anneye aitti. Daha sonraları, yüreğini kazanma şerefine eriştikten sonra, bana dönüp “İşte, Mösyö de Mortsauf geliyor!” derdi, hassas kulaklarıma rağmen ben hiçbir şey işitmemişken dediği de çıkardı. Güzel kolları, kıvrımlı parmaklarıyla taçlanan uzun elleri vardı. Tıpkı İlk Çağ heykellerinde görülen tırnak etleri, narin tırnaklarının kenarlarından taşardı. Siz bir istisna teşkil etmeseydiniz, düz bellerin yuvarlak bellerden üstün olduğunu söyler, gücendirirdim sizi. Yuvarlak bel, bir güç belirtisidir, belleri böyle olan kadınların tavırları irade ve hâkimiyetle donatılmıştır; şefkatten çok şehvet duygusu yayarlar etraflarına. Tam tersine, düz belli kadınlar ise sadıktır, zarifliklerle doludurlar, melankoliye eğilimlidirler; diğer kadınlardan daha iyilerdir. Kıvrak ve yumuşaktır düz bel. Yuvarlak bel ise katılığı ve kıskançlığı gösterir. İşte şimdi onun nasıl göründüğü hakkında bilgi sahibisiniz. Bir kadının ayakları nasıl olmalıysa öyleydi ayakları, çabuk yorulan ve elbisesinin dışına taştığında gözlere şenlik yaşatan cinstendi. İki çocuk annesi olmasına rağmen onun kadar genç kız izlenimi uyandıran birisi olmadı ömrümde. Hâlinde bir yalınlık vardı, nasıl anlatacağımı bilemediğim bir çeşit şaşkınlığa, bir çeşit dalgınlığa götürüyordu bizi, ressam nasıl ki dehasıyla duygular dünyası yarattığı bir resmiyle bizi kendine çekiyorsa öyle kapılıyorduk ona. Zaten görülebilir nitelikleri anca kıyaslamalarla açıklanabilir. Villa Diodati’den dönerken topladığımız o fundanın saf ve yabani kokusuna, siyahına ve pembesine ne denli vurulduğunuzu getirin hatırınıza; bu, işte o zaman, insanlardan izole, siyah ve pembe renklerine bulanmış bu kadının ne kadar zarif, tavırlarının ne kadar doğal, kendisine ait şeylerde ne kadar titiz olduğunu anlayacaksınız. Vücudu, yeni çıkmış yaprakların kişiyi kendine hayran bırakacak yeşilliğine sahipti; aklından geçenleri tıpkı vahşi bir hayvan gibi yorumlama gücüyle donatılmıştı; duygularıyla bir çocuk, kederleriyle olgun bir kimseydi. Yapmacıklardan uzak oturuşu, kalkışı, susuşu ya da tek bir kelime edişiyle beğenileri toplardı. Genellikle düşünceli, içe kapanık bir hâli vardı. Herkesin güvenliği kendine bağlıymışçasına felaket gözleyen bir nöbetçi misali dikkatliydi; bazen de hayatın ona dayattıklarına inat, neşeli kişiliğini ele veren gülümsemesini serpiştirirdi çevresine. Şuhluğu, esrarlı bir hâl almıştı; çoğu kadın gibi uyandırmayı arzuladığı çapkınca ilgi yerine; hayallere sürüklerdi erkeği ve bulutlar arasından seçilen gökyüzü gibi ilk alevli mizacını, ilk mavi düşlerini fark ettirirdi ona. Gayriihtiyari dışa vurumlar, arzu ateşinden yanıp kavrulan yüreklerinde bir damla gözyaşı kurutmamış kimseleri bile hayaller âlemine çıkarırdı. Hareketlerinin, özellikle bakışlarının -çocukları dışında kimseye bakmazdı- enderliği, saygınlıklarını tehlikeye atan kadınların takındıkları tavırda bir şey yaptığında ya da söylediğinde, yaptıklarına ve söylediklerine inanılmaz bir yücelik katıyordu. O gün Madam de Mortsauf, pembe renkli çizgili bir elbise, geniş işlemeli bir yakalık, siyah bir kemer ve aynı renkte ayakkabı giymişti. Sedef bir tarakla tutturulan saçları başının üstünde sade bir şekilde toplanmıştı. Size sunmayı vadettiğim taslak işte böyle. Ama ruhunun, çevresindekiler üzerindeki sürekli etkisi, güneşin etrafı aydınlatması gibi dalga dalga yayılan o besleyici öz; o içten yaradılışı, dingin zamanlardaki tutumları, hüzünlü anlardaki boyun eğişi, kendisini var eden tüm bu iniş çıkışlar, benzer köklerden gelen ve resmin ister istemez bu öykünün olayları içinde gerçekleşeceği beklenmedik ve gelip geçici gök olaylarından kaynaklanır. Bir trajediyi halk gözünde nasıl yüceltirse, bilge de öyle kavrar; işte böyle gerçek bir aile destanının hikâyesi, içine benim karışmam kadar, kadın kaderlerinin çoğuna benzerliğiyle de sizi içine alacaktır.

Clochegourde’da her şey İngilizlere özgü bir titizliği yansıtıyordu. Kontes’in kaldığı salon grinin iki tonuyla boyanmış tümüyle ahşap bir kaplamayla döşenmişti. Bir kupa bulunan maun çerçeveli sarkaçlı saat ve üzerinde Cap fundaları yükselen altın çizgili iki beyaz porselen vazo süslüyordu şömineyi. Konsolun üstünde bir lamba vardı, şöminenin karşısında bir tavla duruyordu. Pamuktan yapılmış geniş kordonlar, beyaz saçaksız perdeleri tutuyordu. Yeşil şeritlerle işlenmiş gri kılıflar; koltukları, sandalyeleri kaplıyor; Kontes’in gergefinin üstündeki örtü eşyaların neden böyle saklanmış olduğunu yeterince açıklıyordu. İhtişamda buluşuyordu tüm bu yalınlık. O zamana dek gördüğüm hiçbir ev, Clochegourde salonunda edindiğim kadar yoğun ve derin izler bırakmadı üstümde; tıpkı Kontes gibi dingin ve içe dönük olan bu salona bakılınca günlük uğraşların manastırlara özgü düzenliliği seziliyordu. Fikirlerimin birçoğu hatta bilim ve politika alanlarında en cüretkâr olanları bile çiçeklerin yaydığı koku gibi burada ortaya çıkmış, ruhuma bereketli tozunu serpen o meçhul bitki burada yeşeriyor, erdemlerimi güçlendiren, kusurlarımı kurutan güneş burada parlıyordu. Pencereden bakınca gözleriniz, Frapeles kulelerinin, ardından kilisenin, küçük kasabanın ve çayıra yukarıdan bakan Saché Köşkü’nün süslediği karşı yamaçtaki kıvrımların ilerisindeki Pont-de Ruan’ın yayıldığı tepeden Azay Şatosu’na kadar bütün vadiyi görebilirdi. Sakin bir hayatla bağdaşmış ve aile kavramının dışında oluşabilecek hiçbir coşkuyu içinde barındırmayan böylesi yerler, kendi huzurlarını insan ruhuna da aktarıyordu. Kontes’i, ilk defa o göz kamaştırıcı balo elbisesi içinde değil, burada, Kont ve iki evladıyla birlikte görmüş olsaydım, sonraları aşkımın geleceğini mahvedeceği korkusundan beni pişman eden o çılgın öpücüğü çalar mıydım? Hayır, beni böylesi bir bahtsızlığa sürükleyen bu durumda onun önünde diz çöker, ayakkabılarını öper, üzerlerine birkaç damla gözyaşı bırakır, ardından da kendimi Indre’e atardım. Ama teninin taze yasemin kokusunu içime çektikten ve o aşk dolu kadehteki sütü içtikten sonra ruhumun en derinliklerinde insanüstü hazların tadını ve umudunu hissettim; bir yabaninin intikam anını beklemesi gibi, haz saatini yaşamak ve beklemek istiyordum. Ağaçlarda asılı kalmak, üzüm bağlarında emeklemek, Indre’in sularında sırtüstü uzanmak istiyordum. Isırmış olduğum o enfes elmayı bitirebilmek için, gecenin sessizliği, yaşamın bezginliği, güneşin sıcaklığı bana suç ortaklığı etsin istiyordum. Şarkı söyleyen çiçeği ya da Morgan’ın[6 - Sir Henry Morgan (1635-1688): İngiliz hükûmetinin gayriresmî desteğiyle İspanya’nın Antiller’deki kolonilerini yağmalayan ünlü korsan. İspanya ile İngiltere arasındaki ilişkiler bozulunca, 1674’te II. Charles tarafından sir unvanıyla Jamaika vali yardımcılığına atandı. (ç.n.)] adamlarının sakladığı hazineleri de istese benden, gerçek zenginlikleri ve arzu ettiğim o sessiz çiçeği elde etmek için istediği ne varsa, sererdim önüne! Hayranı olduğum kadını uzun uzun izleyip hayallere daldığımda, bir uşak yanına gelip onunla konuştu; Kont’tan bahsettiğini işittim. Bir kadının kocasına ait olması gerektiğini ancak o zaman düşündüm. Bu düşünce beni allak bullak etti. Ardından, böyle bir hazinenin sahibini görmek için hoyrat ve karanlık bir merak uyandı içimde. Kin ve korku, bu iki duygunun tesiri altındaydım; hiçbir engel tanımayan, hiçbir şeyden korkmadan olabilecekleri ölçüp biçen bir kin; mücadelenin, sonucunun ama özellikle onun, üstümde yarattığı belli belirsiz bir korku. Anlatılmaz önsezilere kapılmış, insanın onurunu lekeleyen o el sıkışmalarından çekiniyordum, en sağlam iradelerin bile kırıldığı o içinden çıkılmaz zorlukları daha şimdiden seziyordum; bugün toplumsal yaşamı, tutku dolu ruhların aradığı sonuçlardan yoksun bırakan hareketsizliğin gücünden korkuyordum.

“İşte, Mösyö de Mortsauf.” dedi.

Ürkmüş bir at gibi bacaklarımın üstünde dikildim. Hem Mösyö de Chessel hem Kontes bu hareketimi fark etse de uyarmamışlardı beni çünkü altı yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir kız içeri girip “Babam geldi.” demesi dikkatleri dağıtmıştı.

“Madeleine, neler oluyor?” diye çıkıştı annesi.

Çocuk, Mösyö de Chessel’in isteği üzerine elini uzattı ve şaşkınlık içinde bana ufak bir selam verdikten sonra dikkatlice baktı.

“Sağlığı nasıl?” diye sordu Mösyö de Chassel, Kontes’e.

“İyiye gidiyor.” diye cevap verdi, şimdiden kucağına sokulmuş olan küçük kızın saçlarını okşarken.

Mösyö de Chessel’in yönelttiği bir sorudan, Madeleine’in dokuz yaşında olduğunu anladım; az önceki tahminimin yanlış çıkması bütünüyle şaşırtmıştı beni ve dışarı vurduğum bu şaşkınlık, annenin alnına kırışıklık bulutları kondurdu. Mösyö de Chessel tam o anda, cemiyet insanlarının tıpkı ikinci bir eğitim verirmişçesine attığı o anlamlı bakışlardan attı bana. Demek ki burada, kuşkusuz, saygı gösterilmesi gereken bir anne yarası vardı. Soluk gözleri, porselen misali beyaz teniyle Madeleine kent havasını kaldıramazdı şüphesiz. Kır havası ve onu sarıp sarmalayan annenin gösterdiği özen, yabancı bir iklimin zorluklarına rağmen, serada yaşayan bir bitki kadar hassas olan bu bedene yaşam aşılıyordu. Madeleine annesine hiç benzemese de onun ruhunu taşıyordu sanki ve bu, ona güç veriyordu. Seyrek siyah saçları, çukur gözleri, çökük yanakları, zayıf kolları, daracık göğsü, yaşam ve ölüm arasındaki bir mücadeleyi gösteriyordu; bugüne dek Kontes’in galip geldiği bir mücadeleyi. Madeleine, annesi kederden uzak tutmak için olacak, canlı görünmeye çalışıyordu çünkü bazen kendini bıraktığında salkımsöğüt gibi görünüyordu. Onu görseniz, yurdundan buraya dilenerek gelmiş yorgunluktan tükenmiş ama yürekli ve onu izleyenler için süslenmiş açlıktan kıvranan bir Çingene kızı derdiniz.

“Jacques’ı nerede bıraktınız bakalım?” diye sordu annesi saçlarını karga kanatları gibi iki parçaya ayıran beyaz çizgiden öperken.

“Babamla birlikte geliyor.”

Tam o sırada, Kont elinden tuttuğu oğluyla birlikte içeri girdi. Aynı zayıflık belirtilerini gösteren Jacques, kız kardeşinin kopyası gibiydi. Görkemli güzelliğiyle kendine bakanları mest eden kadının yanındaki bu iki cılız çocuk, Kontes’in şakaklarına yayılan ve onu yalnızca Tanrı’ya açmış olduğu hâlde alnına korkunç anlamlar yükleyen saklı kederin sebebini sezmemek imkânsızdı. Beni selamlarken Mösyö de Mortsauf bir gözlemciden ziyade, çözümleme yetisinin yoksunluğundan muzdarip bir adamın endişesini saklamayı beceremediği ifadesiyle baktı. Karısı olanı biteni anlatıp ismimi söyledikten sonra, yerini ona bırakarak yanımızdan ayrıldı. Işıklarının kaynağını annelerinden alıyormuş gibi gözlerini ondan ayırmayan çocuklar kendisine eşlik etmek istediler fakat anneleri: “Siz burada kalın sevgili meleklerim!” dedi, parmağını dudaklarının üstüne götürerek. Çocuklar annelerinin sözünden çıkmasalar da gözleri buğulandı. Ah! İnsan o “sevgili” sözcüğünü işitebilmek için neler yapmazdı! Yanımızdan ayrıldığında, çocuklar gibi benim de tadım kaçmıştı. Adımı işitince Kont’un tavırları değişmişti. Mesafeli ve çatık kaşlarının yerini samimi denmese de nazik bir ifade aldı, hürmetle yaklaştı bana ve konuğu olduğum için mutlu gibiydi. Vaktiyle babam, efendilerimiz uğruna yüce ama karanlık, tehlikeli ama tesirli olabilecek bir rol oynamıştı. Napolyon’un iktidara gelmesiyle birlikte her şey mahvolunca, babam da birçok gizli komplocu gibi hak etmediği suçlamaları kabul ederek taşranın ve aile hayatının dinginliğine sığınmıştı, varını yoğunu ortaya koyan ve siyaset mekanizmasının en ön safhasında boy gösterdikten sonra yenilen kumarbazların en sonunda ödemekten kaçamadığı bedeldi bu. Ailemin serveti, geçmişi ve geleceği hakkında en ufak bir bilgim olmadığı için Kont de Mortsauf’un anısını sakladığı bu yitip giden yazgının içeriğinden de bihaberdim. Yine de Kont’un gözünde insanın en önemli özelliği sayılan köklü aile yapım, beni şaşırtan bu karşılamanın nedenini haklı çıkarabilirdi fakat asıl sebebi daha sonraları öğrendim. O an için bu ani hâl değişimi rahatlatmıştı beni. Çocukların, üçümüzün sohbet etmesini görmesi üzerine Madeleine başını babasının elinden kurtardı, açık olan kapıya doğru baktı ve bir yılan balığı gibi dışarı attı kendini, Jacques da onu takip etti. İkisi de annelerinin yanına gittiler çünkü uzaktan gelen, arıların sevdikleri kovanın çevresinde vızıldayarak uçmalarını andıran seslerini duyuyordum.

Kişiliğini çözmeye çalışarak Kont’u izlemeye başladım ama belli başlı özellikleri ilgimi öyle çekti ki yüzünün yüzeysel bir incelemesiyle yetinmedim. Yalnızca kırk beş yaşında olmasına rağmen on sekizinci yüzyılın sonunda kopan büyük fırtına onu iyice yıpratmış, altmışlarına merdiven dayamış biri gibi göstermişti. Çıplak başının etrafını rahiplerinkine benzer şekilde kaplayan yarım ay şeklindeki saç kümesi, siyahlı grili tutamlarla şakaklarını okşayarak kulaklarında sona eriyordu. Yüzü, ağzı kana bulanmış beyaz bir kurdu andırıyordu çünkü burnu, hayatı kökten değişmiş, midesi zayıf düşmüş, mizacı eski hastalıklarla bozulmuş bir adamınki gibi kızarmıştı. Sivri çenesine göre fazla geniş kalan, kısa, uzun, eğri kırışıklarla dolu alnı; zihnin yorgunluklarını değil, açık havada geçen bir hayatın alışkanlıklarını; kör talihin önüne geçmek için gösterilen çabaları değil, ebedî bir talihsizliğin ağırlığını gösteriyordu. Soluk yüzünün ortasındaki kahverengi ve çıkık elmacık kemikleri, uzun bir yaşam süreceğini kanıtlar nitelikteydi. Isıtmasa da aydınlatan kış güneşi misali parlak, sarı, sert bakan gözleri; anlamsız ama endişeli, sebepsiz ama çekingen bir ifadeyle üstünüzde dolanıyordu. Ağzı sert ve buyurgan, çenesi düz ve uzundu. Zayıf ve uzun boyluydu, varsayılan bir değer tarafından kabul gören, diğerlerinden hukuken üstün lakin gerçekte aşağıda olduğunun bilincinde bir asilzade havasındaydı. Taşra hayatına alışması, dış görünümünü de ihmal etmesine neden olmuştu. Kıyafetleri tıpkı bir taşralıyı andırıyordu, köylüler gibi komşuları da ona sadece toprak sahibi olduğu için hürmet gösteriyordu. Esmerleşmiş ve buruşmuş elleri ancak ata binerken ya da pazar günleri kiliseye giderken eldiven taktığını gösteriyordu. Ayakkabıları kaba sabaydı. Göçte geçen on yıl ve çiftçilikle geçen bir diğer on yıl, dış görünüşünü etkilese de asalet kalıntısı barındırıyordu içinde. O zamanlar henüz çok kullanılmayan bir sözcük olan “liberallerin” en kindarı bile şövalyelere özgü dürüstlüğü, LaQuotidienne[7 - Dönemin kral ve Katoliklik yandaşı gazetesi. (ç.n.)] gazetesinin sadık okuyucusunun sarsılmaz inançlarını görebilirdi onda. Dindar, davasına yürekten bağlı, siyasi memnuniyetsizliklerini dile getiren, partisine hizmet etmekten âciz, buna karşın ona zarar verme konusunda çok becerikli ve Fransa hakkında hiçbir bilgisi olmayan bu adama herkes hayran kalırdı. Gerçekten de Kont, kendisini hiçbir şeye tam olarak kaptırmayan ve bunun olmaması için inatla her şeyin karşısında duran, kendilerine bir görev verildi mi elinde silahla hemen orada bitiveren ama parasındansa canını verecek kadar cimri olan o adamlardandı. Yemek sırasında, çökmüş yanaklarında ve arada çocuklarına attığı kaçamak bakışlarında, etkileri derisinin altında gizlenen bazı sıkıntılı düşüncelerin izlerine dikkat ettim. Zaten onu görüp bunu fark edememenin imkânı var mıydı? Yaşamaktan yoksun kalmış bu bedenleri kendi çocuklarına aktardığı için kim suçlamazdı ki onu? Her ne kadar o, bu konuda kendini yargılasa da başka birinin bunu yapmasını kabul etmiyordu. Kabahatini bilen ama hayat terazisinin kefesine yüklediği acıların ağırlığını karşılayacak yücelikten ve çekicilikten yoksun olan bir yönetici iktidar gibi kaygılı göründüğünden, özel hayatı da keskin çizgilerinde ve daima endişeli gözlerinde yansıyan sertliklerle dolu olmalıydı. Karısı, eteklerine sarılmış iki çocuğuyla birlikte içeri girince, bir mahzenin kemerleri üstünde yürürken, ayaklar nasıl altındaki derinliği hissediyor gibi olursa ben de bu aileyi etkisi altına alan bir bahtsızlığın varlığını sezdim. Bir araya gelmiş bu dört kişiye bakarken, gözlerim her birini takip ederken, yüzlerini ve karşılıklı tavırlarını incelerken melankoli yüklü düşünceler, ince ve gri bir yağmurun güneşin hafifçe doğuşunun ardından çok güzel bir yeri karartması gibi yüreğime oturdu. Sohbet konusu bitince Kont, Mösyö de Chessel yerine beni ön plana çıkararak, ailem hakkında bilmediğim pek çok olayı karısına anlatmaya başladı. Bana yaşımı sordu. Yaşımı öğrenen Kontes, kızının yaşını öğrendiğimde yaşadığım şaşkınlığa benzer bir tepki verdi. Kim bilir, belki de on dört yaşında olduğumu düşünüyordu. Sonraları öğrendiğime göre, onu bana sıkıca bağlayan ikinci bağ, bu olmuştu. Ruhundan okumuştum bunu. Kendisine umut aşılayan gecikmiş bir güneş ışığıyla aydınlanan annelik duygusu depreşmişti. Yirmi yaşını geçmiş olmama rağmen beni bu kadar zayıf, narin ama yine de bu kadar duyarlı hâlimi gördüğünde belki de içinden bir ses “Onlar da yaşayacak!” diye bağırdı. Merakla baktı bana ve aramızdaki buzların birden eridiğini hissettim. Bana sormak istediği binlerce sorusu vardı ama hiçbirini dile getirmedi.

“Çalışmalarınız hastalanmanıza neden olduysa vadimizin havası size iyi gelecektir.” dedi.

“Yeni eğitim sistemi çocukları mahvediyor.” diye ekledi Kont. “Onları matematikle boğuyor, bilimin darbeleriyle öldürüyoruz ve bu nedenle her biri erken yaşta yıpranıyor. Burada istirahat etmelisiniz. Üzerinize çöken düşünce çığının altında ezilmişsiniz. Ulusal eğitimi, dinsel kurumların eline vererek bu kötü gidişatın önüne geçemezsek herkese sunulan bir eğitim sistemi bizi nasıl bir yüzyıla hazırlayacak kim bilir!”

Bu sözler, bir gün kraliyet davasına yararlı olabilecek yetenekli bir adama seçimlerde oy vermeyi reddederken söylediği bir cümleyi anımsatıyordu: “Fazla düşünenlerden hep uzak dururum.” İşte oy isteyen bir adaya bu cevabı vermişti. Bahçede bir gezinti yapmayı teklif edip yerinden kalktı.

“Mösyö.” dedi Kontes.

“Bir şey mi oldu sevgilim?” diye yanıtladı Kont, kibirli bakışlarıyla birden geri dönerek; evde ne kadar sözü geçtiğini belli etmeye çalışıyordu ama bunu pek başaramamıştı.

“Mösyö, Tours’dan buraya yürüyerek gelmiş. Yetmezmiş gibi Mösyö de Chessel kendisi bir de Frapesle’de gezdirmiş.”

“Tedbirsiz davranmamışsınız.” dedi Kont bana. “Yaşınız her ne kadar genç olsa da!” Ve üzüntüsünü göstermek için iki yana salladı başını.

Sohbet yeniden başladı. Derinden bağlı olduğu kralcılığını ve onun sularında yüzerken bir anda boğulmamak için ne kadar dikkatli olmam gerektiğini anlamakta gecikmedim. Kaşla göz arasında kıyafetini değiştirmiş olan uşak, akşam yemeğinin hazır olduğunu bildirdi. Mösyö de Chassel kolunu Madam de Mortsauf’a uzattı, Kont ise zemin katta bulunan ve tıpkı salona benzeyen yemek salonuna geçerken neşeyle koluma girdi.

Touraine’de imal edilen beyaz karolarla döşenmiş ve bel hizasına kadar ahşapla çevrelenmiş yemek salonunun duvarları, çiçek ve meyve resimlerinin olduğu parlak kâğıtlarla kaplanmıştı. Pencerelerde kırmızı şeritlerle süslenmiş patiska perdeler vardı, büfeler eski Boulle tarzıydı ve el işi örtülerle kaplanmış sandalyeler oyma meşedendi. Yemek masasında bolca yemek bulunmasına rağmen lükse kaçan hiçbir şey yoktu: Farklı parçalardan toplama aile yadigârı gümüş takımı, o zamanlar henüz yeniden moda olmamış Saksonya porseleni, sekizgen sürahiler, sapları akikten bıçaklar, ardından yuvarlak altlıkları Çin lakesinden yapılmış şişeler, dişli kenarları vernikli ve yaldızlı kovalarda çiçekler… Bütün bu eski eşyaları çok sevdim, hele duvarları kaplayan Réveillon kâğıdına ve çiçekli kenarlarına bayıldım. Mutluluğum öylesine ağır basıyordu ki yalnızlığın ve taşra hayatının oldukça ahenkli tarzının onunla benim arama yerleştirdiği içinden çıkılmaz güçlükleri göremiyordum. Onun yanında, sağında oturuyor, bardağını dolduruyordum. Evet, ne beklenmedik bir mutluluktu bu! Elbisesine sürtünüyor, sofrasından ekmeğini yiyordum. Üç saat sonra yaşamım, onunkine karışmıştı artık! Nihayet, o korkunç öpücükle, bize sessiz bir utanç yaşatan o sırla birbirimize bağlanmıştık. Şerefli bir alçaklık içindeydim, tüm dalkavukluklarımı duymayı hazırda bekleyen Kont’un hoşuna gitmeye çalışıyordum; köpeği okşayabilir, çocukların en ufak isteklerini yerine getirebilirdim; oyuncak çemberler, akik bilyeler hediye edebilirdim onlara; at gibi binebilirlerdi üstüme. Lakin bana hâlâ kendilerine ait bir şeymiş gibi bakıp istediklerini yaptırmadıkları için kızıyordum. Dehalık gibi aşkın da önsezileri vardır ve sertliğin, asık suratlılığın, düşmanca tavırların umutlarımı suya düşürebileceğini belli belirsiz kestiriyordum. Akşam yemeği içimde dolup taşan sevinçlerle geçti. Kontes’in evinde olduğumdan, ne Kont’un içine işleyen soğukluğunu ne de kibarlığının altına gizlediği kayıtsızlığını fark edebiliyordum. Aşkın da hayat gibi kendi kendine yetebildiği bir erinlik dönemi vardır. Tutkunun gizli hengâmelerini hissettiren ama hiç kimsenin, aşk hakkında hiçbir şey bilmeyen onun bile fikir yürütemeyeceği bazı acemi yanıtlarda bulundum. Akşamın geri kalanı rüya gibi geçti. Bu güzel rüya, ay ışığında, sıcak ve enfes kokan bir akşamda, çayırları, kıyıları ve tepeleri süsleyen beyaz düşlerin ortasında Indre’i geçerken bilimsel adını bilemediğim ama o muazzam günden itibaren sonsuz hazlara kapılarak dinlediğim bir yeşil kurbağanın eşit aralıklarla sürekli tekrarladığı o duru, eşsiz ve hüzün dolu ezgisini işitirken sona erdi. Başka zamanlarda olduğu gibi, o ana dek karşısında, duygularımın köreldiği bu mermerden duyarsızlığı biraz geç fark ettim; “Hep böyle mi olacak?” diye sorup durdum kendime; lanetli bir etkinin altında gibiydim, geçmişin uğursuz olayları, bu tatmış olduğum kişisel hazlarla çatışıyordu. Frapeles’e geri dönmeden önce, Clochegourde’a baktım ve bir dişbudak ağacına bağlanmış, suda salınan, Touraine’de “Toue” adı verilen bir kayık gördüm. Kont de Mortsauf’a aitti bu kayık, balığa çıkarken kullanıyordu.

“Şimdi anlaşıldı!” dedi Mösyö de Chessel, kimsenin bizi duyamayacağı bir yere gelince. “Aradığınız o güzel omuzları bulup bulamadığınızı sormama lüzum yok sanıyorum; Mösyö de Mortsauf tarafından da böyle karşılandığınız için sizi tebrik etmek gerek. İlk hamlede hedefinize ulaştınız, aşk olsun doğrusu!”

Size daha önce söylediklerimi bu cümle takip edince hüzünden kaskatı kesilmiş yüreğim yeniden canlandı. Clochegourde’dan ayrıldığımızdan beri tek söz çıkmamıştı ağzımdan ve Mösyö de Chessel, sessizliğimi mutluluğuma bağlıyordu.

“Nasıl yani!” diye karşılık verdim, zapt edilmiş bir tutkunun tesiri altındaymış gibi çıkan bir ses tonuyla.

“Mösyö de Mortsauf kimseyi bu akşamki gibi ağırlamamıştı.”

“İtiraf edeyim, ben de böylesi bir misafirperverliğin karşısında şaşkına döndüm.” dedim, Mösyö de Chessel’in son sözlerindeki kederi hissederek.

Her ne kadar sosyete hayatındaki incelikler konusunda Mösyö de Chessel’in hissettiklerini kavrayamayacak kadar deneyimsiz de olsam, duygularını ifade ediş tarzı beni etkilemişti. Ev sahibim, Durand olarak anılmaktan nefret ediyor, devrim sırasında devasa bir servet kazanan ve ünlü bir fabrikatör olan babasının adını reddederek gülünç bir duruma sokuyordu kendisini. Karısı, IV. Henri döneminde Parisli hukukçu ailelerin birçoğu gibi burjuva olan eski bir parlamenter ailenin, Chesellerin tek mirasçısıydı. Son derece hırslı bir adam olan Mösyö de Chessel, hayalini kurduğu hedeflere ulaşmak için asıl adını, Durand’ı yok etmek istedi. İlk önce Durand de Chessel, daha sonra D. de Chessel ve nihayet Mösyö de Chessel olarak anılmaya başlandı. Restorasyon döneminde, XVIII. Louis’in fermanları uyarınca, kontluk unvanına bağlı olarak malların ailenin büyük oğluna geçmesini sağlayan bir sisteme dâhil oldu. Çocukları onun yüceliğini bilmeden cesaretinin meyvelerini toplayacaktı. Alaycı bir Prens’in bir sözü onu bütün ağırlığıyla sıklıkla ezmişti. “Mösyö de Chessel neredeyse hiç Durant olarak tanıtmaz kendini.” Bu sözler, Touraine’de uzun zaman boyunca eğlence konusu olmuştu. Sonradan görmeler maymun gibidirler; benzer becerilere sahip oldukları maymunların tırmanışları izlenir; bu esnada gösterdikleri çeviklikleri hayranlık uyandırır ama zirveye ulaştıklarında yalnızca ayıp yerleri görülür. Ev sahibim Mösyö de Chessel’in diğer yüzü, arzularının kabarttığı bayağılıklardan ibaretti. Yüksek meclis üyeliği ve kendisi, şimdiye kadar birbirine kesişmesi imkânsız iki çizgi hâlinde uzayıp gitmiştir. Bir iddia ileri sürmek ve bunun doğruluğunu kanıtlamaya çalışmak gücün küstahlığını gösterir ama açıkça ileri sürülen iddiaların altında kalmak küçük insanları tatmin eden sürekli bir komiklik hâli yaratır. Oysa Mösyö de Chessel güçlü insanların izlediği yoldan ilerleyemedi, seçimlerinde iki kere meclis üyesi oldu, iki kere seçilemedi; dün bölge yöneticisiyken bugün hiçbir şeydi, vali bile değildi; başarıları ve yenilgileri kişiliğini bozdu ve elinde söz geçmez bir hırsın katılığı kaldı yalnızca. Kibar, zeki, büyük işler başarabilecek bir adam olmasına rağmen, kim bilir belki de günün her saatinde başkalarını çekiştirmekle meşgul olan Touraine sakinlerinin, diğerlerinin başarılarına dudak büken, iltifat karşıtı, iğneleyici sözleriyle karşısındaki kolaylıkla yerle bir ettiği kimselerin pek de başarılı olmadığı yüksek toplum katmanlarında kendine yer bulamadı. Daha azını isteseydi, belki daha fazlasını elde edecekti ama ne yazık ki kuyruğunu her zaman dik tutardı. Mösyö de Chessel’in hırsı, o zamanlarda gün yüzüne çıkmak üzereydi, kralcılık ona gülümsüyordu. Belki de soylu kimselerin hâl ve hareketlerinden etkileniyordu ama benim için harika biriydi. Diğer bir yandan çok da basit bir nedenden hoşuma gidiyordu, hayatımda ilk kez onun yanında istirahat ediyordum. Az da olsa gösterdiği ilgi, hor görülmüş, dışlanmış, bahtsız bir çocuğa sunulan baba sevgisi gibi geliyordu bana. Özenli misafirperverliği, beni o güne dek altında ezen kayıtsızlıkla öylesine çelişiyordu ki zincirlerinden kurtulmuş ve neredeyse şımartılmış bir çocuk gibi minnet duyuyordum. Sırf bu yüzden Frapesle Şatosu’nun sakinleri, mutluluğumun şafağıyla öyle bir anlam kazanmıştır ki ne zaman sevdiğim bu anıları tekrar zihnimde canlandırsam onlara da rastlarım. Sonraları, özellikle kraliyet fermanının yayınlandığı zamanlarda, Mösyö de Chessel’e bazı hizmetlerde bulunmanın sevincini yaşadım. Servetinden, bazı komşularını gücendirecek bir şekilde yararlanıyordu; güzel atlarını ve zarif arabalarını yenileyebiliyordu, karısı giydiği tuvaletlere çok özen gösteriyordu; sık sık davet veriyordu, kaldıkları bölgeye kıyasla daha fazla uşakları vardı; kısacası bir prens gibi yaşıyordu orada. Frapesle Şatosu’nun toprakları uçsuz bucaksızdır. Komşusunun ve tüm ihtişamının yanında Kont de Mortsauf, Touraine’de eski yaysız araba ile posta arabası arasında gidip gelen bir aile arabasıyla yetiniyor, servetinin azlığı nedeniyle Şatosu’nun çevresindeki toprakları ektirmek zorunda kalıyordu; bu yüzden, kraliyetin lütufları, ailesine umulmadık bir gelecek sunana kadar tam bir Tourslu olarak kalmıştı. Arması, Haçlı Seferlerinden kalan yıkılmış bir ailenin küçük oğlunu ağırlamak, ona büyük serveti hor görme, soylu olmayan komşusunun korularını, nadasa bırakılmış tarlalarını, çayırlarını küçümseme fırsatı veriyordu. Mösyö de Chessel, Kont’u çok iyi tanımıştı. Indre Irmağı’nın ayırdığı ve hanımların pencerelerinden birbirlerine işaret gönderebilecekleri kadar yakın olan Clochegourde ve Frapesle şatoları arasında gündelik bir münasebet, bir yakınlık yoktu.

Kont de Mortsauf’un yaşadığı kıskançlığın tek sebebi, daha önce bahsettiğim, Tourslulara özgü kıskançlık değildi. İlköğrenimi, tıpkı soylu aile çocukları gibi, sosyete görgüleriyle, saray âdetleriyle, kraliyetin büyük görevlerinin ya da seçkin mevkilerinin takviyesiyle tamamlanan, donanımsız ve yüzeysel bir eğitimdi. Mösyö de Mortsauf tam da ikinci öğrenimine başlayacağı zaman göç etmiş, bu eğitimden mahrum kalmıştı. Monarşinin, Fransa’da hızla yeniden kurulacağına inananlardandı; bu düşüncesinden dolayı da göç yılları avareliklerin en acıklısıyla geçmişti. En sadık askerlerden oluşan cesaretiyle göz dolduran Condé ordusu yenilgiye uğradığında, kısa süre sonra yeniden krallığın beyaz bayrak altında yer alacağı günleri bekledi hep, diğer göçmenler gibi hayatını kazanmaya çalışmadı. Kim bilir, belki de ekmeğini kazanmak için bayağı bulduğu işlerde çalışarak isminden vazgeçecek gücü kendinde bulamadı. Yarınlara dair sarsılmaz umudu ve gururu, onu yabancı devletlerin hizmetine girmesinden alıkoyuyordu. Çektiği acılar cesaretini aşındırmıştı. Daima hayal kırıklıklarıyla sonuçlanan ve yarı aç yarı tok hâliyle yaptığı uzun yürüyüşler sağlığını mahvetmiş, ruhunu ürkekleştirmişti. Yoksulluğu giderek katlanılamaz bir hâl alıyordu. Bazıları için sefalet kamçılayıcı bir güç olsa da diğerleri için uyuşturucu bir tesirde bulunurdu. Kont, uyuşanlar arasındaydı. Süründüğü Macaristan yollarında, Prens Esterhazy’nin çobanlarıyla bir koyun budunu paylaşan, bir beyefendi olarak efendisinden asla kabul etmeyeceği ekmeği bir yolcu sıfatıyla isteyen lakin Fransız düşmanı ellerden gelen bir lokma ekmeği de defalarca reddeden Touraineli bu beyefendiye hiçbir kin duymadım içimde; refaha erdiği zamanki komik durumunu gördüğüm zaman bile geçerliydi bu hissiyatım. Mösyö de Mortsauf’un ağarmış saçlarında çektiği acıları görüyordum ve göçlere, onları yargılamayacak kadar bir sempatiyle yaklaşıyordum. Fransızlara ve Tourslulara özgü neşesini yitirmişti Kont. Aksi bir insana dönüşmüş, hastalanmıştı ve daha sonra adını sanını bilmediğim bir Alman düşkünler yurdunda tedavi görmüştü. Bağırsak askısı iltihabından muzdaripti; yakaladığında insanı öldüren bu hastalığı atlatmak, kişilik değişmesine ve sıklıkla hastalık hastası olmasına neden olurdu. Ruhunun en ıssız köşelerinde sakladığı ve yalnız benim keşfettiğim sevdaları sırf o zamanki hayatını değil, geleceğini de mahveden aşağılık ilişkilerden ibaretti. On iki senelik sefaletten sonra, Napolyon’un Fransa’ya dönmesini mümkün kılan kararından sonra bakışlarını memleketine çevirdi. Güzel bir gecede Rhin’den geçerken Strasbourg Kilisesi’nin çan kulesini görünce bayılacak gibi olmuştu. “Nasıl ki çocuk canı yandığında ‘Anneciğim!’ diye bağırırsa ben de öyle ‘Fransa! Fransa! İşte memleketim!’ diye bağırdım.” diye anlattı bana o anlarını. Daha dünyaya gelmeden önce zengin olan bu adam, şimdi yoksulluk içinde yaşıyordu. Bir alayı kumanda etmek ya da devlet işlerini yönetmek üzere hazırlandığı hâlde şimdi otoritesiz kalmış, geleceği sönmüştü; sağlam ve gürbüz bir çocukken düşkünleşmiş ve yıpranmış bir hâlde sürdürüyordu şimdilerde yaşamını. İnsanların ve olayların hiçbir etki altında kalmadan geliştikleri bir ülkenin ortasında her şeyden bihaber, dahası bedensel ve manevi güçlerinden yoksun buluyordu kendisini. Yoksulluğu, adının ağırlığını daha fazla hissetmesine neden oluyordu. Sarsılmaz kanıları, Condé ordusundaki geçmişi, kederleri, hatıraları, kaybolan sağlığı, ona alaycı bir ülke olan Fransa’da pek de üstünde durulmayan bir alınganlık kazandırmıştı. Yarı ölü bir hâlde Maine’e geldi; orada belki de iç savaştan kaynaklanan bir tesadüf eseri olarak, devrimci hükûmet oldukça büyük bir çiftliği sattırmayı unutmuştu ve çiftçi kendisi de toprak sahibi olarak tanıtıyordu. Çiftliğin yanında Givry Şatosu’nda oturan Lenoncourt ailesi, Kont Mortsauf’un göçten döndüğü haberini alınca Lenoncourt Dükü, kendisine kalacak bir yer bulana kadar bir süre Givry’de kalmasını teklif etmişti. Lenoncourt ailesi, orada kaldığı süre boyunca kendine gelen ve bu süre boyunca kederini gizlemek için büyük çabalar sarf eden Kont’a karşı, soylu bir özen göstermişti. Lenoncourtlar büyük servetlerini kaybetmişlerdi. Adından dolayı, Mösyö de Morstauf uygun bir eş adayı sayılırdı. Matmazel de Lenoncourt, hasta ve yaşlı olan bu otuz beş yaşındaki adamla evlendirmelerine karşı çıkmak şöyle dursun, hâlinden memnun bile gözüküyordu. Evlenmeleri durumunda, Prens’ Blamont-Chauvry’nin kız kardeşi, Uxelles markizi olan ve manevi annesi gibi gördüğü teyzesiyle yaşama hakkını elde edecekti.

Bourbon Düşesi’nin yakın dostu olan Madam de Verneuil, Touraine doğumlu, “Meçhul Filozof” olarak adlandırılan, Mösyö Saint-Martin’in öncülüğündeki dindar bir topluluğun üyesiydi. Bu filozofun müritleri, mistik aydınlanmanın yüce kurallarının öğütlediği erdemleri hayatlarına uyguluyorlardı. İlahi âlemlerin anahtarını sunan bu felsefe, insanı yüce ideallere doğru yol aldığı değişimlere hazırlıyor, onu meşru bataklıklardan kurtarıyor, hayatın acılarını Quaker’ın[8 - İngiltere ve Amerika’da yayılmış bir din mezhebine mensup kimse. (ç.n.)] sarsılmaz katlanma gücüyle karşılıyor, annelik duygusuna özgü esinlerle göğe çıkardığımız meleğe acının hafiflemesini emrediyordu. Geleceği olan bir stoacılıktı bu. İçten dua ve saf aşk, Roma Katolik Kilisesi’nden, ilkel kilise Hristiyanlığına geçmek için ortaya çıkan bu inancın unsurlarıydı. Bununla birlikte Matmazel de Lenoncourt, teyzesinin de yolundan sapmadığı Apostolik Kilisesi’ne bağlı kaldı. Devrimin fırtınalarından ciddi bir şekilde etkilenen Uxelles Markizi, ömrünün son günlerinde kendini tamamıyla dinine vermiş, sevgili kızının ruhuna, Saint-Martin’in deyişiyle, semavi aşkın ışığını ve ruh sevincinin öz suyunu dökmüştü. Kontes ise, teyzesinin vefatının ardından, sık sık Clochegourde’a gelen bu barışçıl ve erdemli adamı pek çok kez misafir etmişti. Saint-Martin, Tours’daki Letourmy basımevinde yayına hazırlanan kitaplarını denetlemek için geliyordu Clochegourde’a. Hayatın dikenli yollarından geçmiş, yaşlı kadınların bilgeliğinden esinlenen Madam de Verneuil, başını sokacak bir evi olsun diye Clochegourde’u yeni evlenen yeğenine vermişti. Yaşlıların ince düşündüklerinde daha da kusursuzlaşan iyilikseverlikleriyle, Markiz daha önce oturduğu odanın bir üst katına taşınmakla yetinmişti. Beklenmedik ve ani gelen ölümü, yeni evlenmiş çiftin sevincini yas tülleriyle örtmüş, Clochegourde’da olduğu gibi, genç kadının batıl inançlarla kuşanan ruhunda da silinmez keder izleri bırakmıştı. Kontes’in Touraine’e yerleştiği ilk günler hayatının en mutlu günleri değilse de en kaygısız dönemi olmuştu.

Yurt dışında geçirdiği sıkıntılı zamanların ardından, önünde güzel bir gelecek görmenin sevincini yaşayan Mösyö de Mortsauf ruhunun yeniden iyileşeceğini hissetmiş gibiydi. Bu vadide çiçek açan bir umudun nefes kesen kokusunu çekmişti içine. Servetini düşünmek zorunda olduğunda, tarım işletmesinin çalışmaları için hazırlıklarını düşünmüş, yüreğinde biraz olsun ferahlama sevinci duymuştu ama Jacques’ın doğumu, o anı ve geleceği mahveden bir yıldırım gibi düşmüştü, bebeğin yaşayamayacağını söylemişti hekim. Kont, bu teşhisi özenle gizlemişti anneden; ardından kendisini de muayene etmesini istemişti doktordan ve Madeleine’in doğmasıyla birlikte doktoru haklı çıkaracak umut kırıcı yanıtlar aldı. Alın yazısının önüne geçilemeyeceğinin göstergesi olan bu iki olay, göçün hastalık eğilimlerini artırdı. İsmi sonsuza dek kaybolacak olan bu adamın yanı başında saf, kusursuz, henüz anneliğin keyfini çıkaramadan kaygılarla boğuşan bahtsız genç bir kadın vardı; geçmişinin üzerine yeni acıların baş verdiği bu toprak yüreğinin mezarı olmuş ve yıkılışını tamamlamıştı. Kontes, o ana bakarak geçmişi görmüş ve geleceği okumuştu. Her ne kadar bu dünyada kendini suçlayan bir insanı mutlu etmekten daha güç bir şey yoksa da Kontes, ancak meleklerin yapabileceği bu işi üstlenmişti. Tek bir gün içinde, bütün acılara tahammül edebilecek biri hâline gelivermişti. Dibinde gökyüzünü görebildiği uçuruma indikten sonra, bir rahibenin herkesi kucakladığı görevine tek bir adam için adamıştı kendini, Kont’u kendisiyle barıştırmak için, onun bile kendisini bağışlayamadığı kusurunu bağışlamıştı. Kont gitgide cimrileştiğinde, o da bu yaşamın dayattığı yoksulluklara katlanır olmuştu. Sosyete yaşamını ancak tiksintilerini görerek tanıyan kimseler gibi kocası da aldatılmaktan korkuyordu, Kontes ise eşinin bu güvensiz tavırlarına sesini çıkarmadan katlandı; Kont’a iyi hissettirebilmek için kadınsı kurnazlıklarını kullandı, o da böylece kendisine özgü fikirler taşıdığı kanısına varıyor, kendi evinde hiçbir yerde tadamayacağı üstünlüğün sefasını sürüyordu. Daha sonraları, evlilikleri ilerleyince Kontes, kötülüğün ve kıskançlığın hüküm sürdüğü bu yerde, Kont’un histerik ruh izlerini fark edip bunun evlatlarına zarar verebileceğini düşündüğünden Clochegourde’dan hiç çıkmamaya karar verdi. Böylece hiç kimse Mösyö de Mortsauf’un yetersizliğini fark edemezdi çünkü karısı, yıkımlarını sarmaşıktan kalın bir pelerinle örtmüştü. Kont’un, kolay hoşnut edilemeyen değişken mizacı, karısının varlığında, gizli yaralarının âdeta merhemlerin serinliğiyle yumuşadığını hissederek uzandığı nahif ve rahat bir dünya bulmuştu.

Bu hikâye, Mösyö de Chessel’in üstünü kapamaya çalıştığı bir kırgınlığın etkisiyle söylediği sözlerin en basit ifadesidir. Dünyaya bakış açısı, Clochegourde Şatosu’nda gömülü sırların birkaçını keşfetmesini sağlamıştı. Lakin Madam de Mortsauf, ulvi tavırlarıyla başkalarını kandırsa da aşkın o sezgi gücü yüksek duyularını aldatamadı. Küçük odamdayken gerçekliğin sezgisi beni yatağımdan sıçrattı, odasının pencerelerini görebildiğim hâlde, şu an burada, Frapesle’de olmaya katlanamadım; üstümü giyinip sessizce aşağı indim ve sarmal bir merdiveni olan kulenin kapısından geçerek şatodan çıktım. Gecenin soğukluğu kendime getirmişti beni. Moulin Rouge Köprüsü’nden Indre’i geçtim ve Azay tarafındaki son pencerede bir ışığın parladığı Clochegourde’un önündeki o mutlu kayığın yanına geldim. Eski ama dingin düşüncelerimle yeniden bir aradaydım, aşk geceleri şairinin sesi ve bülbülün tek notalı ezgisi birbirine karışıyordu. İçimde, o zamana dek parlak geleceğimi örten örtüleri kaldıran hayaletler gibi süzülen düşünceler uyanıyordu. Ruhum da duygularım da büyülenmişti. Derinden arzularım nasıl da ona kadar uzanıp gidiyordu! Kendime kaç kez, bir deli gibi, tekrarladım şu sözleri: “Benim olacak mı?” Evren daha önceleri de devasaydı benim için, ne var ki tek bir gecede kendisine bir merkez edinmişti. Emellerim ve ihtiraslarım ona bağlandı, kırık yüreğimi onarmak ve doldurmak için onun her şeyi olmayı diliyordum. Değirmen çarklarından dökülen suların, Saché çan kulesinin saat başı çalan çanlarının sesiyle, onun penceresinin altında geçen bu gece ne de güzeldi! Hayatımı aydınlatan yıldızlı goncanın parladığı gece boyunca, Cervantes’in ünlü eserinde okurken alay ettiğimiz o zavallı Kastilya şövalyesinin ve aşka doğru attığımız ilk adımların inancıyla ruhumu ona bağladım. Sabahın ilk ışıklarını, ilk kuş cıvıltısını fark edince Frapesle parkına kaçtım; köydekiler beni görmedi, kimseler anlamamıştı sıvıştığımı ve ben, kuledeki çanlar öğle vaktini haber verene dek uyudum. Yemekten sonra, sıcağa rağmen Indre’i ve adalarını, vadiyi ve tepeleri görmek için ipini koparmış bir at gibi hızla çayıra indim, kayığıma, söğütlerime, Clochegourde’uma yeniden kavuştum. Öğle vakti kırlarda olduğu gibi her yer sessiz ve ürperticiydi. Hareketsiz yapraklar göğün mavisinde bariz bir şekilde seçiliyordu; ışıkla beslenen kuduz böceği, yeşil yusufçuklar, kantaritler dişbudak ağaçlarına, sazlarına doğru uçuyordu; sürüler gölgelerde geviş getiriyordu, bağların kızıl toprağı sıcaktan kavruluyor, karayılanlar kayaların yamaçlarından kıvrılıyordu. Uyumadan önce öylesine zarif ve şirin olan bu manzara şimdi nasıl da değişmişti! Aniden kayıktan fırladım ve Kont’un dışarı çıktığını sandığım Clochegourde’un etrafından dönmek için yola koyuldum. Haklıydım, Kont çitin yanından yürüyor ve şüphesiz nehrin kıyısındaki Azay yoluna açılan bir kapıya doğru gidiyordu.

“Bu sabah nasılsınız Sayın Kont?”

Kendisine böyle seslenildiğini sık sık duymuyormuş gibi mutlu bir ifadeyle baktı bana.

“İyiyim.” dedi. “Görüyorum da kırları bu sıcakta gezecek kadar seviyorsunuz!”

“Ne de olsa beni buraya hava almam için gönderdiler, öyle değil mi?”

“Eh, madem öyle benimle gelip çavdarın nasıl biçildiğini görmek ister misiniz?”

“Memnuniyetle.” dedim. “Fakat itiraf etmeliyim ki ben ne çavdarı buğdaydan, ne kavağı titrek kavaktan ayırt edebilirim; ekim ya da toprağı işlemenin farklı işlemlerini hiç bilmem.”

“İyi ya işte, gelin.” dedi neşeli bir hareketle arkasını dönerken. “Yukarıdaki küçük kapıdan girin.”

O, çitin içinde ben dışında, öylece yürümeye başladık.

“Mösyö de Chessel yanında hiçbir şey öğrenemezdiniz.” dedi. “Kendisi, kâhyasının hesaplarını denetlemekten başka hiçbir işle uğraşmayacak kadar soylu bir beyefendidir.”

Avlularını ve binalarını, hobi bahçelerini, meyveliklerini ve bostanlarını gösterdi bana. En sonunda ise beni nehrin kenarında akasyalar ve Japon ağaçlarıyla dolu uzun bir yola götürdü; orada, yolun diğer tarafında çocuklarıyla ilgilenen Madam de Mortsauf’un bir bankın üzerinde oturduğunu gördüm. Ne güzel görünürdü bir kadın o titreyen yaprakların altında! Belki de gösterdiğim bu safça acelemden dolayı şaşırmıştı ama yanına gideceğimizi bildiği için hiç istifini bozmadı. Kont, oradan geçerken daha önce geçtiğimiz yüksekliklerden tamamıyla ayrı bir manzara sunan vadiyi izletti. Orada İsviçre’nin minik bir köşesinde hissedebilirdiniz kendinizi. Indre’e karışan derelerin aktığı çayır, tüm enginliğiyle uzanıyor ve ilerideki buğular arasında gözden kayboluyordu. Montbazon tarafında göz alabildiğine yeşil bir alan uzanıyordu ve diğer taraftaki yollar tepelerle, ağaçlarla, kayalıklarla çevreleniyordu. Madam de Mortsauf’u selamlamak için ona doğru yaklaştığımız sırada Madeleine’e okuttuğu kitabı birden yere bıraktı ve sarsılarak öksüren Jacques’ı dizlerinin arasına aldı.

“Ne oldu? Neyi var?” diye sordu Kont beti benzi atmış bir şekilde.

“Boğazı ağrıyor.” diye yanıtladı beni görmemiş gibi davranan anne. “Yakında geçer.”

Çocuğun hem kafasını tutuyor hem sırtını sıvazlıyordu, bu zavallı güçsüz yaratığa hayat veren iki ışıltı yayılıyordu gözlerinden.

“İnanılır gibi değil bu tedbirsizliğiniz!” dedi Kont sert bir ifade ile. “Çocuğu nehrin soğukluğuna maruz bırakıyor, yetmezmiş gibi bir de taştan bir banka oturtuyorsunuz.”

“Ama babacığım bank ateş gibi!” diye haykırdı Madeleine.

“Yukarıda sıcaktan bunalmışlardı.” dedi Kontes.

“Kadınlar her zaman haklı çıkmak ister!” dedi Kont bana bakarak.