Книга Robinson Crusoe - читать онлайн бесплатно, автор Даниэль Дефо. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Robinson Crusoe
Robinson Crusoe
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Robinson Crusoe

Dur durak bilmeden çalışıyorduk; ancak ambarda biriken su bitecek gibi değildi, geminin batacağı apaçık ortadaydı. Fırtınanın hızı biraz olsun kesilmiş olsa da geminin herhangi bir limana girene kadar yüzmesi mümkün değildi; kaptan sürekli top atışlarıyla yardım çağırmaya devam ediyordu; kısa bir süre sonra çok yakınımızdan geçmekte olan küçük bir gemi yardımcı olmak için gemi sandalını bize göndermeye cesaret edebildi. Teknenin bizim gemimize yaklaşması son derece tehlikeliydi; ancak sandala binebilmemiz ya da onu gemiye doğru iyice çekmemiz de imkânsızdı, sandaldaki denizciler canhıraş bir çabayla kürekleri çekiyordu, bizi kurtarmak için resmen kendi canlarını tehlikeye atıyorlardı; adamlarımız geminin arka tarafından onlara ucunda şamandıra bağlı olan bir halat fırlattılar, bir süre çabaladıktan sonra sandaldakiler halatı yakalayabildiler ve böylece hepimiz geminin arka tarafından sandala inebildik. Sandala bindikten sonra, kimsenin onların gemisine ulaşmak için herhangi bir düşüncesi ya da amacı olmadı; tek hedefimiz sandalın savrulmasına izin vermeden olabildiğince hızlı bir şekilde en yakın kara parçasına ulaşmaktı, böylece kara yönünde kürekleri çekmeye başladık. Kaptanımız sandal parçalanacak olursa karşı geminin tayfaları için kaptanlarıyla konuşacağına dair söz verdi; kısmen kürek çekerek kısmen de sürüklenerek sandalımızın kuzey yönüne doğru yanlamasına ilerlemesini sağlayarak Winterton Ness yakınlarına kadar ilerlemeye devam ettik.

Ayrılmamızın üzerinden henüz daha on beş dakika bile geçmemişti ki gemimizin sulara gömüldüğünü gördük, işte tam bu noktada geminin denizde kaynamasının ne anlama geldiğini anlamıştım. Denizciler geminin battığını söylediklerinde, gözlerimde buna seyirci kalacak takatim kalmamıştı; zira sandala bindiğim andan itibaren, hem yaşamış olduğum gerginlikten, hem heyecandan, hem de sonrasında başıma geleceklerin korkusundan yine baygınlık geçirmiştim.

Sandalı tüm güçleriyle kürek çekerek karaya ulaştırmaya çalışan denizcilerimiz, büyük dalgaların arasından yükselip, alçalan sandalı dengede tutmaya çalışırken dalgaların arasından görebildiğimiz kıyıda bize yardım etmek için oradan oraya koşuşturan bir sürü insanın el kol hareketlerini görebiliyorduk. Ancak çok yavaş bir şekilde kıyıya yanaşabiliyorduk; Winterton Deniz Feneri’nin yanından geçmediğimiz sürece kıyıya yanaşma olanağımız yoktu, kıyı Cromer’ın batısında kalıyordu, küçük bir koy şeklindeki kara parçası içine girdiğimiz anda rüzgârın şiddetini biraz olsun kırabilecek konumdaydı. Uzun süren çabaların sonucunda kıyıya yanaşabildik ve güvenli bir şekilde karaya ayak basabildik, sonrasında yürüyerek Yarmouth’a gittik. Kasaba halkı gemi kazazedeleri olmamızdan dolayı büyük bir insaniyet göstererek bizlere yardımcı oldular, kasabanın ileri gelenleri hepimizi iyi semtlere yerleştirdiler ve içlerinden bazı tüccarlar istediğimiz takdirde Londra’ya ya da Hull’a geri dönebilmemiz için ihtiyaç duyabileceğimiz kadar para yardımında bulundular.

Aslında o anda akıllıca davranarak Hull’a, oradan da doğrudan evime geri dönmüş olsaydım gayet mutlu bir adam olarak hayatımı devam ettirmiş olurdum ve babam da yüce kurtarıcımız İsa’nın buyurduğu gibi besili bir danayı benim için kurban ederdi; çünkü binmiş olduğum geminin Yarmouth açıklarında battığını, ancak boğulmadığımı çok uzun bir süre boyunca yapmış olduğu araştırmaların neticesinde öğrenmişti.

Ancak hastalıklı kaderim beni hiçbir şeyin önleyemeyeceği bir içgüdüyle yola devam etmeye zorluyordu; mantığımın sesi eve geri dönmem konusundaki kararımı sürekli yüksek sesle ifade etmeye çalışırken yüreğim bu kararı vermeme engel oluyordu. Bile isteye kendi yok oluşuma doğru koşmamı, göz göre göre kendimi tehlikeye atacak olduğumu bilmeme rağmen, hâlâ yolculuğa devam etmek için kendimi teşvik ediyor olmamı nasıl adlandırmam gerektiğini bilmiyorum. Ancak ilk yaşadıklarımdan sonra aldığım büyük derse, kaçındığım düşüncelerime ve gözü kara bir şekilde mantıklı olan fikirleri reddetmeme neden olan şeyin sadece ve sadece yazılmış olan kaderimin gizli ilahî gücünden başka bir şey olamayacağına inanıyordum.

Başta aklımı çelip bu yolculuğa çıkmak için beni yüreklendiren arkadaşım, kaptanın oğlu da artık cesaretini kaybetmiş gibi görünüyordu. Hepimiz farklı farklı mahallelere yerleştirilmiş olduğumuzdan, Yarmouth’a vardıktan ancak iki ya da üç gün sonra onunla konuşabildim; beni ilk gördüğü anda onun fazlasıyla değişmiş olduğunu söyledim; yüzü çok düşünceli görünüyordu ve başını sallayarak ne durumda olduğumu sordu, yanında duran babasına benim kim olduğumu, bu yolculuğa sadece ileride çıkmayı düşündüğüm çok daha uzun bir yolculuğa hazırlık olması amacıyla katılmış olduğumu söyledi. Babası bütün konuşmaları dinledikten sonra çok ciddi ve endişe verici bir tonla bana, “Genç adam!” dedi. “Sen bir daha asla denize çıkmamalısın; bu yaşamış olduklarını kesinlikle bir denizci olamayacağının belirgin bir işareti olarak görmelisin.”

“Neden efendim?” dedim ona. “Siz bir daha denize dönmeyecek misiniz?”

“Bu başka bir durum.” dedi bana. “Denizcilik benim mesleğim ve bu yüzden de asli görevim; ancak sen bu yolculuğa sadece kendini sınamak için çıktıysan, Tanrı’nın sana ileride başına neler gelebileceğine dair bir örnek verdiğini kabul etmelisin. Belki de Tarşuş’un gemisindeki Yunus gibi, bütün bunlar da senin yüzünden başımıza gelmiş olabilir. Tanrı’m!” diye üzgün bir ifadeyle konuşmasına devam etti. “Nasıl birisin sen, neden böyle bir deniz yolculuğuna çıktın ki?”

Bunun üzerine kendi hikâyemi ona anlattım; sonunda konuşmam bittiğinde adam korkunç bir öfkeyle bana patladı:

“Tanrı’m ben sana ne yaptım da gemime böyle bir yaratığı göndererek beni cezalandırdın?” diye haykırdı. “Bundan sonra senin ayağını attığın bir gemiye, üzerine para verseler dahi asla binmeyeceğim.”

Adamın yaşamış olduğu kaybından dolayı fazlasıyla acı çektiğini ve bu yüzden de sarf ettiği kelimeleri kontrol edemediğini düşünüyordum. Ancak bir süre sonra öfkesini kontrol altına almıştı, böylece ciddi bir ifadeyle benimle konuşmaya başladı, bana hiç vakit kaybetmeden babamın yanına geri dönmem gerektiğini, Tanrı’nın lanetini üzerime çekerek daha fazla başımı belaya sokmamamı nasihat etti.

“Ve genç adam…” dedi sonra. “Şayet babanın sözünü dinlemeyerek geri dönmeyecek olursan; nereye gidersen git onun sözleri yerine gelene kadar felaketler senin peşini bırakmayacak ve hayatın boyunca hayal kırıklıklarından başka hiçbir şeyle karşılaşmayacaksın.”

Bu konuşmanın ardından kısa süre sonra ayrıldık; ona bu konuda pek karşılık vermedim, zaten daha sonrasında da bir daha görmedim, başına ne geldi, nereye gitti bilmiyordum. Bana gelince, cebimde çok az param olduğundan kara yoluyla Londra’ya geçtim; bütün yolculuk boyunca doğrudan evime mi gitsem yoksa yeniden kendimi denizlere mi atsam diye düşünerek kendimle mücadele ettim.

Eve dönmemi engelleyen en büyük etken, yapmış olduklarım karşısında duyacağım büyük utançtı. Sadece annem ve babama karşı utanç duymayacaktım, komşularımız arasında da alay meselesi olacak, böylece etrafımdaki herkesten utanmak zorunda kalacaktım. Evden ayrıldığım günden bu yana insanları gözlemleme fırsatım olmuştu, ne kadar uygunsuz olursa olsun, ne kadar mantıksızca davranılırsa davranılsın genç bir delikanlının o dönemlerde hatasını anlayıp tövbe etmesi ve pişmanlık duyması durumunda kimsenin buna anlayış göstermeyeceğini biliyordum. Onlara göre işlediği suçtan utanmayan bir kişinin sonrasında duyduğu pişmanlık, insanı aptalca gösterecek bir davranışta bulunmaktan sıkılmazken o davranıştan sonra utanması ve vicdan azabı duymasına benzer bir şekilde bilgece davranış olarak görülmeyecekti.

Bu düşüncelerle mücadele ettiğim sırada, ileride ne yapmam ve nasıl bir yol izlemem gerektiği konusunda kendime bir yön çizemediğimden, bir süre yaşamımı aynı konumumda sürdürdüm. Eve geri dönme konusunda engelleyemediğim isteksizlik duygusu sürmeye devam ediyordu; zaman geçtikçe yaşamış olduğum amansız tehlikelerin izleri de yavaş yavaş silinmeye başlamış, az da olsa eve dönmek için duyduğum isteğim de onlarla birlikte kaybolmuştu, en sonunda da bu düşüncelerimin hepsini bir kenara bırakarak yolculuğa hazır olduğuma karar vermiştim.

II. BÖLÜM

ESARET VE KAÇIŞ

O zamanlar beni evimden kopararak uzaklara sürükleyen para kazanmak için duyduğum vahşice tutkularım, hiçbir şeyi umursamadan babamın tüm güzel öğütlerine, yalvarmalarına ve buyruklarına sırtımı dönmemi sağlayan, beni tamamen hâkimiyeti altına alan bu uğursuz etki; beni şimdi Afrika kıyılarına, gemicilerin kaba deyimiyle Gine’ye giden bir gemiye binmem için zorluyordu.

Bütün bu maceralarım esnasında yapmış olduğum en büyük hatam, bu yolculuklara asla bir denizci olarak gitmeyişimdi. Belki yolculuk boyunca çok daha fazla çalışmak zorunda kalabilirdim ancak bu sayede, zaman içerisinde kendimi geliştirerek bir güverte lostromosunun bilgi ve deneyimine sahip olabilir, çok daha fazla çalışarak günün birinde kazanmış olduğum deneyimlerimle belki yardımcı kaptan ya da bir kaptan görevine bile yükselebilirdim. Ama daha kötüsünü seçmek her zaman kaderim olduğundan, bu noktada da farklı davranmadım; cebimde param, sırtımda kaliteli kıyafetlerimle, gemiye saygın bir beyefendi edasıyla bindim; böylece bu yolculuğum boyunca da ne herhangi bir işte çalıştım, ne de herhangi bir şeyi öğrenmek için çaba sarf ettim.

Londra’da iyi bir arkadaş çevresine düşmüş olmaktan dolayı şanslıydım; bu da o zamanlar benim gibi etrafta avare şekilde dolaşan delikanlıların başına nadiren gelebilecek bir mutluluktu; benim gibi başıboş dolaşan delikanlılara şeytan türlü tuzaklarını hazırlamayı ihmal etmezdi; ancak bu durum benim için söz konusu olmamıştı. İlk olarak daha önce Gine kıyılarına yolculuk yapmış ve orada çok başarılı işlere imza atmış, bu yüzden de tekrar oraya gitmeye karar vermiş bir kaptanla tanışmıştım. Kaptanın konuşmaları öylesine süslü ve gösterişliydi ki, benim yaşımdaki bir delikanlıyla sohbet etmekten bile hoşlanmıştı, ona amacımın gezerek dünyayı görmek olduğunu söylediğimde, bana kendisi ile birlikte yolculuk yapacak olursam, masrafım olmayacağını belirtti. Ona yol arkadaşlığı edebileceğimi, yanımda getirebileceğim bazı ticari eşyalar olursa onların satışını yapabileceğimi ve belki de bu sayede gayet güzel bir kazanç elde edebileceğimi açıkladı.

Teklifi kabul ettim; dürüst, açık sözlü bir adam olan bu kaptanla sıkı bir dostluğa girerek onunla birlikte yolculuğa çıktım ve gerçekten de yanıma almış olduğum bazı ticari malları satarak onun desteğiyle gayet iyi para kazanmıştım; kaptanın önerileri üzerine yanıma yaklaşık kırk poundluk oyuncak ve bu türde birkaç malzeme almıştım. Bu kırk pound ise akrabalarımla yapmış olduğum son yazışmalar neticesinde bana destek olmak amacıyla gönderilmişti; muhtemelen annem ya da babamı bir şekilde kandırmayı başararak ilk yolculuğumda bana bu şekilde yardımcı olmak istemişlerdi.

Yaşadığım tüm maceralarım arasında başarılı geçen tek yolculuğum bu olmuştu diyebilirim, bunu da elbette kaptan arkadaşımın iyiliğine ve dürüstlüğüne borçluydum. Onun verdiği bilgiler sayesinde matematik ve gemicilik kuralları hakkında sağlam bilgilere sahip olmuş, geminin rotasının nasıl hesaplanacağını, nasıl gözlem yapıldığını, kısacası bir denizcinin bilmesi ve anlaması gereken bazı şeyleri onun yardımıyla öğrenmiştim. Bana ders vermekten çok zevk alıyor, ben de ondan bilgi aldığım için mutlu oluyordum; başka bir şekilde ifade etmem gerekirse onun sayesinde, bu yolculuk beni hem denizci hem de tüccar yapmıştı. Bu yolculuğun dönüşünde yanımda yaklaşık olarak iki buçuk kilo altın tozu getirmiştim, Londra’da bunun karşılığında neredeyse üç yüz pound almıştım; işte tüm düşüncelerimi değiştirerek, aşırı bir tutkuyla para kazanma hırsı da ilk defa o zaman gözümü karartarak yola devam etmem gerektiği konusunda bir saplantı hâline gelmişti.

Bu yolculuğumda bile yaşadığım bazı talihsizlikler olmuştu; özellikle de iklimin aşırı sıcak olmasından dolayı çok şiddetli bir beyin hummasına yakalanmıştım; başlıca ticaretimizi gerçekleştirdiğimiz kıyı, ekvatorun on beş derece kuzey enlemi üzerinde bulunuyordu.

Artık bir Gine tüccarı olmak üzereydim; çok büyük talihsizlik neticesinde arkadaşım bu yolculuktan döndükten kısa süre sonra öldü, bense aynı yolculuğu yeniden yapmaya karar vermiştim ve yine aynı gemiye bindim, ilk seferinde yardımcı kaptan olan kişi, şimdi kaptanlık görevine getirilmişti. Muhtemelen benden başka hiç kimse o güne kadar böylesine kötü ve talihsiz bir yolculuk yaşamamıştır; zira yola çıkarken kazanmış olduğum paranın yüz poundunu yanıma almış ve geri kalanını ölen yakın arkadaşımın dul eşine bırakmıştım; yola çıktığımız andan itibaren de çok feci talihsizlikler yaşamak zorunda kalmıştım. Başıma gelen ilk talihsizlik; sabah daha şafak sökmeden, gemimiz Kanarya Adaları’na doğru yol alırken daha doğrusu bu adalar ve Afrika kıyıları arasında; Sallee Limanı’ndan çıkan bir Türk korsan gemisinin tüm yelkenlerini açarak peşimize düşmüş olmasıydı. Biz de onlardan kaçabilmek için direklerimizin yüklenebileceği kadar yelkenlerimizi tam olarak açmıştık; ancak korsanlar bizden çok daha hızlı yol aldıklarından, birkaç saat içerisinde bize yetişebileceklerini görünce savaşa hazırlanmak zorunda kaldık; gemimizde on iki, korsanların gemisinde ise on sekiz top vardı. Öğleden sonra saat üç gibi bize ulaşmışlardı ve gemimize arka tarafından binmek isterlerken alabandadan saldırmışlardı, hemen el birliğiyle toplarımızdan sekizini o tarafa doğru yerleştirdik ve hepsini aynı anda ateşledik, bu hamlemizle bizden biraz uzaklaşmış olsalar da kısa süre sonra bize karşı top atışıyla karşılık vermiş ve bu esnada gemilerinde bulunan yaklaşık iki yüz adam ellerindeki silahları da ateşlemişti. Neyse ki bütün adamlarımız o sırada kendilerini siperlerde tuttukları için saldırıdan hiçbirimiz yara almadan kurtulmuştuk. Onlar bize tekrar saldırmaya, bizse kendimizi savunmaya hazır durumdaydık. Ancak biz kendimizi diğer hamlelerine hazırladığımız sırada, onların altmış adamı alabandanın diğer tarafından yaklaşarak gemimize bindiler ve hemen güvertemizdeki armalarımızı kesmeye ve ellerine geçirdikleri her şeyi parçalamaya başladılar. Silahlarımızla onlara karşılık verdik; saçmayla, süngüyle, yumruklarımızla onlara karşı savaştık ve güvertemizi iki kez onların bedenleriyle temizledik. Maceramızın bu hüzünlü bölümünü kısa geçersek, bütün bu mücadelenin sonunda gemimiz kullanılmaz hâle gelmiş ve adamlarımızdan üçü ölmüş, sekizi yaralanmıştı, böylece pes etmek zorunda kalmıştık; hepimiz esir alınarak Mağriplilere ait bir liman olan Sallee’ye götürüldük.

Orada, adamların bana karşı tutumu, beklediğim kadar korkunç olmadı; diğer adamlarımızı götürdükleri gibi beni imparatorun sarayına götürmediler, genç, çevik ve işlerine yarayacak kadar uyanık olduğumdan korsan gemisinin kaptanı beni kendisine ayırdı. Bir tüccardan sefil bir köle hâline düşmekle yaşadığım korkunç değişiklik beni mahvetmişti. Yine babamın düşeceğim kötü durumlar hakkındaki söyledikleri aklıma geliyordu, perişan olacağımı, kimsenin bana yardım etmeyeceğini, sanki her şeyi önceden görmüş gibi bana söyleyişini hatırlıyordum, bundan daha kötü bir duruma düşemeyeceğimi düşünüyordum ve babam yine haklı çıkmıştı. Artık Tanrı’nın gazabına uğramıştım ve ne yazık ki hiçbir şekilde kurtuluş umudum da yoktu! Ancak bununla da kalmayacaktı, hikâyenin devamında yaşayacaklarım görüleceği üzere bu yaşadıklarımın yanında hiç kalacaktı.

Yeni patronum ya da efendim beni kendi evine götürdüğünden, tekrar denizlere dönerek korsanlık yapmaya devam edeceğim günü beklemeye başlamıştım, böylece beni de yanına alacağını tekrar bir saldırıda bulunacağı zaman bir İspanyol ya da Portekiz savaş gemisine yakalanacak olursak, özgürlüğüme kavuşabileceğimi umuyordum. Ancak bu umudum da kısa süre içinde elimden alındı; çünkü denize açıldığı zamanlarda küçük bahçesine bakmam ya da diğer köleler ile evin başka işlerini halletmem için beni karada bırakarak tüm angarya işleri üzerime yıkıyordu; tekrar geri döndüğünde gemide yapılacak işleri halletmem için beni kamarasında yatırıyordu.

Buradan kaçmaktan başka bir şey düşünemez olmuştum, aklıma bin türlü fikir geliyordu ancak hangisinin en uygun olacağına bir türlü karar veremiyordum; çünkü planladığım kaçış yollarında bana destek olabilecek etrafımda ne bir İngiliz, ne İrlandalı ne de İskoç tek bir köle dahi yoktu. Böylece iki yıl boyunca kaçış planımı sadece hayal ederek kölelik hayatımı devam ettirdim; ancak bu süre zarfında hiçbir şekilde kaçmak için en ufak bir fırsat dahi yakalayamadım.

Yaklaşık iki yıl sonra, hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkan tuhaf bir fırsat sayesinde, kaçmak ve özgür kalmak için yeniden planlar yapmaya başladım. Maddi açıdan sıkıntıda olduğunu duyduğum patronum, gemisine gerekli bakımı yaptıramadığından bu sefer çok daha uzun süreliğine karada kalmıştı. Haftada bir ya da iki kez, kimi zaman çok daha sık, havalar el verdiği sürece geminin sandalını alarak balığa çıkıyordu. Sandalın küreklerini çekmemiz için de her zaman beni ve Maresco’yu yanında götürüyordu, ikimiz onu hem çok eğlendiriyorduk hem de balık tutma konusunda oldukça maharetli olduğum için benim varlığımdan çok mutlu oluyordu. Kimi zaman beni akrabalarından biri olan bir Arap’la ve Maresco ile birlikte onların deyimiyle bir tabak balık yakalamaya gönderiyordu.

Havanın oldukça sakin olduğu bir sabah yine balığa çıkmıştık ve tam bu sırada aniden ortaya çıkan kalın bir sis tabakası yüzünden, kıyıdan yarım mil açıkta olmamıza rağmen karayı göremeyecek duruma düşmüştük, hangi yöne ya da ne tarafa gideceğimizi hiç bilmeden tüm gün ve tüm gece hiç durmadan kürek çekmiştik. Ancak ertesi sabah sis kalktığında kıyıya yaklaşmak yerine, karadan en az iki mil açıkta olduğumuzu fark etmiştik. Bununla birlikte, sabahın erken saatlerinde esen şiddetli rüzgâra rağmen, elimizden geleni yaparak küreklere asılmış ve hepimiz çok aç vaziyette sonunda karaya çıkabilmiştik.

Yaşadığımız bu talihsizlik patronumuzu fazlasıyla korkutmuş ve bir sonraki sefer çok daha ihtiyatlı davranmasına sebebiyet vermişti. Böylece ilk olarak küçük sandal yerine, bir İngiliz gemisinden ele geçirdiği büyük bir tekneyi balık avında kullanmak için hazırlattı ve bir daha pusulasız ve yanında yeteri kadar yiyecek olmadan ava çıkmamaya karar verdi. Bu yüzden geminin marangozu olan İngiliz asıllı kölesine teknenin tam ortasına, saltanat kayıklarında olduğu gibi küçük bir kamara, hemen kamaranın arkasında duracak dümen kısmı ve ön tarafında iki kişinin yelkenlere kumanda edebileceği şekilde durabileceği bir yer inşa etmesini emretti. Tekneye, Latin yelkeni denilen bir tür yelken takılmıştı; bu yelken kamaranın üst kısmından çok rahat ve kolayca uzanılarak kullanılabiliyordu, kamara da içerisinde kendisi ile birlikte iki kölesinin de yatabileceği şekilde düzenlenmişti; içeriye özellikle sevdiği içecekleri, ekmeği, pirinci ve kahvesini koyabileceği şekilde bir dolap ve masa da yerleştirilmişti.

Bu tekneyle daha sık balığa çıkmaya başlamıştık; marifetlerimden çok memnun olduğundan bensiz balığa çıkmaz olmuştu. Bir seferinde, bulunduğumuz bölgenin ileri gelenlerinden iki Mağripli ile birlikte hem zevk hem de balık avlamak için denize çıkmaya karar verdi, muazzam bir hazırlık yapıldı, geceden tekneye çok daha fazla yiyecek ve içecek malzemesi depolandı. Bana da gemisinde bulunan barut ve silahını alıp tekneye getirmemi emretti, böylece balık avlamanın yanı sıra spor amaçlı olarak kuş avına da çıkabileceklerini söyledi.

Bütün hazırlıkları emrettiği şekilde yerine getirdim ve ertesi sabah için tekneyi temizleyerek gelecek olan misafirlere daha gösterişli görünmesi için süsledim. Ancak ertesi gün patronum tekneye tek başına geldi, arkadaşlarının işi çıktığından balığa gelemeyeceklerini, onları akşam evinde yemekli olarak ağırlayacağından bana ve diğer köleye açılıp balık tutmamızı emretti, vermiş olduğu görevi hemen yerine getirmeye hazırdım.

Tam bu esnada kaçmak için düşüncelerim yeniden aklıma düşmüştü, çünkü şimdi emrim altında küçük bir teknem olacaktı. Patronum yanımdan ayrılır ayrılmaz, balık için değil çıkacağım yolculuk için hazırlanmaya başladım; aslında ne gideceğim yeri biliyordum ne de bunu önemsiyordum, tek dileğim bir an evvel buradan kaçıp herhangi bir yere giderek bu kölelikten kurtulmaktı.

İlk iş olarak bir şekilde Mağriplinin yolculuk boyunca bize yetecek kadar yiyecek getirmesini sağladım; bahane olarak da patronumuzla ava çıktığımızda onunla aynı ekmekten yememizin doğru olmayacağını öne sürdüm. Bu konuda doğru düşündüğümü söyleyerek tekneye bir sepet dolusu peksimet ve bisküvi, üç testi de fazladan su getirdi. Patronumun, İngiliz gemilerinden elde etmiş olduğu değerli şişelerini koyduğu dolabın yerini gayet iyi biliyordum, böylece Mağripli orada olmadığı sırada onları sanki patronum için konulmuş gibi dolabın içine yerleştirdim. Ayrıca ileride bize faydası dokunacağını düşündüğüm, bir büyük top bal mumu, bir top sicim, bir balta, bir testere ve bir de çekiç aldım; özellikle de bal mumu sonrasında bizim için gerçekten çok faydalı olmuş ve onu mum yapımında kullanmıştık. Mağripliye masum küçük bir oyun daha oynadım, o kadar iyi niyetli bir adamdı ki söylediklerime hemen inanmıştı. Asıl adı İsmail’di ancak onu genellikle Molla diye çağırıyorlardı. “Molla!” dedim ona. “Patronumuzun silahları teknede; onlar için biraz barut ve mermi getirir misin? Büyük gemide oldukça fazla cephanelik olduğunu biliyorum, belki balık haricinde kendimiz için birkaç kuş da vurabiliriz.”

“Tamam.” dedi adam hemen. “Biraz getireyim.” Kısa bir süre sonra da küçük deri kese içerisinde yaklaşık olarak bir buçuk kilo kadar barut getirerek tekneye koydu; bense bu arada patronumun odasından ihtiyacım kadar mermi alıp tekneye yerleştirmiştim. Aynı zamanda, patronumun gemideki odasında bir miktar daha barut bulmuştum, içeride bulduğum büyük bir şişenin içine de bu baruttan doldurdum; böylece ihtiyacımız olabilecek her şeyi yanımıza almış hâlde, sözde balık tutmak amacıyla limandan ayrılarak yola çıktık. Limanın girişindeki kalede nöbet tutanlar bizim kim olduğumuzu bildiklerinden, hiçbir şey söyleme gereği duymamışlardı; limandan bir mil kadar uzaklaştıktan sonra yelkenlerimizi indirerek balık tutmaya başladık. Rüzgâr istediğim gibi kuzeyden esmiyordu, şayet yönünü değiştirmiş olsaydı böylece İspanya kıyılarına, en azından Cadiz Körfezi’ne kadar ulaşabileceğimi düşünüyordum; ancak hangi yöne olursa olsun kararım kesindi, bu iğrenç ve korkunç yerden olabildiğince uzak bir yere gidecek ve gerisini kaderimin ellerine bırakacaktım.

Hiçbir şey yakalamadan bir süre avlandık, çünkü oltamın ucuna takılan balıkları bilerek yukarı çekmiyor ve kaçmalarını sağlıyordum, Mağripliye de, “Bu işe yaramayacak, patronumuz böyle bir hizmeti asla affetmez, bu yüzden daha fazla açılmamız gerekiyor.” dedim. Söylediklerimden herhangi bir kötü niyet beklemediğinden, zavallı adam teknenin başına geçerek yelkenleri açtı. Dümenin başında olduğundan böylece tekneyi üç mil daha ileriye götürdüm ve sonrasında sanki balık tutacakmışım gibi orada durdum; yardımcı çocuğa dümeni bıraktıktan sonra, usulca Mağriplinin yanına gittim ve sanki bir şeyler arıyormuşum gibi yaparak arkasında durdum, kolumu doğrudan onun beline sararak, kucakladığım gibi onu tekneden denize attım. Tıpkı bir mantar gibi yüzebildiğinden hemen su yüzüne çıkmış, bana bağırıyor, kendisini tekneye almam için yalvarıyor, dünyanın neresine gidersem gideyim benimle gelmeye razı olacağını söylüyordu. Çok hızlı yüzebildiğinden, kısa sürede bize yetişebileceğini görebiliyordum; bu yüzden de kamaraya giderek içeriye yerleştirmiş olduğumuz silahlardan birini aldım, dışarı çıktığımda ona peşimi bırakacak olursa, zarar vermeyeceğimi, hiçbir şey söylemeyecek olursa onu vurmayacağımı söyledim. “Ama…” dedim sonra. “Kıyıya varabilecek kadar iyi yüzüyorsun, deniz de yeterince sakin, bu yüzden kıyıya doğru yüzebilirsin, ben de sana zarar vermem; ancak tekneye biraz olsun yaklaşacak olursan senin kafanı dağıtırım, çünkü ben ne pahasına olursa olsun özgür olmayı kafama koydum.” dedim. Böylece adam geri dönerek kıyıya doğru yüzmeye başladı; mükemmel bir yüzücü olduğundan emin olduğum için onun kıyıya kolayca varmış olduğundan da hiç şüphem olmadı.

Belki de Mağripliyi yanıma alıp çocuğu denize atmam benim için daha iyi olabilirdi, ancak ona yeterince güvenemiyordum. O gittikten sonra, adı Xury olan çocuğa döndüm ve ona, “Xury, eğer bana sadık kalırsan seni harika bir adam yaparım ama ellerine yüzünü sıvazlayıp bana dürüstlüğünü göstermezsen (bu hareketin anlamı Muhammed ve babasının sakalı üzerine yemin ederim demekti), seni de denize atmak zorunda kalırım.”

Çocuk yüzüme bakarak gülümsedi ve hemen ardından bana sadık kalacağına ve tüm dünyayı benimle birlikte dolaşarak bana yardımcı olacağına dair yemin etti; o kadar masum bir ifadeyle konuşuyordu ki ona güvenmekten başka çarem kalmamıştı. Mağripli kıyıya doğru yüzmeye devam ederken ben de sanki doğrudan denize açılacakmışım gibi yönümü rüzgâra çevirmiştim, bu sayede herkes benim boğaza doğru gittiğimi sanacaktı (aslında aklı başında olan herkesin de böyle düşünmesi gerekirdi); güneye doğru, bütün zenci uluslarının bizi sandallarıyla çevreleyerek yok edebilecekleri barbar halkın yaşadığı sahillere doğru yola çıktığımı kim bilebilirdi ki? Büyük çabalarla kıyıya ulaşabilsek bile, vahşi hayvanlar ya da en az onlar kadar yabani olan insanlar tarafından parçalanma olasılığımız olduğunu kim düşünebilirdi?