Nihayet karaya çıkabilmiştim, artık güvendeydim, gözlerimi gökyüzüne çevirerek Tanrı’ya şükretmeye başladım, daha bir dakika öncesine kadar hiçbir umudum kalmamışken şimdi kurtulmuş hâlde karada uzanıyordum. Mezara girmenin eşiğinden dönen bir insanın yaşamış olduğu coşku ve sevinci anlatması sanırım pek mümkün değildir, son anda bağışlanarak boynundan ilmeği çıkarılmış olan bir idam mahkûmu için, olası heyecandan dolayı yaşayacağı kalp krizini önlemek adına ondan kan alacak bir cerrahın yanında hazır bulundurulması yasasına artık hiç şaşırmıyordum.
“Keder gibi ani sevinçler de ilk anda insanın aklını karıştırır.” Kıyıya doğru yürüdüm, ellerimi kaldırdım ve bütün varlığımı Tanrı’ya adayarak kurtuluşumun tefekkürüne sarıldım, tarif bile edemeyeceğim binlerce hareketle işaretler yaparak boğulan arkadaşlarımı ve kendi kurtarılmış ruhumu düşünüyordum. Onların boğulduğunu düşünüyordum, çünkü üç şapka, bir kasket, birer eşi olmayan iki ayakkabı haricinde onlardan hiçbir iz ya da işaret göremedim.
Gözlerimi batık hâldeki gemiye çevirdim, dalgalardan dolayı köpüren deniz yüzünden onu güçlükle görebiliyordum ve ne kadar uzakta olduğunu görünce bir anda aklımdan sadece “Tanrı’m!” Kıyıya nasıl çıkabildim?” düşüncesi geçti.
En azından hayatta olduğumu düşünerek kendimi teselli ettim ve ne tür bir yerdeyim, buralarda neler yapabilirim diye etrafıma bakmaya başladım. Ve kurtulmuş olmama dair sevincim gördüklerim karşında yerle bir oldu, çünkü çok geçmeden burasının benim için korkunç bir kurtuluş olduğunu fark ettim. Islaktım ve ne üzerimi değiştirebileceğim tek bir kıyafetim ne de biraz olsun kendimi toparlayabileceğim yiyeceğim vardı. Görünüşe göre burada ya açlıktan ya da vahşi hayvanlara yem olarak ölüp gidecektim ve beni en çok endişelendiren şey, karnımı doyurabilmek ya da bana saldıracak olurlarsa vahşi hayvanlara karşı kendimi savunabileceğim bir silahımın olmamasıydı. Tek kelimeyle çaresiz durumdaydım, üzerimde sadece küçük bir çakı, bir pipo, küçük bir kutuda bulunan azıcık tütünden başka hiçbir şeyim yoktu. Bütün bunları düşündükçe aklım başımdan gidecek gibi hissediyordum ve bir süre delirmiş gibi etrafta bir o tarafa, bir diğer tarafa koşup durarak karmakarışık olmuş zihnimi toparlamaya çalıştım. Gece çökmek üzereydi, şayet bulunduğum topraklarda geceleri avlanmaya çıkan öfkeli canavarlar varsa ne yapacaktım hiçbir fikrim yoktu, içim daralıyordu, nasıl işler açmıştım böyle başıma!
Aklıma ilk gelen fikir, hemen yakınımda bulunan köknar gibi kalın gövdeli, gür dalları olan ağaca çıkmak oldu ancak ağaç çok dikenliydi, bütün gece orada oturmaya karar verdim, böylece hangi ölümle öleceğimi ertesi gün düşünürüm diyordum kendi kendime, çünkü artık yaşama dair hiçbir umudum kalmamıştı. Kıyı boyunca bir süre yürüyerek içebileceğim tatlı su bulabilir miyim diye etrafı inceledim. Suyu bulunca neşem biraz olsun yerine geldi, açlığımı bir nebze olsun bastırsın diye ağzıma biraz tütün atarak çiğnedim, tekrar ağaca geri döndüm ve yukarı tırmanarak gece uykumda düşmeyeyim diye gövdemi güzelce dalların arasına yerleştirdim. Olası bir tehlikeye karşı kendimi koruyabilmek adına bir sopa kestim ve yanıma koydum; o kadar yorulmuştum ki hemen uykuya daldım ve rahatça uyudum. Sanırım böyle bir durum karşısında bu kadar rahat uyuyabilecek tek kişi benim diyebilirim, sabah uyandığımda kendimi gayet zinde ve yenilenmiş hissediyordum.
IV. BÖLÜM
ADADA İLK HAFTA
Uyandığımda gün nerdeyse öğleye dönmüştü, hava açıktı ve fırtına dinmişti, denizin öfkeli dalgaları yerini sakin salınımlara bırakmıştı. Ama beni en çok şaşırtan şey, gemimin bir gecede gelgit yüzünden batmış olduğu kum tepesinden kendini kurtararak, neredeyse daha önce bahsettiğim, bayılmama neden olan kayalıklara kadar sürüklenmiş olmasıydı. Gemi bulunduğum kıyıdan nerdeyse bir mil kadar uzağımda ve görünüşe göre gayet sağlam durumda görünüyordu, içinden en azından işime yarayabilecek bazı şeyleri kurtarabilirim diye düşünüyordum.
Ağaçtaki küçük evimden aşağıya inerek tekrar etrafı inceledim ve yaklaşık olarak iki mil sağımda karşıma ilk çıkan şey, rüzgâr ve fırtınanın etkisiyle karaya vurmuş olan küçük sandal oldu. Kıyı boyunca ilerleyebildiğim kadar yürüdüm, ancak karşıma sandala ulaşmamı engelleyecek yarım mil genişliğinde bir körfez çıktı; bu mesafeyi aşmayı göze alamadığımdan şimdilik sandalı bulunduğu yerde bırakarak işime daha çok yarayacak eşyalar bulmayı umut ettiğim gemi enkazına girmek için geri döndüm.
Öğleden sonra deniz çok daha sakinleşmiş ve gelgit nedeniyle sular gemiye daha rahat binmeme olanak verecek şekilde neredeyse çeyrek mil kadar geri çekilmişti. Ve gemiye doğru yaklaştığımda bir kez daha büyük bir acıyla sarsıldım, geminin gayet sağlam durumda olduğu açıkça görülüyordu, şayet o fırtına esnasında gemide kalmış olsaydık hem hepimiz kurtulacak, hem de ben böylesine bir başıma çaresiz kalmayacaktım. Bu düşüncelerle gözlerim doldu; ancak artık yapacak hiçbir şey yoktu, mümkün olduğunca çabuk gemiye çıkmaya karar verdim, hava aşırı derecede sıcaktı ve bu yüzden kıyafetlerimi çıkararak, doğrudan suya daldım. Gemiye vardığım zaman başka bir engelle karşılaştım, nasıl bineceğimi kestiremiyordum; gemi suyun sığ tarafında karaya oturmuştu ve küpeşteleri ulaşamayacağım kadar yüksekte kalmıştı, etrafında tutunarak yukarı çıkmamı sağlayacak bir şey de yoktu. Geminin çevresini iki kez dolaştım, ikinci kez dolaştığım sırada zincirlerden sarkan, ilk geçtiğimde görmediğim küçük bir halat olduğunu fark ettim; her ne kadar aşağıya kadar inmiş olsa da onu yine de güçlükle yakalayabildim ve sonunda güç bela gemiye tırmanabildim. Nihayet yukarı çıktığımda geminin ön tarafının parçalanmış olduğunu ve ambarın da oldukça fazla su almış olduğunu gördüm; ancak sert kum zemine oturmuş olduğundan burun kısmı neredeyse denize gömülmüş olsa da arka kısmı sudan gayet yukarı yükselmiş durumdaydı. Bu sayede geminin arka kısmında kalan bütün malzemeler sağlam ve kupkuru kalmıştı; çünkü tahmin edeceğiniz üzere ilk işim nelerin bozulmuş ve nelerin sağlam olduğunu incelemek oldu. İlk olarak yiyecek malzemelerin tamamen kuru kaldığını tespit ettim, yiyeceklerin bulunduğu kısma girerek ceplerimi ekmek ve bisküvi ile doldurdum, bir taraftan karnımı doyurmaya çalışıyor, bir taraftan da alabileceğim kadar yiyeceği yanıma alıyordum, çünkü kaybedecek hiç vaktim yoktu. Ayrıca büyük kamaraya da girdim, içerde biraz rom buldum, kendimi cesaretlendirmek ve halletmem gereken işler için güç toplamak adına birkaç yudum içtim. Tam bu sırada, aslında tek ihtiyacım olan şey, toplayabildiğim bütün eşyaları karaya taşımamı sağlayacak bir sandaldı.
Şimdi hareketsiz oturup sahip olmadıklarımı dilemek boşunaydı; yapılması gereken çok iş vardı ve hepsini tek başıma halletmek zorundaydım. Gemide birkaç yedek gemi direği, iki ya da üç büyük direk ve bolca tahta vardı; direkleri ve tahtalardan taşıyabileceğim ağırlıkta olanları dağılmasın diye bir halatla bağlayarak, gemiden aşağıya atmaya karar verdim. Bu işi hallettikten sonra geminin yan tarafından aşağı inerek, önce direkleri kendime doğru çekip, bir sal biçimini alacak şekilde yan getirip sıkıca bağladım ve üzerine çapraz şekilde üç dört tahta parçasını güzelce yerleştirdim, böylece üzerinde kolayca yürüyebileceğimi fark ettim, ancak parçalar çok hafif olduğundan ağır bir yükü taşıyabilecek durumda değildi. Tekrar çalışmaya devam ederek, bu sefer direklerden birini testereyle üç parçaya ayırdım, büyük çaba sarf ederek sonunda onları da salıma yüklemeyi başardım. Ancak içimden sürekli olarak kabaran ihtiyacım olabilecek bütün eşyaları yanıma alma dürtüsü beni rahat bırakmıyor, her zamankinden daha çok iş yapmaya itiyordu.
Salım artık belli ölçüde ağırlığa dayanabilecek kadar güçlü duruma gelmişti. Artık düşünmem gereken başka bir durum vardı, ona neler yükleyecektim ve üzerine yüklediğim şeyleri ve salımı kıyıya varana kadar dalgalardan ve denizden nasıl koruyacaktım ancak bu konuyu düşünmek için de çok uzun zaman harcamadım. İlk olarak alabileceğim tüm tahtaları ve keresteleri salıma yerleştirdim ve etrafı gözden geçirip en çok işime yarayacak ne var diye kontrol ettikten sonra, denizcilerin sandıklarından üçünü açarak içlerini boşalttım ve onları da sala indirdim. Bu sandıklardan birinin içine ekmek, pirinç, üç Hollanda peyniri, gemide çok fazla tükettiğimiz beş parça kurutulmuş keçi eti ve denize açılırken yanımızda getirdiğimiz, sonradan kesilen tavukları ve kalan bazı Avrupa buğday ve mısırını doldurdum. Yola çıkarken yanımıza biraz arpa ve buğday da almıştık ancak onların fareler tarafından yenmiş ve bozulmuş olduklarını görünce büyük hayal kırıklığı yaşadım. İçkilere gelince, içeride kaptanımıza ait birkaç şişe kasası buldum, bu kasaların bazılarında rom vardı, toplamda beş altı galon içki kamarasında depolanmıştı. Bunları kasalara koyarak doldurmak istemediğim ve fazla da yerim olmadığı için, ilk etapta onları yanıma almaya gerek görmedim. Ben bütün bu işlerle uğraştığım sırada, deniz hâlâ sakinliğini korumasına rağmen, gelgit yüzünden sular yine yükselmeye başlamıştı; kıyıda bıraktığım ceketim, gömleğim ve pantolonumun suyun üzerinde yüzdüğünü görünce büyük bir üzüntüye kapıldım. Üzerimde sadece dizden sıkmalı keten pantolonum ve çoraplarım vardı, bunun dışında kuru başka bir kıyafetim de yoktu. Böylece, tekrar gemiden içeri girerek bulabildiğim kadar kıyafeti bir araya getirdim, ancak gözüm hâlâ işime yarayacak alet ve edevatı arayarak bulup bir araya getirmekteydi. Uzunca bir süre bu aletleri blmak için zaman harcamak zorunda kaldım; ancak nihayetinde düşmüş olduğum durum açısından benim için büyük nimet olarak görebileceğim ve şu anda bu gemiden bile çok değerli olan alet sandığını bulabildim. Genel olarak ne içerdiğini tam olarak bilmiyordum, çünkü içine bakmak için kaybedecek zamanım yoktu, bu yüzden sandığı kaptığım gibi hızlıca sala indirdim.
İkinci olarak en çok işime yarayacak olan şey, silah ve mühimmattı. Büyük kamarada çok iyi konumda iki av tüfeği ve iki tabanca olduğunu biliyordum. İlk olarak o silahları, küçük bir barut torbasını, mermi çantasını, iki eski ve paslı kılıcı güvenli bir yere bıraktım. Gemide üç varil dolusu barut olduğunu biliyordum, ancak topçularımız onları nereye depolamıştı bundan bihaberdim; bir süre onları aradıktan sonra, sonunda iki fıçıyı gayet kuru, birini ise su almış hâlde buldum. Silahlarla birlikte topladığım diğer eşyaları ve bu iki barut fıçısını da salıma yükledim. Artık gayet iyi yük almış durumda olduğuma kanaat getirdikten sonra, şimdi bu salı yelken, kürek ve dümen olmadan nasıl yüzdürebileceğimi düşünmeye başladım; en ufak bir rüzgâr esintisi bile salımı altüst etmeye yetebilirdi.
Bulunduğum durumda bana teselli veren üç şey vardı: birincisi deniz fazlasıyla sakin ve pürüzsüzdü; ikincisi gelgit yükseliyordu ve akıntı karaya doğru vuruyordu; üçüncüsü ise çok hafiften esen rüzgârın beni karaya kadar götürebilecek olmasıydı. Böylece, gemideki sandala ait iki üç kırık kürek parçasını da bulduktan sonra, alet sandığının haricinde içeride keşfettiğim iki testere, bir balta ve bir çekici de yanıma alarak kıyıya doğru yola koyuldum. Bir mil, belki biraz daha fazla mesafeyi sorunsuz aşabildim, ancak akıntının beni varmak istediğim noktadan biraz daha ileriye doğru sürüklediğini fark ettim. Önümde karaya doğru giden bir miktar su birikintisi olduğunu görebiliyordum, orasının bir dere ya da ırmak ağzı olduğu sonucuna vararak bu noktayı karaya inmem, yükümü rahatça taşıyabilmem ve salımı emniyete alabilmem için sığınabileceğim bir liman olarak kullanabileceğime karar verdim.
Yer tahmin ettiğim gibi de çıkmıştı. Hemen önümde bir su birikintisi vardı ve gelgit sayesinde deniz o tarafa doğru hızlı bir akıntı yapıyordu; bu yüzden salımı mümkün olduğunca akıntının ortasında dengede tutmaya çalışarak ilerledim. Ancak tam bu sırada, ikinci bir kazaya kurban gitmeme ramak kalmıştı, eğer böyle bir şey gerçekten olsaydı yaşayacağım hayal kırıklığı ve üzüntü de çok büyük olacaktı. Bulunduğum toprakların kıyılarını henüz tanımadığım için, salımın bir ucu karaya oturmuş ve diğer tarafı havaya doğru kalkmıştı; neredeyse bütün yükler havaya kalkan tarafta olduğundan hepsi kayarak denize düşmek üzereydi. Elimden geldiğince sabit durmaya çalışarak, sırtımı sandıklara dayadım ve onları yerlerinde tutabilmek için var gücümle itmeye çalıştım; ancak bu durumdayken ne sanlımı ilerletebiliyordum ne de sırtımı sandıklardan çekebiliyordum. Bu şekilde oturarak yarım saat bekledim; bu sırada suyun daha da yükselmesiyle sal biraz daha yerinden kalktı ve kısa süre sonra sular biraz daha yükselince salım yeniden yüzmeye başladı. Elimdeki kürekle itip kakarak salı su girintisine girmesi için yönlendirdim ve sonunda daha da yükselerek kendimi küçük nehrin ağzında buldum, iki yanımda kara parçası uzanıyor ve gelgit yüzünden kabaran sular karaya doğru kuvvetli bir akıntı olmasını sağlıyordu. Kıyıya çıkabileceğim en uygun yeri bulabilmek için her iki tarafıma baktım, çünkü belki denizden geçen bir gemi görebilirim umuduyla, nehrin yukarılarına doğru sürüklenip bulunduğum kıyıdan uzaklaşmak istemiyordum, bu yüzden de elimden geldiğince kıyıya yakın konumda kalmaya karar verdim.
Nihayetinde, uzunca nehrin sağ tarafında küçük bir koy olduğunu fark ettim, büyük acılar ve güçlüklerle salımı o yöne doğru çevirdim ve en sonunda kıyıya o kadar yaklaşmıştım ki, küreğimle yere vurarak onu doğrudan karaya çıkarabilecek konuma gelmiştim. Ama bu noktada yine tüm yükümü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldım; kıyı oldukça dik ve eğimliydi, bu yüzden salımın yeniden dibe oturma tehlikesi vardı, biraz fazla ilerleyecek olsam bu sefer de kayalar yüzünden bir ucu yukarı kalkacak, öteki uç alçalacak ve bütün yükün kaymasına engel olamayacaktım. Yapabileceğim tek şey gelgit en yüksek seviyeye gelene kadar beklemekti, küreğimi tıpkı bir demir gibi kullanarak salımı yükselen suların üzerini kaplayacağını düşündüğüm düz bir kayanın kenarına saplayarak, beklemeye başladım ve bir süre sonra tıpkı beklediğim gibi de oldu. Sular yeterince yükseldiğinde, salım neredeyse bir ayak boyu yükselmiş, böylece onu düz bir zemine doğru itebilmiştim ve tam bu noktada kırık iki küreğimin birini salın bir tarafına, diğerini diğer tarafına kuma saplayarak, suların çekilmesini beklemeye başladım; sonunda sular çekildiğinde hem salım hem de tüm yüküm güvenli bir şekilde karaya çıkmıştı.
Bir sonraki işim, bulunduğum toprakları dolaşarak kendime yerleşebileceğim ve tüm eşyalarımı güvenli bir şekilde saklayabileceğim bir yer aramak oldu. Nerede olduğumu bilmiyordum; bir adada mıydım yoksa bir ana karada mı kestiremiyordum; benden başka yaşayan birileri var mıydı, vahşi hayvan tehlikesi var mıydı, yok muydu? Bir mil kadar uzağımda çok dik ve yüksek bir tepe olduğunu gördüm, kuzeye doğru sıralanan dağların içindeki birkaç tepenin en yükseği gibiydi. Yüklerimin arasından bir av tüfeği, bir tabanca ve küçük barut torbasını yanıma aldım; böylece silahlanmış olarak etrafı keşfetmek için rahatça dolaşmaya çıkabilirdim. Uzun bir yürüyüşün ve büyük çabaların neticesinde tırmanmış olduğum tepeden etrafıma bakındığımda, alnıma yazılmış kaderimin karanlığıyla sarsıldım; her tarafım denizlerle çevriliydi, bir adadaydım ve etrafta gördüğüm birkaç kayalık haricinde başka kara parçası yoktu, sadece gözlerimi kısarak üç mil kadar uzağa, batıya doğru baktığımda burası haricinde iki küçük ada daha olduğunu fark ettim.
Ayrıca üzerinde bulunduğum ada gayet çoraktı, tahmin ettiğim gibi benden başka tek bir insan dahi yoktu, ancak buna karşılık vahşi hayvanlarla dolu olduğunu anlayabilmiştim. Ayrıca burada birçok kuş türü olduğunu da fark etmiştim, ancak onların da ne tür kuşlar olduklarını, hangilerini avlayıp yiyebileceğimi, hangilerinden korunmam gerektiğini bilmiyordum. Geriye dönerken kıyısından geçtiğim ormanın kenarında bulunan büyük bir ağacın dalına tünemiş, oldukça iri bir kuşa ateş ettim. Sanırım dünyanın yaratılmasından bu yana, burada atılan ilk silah benimkiydi. Daha silahımı ateşler ateşlemez, ormanın her tarafından sayısız türde kuş havalanarak şaşkınlık ve korku içerisinde öterek büyük bir gürültü koparmışlardı, ancak onları incelemeye çalıştığımda bir tanesinin bile ne türde bir kuş olduğunu bilmediğimi anladım. Öldürdüğüm yaratığa gelince, rengine ve gagasının şekline dayanarak onun bir tür şahin, tırnak ve pençelerine bakacak olursam da sıradan bir kuş olduğunu söyleyebilirim. Ancak eti leş gibi kokan bir hayvan olduğu için, hiçbir şekilde yemek için uygun bir tür değildi.
Yapmış olduğum bu keşiften kısmen memnun olmuş hâlde, salımın bulunduğu noktaya geri döndüm ve kıyıya getirmeyi başarmış olduğum yükümü boşaltmak için çalışmaya başladım, bütün bu işleri halletmem günün geri kalanı boyunca sürdü. Gece çöktüğünde ne yapmam ve nerede yatmam gerektiğini bilemez durumdaydım, vahşi hayvanların gelip saldırmasından dolayı geceleri yerde uyumaktan korkuyordum fakat bu korkularımın da tamamen yersiz olduklarını daha sonradan anlamıştım. Gemiden yüklemiş olduğum tahta ve kereste parçalarını elimden geldiğince kıyıya doğru taşıdım ve o geceki konaklama yeri olarak kendime küçük bir tür kulübe yaptım. Yemeğe gelince, vurmuş olduğum kuşun bulunduğu ormanın kenarında tavşana benzeyen bir iki hayvan olduğunu görmüştüm.
Şimdi de gemiden benim için faydalı olabileceğini düşündüğüm pek çok şeyi, özellikle de ip, yelken ve karaya taşınabilecek diğer tüm eşyaları getirmeyi düşünmeye başlamıştım. Mümkün olursa, gemiye başka bir sefer daha yapmaya karar verdim. Ve patlayacak bir sonraki fırtınanın gemiyi tamamen parçalara ayıracağını bildiğim için, alabileceğim her şeyi gemiden çıkartana kadar başka hiçbir işle uğraşmama kararı aldım. Sonrasında yeniden salımı kullanabilir miyim diye kontrol ettim, ancak bu pek mümkün gibi görünmüyordu; bu yüzden de geçen sefer yaptığım gibi gelgitin çekilmesini bekleyerek yola çıkmaya karar verdim. Öyle de yaptım zaten, sadece bu sefer denize girmeden önce kıyafetlerimi kulübemde çıkararak üzerimde sadece keten şortum ve çoraplarım kalana kadar soyundum.
Yine bir önceki seferde yaptığım gibi gemiye gittim ve ikinci bir sal hazırladım; ilkinden fazlasıyla deneyim kazanmış olduğumdan, bu sefer salımı ne batacak kadar ağır ne de devrilecek kadar hafif yüklememeye dikkat ettim; dönüşümde yine işime çok yaracak birçok faydalı eşyayı karaya çıkarmayı başardım. İlk olarak geminin marangozunun eşyaları arasında bulunan iki çuval dolusu çivi ve mıhı sala yükledim, büyük bir tornavida, bir iki düzine kadar balta takımı ve hepsinden öte benim açımdan gerçekten çok yararlı olacak bileyi taşı denen eşyayı yanıma aldım. Bütün bunları, topçuya ait birkaç eşyayı ve özellikle de iki ya da üç demir kargaburnu ve iki küçük tüfek mermisi, yedi misket, başka küçük miktarda barut, büyük bir top yaprak kurşunu ve iki fıçı saçmayı bir kenara ayırdım. Ancak son aldığım fıçı o kadar ağırdı ki, onu ne kadar uğraşırsam uğraşayım geminin güvertesine çıkarmayı başaramadım. Bunların yanı sıra, bulabildiğim bütün kıyafetleri, yedek bir üst yelkeni, bir hamağı ve yatak takımını aldım; bütün bunları ikinci salıma yükledim ve bu sefer bütün eşyaları güvenli bir şekilde rahatça kıyıya çıkardım.
Karadan uzak olduğum süre boyunca aklım sürekli olarak adadaki eşyalarımdaydı, biri gelebilir yiyeceklerimi yiyebilir diye korkuyordum ama geri döndüğümde bütün eşyalarımı bıraktığım hâliyle yerlerinde buldum; sadece sandıklardan birinin üzerinde yabani kedi gibi bir yaratığın oturduğunu gördüm, ona doğru yaklaştığımda biraz gerileyerek kaçtı, ancak sonrasında olduğu yerde durdu. Oturdu ve tamamen kaygısız bir ifadeyle yüzüme bakmaya başladı, sanki benimle tanışmak istiyormuş gibi görünüyordu. Silahımı ona doğrulttum, ancak ne olduğunu anlamadığından ne herhangi bir tepki gösterdi, ne de kaçmaya yeltendi; bunun üzerine her ne kadar yiyecek konusunda dikkatli davranmam gerekse de ekmeğimden kopararak bir parçasını ona attım; önce usulca yaklaştı, ekmeği kokladı ve hemen yemeye başladı, sonra başını kaldırıp sanki daha yok mu der gibi bana bakmaya başladı, belli ki yediği şeyi beğenmişti. Bu duruma gerçekten memnun olmuştum ama daha fazlasını verme olanağım yoktu, böylece yaratık bir süre bekleyip, sonrasında çekip gitti.
Kıymetli eşyalarımı ikinci salımla birlikte karaya çıkardıktan sonra, çok ağır olmalarından dolayı önce barut fıçılarını açtım ve onları parça parça güvenli bir konuma taşıdım, özel olarak kesmiş olduğum direkleri toprağa sabitleyip, yelken bezini kullanarak kendime küçük bir çadır kurdum ve sonrasında da yağmur ya da güneşten bozulabileceğini düşündüğüm bütün eşyaları bu çadıra yerleştirdim. Bütün bu işlemlerden sonra, boşalan tüm sandıkları ve fıçıları etrafta dolaşabilecek insanlara ya da hayvanların ani girişimlerine karşı korumak için çadırın etrafına daire şeklinde yığdım.
Bunu yaptıktan sonra, çadırın giriş kısmını içerden bazı tahtalarla kapattım ve dışına da sıkıca kapalı durması için boş bir sandığı dayadım. Yataklardan birini yere yayarak iki tabancamı başucuma ve tüfeklerimden birini de hemen yanıma koydum, bir gün öncesinde gemiden eşyaları getirmek için büyük çaba sarf ettiğim ve gece de çok az uyuduğum için o kadar yorgundum ki ilk iş olarak doğrudan yatağa girdim ve bütün gece boyunca deliksiz bir uyku çektim.
Tek başına ıssız bir adaya düşmüş bir adam için, gerçekten her türlü eşyayla dolu büyük bir ambarım vardı şimdi ama durumumdan yine de memnun değildim, gemi hâlâ bulunduğu konumda ayakta durduğu sürece, kendimi içinde ne var ne yoksa karaya çıkarmak zorundaymışım gibi hissediyordum. Bu yüzden de her gün suların çekilmesini bekleyerek, düzenli olarak gemiden başka eşyaları kıyıya taşıyordum; özellikle üçüncü sefer gidişimde, yelkenleri tamir edebilmek için bulabildiğim bütün küçük halatları, ipleri, sicimleri, ıslak barut fıçısını toplayarak, gemiden bulabildiğim bütün yelken bezlerini de alarak kıyıya çıkardım. Kısacası bulabildiğim bütün kumaşları topladım; sadece onların hepsini parça parça keserek taşımak zorunda kaldım, çünkü hiçbirini yelken yapımında kullanmayacaktım.
Ama beni en çok sevindiren şey, her şeyden önce bunun gibi beş altı sefer daha yaparak gemide artık hiçbir eşyanın kalmadığını düşündüğüm sırada bulmuş olduğum büyük ganimet oldu; artık gemide işe yarar hiçbir şey kalmadığını düşündüğüm sırada geminin bölmelerinden birinde büyük bir ekmek fıçısı, üç küçük fıçı rom ya da başka içkilerden, bir sandık şeker ve bir fıçı da gayet kaliteli un buldum; bu benim için gerçekten çok şaşırtıcıydı, çünkü gemide sudan dolayı ıslanarak bozulan malzemelerin dışında başka bir şey kalmadığını düşünüyordum. Ekmekleri bulundukları kaptan hemen boşaltarak onları daha önce kesmiş olduğum yelken bezlerine ayrı ayrı güzelce sardım ve onların hepsini de düzgün şekilde karaya çıkardım.
Ertesi gün gemiye bir yolculuk daha yaptım, kullanabileceğim ne var ne yoksa her şeyi karaya taşımış olduğumdan, şimdi sırada gemideki halatlar kalmıştı. Büyük halatı, taşıyabileceğim ağırlıklarda parçalar hâlinde kestikten sonra, iki halat palamarlarını alarak etraftaki bütün demirleri bir araya topladım; mizanayla küçük sereni ve işime yarayacak her şeyi kesip büyük bir sal yaptım ve tüm ağır eşyaları bu sala yükleyerek gemiden ayrıldım. Yaver giden şansım yeniden dönmeye başlamıştı; çok hantal ve üzeri aşırı yüklü olan sal, diğer malzemeleri taşıdığım küçük salla girdiğim koya doğru ilerlerken öyle kolay yönetilecek gibi değildi ve sonunda yan devrilerek hem üzerindeki yükün tamamını hem de beni denize fırlattı. Kıyıya çok yakın konumda olduğumdan, bana çok bir şey olmamıştı; ancak eşyaların çok büyük kısmını kaybetmiştim, özellikle de işime gerçekten çok yaracağını düşündüğüm demirlerin hepsi sulara gömülmüştü; bununla birlikte gelgit çekilmeye başladığında geride kalan halat parçalarını ve bazı bulabildiğim demir parçalarını toplama olanağı bulabilmiştim, bu işi yaparken sürekli olarak suya dalıp çıkmak zorunda kaldığımdan dolayı da çok fazla yorulmuştum. Bundan sonrasında da her gün gemiye giderek alabileceğim her şeyi karaya çıkardım.
Bu adaya düşeli on üç gün olmuştu, bu süre zarfında on bir kez gemiye gidip gelmiş, tek başıma getirebileceğim ne var ne yoksa hepsini kıyıya taşımıştım; hava aynı şekilde iyi gitseydi muhtemelen bütün gemiyi sonunda kıyıya taşımış olacaktım. Ancak on ikinci gün gemiye çıkmak için hazırlandığım sırada, şiddetli bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Buna rağmen gelgit sayesinde sular çekildiğinde yine gemiye çıktım, kamaranın her tarafını iyice araştırıp, içeride alınacak hiçbir şey kalmadığını düşündüğüm esnada, bir anda gözüm çekmeceli bir dolaba takıldı. Çekmeceleri kontrol ettiğim sırada birinin içinden iki üç ustura, bir düzine kaliteli bıçak, çatal ve kaşık takımı ve aynı zamanda bir makas buldum. Diğer çekmeceyi açtığımda, burada otuz altı pound ve bunun dışında biraz Avrupa ve Brezilya parası, birkaç altın ve biraz da gümüş olduğunu gördüm.
Parayı görünce istemsizce gülümsedim: “Ah, kahrolası para!” diye hayıflandım yüksek sesle. “Şimdi elimde olsan neye yarar ki? Hiçbir işime yaramazsın; hayır eğilip seni almama bile değmez; bu bıçaklardan biri bile senin tümünden daha değerli. Burada hiçbir işimize yaramazsın, olduğun yerde kal ve değersiz bir yaratık gibi denizin dibini boyla.” Kendi kendime bütün bunları söylemiş olmama rağmen, yine de olası ihtimallere karşı paraları da bir beze sararak yanıma aldım ve yeniden başka bir sal yapmak için düşünmeye başladım. Ancak tam salı yapmak için işe giriştiğim sırada gökyüzündeki kara bulutları ve şiddetli rüzgârı fark ettim ve on beş dakika sonrasında kıyıdan patlak veren ilk fırtınanın emarelerini gördüm. Rüzgâr kıyıdan estiği için, bir sal yapmanın şu an için anlamsız olduğunu düşündüm ve gelgit yeniden başlamadan önce karaya çıkmak zorundaydım, çünkü fırtına başladığı anda kıyaya ulaşma olanağım olmayacaktı. Bu yüzden hemen denize atladım, kısmen yanıma almış olduğum eşyalardan kısmen de dalgaların şiddetinden dolayı büyük güçlükle ilerlemeye çalıştım ve gemiyle kumsal arasında kalan açıklığı yüzerek geçtim. Gelgit henüz başlamamış olmasına rağmen, şiddetli esen rüzgârın da etkisiyle korkunç bir fırtına patlak verdi.