banner banner banner
Mrs. Dalloway
Mrs. Dalloway
Оценить:
 Рейтинг: 0

Mrs. Dalloway

Kraliçe herhâlde, diye düşündü Mrs. Dalloway, çiçeklerle Mulberry’den çıkarken, kraliçe. Çiçekçinin önünde, gün ışığında, panjurları çekili otomobiliyle usulca önünden geçerken, bir anlığına gurur dolu gözlerle öylece durdu. Kraliçe bir hastaneye gidiyor veya bir sergi açıyor olmalı diye düşündü.

Günün bu saatinde bu kargaşa korkunçtu. Lord Ascot mı, Lord Hurlingham[10 - Hurlingham: Revaçta olan bir spor kulübü (ç.n.).] mı, neydi bu diye düşündü, zira yol tıkanmıştı. Paketleri ve şemsiyeleriyle, evet, böyle bir günde bile giydikleri kürkleriyle otobüslerin üst katlarında yanlamasına oturan İngiliz orta sınıfı çok gülünç duruyordu; insanın görüp görebileceği en gülünç şeyden bile daha fazla; kraliçenin de yolu tıkanmış, kraliçe bile geçemiyordu. Clarissa, Brook Sokağı’nın[11 - Brook Sokağı: Mayfair’de yer alan şık alışveriş caddelerinden biri (ç.n.).] bir tarafında kalakalmıştı; yaşlı hâkim, Sör John Buckhurst de diğer tarafında duruyordu, aralarında bir otomobil vardı (Sör John senelerin hukukçusuydu, iyi giyimli kadınlardan hoşlanırdı.); tam o sırada şoför hafifçe öne eğilerek, polise bir şey söylemiş veya bir şey göstermiş olmalı ki polis selam verdi, kolunu kaldırdı, başını salladı ve otobüsü kenara çekti, otomobil de aradan geçti. Yavaşça ve sessizce yoluna koyuldu.

Clarissa tahmin etti, biliyordu da tabii, beyaz, büyülü, dairesel bir şey görmüştü uşağın elinde, üzerinde isim yazılı yuvarlak bir levha -kraliçenin mi, Galler prensinin mi veya başbakanın mı- ışıltısıyla kendini belli etmişti (Clarissa otomobilin giderek küçüldüğünü ve gözden kaybolduğunu gördü.); şamdanların, parlak yıldızların, meşe yapraklarıyla dimdik duran göğüslerin arasında ışıldayacaktı o gece ve Hugh Whitbread ve iş arkadaşları, İngiltere’nin bütün centilmenleri de o gece Buckingham Sarayı’nda olacaklardı. Clarissa da bir parti veriyordu. Hafifçe doğruldu; işte partide böyle duracaktı merdivenin başında.

Otomobil gitmişti ama eldivenci vitrinlerinden şapkacı vitrinlerine ve terzilere kadar uzanan küçük bir dalga bırakmıştı ardında. Otuz saniye kadar bütün başlar aynı yöne dönmüştü -pencereye. Bir çift eldiven seçen -dirseğe kadar mı yoksa daha mı uzun olmalı, limon küfü mü yoksa soluk gri mi- hanımlar duraladılar; cümleleri biterken bir şey olmuştu. Bir titreşim, o kadar ufak ve önemsiz bir şeydi ki Çin’deki sarsıntıları kaydedebilecek ölçüde gelişmiş bir aracın bile yakalayamayacağı kadar, yine de bütünlüğüyle ürkütücü, genel intibası itibarıyla duygusaldı, öyle ki bütün şapkacılardaki ve terzilerdeki yabancılar birbirlerine bakıp ölenleri düşündüler; bayrağı; imparatorluğu… Arka sokaklardaki bir barda, sömürgelerden gelen biri, Windsor’lara hakaret edince bir tartışma çıktı, bira bardakları kırıldı, ses tuhaf bir şekilde yolun karşı tarafına ulaştı ve düğünleri için beyaz kurdele geçirilmiş beyaz iç çamaşırı alan genç kızların kulaklarında yankılanan bir gürültü koptu. Zira geçen arabanın yarattığı gerginlik yatışırken, derindeki bir şeyleri de kazıyıp çıkartıyordu.

Piccadilly’den süzülerek St. James Sokağı’na[12 - St. James Sokağı: Piccadilly’nin arkasında bulunan şık bir alışveriş caddesi (ç.n.).] doğru saptı otomobil. Uzun boylu, iri yarı adamlar, kuyruklu ceketleri, beyaz gömlekleri ve geriye taranmış saçlarıyla iyi giyimli adamlar; elleri ceketlerinin arkasında toplanmış, nedenini ayırt etmenin güç olduğu bir sebepten, White dükkânının cumbasında dikiliyor ve dışarıya bakıyorlardı, yüce birilerinin geçtiğini âdeta hissetmişlerdi ve o ölümsüz varlığın soluk ışığı Clarissa Dalloway’in üzerine vurduğu gibi onların da üzerine vurdu. Bir anlığına hükümdarlarına eşlik etmeye hazırmışçasına, duruşlarını daha da dikleştirdiler, ellerini arkalarından çektiler; gerekirse tıpkı ataları gibi topların ağzına sürülebilirlerdi. Arka plandaki beyaz büstler, üzerlerinde “Tatler”in[13 - Tatler: Sosyete dedikodusuna adanmış bir magazin dergisi (ç.n.).] kopyaları ve soda şişeleri bulunan küçük masalar da onaylar gibiydiler âdeta; bereketli ekinleri ve İngiltere’nin malikânelerini simgeliyorlardı sanki; yalnızca tek bir sesin bile fısıldayan geçitlerden bütün katedrale kadar yankılandığı duvarlar gibi, otomobil tekerleklerinin zayıf homurtusu yankılanıyordu. Üstünde şalı, kaldırımın kenarında durup, çiçekleriyle “sevgili oğlan”a esenlikler diledi (kesinlikle Galler prensiydi geçen); muhafızın, yaşlı bir İrlandalı kadının bağlılığını hiçe sayan küçümser bakışını üzerinde hissetmeseydi eğer, bir bardak biranın veya bir demet gülün ederi kadar parayı sırf gamsızlıktan ve fakirliği küçümseyişinden fırlatıverecekti St. James Sokağı’na. St. James Sokağı’ndaki muhafızlar selama durdular, Kraliçe Alexandra’nın[14 - Kraliçe Alexandra: VII. Edward’ın dul karısı, eşinin 1901’deki ölümünden sonra kendi ölümüne kadar (1910) tahtta kalmıştır (ç.n.).] korumaları da onlara katıldılar.

Bu arada, Buckingham Sarayı’nın kapılarında küçük bir kalabalık toplanmıştı. İlgisizce, yine de kendilerine güvenerek, fakirdi hepsi, bekliyorlardı; bayrağı dalgalanan Saray’a bakıyorlardı; tepesinde dalgalanan Victoria’yı, üzerinden sular akan kayalarını ve sardunyalarını hayranlıkla seyrediyorlardı; Mall’daki[15 - The Mall: Trafalgar Meydanı’ndan Buckingham Sarayı’na uzanan resmigeçit törenlerinin yapıldığı bulvar (ç.n.).] otomobillerin arasından seçiyorlardı, önce bu, sonra şu; gezintiye çıkmış Avam Kamarası üyelerini beyhude bir duygu seliyle karşılıyorlar şu ve bu araba geçerken takdirlerini boşa harcamadıklarını düşünüyorlardı; bütün bu zaman boyunca damarlarına dedikodular nüfuz ediyor ve soyluların onlara baktıkları düşüncesi baldırlarındaki sinirlerinin canlanmasına sebep oluyordu; kraliçenin eğilişinin; prensin selam verişinin; krallara bahşedilmiş cennetsi yaşamın düşüncesi, hizmetkârlar ve reveranslar; kraliçenin eski bebek evi; Prenses Mary’nin bir İngiliz’le evlendiğinin ve prensin -Ah prens! Yaşlı Kral Edward’a çektiği söyleniyordu ama çok daha inceymiş. Prens St. James’te yaşıyordu; ama bu sabah annesini ziyarete gelmiş olabilirdi.

Öyle dedi Sarah Bletchley kucağında bebeği, Pimlico’da kendi çamurlu sokağındaymış gibi ayağını bir aşağı bir yukarı sallarken ve gözlerini Mall’dan ayırmadan; o sırada Emily Coates, Saray’ın pencerelerini tarıyor ve hizmetkârları düşünüyordu, sayısız hizmetkârı, yatak odalarını, sayısız yatak odalarını. Aberdeen teriyeri olan yaşlıca bir beyefendinin de aralarında bulunduğu aylak kalabalık çoğaldı. Albany’de oturan ufak tefek Mr. Bowley hayatın derin kaynakları karşısında bal mumuyla kaplanmıştı resmen, ama böyle şeyleri görünce aniden bu bal mumu dağılıverirdi, yerli yersiz bir şekilde -zavallı kadınların kraliçenin geçmesini beklemeleri, zavallı kadınlar, şirin, küçük çocuklar, yetimler, dullar, savaş ah savaş- gözleri yaşarırdı… Mall’dan aşağı doğru, cılız ağaçların arasından, bronz anıta, kahramanlara doğru ilerleyen esinti Mr. Bowley’nin İngiliz göğsündeki bayrağı dalgalandırdı, otomobil Mall’a doğru dönerken şapkasını kaldırdı ve zavallı Pimlico’lu kadınların onu sıkıştırmasına ses çıkarmadan şapkası havada, dimdik durdu. Otomobil yaklaştı.

Aniden göğe doğru baktı Mrs. Coates. Bir uçağın sesi kalabalığın kulaklarını uğursuzca delip geçti. Ağaçların üstüne doğru, arkasında beyaz bir duman bırakıyordu, duman kıvrılıp, dönüyordu, sahiden bir şey yazıyordu! Göğe harfler çiziyordu! Herkes yukarı baktı.

İnişe geçen uçak, birden yukarı doğru kıvrıldı, bir daire çizdi, hızlandı, yükseldi ve ne yaptıysa, nereye gittiyse, ardında o kalın, fırfırlı beyaz dumanı bıraktı, kıvrılarak gökte harfler şeklinde çöreklenen o dumanı. Ama hangi harfler bunlar? Bir C mi? Sonra E, sonra L? Sadece bir anlığına orada öylece duruyorlar; ardından kıpırdıyor, eriyor, göğün yükseklerinde siliniyorlar ve uçak gittikçe daha uzağa, gökyüzünün temiz bir kısmına doğru ilerliyor, bir K yazmaya başlıyor, bir E, yoksa bir de Y mi?

“Glaxo!” dedi Mrs. Coates gergin fakat hayranlık dolu bir sesle, yukarı doğru bakarken, kucağında bebeği kımıldamadan yatıyor ve o da yukarı bakıyordu.

“Kreemo!” diye mırıldandı Mrs. Bletchley, bir uyurgezer gibi. Şapkasını hâlâ elinde kımıldamadan tutan Mr. Bowley gözlerini havaya dikti. Mall boyunca herkes durmuş ve gözlerini göğe dikmişti. Onlar baktıkça bütün dünyayı tam bir sessizlik kapladı, bir martı sürüsü geçti gökyüzünden, önce bir martının liderliğinde, sonra bir başkasının ve bu olağan dışı sessizlik ve huzur içinde, bu solgunlukta, çanlar on bir kez çaldılar, sesleri martıların arasında usulca kayboldu.

Uçak dönüyor, hızlanıyor ve gönlünce saldırıya geçiyordu; süratle, özgürce, bir patenci gibi -“Bu bir E!” dedi Mrs. Bletchley- veya bir dansçı gibi -“Şekerleme reklamı bu!” diye mırıldandı Mr. Bowley- (ve araba kapılardan içeri girerken kimse dönüp bakmadı) ve dumanını keserek uzaklara doğru hızlandı uçak, duman soldu ve geniş beyaz bulutların çevrelerinde toplandı.

Gitmişti; bulutların arkasında kalmıştı. Hiçbir ses yoktu. E, G ve L harflerinin iliştiği bulutlar serbestçe kıpırdıyorlardı, sanki çok önemli bir göreve tabiymişçesine Batı’dan Doğu’ya geçmek kaderlerinde vardı, asla açıklanamayacak ancak çok önemli -çok çok önemli olan bir görev. Sonra ansızın uçak, Mall’daki, Green Park’taki, Piccadilly’deki, Regent Sokağı’ndaki[16 - Regent Sokağı: Şık alışveriş caddesi (ç.n.).] herkesin kulaklarını çınlatarak tünelden çıkan bir tren gibi bulutların arasından tekrar belirdi ve arkasındaki duman kıvrıldı, aşağı doğru indi, art arda harfler yazarak hızla yükseldi -fakat hangi kelimeyi yazıyordu ki?

Lucrezia Warren Smith, Broad Walk’taki Regent Park’ta bulunan bir bankta kocasının yanında oturuyordu, yukarı doğru baktı.

“Bak, bak, Septimus!” diye haykırdı. Zira Dr. Holmes, kocasının (ki ciddi hiçbir şeyi yoktu, sadece biraz keyifsizdi) kendi iç dünyası dışında bir şeylerle ilgilenmesini istiyordu.

Yani, diye düşündü Septimus, yukarı bakarken, bana bir işaret gönderiyorlar. Açıkça kelimelere dökerek değil; henüz dilini anlayamıyordu ama yeterince ortadaydı bu güzellik, bu eşsiz güzellik, tükenmez merhametiyle ve tebessüm eden iyiliğiyle ona sunulan bu mahzun, gökte eriyen dumandan kelimelere baktıkça gözleri yaşarıyordu; birbiri ardına sıralanan bu akılalmaz güzellikler, karşılık beklemeden, sonsuza kadar, sadece bakması için her seferinde daha da güzel olma niyetinde olduklarını gösteriyorlardı! Gözlerinden yaşlar süzüldü.

“Şekerleme bu; şekerleme reklamı yapıyorlar.” dedi bir dadı, Rezia’ya.[17 - Lucrezia’nın kısaltılmışı, Rezia’dır (ç.n.).] Birlikte hecelemeye başladılar ş… e… k…

“K… R…” dedi dadı, Septimus kulağının dibinde “Ka… Ra…” dendiğini işitti, derinden ve usulca, bir org sesi gibi ama bir çekirgenin sesinin az biraz törpülenmiş hâline benzer bu sesteki kabalık, omurgasına leziz bir şekilde yayıldı ve ses dalgaları zihnine işledi, sarsılıp kırıldılar. Muhteşem bir keşifti gerçekten -yani insan sesi belli atmosfer koşullarında (zira kişi bilimsel olmalıydı, her şeyden öte bilimsel) ağaçlara can katabiliyordu! Rezia sevinçle kocasının dizine elini koydu; öyle bir ağırlıktı ki bu Septimus çakıldı, donakaldı, yoksa bir o yana bir bu yana salınan karaağaçların, bir o yana bir bu yana salınan yapraklarının ve derin dalgalar gibi maviden yeşile incelen ve yoğunlaşan, atların başlarındaki tuğlar veya hanımların tüylü şapkaları gibi, gururla salınan bu ağaçların coşkusu onu delirtirdi. Ama o delirmeyecekti. Gözlerini kapayacak ve bir şey görmeyecekti artık.

Ama işaret ediyorlardı; yapraklar canlıydı, ağaçlar canlıydı. Ve yapraklar milyonlarca lifle Septimus’ın vücuduna bağlıydılar, orada, bankta oturan gövdesini usulca sallıyorlardı, dal uzandığında o da uzanıyordu. Kanat çırpan, kırık çeşmelere doğru yükselip alçalan serçeler de bu dokunun bir parçasıydılar; kara dallarla çizgilenmiş beyaz ve mavi… Sesler önceden planlanmış bir ahenk içine girdiler; aralarındaki duraklar da seslerin kendileri kadar önemliydi. Bir çocuk ağladı. Uzaktan bir korna sesi geldi. Hepsi birlikte yeni bir dinin doğuşu anlamına geliyordu…

“Septimus!” dedi Rezia. Septimus yerinden sıçradı. İnsanlar fark etmiş olmalı.

“Havuza kadar yürüyüp geleceğim.” dedi Lucrezia.

Zira artık dayanamıyordu. Dr. Holmes istediği kadar önemli bir şey değil diyebilirdi. Septimus böyle bir duruma düşeceğine ölseydi daha iyiydi! Öyle gözlerini dikip baktığında yanında duramıyordu, kendisini görmüyordu resmen, her şeyi berbat ediyordu; gökyüzünü, ağaçları, oyun oynayan, arabalarını çeken, ıslık çalan, düşen çocukları, hepsini berbat ediyordu. Kendini öldüremezdi; Lucrezia da kimseye bir şey söyleyemiyordu zaten. “Septimus son zamanlarda çok çalıştı.” diyebilmişti annesine. Sevmek insanı yalnız kılıyor, diye düşündü. Kimseye bir şey söyleyemiyordu artık, Septimus’a bile ve arkasına bakınca onu, yırtık pırtık paltosuyla, kamburlaşmış bir şekilde otururken; gözlerini dikmiş tek bir noktaya bakarken buldu. Bir erkeğin kendini öldüreceğini söylemesi korkakça olurdu zaten ama Septimus savaşa katılmıştı; cesurdu; eski Septimus değildi artık o. Dantel yakasını, yeni şapkasını fark etmemişti bile; Lucrezia’sız da mutluydu besbelli. Oysa hiçbir şey onsuz mutlu edemezdi Rezia’yı! Hiçbir şey! Septimus bencildi. Erkekler öyledir işte. Zira hasta değildi. Dr. Holmes hiçbir şeyi olmadığını söylemişti. Elini önüne doğru uzattı. İşte! Alyansı kaydı parmağından -nasıl da zayıflamıştı. Kendisiydi acı çeken, ama kimsesi yoktu ki anlatabileceği.

İtalya, bembeyaz evler, kız kardeşlerinin oturup şapkalar yaptığı oda, her akşam yürüyen, kahkahalarla gülen insanlarla kalabalıklaşan sokaklar uzaktaydı; buradaki tekerlekli sandalyelerine kıvrılmış hâlde saksılara sıkışmış çirkin çiçeklere bakan yarı-canlı insanların aksine!

“Milano’daki bahçeleri bir görseydiniz!” dedi yüksek sesle. Ama kime?

Kimse yoktu. Sözleri dağılıp gitti. Tıpkı bir roket gibi. Kıvılcımlar, gecenin içine doğru dalıp, ona teslim olurlar, karanlık çöker, evlerin ve kulelerin dış çizgilerinin üzerine doğru dökülür; kasvetli tepeler yumuşar ve boyun eğerler. Fakat kıvılcımlar gitmiş olsalar bile, gece onlarla doludur; renklerinden yoksun, pencerelerinden silinmiş olsalar da hareketsiz bir şekilde var olurlar, sade gün ışığının iletemeyeceği duyguları açığa vururlar -karanlıkta toplanan endişe ve gerginlikleri; karanlığa yığılan şeylerin; duvarları beyaz ve griye boyayan, her bir pencereyi yerli yerine koyan, tarlalardaki sisi kaldıran, huzurla otlayan kızıl kahve inekleri gösteren şafağın rahatlığından yoksun; şafakla her şey bir kez daha süslenir gözlerde, bir kez daha var olur. Yalnızım, yalnızım, diye haykırdı Regent Park’taki havuzun yanında (Hintli’ye ve haçına dikmişti gözlerini), belki gece yarısı, bütün sınırlar kalktığında, ülke antik şekline bürünecekti; Romalıların bir zamanlar gördüğü gibi, ilk ayak bastıklarındaki gibi, bulutlu, isimsiz tepelerle ve nereye aktığı bilinmeyen ırmaklarla -öylesiydi Lucrezia’nın karanlığı; aniden sanki orada bir kaya belirivermiş ve kendi de üstünde duruyormuş gibi, onun karısı olduğunu, yıllar önce Milano’da evlendiklerini ve onun deli olduğunu asla ve asla söylemeyeceğini tekrarladı! Döndüğünde kaya parçası devrildi, aşağı, aşağı doğru yuvarlandı Lucrezia. Zira o gitmiş, diye düşündü -gitmiş, tehdit ettiği gibi, kendini öldürecek- bir arabanın altına atacak kendini! Ama yoo, oradaydı işte; hâlâ bankta tek başına oturuyordu, yırtık pırtık paltosuyla, bacak bacak üstüne atmış, gözlerini dikmiş, yüksek sesle konuşuyor.

İnsanlar ağaçları kesmemeli. Bir Tanrı var (Böyle aydınlanma anlarını zarfların arka yüzlerine not ederdi.). Dünyayı değiştir. Hiç kimse nefretten öldürmez. Duyurun (Not etti.). Bekledi. Dinledi. Karşıdaki parmaklığa konmuş bir serçe dört beş kez Septimus, Septimus diye cıvıldadı ve notaların üstüne basarak ışıl ışıl ve dokunaklı bir şekilde Yunanca sözcüklerle, suç diye bir şey olmadığını söyledi, bir başka serçe ona katıldı ve birlikte dokunaklı Yunanca sözcüklerle hayat çayırındaki ağaçların, ırmak boyunca yürüyen ölülerin ve nasıl ölüm diye bir şey olmadığının türküsünü söylediler.

Şurada eli, işte şurada da ölüler duruyordu. Karşıdaki parmaklıkların arkasında beyaz şeyler toplaşıyordu. Ama Septimus’ın bakmaya cesareti yoktu. Parmaklıkların arkasında Evans vardı!

“Neler söylüyorsun?” dedi Rezia aniden ve yanına oturdu.

Bölmüştü yine! Hep böyle bölüyordu.

İnsanlardan uzaklara, insanlardan uzağa gitmeliyiz (sıçrarken), dedi Septimus, tam oraya, ağacın altında iskemlelerin olduğu yere; tavanında mavi bir örtü, yukarısında pembe bir duman olan, yeşilliğe daldırılmış parkın uzun eğimi boyunca gitmeliydiler; uzaklardaki dumana gömülmüş, kale duvarlarını andıran, düzensiz evlerin oraya; dönerek akan trafik uğultusunun ve sağ tarafında boz renkli hayvanların hayvanat bahçesinin parmaklıklarına doğru havlayıp uluyarak uzun boyunlarını gerdiği o yere. Bir ağacın altına oturdular.

“Bak!” diye yalvardı Lucrezia, ellerinde kriket sopaları taşıyan bir oğlan kalabalığını göstererek; içlerinden biri ayağını sürüdü, topuğunun üstünde döndü ve tekrar ayağını sürüdü, tıpkı bir müzikholdeki palyaçoya benziyordu.

“Bak!” diye yalvardı Lucrezia, zira Dr. Holmes kocasının somut şeyleri fark etmesini, onlara ilgi duyması gerektiğini söylemişti, bir müzikhole gitmek veya kriket oynamak -tam kocasına göre bir oyun olduğunu söylemişti Dr. Holmes, güzel bir açık hava oyunu.

“Bak!” dedi bir daha.

Bak, diye davet ediyordu onu görünmeyen, insanlığın en yücesiydi şu an onunla iletişim hâlinde olan bu ses, Septimus, son zamanlarda yaşamdan ölüme göçen, toplumu yenilemeye gelmiş Tanrı, bir yorgan gibi, yalnız güneşin yarabildiği kardan bir yorgan; asla tükenmeyen, sonsuz acı içinde, günah keçisi, ebedî mağdur; ama bunu istemiyordu ki, inledi, elini salladı; o ebedî acıyı elinin rüzgârıyla söndürmek ister gibi.

“Bak!” diye tekrarladı, zira dışarıdayken kendi kendine yüksek sesle konuşmamalıydı Septimus.

“Bir bak!..” diye yalvardı Lucrezia. Ama bakılacak ne vardı ki? Birkaç koyun. Hepsi bu.

Regent Parkı metro istasyonunun yolunu -biri söyleyebilir miydi lütfen Regent Parkı metro istasyonuna giden yolu ona- soruyordu Maisie Johnson. Edinburgh’dan geleli daha iki gün olmuştu.

“Buradan değil -şuradan!” diye haykırdı Lucrezia, Septimus’ı görmesin diye onu öteki tarafa yönlendirirken.

İkisi de bir acayip, diye düşündü Maisie Johnson. Her şey çok acayip geliyordu ona zaten. Londra’ya ilk gelişiydi, Leadenhall Sokağı’nda amcasının yanında bir işe başlayacaktı ve şimdi bu sabah Regent Parkı’ndan geçerken gördüğü bu çift onu tedirgin etmişti; genç kadın yabancıydı herhâlde, adamsa bir tuhaftı, öyle ki eğer bir gün yaşlı bir kadın olacak kadar yaşarsa o zaman bile anılarının içinden güzel bir yaz sabahı Regent Parkı’ndan geçerkenki hâlini hatırlayabilirdi. Zira sadece on dokuz yaşındaydı ve sonunda Londra’ya gelmeyi başarmıştı ve şimdi ne tuhaftı; bu yolu sorduğu çift, kız irkilmiş, elini sallamış ve adam -adam çok garip gözüküyordu; bir tartışma içinde miydiler acaba; ayrılıyorlardı belki; ama bir şeylerin döndüğü belliydi; biliyordu ve şimdi bütün bu insanlar (artık Broadwalk’a dönmüştü), taş havuzlar, muntazam çiçekler, yaşlı kadın ve erkekler, tekerlekli sandalyelerde, çoğu hasta -bütün hepsi Edinburgh’dan sonra çok acayip geliyordu. Ve Maisie Johnson, bu ağır adımlarla yürüyen, dalgın dalgın bakan, esintinin okşadığı insanların arasında karışırken -sincaplar tünemiş yalanıyor, serçeler hızla kanat çırparak havuzlardan kırıntı topluyor, köpekler parmaklıklara sürtünüp birbirleriyle oynarken, yumuşak, ılık bir esinti âdeta üzerlerini yıkayarak sabit, şaşmaksızın bakan gözlerine garip ve dingin bir şekilde hayat veriyor- “Ay!” diye bağıracak gibi oldu (Bankta oturan genç adam onu çok korkutmuştu. Bir şeyler dönüyordu, biliyordu.).

“Korkunç! Korkunç!” diye ağlamak geliyordu içinden (Ailesini bırakıp gelmişti buraya, gerçi söylemişlerdi başına neler gelebileceğini.).

Neden evinde kalmamıştı ki sanki, ağlıyordu, demir parmaklıkların topuzunu çevirdi.

Şu kızcağız, diye düşündü Mrs. Dempster (Sincaplara vermek için kırıntılar biriktirir ve sık sık Regent Parkı’nda öğle yemeğini yerdi.), daha hiçbir şey bilmiyor; aslında biraz daha cesur, biraz daha rahat, biraz daha makul olmalı insan beklentilerinde. Percy içerdi. Yine de insanın oğlunun olması daha iyi, diye düşündü Mrs. Dempster. Çok zorluk çekmişti, böyle bir kıza gülümsemekten kendini alamazdı. Evlenirsin sen, zira yeterince güzelsin diye düşündü Mrs. Dempster. Bir evlen de gör bakalım! Yemek pişireceksin ve daha neler neler… Her erkeğin huyu başka. Ama eğer bilseydim böyle bir seçim yapar mıydım diye düşündü Mrs. Dempster ve Maisie Johnson’un kulağına birkaç öğüt fısıldamak istedi; kendi buruşmuş, sarkmış, yaşlı yüzünde şefkat dolu bir öpücük hissetmek… Zira çok zor bir hayat oldu, diye düşündü Mrs. Dempster. Neler vermişti uğruna? Gülleri, bedenini; ayaklarını da (Şişmiş ayaklarını eteğinin altına doğru çekti.)…

Güller, diye düşündü acı bir alayla. Hepsi çöp, canım. Gerçekten de yemesi, içmesi, çiftleşmesi, iyi ve kötü günleriyle, hayatın güllerle alakası yoktu ve dahasını da söyleyeyim mi sana, Carrie Dempster, yine de Kentish Town’daki hiçbir kadınla değiştirmek istemezdi kaderini! Ama tek istediği acınmaktı onun. Kaybolan güllere acınmasını istiyordu. Sümbüllerin arasında duran Maisie Johnson’ın acımasını istiyordu.

Ah, ama şu uçak! Mrs. Dempster hep yabancı yerleri görmek istememiş miydi? Bir yeğeni vardı, misyoner. Hızla yükseldi uçak. Margate’ta denize giderdi hep, karadan uzaklaşmazdı pek ama sudan korkan kadınlara da tahammülü yoktu. Uçak kayarak alçaldı. Midesi ağzına gelmişti. Tekrar yükseldi. Bahse girerim içinde hoş bir genç adam vardır uçağın, dedi Mrs. Dempster, gitgide uzaklaştı; Greenwich’in ve bütün direklerin üstünden geçti; kurşuni renkteki kiliselerin ve St. Paul’ün oluşturduğu adanın üstünden, Londra’nın iki yanında uzanan tarlaların ve maceraperest ardıç kuşlarının cesurca sıçrayarak, etrafı kolaçan edip sümüklü böcekleri yakaladıkları gibi kayaların üstüne bir, iki, üç, defa vurdukları, koyu kahve koruların oraya kadar gitti.

Uzağa, gitgide daha da uzağa gitti uçak, ta ki sadece bir kıvılcım olana kadar; bir özlem, bir yoğunlaşma, insan ruhunun ve kararlılığının bir simgesi (Greenwich’te gayretle çimlerini biçen Mr. Bentley’ye böyle göründü.), diye düşündü Mr. Bentley, düşünce yoluyla kendi bedeninin ve evinin dışına çıkabilmek için selvi ağacının etrafında dönerek, Einstein, kurgu, matematik, Mendel Teorisi -uçak gitgide uzaklaştı.

Sonra, kılıksız alelade bir adam elinde deri çantasıyla St. Paul Katedrali’nin basamaklarında durdu, tereddüt etti, kim bilir nasıl bir şifa vardı içeride, nasıl harika bir karşılama, üzerinde bayrak dalgalanan kaç mezar, ordulara karşı kazanılan zaferlerin simgesi değil bunlar, diye düşündü, şu an beni işten güçten yoksun bırakan baş belası gerçeği arama tutkusuna karşı kazanılan zaferlerin; üstelik Katedral elini uzatıyordu insana, diye düşündü, toplumun bir parçası olmaya davet ediyordu, büyük adamların ait olduğu, şehitlerin uğruna canlarını verdiği; neden katılmayacaktı ki, diye düşündü; içi broşür dolu deri çantayı bir mihrabın önüne bırakırım, bir haçın, sözcükleri arayan, araştıran ve bir araya getirmekten öteye geçen ve artık bütünüyle ruh hâline gelen, gövdesiz, hayalet gibi -neden içeri girmeyecekmişim ki diye düşündü ve o tereddüt içinde dışarıda dururken, uçak Ludgate Sirki’nin üzerinden uçtu.

Etraf çok tuhaftı; durgundu her şey. Trafiğin gürültüsünü hiçbir ses bastıramıyordu. Kılavuzsuz gözüküyordu uçak, sanki kendi özgür iradesiyle yol alıyordu. Ve şimdi, gitgide daha yukarılara doğru kıvrılırken, zevk içinde yükselen bir şey gibi, saf bir sevinçle, arkasında kıvrıla kıvrıla uzayan beyaz dumanları bıraktı, bir Ş yazdı, E ve bir K.

“Neye bakıyorlar?” diye sordu Clarissa Dalloway kapıyı açan hizmetçisine.

Evin girişi mezar gibi serindi. Mrs. Dalloway elini gözlerine siper etti, hizmetçi kapıyı kapatırken, Lucy’nin eteklerinin hışırtısını duyunca, bildik tüllerin çevresini usulca sarışını, eski bağlılıklara verilmiş karşılıkları tadan, dünyayı terk etmiş bir rahibe gibi hissetti kendini. Aşçı mutfakta ıslık çalıyordu. Daktilonun tıkırtısını duydu. İşte buydu hayatı, girişteki masanın üzerine sanki bu etkilerin ağırlığıyla eğilirmişçesine göz attı, kendini kutsanmış ve arınmış hissetti; telefonla bırakılan mesajların not edildiği defteri eline alırken nasıl oluyor da böyle anların hayat ağacının tomurcukları, karanlığın çiçekleri olduğunu düşündü (Sanki yalnızca o görsün diye güzel bir gül açmıştı.); bir an bile inanmamıştı Tanrı’ya; ama yine de diye düşündü defteri eline alırken, günlük hayatta hizmetçilere, evet köpeklere ve kanaryalara, her şeyden öte de kocasına, her şeyin temeli olan -bu keyifli seslerin, yeşil ışıkların hatta ıslık çalan aşçının bile, zira Mrs. Walker İrlandalıydı ve gün boyunca ıslık çalardı- Richard’a, bu eşsiz anların gizli deposundan ödemeli insan borcunu; Lucy yanında durmuş bir şey anlatmaya çalışıyordu.

“Mr. Dalloway, efendim…”