Ancak akşam karanlığı çöktüğü sırada, rotamı değiştirdim ve kıyıyı gözden kaybetmeyeceğim şekilde yolumu doğrudan güneydoğu yönüne çevirdim. Taze, güzel bir akşam rüzgârı esiyordu, deniz fazlasıyla sakindi, gece boyunca ve ertesi gün öğleden sonra saat üçe kadar öyle güzel yol almıştım ki, sonunda Sallee Limanı’nın en az yüz elli mil güneyine varmayı başarmıştım. Fas İmparatorluğu’nun ya da o bölgedeki herhangi bir başka kralın ülkesinin çok ötesine çıkmıştım, çünkü tek bir insan dahi görmemiştik.
Yine de o bölgenin halkından ve onların ellerine yeniden düşmekten öylesine korkuyordum ki, burada ne kıyıya çıkmaya ne de karaya yanaşmaya hiçbir şekilde cesaret edemedim. Rüzgârın gayet güzel esmesi sayesinde beş gün boyunca durmadan yola devam ettim. Sonra rüzgâr yönünü güneye çevirdi, böylece peşime düşen herhangi bir gemi varsa rüzgârın yön değiştirmesiyle beni aramaktan vazgeçmiştir diye düşünmeye başladım. Bu yüzden de karaya yanaşma cesaretimi toplayarak küçük bir nehrin ağzına demir attım, bulunmuş olduğum yerin neresi olduğunu, hangi iklime, hangi enleme, hangi boylama, hangi ülke topraklarına ya da hangi nehre bağlı olduğunu bile bilmiyordum. Ne tek bir insan görmüştüm ne de görmek istemiştim, zaten tek dileğim tatlı suya ulaşabilmekti. Nehre akşam çöktüğünde girmiştik, hava karardıktan hemen sonra yüzerek karaya çıkmaya ve etrafı keşfetmeye karar verdik; ancak karanlık çöker çökmez etraftan yükselen vahşi hayvanların havlamaları, kükremeleri ve korkunç ulumaları yüzünden buna cesaret edemedik, zavallı çocuk korkudan ölecek gibiydi, sürekli olarak gün ağarana kadar kıyıya çıkmamız için bana yalvarıyordu.
“Tamam, Xury.” dedim ona. “O zaman gitmeyeceğim ama gün aydınlandığında da karşımıza bu hayvanlardan çok daha kötü insanlar çıkabilir.”
“Öyleyse ateş edersin silahla.” dedi Xury gülerek. “Hepsini kaçırırsın.” Xury’nin bizim gibi kölelerden öğrenmiş olduğu İngilizcesi bu kadardı. Bununla birlikte, çocuğun kendini toparlamış olduğunu görmekten dolayı da mutluydum, onu daha fazla neşelendirmek için (patronumuzun kasasındaki şişelerden) bir yudum içki verdim. Ne de olsa, Xury’nin önerisi gayet mantıklıydı, ben de onun sözünü dinlemiştim. Küçük çapamızı atarak olduğumuz yerde demir aldık ve bütün gece sessizce orada yattık. Sessizce diyorum çünkü ikimiz de uyuyamadık; iki ya da üç saat içinde pek çok türden büyük yaratığın (isimlerini bile bilmiyorduk), kıyıya inerek serinlemek için nehre girdiklerini, suyun içerisinde debelenerek yıkandıklarını gördük, öylesine büyük gürültü çıkarıyor, uluyor ve homurdanıyorlardı ki, hayatım boyunca böylesine korkunç ve iğrenç sesler duyduğumu hatırlamıyordum.
Xury, çok korkmuştu, ne yalan söyleyeyim aslında ben de çok korkuyordum; ancak bu güçlü yaratıklardan birinin teknemize doğru yüzdüğünü duyduğumuz anda ikimiz de paniklemeye başlamıştık; onu görmüyorduk ancak öfkeli şekilde solumasından ne kadar heybetli, korkunç ve vahşi bir hayvan olduğunu tahmin edebiliyorduk. Xury, onun bir aslan olabileceğini söylüyordu; belki de bir aslandı ancak ben tam olarak ne olabileceğini kestiremiyordum; zavallı Xury korkudan hemen demir alıp oradan uzaklaşmamız için bağırdı. “Hayır!” dedim ona. “Xury, şamandırayı uzatarak denize doğru ilerleyebiliriz, böylece bizi takip edemez.”
Bu sözlerimi henüz bitirmiştim ki, yaratığın (her ne ise) iki kürek mesafede tekneye yakın konumda durduğunu fark ettim; şaşkınlıktan donup kalmıştım; kendimi toparlamaya çalışarak elimden geldiğince hızlı hareket ederek, kamaradan içeri girdim ve silahımı alıp yaratığa ateş ettim; hayvan yaşamış olduğu şaşkınlıkla arkasını dönerek, karaya doğru yüzmeye başladı.
Ancak tüfeğin patlaması öylesine büyük bir etki yaratmıştı ki etraftan yükselen korkunç çığlıkları, ulumaları ve bağırışları kelimelerle tarif edebilmek mümkün değildi, aynı zamanda bu yaratıkların bugüne kadar hiç silah sesi duymadıklarına da ikna olmuştum. Geceleri buradan kıyıya çıkamayacağımız gün gibi aşikârdı; gündüz nasıl kıyıya çıkacağımız ise başka bir sorundu. Herhangi bir vahşinin eline düşmek sonuç olarak bir aslan ya da kaplanın pençelerinin arasına düşmekten çok daha kötüydü; aslında her iki tehlike de eşit oranda bizim için büyük sorun teşkil ediyordu.
Her hâlükârda kıyıya çıkmak zorundaydık, çünkü teknemizde bir damla olsun içme suyu kalmamıştı; en önemli soru ise bu suyu nereden bulabilirdik ve tekneden ne zaman inmemiz gerekirdi? Xury, testilerden birini alarak kıyıya çıkmasına izin verecek olursam, su arayabileceğini ve bana da biraz getirebileceğini söyledi. Ona neden kendisinin gitmek istediğini sordum? Neden o teknede kalmıyordu, neden ben gitmiyordum ki? Çocuk bana öylesine sevgi dolu sözlerle karşılık verdi ki, buna inanılmaz mutlu olmuştum. “Eğer vahşi adam gelirse beni yer, sen kaçar.” dedi bana.
“Tamam, Xury.” dedim ona. “İkimiz birlikte gideceğiz ve vahşi adamlar gelecek olursa onları öldüreceğiz, böylece ikimizi de yiyemezler.” Çocuğu biraz daha cesaretlendirmek için ona bir parça peksimet ekmeği ve patronun şişesinden bir yudum daha içki verdim; böylece tekneyi kıyıya çıkarabilmemiz için en uygun yer olacağını düşündüğümüz bir konuma çektik, yanımıza tüfeklerimizi ve ikişer testiyi alarak tekneden indik.
Vahşilerin küçük kayıklarından birinin her an karşımıza çıkma olasılığından korktuğum için, teknemizi gözümün önünden ayırmak istemiyordum; ancak çocuk karada bir mil kadar ileride bulunan çukura doğru koşarak uzaklaşmıştı, bu yüzden bir süre sonra koşarak yanıma geri dönene kadar olduğum yerde bekledim. Öylesine telaşla koşturuyordu ki peşine takılmış bir vahşi ya da korkunç bir hayvan olduğunu düşünmeye başlamıştım, ona yardımcı olabilmek için koşmaya başladım. Ama ona yaklaştığım sırada omuzlarından sarkan bir şey olduğunu gördüm, sanki bir tavşana benziyordu ama hem rengi farklıydı hem de bacaklar bir tavşanınkinden çok daha uzundu. Her ne olursa olsun ikimiz de buna çok sevinmiştik, hayvandan çok iyi et çıkmıştı; ancak etten ziyade zavallı Xury’inin bana güzel bir kaynaktan su bulmuş olması çok daha fazla sevindirmişti ve etrafta hiç vahşi adam da görmemişti.
Kısa bir süre sonra, aslında su için boşu boşuna bu kadar yorulmuş olduğumuzu anladık, çünkü gelgit çıktığında deniz suyu nehirden çekiliyor ve ardında çok güzel, içilecek tatlı su bırakıyordu. Hemen testilerimizi doldurduk, yakalanan tavşanla da kendimize güzel bir ziyafet çektikten sonra, kara boyunca kimseyi görmeyince yeniden yola çıkmak için hazırlandık.
Daha önce bu kıyılardan bir sefer geçmiş olduğumdan, Kanarya Adaları ve Cape de Verde sahillerinden çok uzak olmadığını gayet iyi biliyordum. Ancak hangi boylamda bulunduğumuzu gözlemlemek ya da en azından yeri tam olarak ölçebilmek için kullanabileceğimiz hiçbir aletimiz yoktu, ben de bu yüzden tam olarak o adaların yerlerini hatırlayamıyordum, nerede aramam ya da o adalara gidebilmek için hangi rotayı seçmem gerektiğini bilmiyordum. Tüm bu bilgilere sahip olsaydım onların yerini kolayca bulabilirdim. Sadece tek bir umudum vardı; bu sahil boyunca yoluma devam edecek olursam, İngilizlerin alışılagelmiş ticaret limanlarından birine ulaşabileceğimi ya da bu güzergâh üzerinde geçen herhangi bir gemi tarafından kurtarılabileceğimizi düşünüyordum.
Yapmış olduğum hesaplamalara göre, şu anda bulunduğumuz konum Fas İmparatorluğu’nun egemenliği ile zenci halkın toprakları arasında kalan vahşi hayvanlardan başka hiçbir canlının yaşamadığı ıssız bölgelerden biri olmalıydı. Mağriplilerin korkusundan zenciler bu toprakları terk ederek güneye gitmişler ve Mağripliler bu toprakların verimsizliğinden dolayı yaşamaya değer bulmamışlardı. Aslında her iki taraf da adada yoğun bir şekilde yaşayan aslan, kaplan, leopar ve diğer vahşi yaratıklar yüzünden kaçmışlardı. Bu sebepten dolayı Mağripliler buraya iki ya da üç bin kişilik orduyla sadece avlanmak için geliyorlardı; gerçekten de geçtiğimiz tüm bu sahil boyunca gündüzleri ıssız bakir araziden, geceleri ise uğuldayan, havlayan ve kükreyen vahşi hayvanların gürültüsünden başka hiçbir şey duymadık.
Gündüzleri bir ya da iki kez, Kanarya Adaları’ndaki Teneriffe Dağları’nın zirvesindeki Pico Tepesi’ni görebiliyordum, böylece kısa sürede oraya ulaşabilirim umuduyla rotamı o yöne doğru çevirmeyi düşündüm. Ancak iki kez denedikten sonra, ters esen rüzgâr yüzünden küçük teknem büyük dalgalarla mücadele edemeyince pes ettim; böylece daha önceden yaptığım gibi, kıyı boyunca yol almaya devam ettim.
Birkaç kez bulunduğumuz konumdan ayrıldıktan sonra, tatlı su doldurmak için karaya yanaşmak zorunda kaldım; özellikle bir seferinde sabah erken saatte, denizden oldukça yüksek olan küçük bir kara noktasına demir atmıştık; daha ileriye gidebilmek için gelgitin başlamasını bekliyorduk. Benimkinden daha keskin gözlere sahip olan Xury, usulca bana kıyıdan daha uzağa gitmemiz gerektiğini söylüyordu, “Bak, oradaki tepenin yamacında, korkunç bir canavar yatmış, uyuyor.” Nereye işaret ettiğine baktığımda, gerçekten de tepenin biraz üst kısmında bir tarafı gölgede kalmış, korkunç, büyük bir aslanın kıyıyı seyrederek yattığını gördüm. “Xury!” dedim ona. “Sen kıyıya çık ve onu öldür.”
Xury, korku dolu gözlerle bana bakıyordu ve sonunda, “Ben öldürmek! O beni bir ağızda yer!” O kadar dehşete düşmüştü ki, zavallı çocuğa sadece onu biraz rahatlatacak birkaç kelimeden başka bir şey söyleyemedim, en büyük tüfeğimizi alarak, içine en iyi barutumuzdan doldurarak, iki kurşun yerleştirdim. Sonra başka bir tüfeği alarak ona da iki kurşun yükledim ve üçüncüsüne de (zaten üç tüfeğimiz vardı) beş küçük mermi doldurarak bir kenara koydum. Ne kadar iyi bir nişancı olduğumu gösterebilmek için büyük tüfeği elime alarak aslanın başına nişan aldım, ancak pençesini burnunun üzerine tuhaf bir şekilde yerleştirmiş olduğundan, kurşunlar bacağının kenarından dizine çarparak kemiğinin kırılmasına neden oldu. İlk olarak homurdanarak yerinden doğrulmaya çalıştı, ancak kırık olan ayakları yüzünden yeniden yere devrildi; sonrasında üç ayağının üzerinden yükselerek hayatım boyunca belki de duyabileceğim en korkunç kükremeyle, yürümeye çalıştı. Onu başından vuramamış olduğumdan dolayı şaşkındım; bununla birlikte hemen ikinci tüfeği elime aldım ve o daha tam olarak harekete geçemeden tekrar ateş ettim, bu sefer başından vurmayı başardım; yere düştüğünü, kükremesinin yavaşladığını ve can çekiştiğini görmekten dolayı çok mutluydum. Kıvranan hayvanın ölmek üzere olduğunu gören Xury, cesaretini toplamış ve kıyıya gitmek için benden izin istiyordu. “Eh, git.” dedim ona. Çocuk hızla suya atladı, bir eliyle küçük tüfeğini tutarken, diğer eliyle kıyıya doğru yüzmeye çalışıyordu, bir süre sonra kıyıya çıktı, yaratığa iyice yaklaşarak tüfeğinin namlusunu hayvanın kulağına dayayıp, bir el ateş etti ve böylece yaratığı oracıkta öldürüverdi.
Bu bizim açımızdan güzel bir avcılık oyunu olmuştu ancak hiçbir işimize yaramayacak, yiyemeyeceğiz bir hayvan için üç kurşunumuzu kaybetmiş olduğumuzdan dolayı üzgündüm. Ancak, Xury yine de aslandan bir parça koparmak istiyordu; yeniden tekneye geri gelerek, benden baltayı vermemi istedi. “Ne için istiyorsun Xury?” diye sordum. “Ben başından kesmek.” dedi çocuk bana. Ancak yine de aslanın başını kesmeyi beceremedi, bu yüzden çok büyük bir canavar ayağına sahip olan aslanın sadece bir patisini keserek, tekneye geri döndü.
Her neyse, ben de belki ileride ihtiyaç olabilir düşüncesiyle, bir şekilde hayvanın derisini yüzmeye karar verdim. Böylece, Xury ile birlikte hayvanın üzerinde çalışmaya başladık; ancak Xury bu konuda benden çok daha becerikliydi, bense bu işi nasıl yapacağıma dair hiçbir bilgiye sahip değildim. Bu işlem neredeyse tam bir günümüzü almıştı, nihayet işimizi bitirdikten sonra postu kuruması için kamaranın üzerine serdik, hayvanın derisi ancak iki gün içinde tam olarak kuruyabilmişti, ilerleyen zamanda bu postu üzerinde yatmak için kullanmıştım.
III. BÖLÜM
ISSIZ ADADAKİ KAZAZEDE
Bu molanın ardından, on ya da on iki gün boyunca sürekli olarak güneye doğru ilerlemeye devam ettik, yiyeceğimiz oldukça azaldığından mümkün olduğunca az beslenmeye çalışıyorduk, karaya da sadece taze içme suyu alabilmek için yanaşarak hemen yola devam ediyorduk. Tek amacım, Gambiya ya da Senegal nehirlerine ulaşmaktı; bu sayede Avrupalı gemilere denk gelebileceğim Cape de Verde sahillerine varabilmekti; şayet bunu yapamayacak olursam, geriye adaları aramaktan ya da bu bölgelerdeki zenciler arasında yok olup gitmekten başka çarem kalmayacaktı. Gine kıyılarına, Brezilya’ya ya da Doğu Hint Adaları’na giden Avrupa’dan gelen tüm gemilerin bu burundan ya da adalardan geçtiğini biliyordum; yani aslında bütün kaderim tek bir noktaya bağlıydı; ya bir gemiye rastlamak zorundaydım ya da yok olacaktım.
Bu kararımın ardından, dediğim gibi on gün daha yola devam ettim ve toprağın insandan yoksun olmadığını görmeye başladım; iki ya da üç yerde, kenarından geçtiğimiz kıyılardan bizi izleyen insanlar olduğunu gördük; hepsinin kapkara ve çıplak olduklarını seçebiliyorduk. Bir seferinde bu kıyılardan birine çıkmaya niyetlendim; ancak benim iyi niyetli danışmanım Xury bana sürekli olarak, “Gitme, gitme.” dedi. Ancak yine de onlarla konuşabileceğim kadar kıyıya yaklaşmaya çalıştım ve hepsinin kıyı boyunca uzun süre ardımızdan koştuklarını gördüm.
Herhangi bir ateşli silahları olmadığı aşikârdı ancak ellerindeki uzun ince sopaları silah olarak kullanıyorlardı, Xury bunların mızrak olduğunu ve bu adamların o aleti kullanmakta çok usta olduklarını ve uzun mesafelere kadar atabildiklerini söyledi. Bu yüzden mümkün olduğunca onlardan uzak durmaya çalışarak elimden geldiğince işaretlerle konuşmaya çalıştım; özellikle de onlardan yiyecek istediğime dair işaretler yapıyordum; teknemi durdurmamı ve bana yiyecek bir şeyler getireceklerini işaret ettiler. Bunun üzerine yelkenimi yarıya kadar indirdim ve beklemeye başladım, adamlardan ikisi adadan içeri doğru koştu ve yarım saatten kısa bir süre içerisinde geri döndü. Yanlarında iki parça kuru et ve biraz da mısır vardı; gerçi ellerindeki ürünlerin tam olarak ne olduklarını bilmiyorduk. Bununla birlikte kabul etmeye de gayet istekliydik ancak diğer başka bir sorunumuz ise adaya nasıl çıkacağımızdı, çünkü onlardan çekindiğim için karaya çıkmaya cesaret edemiyordum ve onlar da görünüşe göre bizden fazlasıyla korkuyorlardı. Sonunda iki taraf açısından da güvenli olabileceğini düşündüğümüz bir yol bulduk, onlar yiyecekleri kıyıya bırakarak, uzaklaşacak ve biz yiyecekleri alana kadar kıyıya yaklaşmayacaklardı. Biz de böyle yaptık, yiyecekleri alıp teknemize geri döndükten sonra, kıyıdaki insanlar yine sahile doğru yaklaştılar.
El kol hareketleriyle onlara teşekkür ettik, çünkü onlara verebileceğimiz hiçbir şeyimizi yoktu; ancak tam bu sırada onlara minnetimizi ifade edebileceğimiz çok daha iyi bir fırsat çıktı. Tepeden aşağıya doğru iki büyük yaratık koşarak ve kavga ederek iniyordu; erkek dişisinin peşinde mi koşuyordu, birbirleriyle oynaşıyorlar mıydı yoksa öfkeli bir kavgaya mı tutuşmuşlardı bunu anlayamıyorduk; ayrıca böylesi bir duruma burada sık sık rastlanıp rastlanmadığından da bihaberdik. Ancak görünüşe göre bu durum pek nadiren rastlanan bir durumdu, bu tuhaf, korkunç yaratıklar çok nadiren gündüz vakti görünürlerdi, normal zamanlarda gece dışında pek ortalarda görünmezlerdi; ayrıca etrafta dolaşan bazı kadınlar da korkudan kaçışıp duruyordu. Mızraklı olan adam kaçmaya yeltenmemişti ancak diğerlerinin hepsi kaçmıştı. Bununla birlikte iki yaratık doğrudan suya dalmışlardı, herhangi bir şekilde yerlilere saldırmaya niyetleri yokmuş gibi görünüyorlardı, suya dalmışlar yüzerek oynaşıyor ve kendi aralarında eğleniyorlardı. Sonunda hayvanlardan biri hiç beklemediğim kadar teknenin yakınına yaklaşmaya başladı; ancak ben durum için çoktan hazırlıklıydım; tüfeğimi hızlıca doldurmuş ve diğer ikisini doldurması için de Xury’e emretmiştim. Hayvan menzilime iyice girer girmez hemen ateş ettim ve onu doğrudan kafasından vurdum; hayvan hemen suya daldı, ancak anında tekrar yükselerek sanki can çekişiyormuş gibi suya dalıp çıktı; almış olduğu ölümcül yaradan dolayı ne kadar uğraşırsa uğraşsın kıyıya ulaşamadan ölüp gitti.
Zavallı yerliler silahımın gürültüsünden dehşete düşmüşlerdi, yüzlerindeki ifadeyi size kelimelerle anlatabilmem imkânsız; hatta bazıları öylesine korkmuştu ki, bayılarak ölü gibi yere serilmişlerdi; nihayetinde hayvanın ölerek suya gömüldüğünü ve benim de işaretlerimden herhangi bir sıkıntı olmadığını görünce hepsi kıyıya doğru yaklaştılar ve suya batmış olan hayvanı aramaya başladılar. Kanı yüzünden bulanıklaşan suyun içerisinden hayvanı yakalayarak bir halatı boynuna doladım ve ipin ucunu da dışarı sürüklemeleri için yerlilere attım, hayvanı kıyaya doğru sürüklediklerinde, parıldayan muhteşem benekleri, hayran bırakan güzelliğiyle bir leoparı havaya doğru kaldıran yerliler, bu hayvanı neyle öldürmüş olabileceğimi anlayabilmek için evirip, çeviriyorlardı.
Tüfeğin ateş alması ve çıkarmış olduğu büyük gürültüden dolayı diğer yaratık korkarak karaya doğru yüzmüş ve sonrasında da arkasına bile bakmadan geldikleri yöne doğru koşarak tepenin ardında ortadan kaybolmuştu, aramızdaki mesafeden dolayı ne tür bir hayvan olduğunu bile görememiştim. Zencilerin bu yaratığın etini yemeye ne kadar istekli olduğunu çabucak anlamıştım, bu yüzden de bize göstermiş oldukları iyiliklerini karşılıksız bırakmamak için hayvanı onlara bırakmaya karar verdim; alabileceklerini işaret ettiğimde çok sevinmişlerdi. Hemen hayvanın üzerinde çalışmaya başladılar, bıçakları ya da parçalayacak keskin aletleri olmasa da buldukları tahta parçasını bıçak niyetine kullanarak hayvanın derisini kolayca yüzerek çıkardılar. Etleri parçalamaya başladıklarında, bir parça da bize vermek istediler ancak tekliflerini kabul etmedim, sadece hayvanın postunu almak istediğimi işaret ettim onlara, dileğimi seve seve kabul ettiler ve beraberinde tam olarak neler olduklarını bilmediğim yiyeceklerinden de ilave ettiler. Daha sonra onlara biraz da suya ihtiyacım olduğunu göstermek için içi boşalmış testimi ters çevirerek onu doldurmak istediğimi gösterdim. Hemen arkadaşlarından bazılarını çağırdılar ve iki kadın koşarak geldi, ellerinde muhtemelen güneşte pişirerek hazırlamış oldukları büyük bir tekne vardı, aynı yiyeceklere yaptıkları gibi onu da kıyıya bıraktılar, Xury’i kıyıya gönderdim ve testilerimizin üçünü de böylece doldurabildik. Kadınlar da tıpkı erkekler gibi çıplaktı.
Artık yiyecek, kökler, mısırlar ve su açısından gayet zengindik ve dost canlısı yerlilerle vedalaşarak bu kıyıdan ayrıldık, on gün boyunca kıyıya yanaşmaya hiç gerek görmeden yolumuza devam ettik, sonunda yaklaşık üç dört mil ötede büyük bir kara parçasını görene kadar hiç durmadan ilerledik. Deniz o kadar sakindi ki bu kara parçasına yaklaşabilmek için oldukça büyük mesafeden denize açılmak zorunda kaldım. Uzun bir yol aldıktan sonra, kara parçasının arka kısmına dolaştığım sırada, karadan iki mil uzaklıkta denize doğru düz bir şekilde inen başka bir kara parçası gördüm; iyice inceledikten sonra bu kara parçasının Cape de Verde adaları olarak adlandırılan adalar olduğu sonucuna vardım, kesinlikle öyleydi. Ancak bu grup adası oldukça uzak mesafedeydi ve iki adadan hangisine gitmem gerektiğine bir türlü karar veremiyordum; çünkü tam bu süre zarfında sert bir rüzgâr çıkacak olsa her iki adaya da ulaşma olanağım olmayacaktı.
Bu ikilemli düşüncelere kapılarak dalgın hâlde kamaradan içeri girdim ve oturdum, Xury dümene geçmişti; birden çocuğun, “Efendi, efendi, yelkenli gemi!” diye bağırdığını duydum. Aptal çocuk patronum arkamızdan bir gemi göndererek bizi yakalamaya çalıştığını düşünmüş, korkudan aklı başından gitmişti ancak ben onların bize ulaşamayacakları kadar uzak bir mesafede olduğumuzu bildiğimden rahattım. Kamaradan dışarı fırladım ve sadece gemiyi görmekle kalmadım, aynı zamanda bir Portekiz gemisi olduğunu da anladım; ilk aklıma gelen şey onların zencilerle alışveriş yapmak üzere Gine kıyılarına gittikleri oldu. Ancak, çevirdikleri rotayı düzgünce gözlemledikten sonra, kısa süre içerisinde başka bir yöne doğru gittiklerini ve kıyıya yanaşmaya niyetleri olmadığını fark ettim; bunun üzerine onlarla konuşabilmek için mümkün olduğunca denizde açılarak onlara yaklaşmaya çalıştım.
Yelkenlerimi her ne kadar tam olarak fora etmiş olsam da, onlara bir işaret dahi veremeden geçip gideceklerini anlamıştım. Elimden geldiğince yüksek sesle bağırmaya çalıştım ve tam umutsuzluğa kapıldığım sırada, muhtemelen denizcilerden birinin dürbünle bizi keşfederek bir Avrupa teknesi olduğumuzu, kazazede olduğumu düşündüklerini ve beni fark ettiklerini anlamıştım; onlara daha rahat ulaşabilmemiz için yelkenlerinden bazılarını indirerek yavaşlamışlardı. Bundan cesaret alarak, patronumun gemideki eski sancağını direğe çekerek, onlara tehlike işareti verdim ve hepsi rahatça görebilsin diye bir el ateş ettim; daha sonrasında öğrendiğime göre silahın sesini duymamış ancak dumanı görmüşlerdi. Bu işaretlerin sonucunda yelkenlerini tamamen indirmişler ve beklemeye başlamışlardı; yaklaşık üç saatin sonunda onlara yetişmiştim.
Bana Portekizce, İspanyolca ve Fransızca olarak kim olduğumu sordular, ancak hiçbirini anlayamadım; en sonunda gemideki İskoç bir denizci benimle konuştu; ona bir İngiliz olduğumu, Sallee’deki Mağriplilerin elinden kölelikten kaçtığımı anlattım; bu anlattıklarım sonrasında durumuma üzülerek teknedeki tüm mallarımla birlikte beni gemiye aldılar.
İçine düşmüş olduğum neredeyse mutsuz ve umutsuz korkunç kölelik durumundan kurtulabileceğim için yaşamış olduğum sevincin büyüklüğünü anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalırdı; teknede bulunan tüm eşyalarımı kurtuluşumun şerefine kaptana hediye ettim. Ancak gayet mütevazı bir beyefendi olan kaptan, kibarca benden hiçbir şey alamayacağını söyledi, Brezilya’ya varır varmaz da tüm eşyalarımı eksiksiz olarak bana teslim edeceklerini açıkladı. “Çünkü…” dedi ciddi bir ifadeyle. “Bir gün gelir de ben de senin durumuna düşecek olursam, beni de kurtaracak biri olsun diye senden hiçbir karşılık beklemeden bunu yapıyorum. Ayrıca, şimdi senin elinde ne var ne yoksa hepsini alacak olursam, Brezilya’ya vardığımızda orada açlıktan ölürsün, bu da sonuç olarak kurtarmış olduğum canını geri almak olurdu. Hayır, hayır, Bay İngiliz adam, seni kesinlikle hiçbir karşılık beklemeden götüreceğim, bu eşyaların hepsini de indiğin zaman satabilir böylece hem ihtiyacın olan şeyleri alabilir, hem de tekrar ülkene geri dönmek için gerekli olan parayı sağlamış olursun.”
Bu teklifi gerçek anlamda sözde de kalmamış ve gerektiği şekilde eyleme de çevirmişti, gemideki adamlarına sahip olduğum hiçbir şeye dokunmamalarını emretti; sonra her şeyi, kendi mülkiyetine geçirerek üç toprak testimle birlikte eşyalarımın tüm listesini hazırlayıp bana verdi.
Tekneme gelince, durumu çok iyi olduğundan bunu kendi kullanımı için alacağını söyleyerek bunun karşılığında benim ne ücret talep ettiğimi sordu. Bana karşı büyük iyiliklerde bulunmuş olmasından dolayı, cömertliğine karşılık olarak tekneyi ona hediye etmek istediğimi söyledim. Bunun üzerine bana Brezilya’ya vardığımız zaman seksen adet sekizlik ödeme yapmak için bir senet yazacağını söyledi ve oraya vardığımızda herhangi biri daha fazlasını teklif edecek olursa bunu da karşılayacağına söz verdi. Ayrıca, yol arkadaşım Xury için de altmış adet sekizlik ödeme önerisinde bulundu; onu kaptana vermek istemediğimden değil ancak, bu zamana kadar bana hep sadık olan ve her zaman yardımcı olmaya çalışan zavallı çocuğun özgürlüğünü satmak konusunda istekli değildim. Bununla birlikte, hissettiklerimi kaptana anlattığımda düşüncelerimi destekleyerek, bana bu konuda çok uygun bir çözüm yolu önerdi: Çocuğa şayet Hristiyan olursa on yıl içerisinde onu özgür bırakacağına dair söz verdi; bu öneri Xury için de olumlu karşılanınca, kaptanın onu da almasına izin verdim.
Brezilya’ya kadar çok iyi bir yolculuk yaptık ve yaklaşık yirmi iki gün sonra Bay de Todoslos Santos ya da diğer adıyla Tüm Azizler Koyu’na vardık. Böylece hayatımın en sefil durumundan yine bir şekilde çıkmayı başarmıştım ve artık kendimle ilgili ne yapmam gerektiğini ciddi anlamda düşünmeliydim.
Kaptanın bana ne kadar yardımcı olduğunu, nasıl cömert davrandığını hiçbir kelimenin anlatmaya asla yetmeyeceğini düşünüyorum. Yolculuk konusunda benden hiçbir ücret talep etmemesinin yanı sıra teknemdeki leopar deri için yirmi, kaplan derisi için kırk dört dukalık bir ödeme yaptı, ayrıca gemideki bütün eşyalarımı da bana eksiksiz şekilde geri verdirdi. Şişe kasaları, iki tüfek ve şamdan yapmak için bir kısmını kullanmış olduğum bal mumundan kalanı ve satmak istediğim ne varsa hepsini kendisi satın aldı; tek bir cümleyle açıklamam gerekirse, kaptan tüm yükümü iki yüz yirmi adet sekizlik karşılığında benden aldı, böylece cebimde ganimetim Brezilya kıyılarına ulaşmıştım.
Varışımızdan kısa bir süre sonra kaptan, tıpkı kendisi gibi dürüst bir adam olan, Ingenio2 dedikleri şeker kamışı yetiştiricisi bir arkadaşına önerdi. Bir süre boyunca bu adamın yanında kaldım ve bu süre zarfında şeker kamışı yetiştiriciliğini öğrendim. Şayet burada kalmak için gerekli izinlerimi alabilirsem, şeker kamışı üreticilerinin nasıl hızlı bir şekilde zengin olduklarını görünce, kendimi daha fazla geliştirerek şeker kamışı yetiştiricisi olmaya karar vermiştim; bu sırada Londra’da kalmış olan paramı getirtmek için yollar aramaya da başlamıştım. Bu amaçla, burada vatandaşlığa kabul edilebilmem için gerekli olan evrakları düzenleyerek yurttaşlık belgesini elde ettim, hemen sonrasında elimdeki ganimetimle henüz işlenmemiş bir araziyi satın aldım ve İngiltere’den gelecek olan parayı hesaba katarak kendi açımdan en faydalı olacak üretim ve yerleşim planımı oluşturdum.