Neyse ki fırtına patlak verdikten çok kısa süre sonra ben, bütün eşyalarımın bulunduğu küçük çadırımın içine girerek kendimi emniyete almıştım. Fırtına bütün gece şiddetli bir şekilde devam etti ve sabah dışarı çıktığımda artık geminin ortalarda olmadığını gördüm! Bu beni biraz üzmüştü, ancak faydalı olabilecek bütün eşyaları ve malzemeleri hiç üşenmeden ve tembellik etmeden özenle kıyıya taşımış olmaktan dolayı mutluydum, geride getirmek istediğim çok az şey kalmıştı.
Artık gemiyi ve içinde geri kalanları daha fazla düşünmenin bir anlamı yoktu, sadece belki dalgalar geminin kalıntılarından birtakım malzemeyi kıyıya sürükler diye denizi gözlemlemeye devam ediyordum, öyle de oldu zaten ancak çıkan malzemeler çok da işe yarar değildi.
Artık aklım fikrim sadece adada olası vahşilerin ve yabani hayvanların saldırısına uğrayacak olursam, kendimi korumak için bir şeyler yapmaktaydı; korunaklı olarak kalabileceğim bir barınak yapmam gerekiyordu, kendime özel bir mağara mı kazmalıydım, yoksa yine başka bir çadır mı kurmalıydım? Kısacası uzun bir düşünme sürecinden sonra, her ikisini de yapmaya karar verdim; bunları nasıl yaptığımı burada açıklamam da yersiz olmayacaktır.
Bulunmuş olduğum yer kıyıya fazla yakın ve zemini de fazlasıyla yumuşak ve nemli olduğundan dolayı, sağlığım açısından uzun süre burada kalmamın uygun olmayacağına inanıyordum, bu yüzden de daha sağlıklı ve daha uygun bir yer bulmaya karar verdim.
Durumuma en uygun yeri bulabilmem için sağlamam gereken belli koşullar vardı: Birincisi; az önce bahsettiğim gibi sağlıklı olması gerekiyordu ve tatlı su alabileceğim bir konuma yakın olmalıydı, ikincisi; güneşin sıcağından beni koruması gerekiyordu, üçüncüsü; gerek insan olsun gerekse hayvan olsun her türlü vahşi yaratığa karşı emniyetli olmalıydı, dördüncü olarak da; Tanrı şayet bir gün buralara bir gemi gönderecek olursa çünkü hâlâ umudumu kesmeyi düşünmüyordum, denizi gözlemleyebileceğim bir yerde olması gerekiyordu.
İşte bütün bu nitelikleri taşıyabilecek en uygun yeri arıyordum, yüksek bir tepenin yamacını gözüme kestirdim, bu tepenin bir tarafı düz bir duvar niteliği taşıyordu ve tepeden aşağıya inmek için herhangi bir olanak da olmadığından burası gayet uygun görünüyordu. Kayalığın bir tarafında, mağara girişini andıran bir oyuntu vardı ancak boşluk kısmına girildiğinde derinlere doğru ilerleyen herhangi bir mağara ya da yol yoktu.
Oyuğun hemen önünde geniş bir çimenlik alan vardı, çadırımı buraya kurmaya karar verdim. Bu çimenlik alan yaklaşık yüz metre genişliğinde ve yine yaklaşık olarak iki katı uzunlukta geniş bir arazi olarak tepenin yamacında dümdüz uzanıyordu, bu alanın bittiği yerde ise her taraftan denize doğru dimdik inen uçurumlar bulunuyordu. Seçmiş olduğum konum tepenin kuzeybatısına düşüyordu; böylece aşırı sıcak havalarda güneş güneybatı yönüne dönene kadar kızgın sıcaktan korunmuş olacaktım, zaten bu bölgede güneş güneybatı yönüne döndüğü zaman, kısa süre sonra da batıyordu.
Çadırımı kurmadan önce, oyuk kısmın önüne yarıçapı yaklaşık olarak kayadan on metre ileriye giden ve başlangıç noktası ile bitişi arasında uzaklığı da yirmi metre olan yarım bir daire çizdim.
Bu yarım dairenin çevresine iki sıra oldukça güçlü direkler diktim, bu direkler yerlerinden kıpırdamasın diye hepsini oldukça derine gömülebilecek şekilde zemine iyice çaktım, böylece evimin çevresini yüksekliği yaklaşık olarak beş metreyi bulan bir çitle çevirmiş olacaktım, demirlerin uç kısımlarını da güzelce sivrilttim. İki sıra arasındaki boşluk da altı parmak genişliği geçmiyordu.
Sonra, gemiden kesmiş olduğum halat parçalarını aldım ve sırayla bu iki sıralı çitlerin arasından geçirerek, onları üst üste dizdim. İç kısımdan da direklerin devrilmemesi için iki buçuk metre yüksekliğinde kazıklar dayadım; böylece evimin etrafına hazırlamış olduğum korunaklı çitimi artık ne bir hayvan ne de bir insan aşamazdı. Bütün bu işleri yapmak, özellikle de ormandan malzemeleri taşımak, direkleri kesmek, onları bir düzen içinde çakmak için hem çok zaman hem de büyük çaba sarf etmiştim.
Bu yerin girişine bir de kapı yaptım, tepeden inip çıkarken içeri girmek için bir merdiven yapmıştım, böylece içeride olduğum zamanlarda merdiveni içeri alarak kendimi güvene alıyordum. Artık korunaklı evimin etrafını sağlam çitlerle de emniyete almış olduğumdan geceleri güvenli ve huzurlu bir şekilde uyuyabiliyordum; bununla birlikte daha sonraları tehlikeli düşmanlardan korunmak için bu kadar dikkatli davranmamın boşuna çabadan başka bir şey olmadığını anladım.
Etrafı çitlerle çevrili evimin içine, çok büyük çaba sarf ederek tüm eşyalarımı, malzemelerimi, silahlarımı ve mühimmatlarımı taşıdım; beni yılın belli bir bölümünde çok şiddetli yağmurlardan koruyacak şekilde büyük bir çadır kurdum, sonrasında bu çadırın içine biraz daha küçük ölçülerde bir çadır daha kurarak kendime çift katlı koruma sağlamış oldum ve hepsinin üzerini de geminin yelkenlerinden kalan büyük branda ile kapladım. Bir süredir artık gemiden getirdiğim yatağı kullanmıyordum, geminin ikinci kaptanına ait olan hamağı çadırıma kurmuş, rahat bir şekilde bu hamağı kullanıyordum.
Bu çadırın içine bütün yiyecek malzememi, ıslanarak bozulabilecek tüm eşyaları getirdim; evim olacak çadırımın içine bütün bu eşyaları güzelce yerleştirdim ve sonrasında bütün bu süre boyunca açık duran giriş kapımı düzgünce kapatarak dediğim gibi içeri merdivenle girip çıkmaya başladım.
Bunu yaptıktan sonra, kayanın içine doğru bir oyuk açmaya başladım ve çadırımın içine çıkardığım tüm taşı ve toprağı direklerle çevirmiş olduğum çitin arkasına doğru yığarak toprağı bir buçuk metre yükselttim ve bir teras oluşturmuş oldum; artık çadırımın arkasında benim için kiler görevi görecek küçük bir mağaram olmuştu.
Tüm bu işleri mükemmel hâle getirene kadar çok çalışmam ve çok emek harcamam gerekmişti, bu çalışmalar günlerce sürdü ve şimdi işlerim hafiflemeye başladığında yeniden eski düşüncelerim aklımı kurcalamaya başladı. Çadırımı, terasımı ve mağaramı yapmakla ilgili planlarımı tasarladığım sıralarda, bir gün kopkoyu bulutlar gökyüzünü kaplamış ve korkunç bir sağanak yağmur başlamıştı, birden şimşekler çaktı ve hemen arkasından da doğal olarak büyük bir gök gürültüsü koptu. Aslında şimşekten korkan biri değildim ancak bu şimşek sanki bir anda beynimde çakmıştı, “Eyvah barutum!” diye haykırdığımı hatırlıyorum. Sadece kendimi korumam için değil, karnımı doyurmak adına avlanabilmek için de her zaman ihtiyacım olacak barutumun bir anda alev alarak patlaması düşüncesi, bir anda kalbimin buz kesmesine neden oldu. Kendim için bir endişem yoktu, ancak barut bir kıvılcım dahi alacak olsa benden geriye ne kalırdı hayal bile edemiyordum.
Bütün bu düşünceler beni öylesine korkutmuştu ki fırtına sona erdikten sonra tüm işlerimi bir kenara bırakarak barut fıçısından tozu küçük çuvallara bölerek ayrı ayrı yerlere koydum; böylece hepsi aynı yerde olmadığından çuvallardan biri alev almış olsa bile diğerlerine hiçbir şey olmayacağını umut ediyordum. Bu işi yaklaşık olarak iki haftada bitirdim; sanırım yaklaşık iki yüz kırk kilo ağırlığındaki barut tozunu, neredeyse yüz ayrı çuval içine doldurdum. Islak olan barut fıçısına gelince, onun açısından bir tehlike görmediğimden onu yeni mağaramın içine bir kenara bıraktım. Geri kalanını ise kayaların arasına delikler açarak içlerine sakladım, böylece üzerlerine hiçbir ıslaklık gelmeyecekti, sakladığım her noktayı da çok dikkatlice işaretledim.
Bu süre zarfında, günde en az bir kez silahımla birlikte dışarı çıkarak, hem yemeye uygun bir şey avlayabilir miyim diye etrafta dolaşıyor, hem de elimden geldiğince adanın bitki örtüsünü ve üzerinde neler yetiştiğini öğrenmeye çalışıyordum. Dışarı ilk çıktığım zaman, adada keçiler olduğunu keşfetmiştim, bu beni çok ama çok mutlu etmişti; ama keçilerin fazlasıyla yabani, ürkek ve aşırı çevik olmasından dolayı yanlarına yaklaşmamın çok zor olduğunu anlayınca sevincim kursağımda kalmıştı. Bununla birlikte, cesaretimin kırılmasına izin vermeye hiç niyetim yoktu; hiç şüphem yoktu ki aralarından birkaçını rahatlıkla vurarak avlayabilirdim. Onların uğradıkları ve toplu olarak dolaştıkları yerleri iyice öğrendikten sonra bir süre bekleyerek hareketlerini gözlemledim. Kayaların üzerinde olmalarına rağmen su kenarında beni gördükleri anda korkudan kaçıştıklarını görüyordum ama ben kayaların üzerindeyken, su kenarına indiklerinde beni görseler bile hiç umursamıyorlardı; bu gözlemlerim sonucunda bu hayvanların doğaları gereği her zaman aşağıdaki nesneleri görebildiklerini ve uzak mesafede yukarıda bulunan nesneleri göremediklerini anladım. Böylece, şu yöntemi kullandım: İlk olarak onlardan önce kayalıklara tırmanarak onların üzerinde kalabileceğim bir yere kendimi konumlandırıyor, sonrasında da onları gözlemliyordum.
Bunların içinden ilk vurduğum, memesinden karnını doyurmaya çalışan yavrusu olan, dişi bir keçi oldu; onu öldürmüş olmanın acısı yüreğimi sızlatmıştı, çünkü yere yığılıp öldüğü anda ben gidip hayvanı alana kadar yavrusu yanından hiç ayrılmamıştı. Sadece bu kadarla da kalmamıştı, ölen keçiyi sırtlanarak evime götürmek için yürümeye başladığımda, küçük keçi yol boyunca peşimden gelmişti. Bunun üzerine avımı çitlerin dışına bırakıp, yavru keçiyi kucağıma aldım ve belki alıştırabilirim umuduyla çitlerin üzerinden onu içeriye bıraktım; ancak zavallı yavru hiçbir şey yemediğinden sonunda onu da öldürerek yemek zorunda kaldım. Bu iki keçinin eti, bana uzun süre yetecek kadar yiyecek sağlamıştı, çünkü azar azar yemeğe dikkat ediyordum, özellikle ekmeğim konusunda çok daha hassas davranıyordum.
Kalabileceğim yuvamı güzelce yerleştirip bir düzene soktuktan sonra, ateş yakabilmek için bir ocak yapmamın ve gerekli yakacak malzemeyi toplamamın zorunlu olduğunu fark ettim; bütün bunlar için neler yaptığımı ve ayrıca mağaramı nasıl genişlettiğimi, ne gibi kolaylıklar sağladığımı da yeri geldikçe hepinize ayrıntılarıyla anlatacağım. Ama şimdi size öncelikle kendimden ve hayatıma dair düşüncelerimden bahsetmem gerekiyor, elbette bu düşüncelerin de çok az olmadığını herhâlde tahmin etmişsinizdir.
Durumum aslında pek de parlak görünmüyordu; zira yaşamış olduğumuz korkunç fırtınanın neticesinde, rotamızdan tamamen saparak, insanların ticaret için gelip geçtikleri sulardan yüzlerce mil uzaklara sürüklenerek, böylesi ıssız bir yere düşüşümü ve burada bir başıma yaşayarak ölmemi Tanrı’nın isteğine bağlamam için çok fazla sebebim vardı. Bu düşünceler aklıma geldikçe, yapabildiğim tek şey gözyaşlarına boğulmak oluyordu; bazen Tanrı’nın yarattıklarına neden bu kadar çile çektirdiğini, onların hayatlarını mahvederek, mutsuz olmaları için elinden geleni yaparak, çaresizliğinde hiçbir yardım eli uzatmayarak tamamen kendi yalnızlığına terk etmesini ve sonrasında da bu sefalet içerisinde yaşattığı insanlardan ona şükretmelerini beklemesinin mantıksızlığını sorguluyordum.
Fakat ben böyle düşündükçe, içimden bir ses sürekli beni azarlayarak düşüncelerimi kontrol altında tutmamı söylüyordu; özellikle de bir gün elimde silahımla deniz kenarında aklımda tüm bu düşüncelerle dalgın bir hâlde yürüdüğüm sırada, aklıma birden bambaşka bir soru geldi. “Eh, acınacak durumda olduğun ortada ama yine de kendi hâline şükret, geride kalanlar nerede şimdi? Buraya çıkmadan önce, sandalda on bir kişi değil miydiniz? Diğer on kişi nerede? Neden onlar kurtulmadı da sadece sen kurtuldun? Neden sadece sen seçildin? Burada olmak mı daha iyi yoksa onların yerinde olmak mı isterdin?” ve bunları söyledikten sonra, doğrudan denize doğru döndüm. Tüm kötülükler, içlerindeki iyilikle ve onlardan çok daha kötüsünün olabileceği durumlarla birlikte düşünülmelidir.
Sonra tekrar aklım başıma geldi, aslında hayatta kalabilmem için ihtiyacım olan neredeyse her şeye sahiptim, eğer o gemi kıyıya bu kadar yakın konumda karaya vurmamış olsaydı, içinden ihtiyacım olabilecek tüm eşyaları karaya taşıyabilecek kadar yakınıma gelmemiş olsaydı ve ben onları karaya çıkaracak kadar vakit bulamasaydım, ilk buraya düştüğüm hâlimle kalacak olsaydım ne olacaktı? “Özellikle de…” dedim yüksek sesle kendi kedime. “Silahsız, mühimmatsız, herhangi bir şey yapmana olanak tanıyacak herhangi bir araç olmadan, hiçbir şey yapamadan, kıyafetin, çadırın ve yatağın olmasaydı, ne yapacaktın?” Şimdi bunların hepsinden elimde yeterli miktarda vardı ve cephanem bitse, silahsız yaşamak zorunda kalsam bile kendimi idare edebilecek kadar eşyaya sahiptim. Bu şekilde, en azından hayatta olduğum sürece hiçbir şeyin eksikliğini çekmeden yaşayabileceğime inanıyordum; zira baştan itibaren başıma gelebilecek her türlü kazaya karşı nasıl davranmam gerektiğini, mühimmatım bitecek, sağlığım bozulacak ya da gücüm kesilecek olsa bile neler yapmam gerektiğini düşünerek tüm önlemlerimi almıştım.
Bu arada, barutumun bir yıldırım düşmesi sonucunda tamamen yok olma düşüncesini hâlâ kaldıramadığımı da itiraf edebilirim elbette; bu yüzden hâlâ gök gürlediği ya da şimşek çaktığı zaman korkarak irkilmeme mani olamıyorum.
Ve şimdi, belki de dünyada daha önce hiç duyulmamış ıssız bir yaşama adım atmış olduğumdan, size her şeyi sırasıyla baştan başlayarak anlatacağım. Daha önce söylediğim gibi 30 Eylül tarihinde o korkunç fırtına yaşandı ve sonrasında kendimi bu adada buldum; o zamanlar sonbahar döneminde olan güneş, neredeyse tam tepemdeydi, zira yapmış olduğum gözlemlere göre dokuz derece yirmi iki dakikalık kuzey enlemi üzerinde bulunduğumuzu düşünüyordum.
Adaya geldikten on, on iki gün sonra elimde defter, kalem ve mürekkep olmadığından günlerimin sayısını şaşıracağımı, belki de pazar günlerini de normal çalışma günüyle karıştırabileceğimi düşündüm; ancak bunu önlemek adına büyük bir tahtayı alarak üzerine bıçakla, büyük harflerle karaya vurduğum ilk gün olan 30 Eylül 1659 tarihini kazıdım. Bu tahtayı tıpkı bir haç gibi direklerden birinin üzerine çakarak, sonrasında her geçen gün için tahtanın üzerinde bir çentik attım ve her yedinci çentikte bir haftanın tamamlanmış olduğunu belirlemek üzerine çentiklerin üzerine yatay bir çizgi çektim, her ayın ilk günü geldiğinde çizgiyi çekmesi gerçekten çok zor oluyordu; işte böylece haftalık, aylık ve yıllık zamanımı hesaplayabileceğim bir takvim yapmıştım kendime.
Daha önce yukarıda da bahsettiğim gibi, gemiye gidiş gelişlerim sırasında getirmiş olduğum birçok eşya arasında, değeri fazla olmasa bile işime gerçekten çok yarayan bazı eşyalar da vardı; daha önce size bahsetmediğim bu eşyaların arasında özellikle kalemler, mürekkepler ve kâğıtların yanı sıra, kaptan ve ikinci kaptanın, topçunun ve marangozun kamaralarından toparladığım birkaç paket, üç, dört pusula, bazı matematik araçları, dürbün, harita, gemicilik ve rota kitapları da bulunuyordu, işime yarayıp yaramayacağını hiç sorgulamadan hepsini kapıp adaya getirmiştim. Ayrıca, İngiltere’den gelen eşyalarımın arasında getirmiş olduğum çok iyi üç İncil, bazı Portekizce kitaplar ve aralarında iki üç Katolik dua kitabı da vardı, hepsini büyük bir titizlikle güvence altına almıştım. Tüm bunlarla birlikte, gemide ayrıca iki kedimiz ve bir de köpeğimiz olduğunu söylemeyi de unutmamalıyım; gemiden eşyaları taşıdığım sırada iki kediyi de yanıma almıştım, köpeğe gelince o doğrudan gemiden denize atladı ve ben eşyaları kıyıya taşıdığım sırada kıyıya kadar yüzerek yanıma geldi, sonrasında da yıllarca bana büyük bir bağlılıkla hizmet etti. Aslında ondan beklediğim, istediğim şeyleri bana getirmesi, bir yere giderken yanımda bana eşlik etmesi değildi; keşke olanak olsaydı da arada sırada benimle sohbet edebilseydi ancak bunu yapamazdı. Az önce bahsettiğim gibi, sonunda almış olduğum eşyaların arasından kalemler, mürekkep ve kâğıtları bulmuştum; bunları kesinlikle büyük tutumlulukla kullanmam gerektiğinin farkındaydım. Mürekkebim olduğu sürece başımdan geçenlerin hepsini detaylıca yazmış olduğumu zaten göreceksiniz, ancak ondan sonrasında ne denersem deneyeyim mürekkebin yerini tutacak bir şey bulamadığım için, işler değişti.
Ve bu durum, getirmiş olduğum bir sürü eşya olmasına rağmen, daha birçok şeye ihtiyacım olduğunu aklıma getirdi; bu eksiklerin birinci sırasında elbette mürekkep yer alıyordu, sonrasında ise toprağı kazmak için kürek, kazma ve bel gerekiyordu; ayrıca iğne ve ipliğim de yoktu, kumaş konusuna gelince onlardan vazgeçmeyi zaten çok kısa sürede öğrenmiştim.
İhtiyacım olan bu aletlerin yoksunluğu, yaptığım her işin çok daha uzun sürede bitmesine neden oluyordu; bütün çabalarıma rağmen etrafını kapattığım küçük yuvamı bitirebilmem neredeyse bir yılımı almıştı. Neredeyse kaldıramayacağım kadar ağır olan kazık ve direklerin, ormandan kesilip getirilmesi ve bir de onları evin yakınına kadar taşıması oldukça uzun zamanımı aldı. Bu yüzden kimi zaman iki gün boyunca sadece bir direğin kesilip evime kadar taşınmasıyla uğraşmak zorunda kaldım, onların yere çakılması da tam bir günümü alıyordu. İlk başlarda kazıkları çakmak için ağır odun parçalarını kullanıyordum, sonrasında bunların yerine daha hafif ama aynı şekilde sağlam olan demirleri kullanmama rağmen, işin yorgunluğundan ve zorluğundan kurtulamadım.
Yine de yapmak zorunda olduğum işlerin zorluğunu ve yoruculuğunu düşünecek durumda değildim, sonuç olarak hepsini bitirmek için yeterince zamanım yok muydu? Burada yapacak başka da bir işim yoktu ki; en fazla birkaç sefer dışarı çıkıp yiyecek bir şeyler bulmak adına adayı dolaşıyordum, bu da zaten tahmin edebileceğiniz gibi her zaman yaptığım düzenli işlerden biriydi.
Gün geçtikçe durumumun ciddiyetini ve bulunduğum koşulları enikonu düşünmeye başladım. Başımdan geçen her şeyi yazdım, niyetim onları benden sonra buraya gelecek birisine bırakmak değildi, sonuç olarak günlük olarak yapmış olduğum tüm gözlemleri ve başımdan geçenleri okuması için arkamda bırakacağım bir varisim yoktu ve bütün bunları ayrıntılarıyla anlatıyor olmam da aslında nafile bir çabaydı. Aklımı sürekli kurcalayan kötümser duyguları bu şekilde uzaklaştırmaya çalışarak elimden geldiğince kendimi oyalamak için uğraşıyordum. Duygularımı dengede tutabilmek için de koşullarımın arasında iyi ve kötüyü karşılaştırarak, tüm çekmiş olduğum acıları, yaşamış olduğum rahat dönemlerimi ve bulunduğum durumu hiç taraf tutmaksızın, bir alacak verecek defterine her şeyi kaydeder gibi sıralamaya başladım.
Kötü olan: Her türlü kurtulma umudumu yerle bir eden, korkunç derecede ıssız bir adaya düşmüştüm.
İyi olan: Hayattaydım ve tüm diğer denizci arkadaşlarım gibi boğularak denizin dibini boylamamıştım.
Kötü olan: Tüm dünyada sadece bu şekilde sefil olmak ve sürünmek üzere seçilmiştim.
İyi olan: Ama buna rağmen, tüm denizci arkadaşlarımın arasında hayatta kalan da yine bendim; Tanrı beni mucizevi bir şekilde ölümden kurtarmıştı, bu durumumdan da kurtarabilirdi.
Kötü olan: İnsanlıktan ayrılmıştım. Bir başıma kalmıştım, insanlık tarafından kovulmuş biriydim artık.
İyi olan: Ama açlıktan ölmeyecektim, sonuç olarak tamamen çorak topraklarda kalarak yiyecek ve içecekten yoksun ölüme terk edilmiş de olabilirdim.
Kötü olan: Üstüme giyeceğim kıyafetim yoktu.
İyi olan: Ama sıcak bir iklimin hâkim olduğu bir yerdeydim; eğer kıyafetlerim olsaydı onları giyme fırsatım bile olmayacaktı.
Kötü olan: Kendimi savunabileceğim ya da herhangi bir insan veya hayvanın saldırısına karşı koyabileceğim araçlarım ve yeteneğim yoktu.
İyi olan: Ancak düşmüş olduğum bu ada, Afrika kıyılarında gördüğüm kadarıyla hiçbir yırtıcı hayvanı ya da vahşi insanları içinde barındırmıyordu, peki, ya o kıyılardan birine düşmüş olsaydım?
Kötü olan: Konuşacak hiç kimsem yoktu, bu yüzden içimi rahatlatacak sohbetler yapamıyordum.
İyi olan: Ancak Tanrı yine de bana acımış ve gemi enkazını ulaşabileceğim en yakın kıyıya kadar sürükleyerek içinden ihtiyacım olabilecek ve hayatımı idame ettirebileceğim neredeyse her şeyi bir nimet olarak bana sunmuştu.
İşte bir bütün olarak bu karşılaştırmaya bakılacak olursa hiç şüphesiz ki düşmüş olduğum böylesi kötü durumun dünyada bir eşi benzeri daha olmadığı gayet açıktı, ancak bir sürü olumsuz yönleri olmasına rağmen, müteşekkir olacağım birçok olumlu yönleri de vardı. Bu dünyada her ne kadar kötü şeyler yaşamış da olsanız, en mutsuz anınızda bile deneyimlerinizde şu kuralı benimsemelisiniz: Her ne kadar kötü duruma düşerseniz düşün, kendinizi teselli etmek için durumun iyi ve kötü yönlerinin bir hesabını tutarak defterin alacak bölümüne yazmış olduğunuz olumlu noktaları ön plana çıkarın.
Artık durumumu çok fazla sorgulayarak kendimi üzmekten vazgeçmiş ve bulunduğum yaşam koşullarına alışmaya başlamıştım. Belki uzaklardan geçen bir gemi görebilirim düşüncesiyle her gün denizi gözetlemeyi de yavaş yavaş bıraktım. Daha doğru ifade etmem gerekirse artık kendimi boş yere üzmek yerine, daha düzgün bir yaşam düzeni kurmaya ve işlerimi elimden geldiğince kolaylaştırmaya adadım.
Bir kayanın yamacında, etrafına çok sayıda direk dikmiş ve halatlarla çevrelemiş olduğum bir çadırdan oluşturduğum barınağımı zaten anlatmıştım ama şimdi kazıklardan yapılmış bu çiti duvar diye adlandırmayı tercih ederim, çünkü artık bu çitin dış kısmına iki metre kalınlığında uzanan çim bir duvar yükseltmiştim. Bir süre sonra, sanırım bir buçuk yılın sonunda bu duvardan kayaya doğru kirişler dizdim ve ağaçların dallarıyla bu kirişlerin üzerini güzelce örterek yağan yağmurun altına geçmesini engelledim; çünkü yılın bazı zamanlarında çok şiddetli yağmur geçişleri yaşanıyordu.
Tüm eşyalarımı bu çadır ve arka kısmına yapmış olduğum mağaraya nasıl taşıdığımdan da daha önce bahsetmiştim. Ancak, ilk başlarda bütün eşyaları karmakarışık bir şekilde içeriye koymuş olduğumdan hepsinin çok fazla yer kapladığını da belirtmeliyim, eşyalar yüzünden bana bile dönecek yer kalmamıştı. Bu yüzden kayayı içe doğru daha fazla oyarak mağaramı genişletmeye başladım, kayanın yapısı genel anlamda kumlu taştan oluştuğundan kazı işlemimi gayet rahat sürdürdüm. Yırtıcı hayvanların olası saldırılarına karşı kendimi tam anlamıyla güvende hissettiğim zaman, bu sefer de kayayı yanlamasına sağa doğru genişletmeye başladım ve sonra tekrar sağa doğru oymaya devam ederek, çadırdan doğrudan dışarı çıkabileceğim bir kapı açtım. Bu bana sadece bir giriş çıkış yolu olmakla kalmadı, ayrıca çadırım ve kilerimin arkasında eşyalarımı depolayabileceğim ilave bir alan da sağladı.
Ve şimdi, en başından beri çok istediğim özellikle de en fazla kullanacağım eşyalar üzerine odaklanarak ilk önce kendime bir sandalye ve masa yapmaya giriştim; çünkü bunlar olmadan dünyada sahip olduğum nadir miktardaki konforumun tadını çıkarma olanağım yoktu. Masam olmadan ne zevkle yazılarımı yazabiliyor, ne keyifle yemeğimi yiyebiliyor, ne de yapmaktan çok mutlu olduğum birçok iş üzerinde çalışabiliyordum. Böylece çalışmalarıma başladım, şunu da özellikle belirtmek isterim ki mantık, matematiğin özü ve kökeni olduğundan her şeyi önce aklın ölçülerine göre belirleyerek, nesnelerin en mantıklı şekilde rasyonel yargısını yaparak, her insan bir süre sonra el işleri konusunda kendisini ustalaştırabilirmiş. Hayatımda hiçbir zaman eline alet almayan ben bile, zoru görünce tembelliğe kapılmadan, büyük çaba göstererek ve kendime inanarak neler yapabildiğimi görmüştüm, hele bir de elimde uygun aletler olsaydı, kim bilir neler başarabilirdim. Ancak gerekli aletlerim olmasa bile, birçok işi halletmiştim ve bunların bazılarını da daha önce hiç görülmemiş şekilde inanılmaz büyük bir emek sarf ederek sadece bir keser ve baltanın yardımıyla başarmıştım. Mesela, eğer bir tahtaya ihtiyacım olursa büyük bir ağacı keserek önüme yatırıyor ve sonrasında baltamla her iki tarafından istediğim boyutlara ulaşana kadar ağacın gövdesini yontuyor, sonrasında da keserimle etrafını pürüzsüz olana kadar güzelce düzeltiyordum. Bununla birlikte, tek bir tahta için koca bir ağacı kesmek zorunda kaldığımı da belirtmek isterim; fakat tek bir tahta için harcadığım olağanüstü çaba ve zamana karşın, başka yapacak hiçbir şeyim olmadığından, maalesef bu duruma sabırla katlanmak zorunda kalıyordum. Burada zamanı ya da çabalarımı herhangi bir işe harcamam, benim için bir farklılık yaratmıyordu.
Neyse, daha önce bahsettiğim gibi, salın üzerine yükleyerek gemiden getirmiş olduğum küçük tahta parçalarıyla ilk iş olarak masa ve sandalyemi yaptım. Bununla birlikte, az önce anlattığım şekilde tahta yapmaya başladıktan sonra, mağaramın neredeyse bütün duvarlarına bir buçuk metre boyunda ve bir buçuk metre genişliğinde büyük raflar hazırladım, sonrasında da bu rafların üzerine tüm çivilerimi, aletlerimi ve demir takımlarımı yerleştirdim. Kısaca, büyük ve fazlasıyla yer tutan bütün eşyaları, kolayca bulabileceğim şekilde bu raflara yerleştirdim. Silahlarımı asabilmek için, taş duvarların belli kısımlarına çiviler çaktım, böylece mağaram ihtiyacım olabilecek tüm eşyaların deposu hâline geldi; her şeyi öylesine güzel ve düzenli bir şekilde yerleştirmiştim ki, tüm eşyamı böyle düzen içinde görmek ve özellikle de bu kadar çok şeye sahip olduğumu bilmek, beni fazlasıyla mutlu ediyordu.