banner banner banner
Mrs. Dalloway
Mrs. Dalloway
Оценить:
 Рейтинг: 0

Mrs. Dalloway

“Keşke babanla daha iyi anlaşsaydım derim sık sık…” dedi Peter.

“Ama o benimle -yani benim arkadaşlarımdan hiç hoşlanmazdı ki!..” dedi Clarissa; Peter’a kendisiyle evlenmek istediğini hatırlattığı için dilini ısırmış olabilirdi.

Tabii ki istemiştim, diye düşündü Peter; kalbim kırılmıştı, diye düşündü; batan günün dehşetli ışığında terastan bakıldığında yükselen bir ay gibi alt etti kederi onu. Bir daha hiç öyle mutsuz olmadım, diye düşündü. Ve sanki o terasta oturuyormuş gibi Clarissa’ya doğru yaklaştı; elini uzatı; kaldırdı; bıraktı. Orada, tepelerinde asılı duruyordu ay. Clarissa da orada, ay ışında, terasta kendisiyle oturuyor gibi duruyordu.

“Herbert kalıyor şimdi.” dedi Clarissa. “Ben hiç gitmiyorum artık.”

Sonra, tıpkı ay ışığında terasta dururken sıkılan birinin yaptığı gibi; nasıl ki karşıdaki sessizce oturup, ayı seyreder ve konuşmazken; şimdiden sıkıldığı için çekinerek, ayağını kıpırdatır, boğazını temizler, masanın ayağındaki metal kıvrımlara bakınır, bir yaprağı kımıldatır ama hiçbir şey söylemez -Peter Walsh da öyle yaptı. Zira neden böyle geçmişi kurcalayalım ki, diye düşündü. Neden bunu düşünmesini sağlamıştı ki? Bunca cehennemî işkenceden sonra neden böyle acı çektiriyordu?

“Gölü hatırlıyor musun?” dedi, kalbini sıkıştıran, boğazındaki kasları geren ve “göl” dediğinde dudaklarının büzülerek kasılmasına yol açan bir duygunun baskısıyla, kısık bir sesle. Hem ördeklere ekmek atan bir çocuktu hem de gölün kıyısında duran annesiyle babasına yaklaştıkça, kollarında gitgide büyüyen hayatı, bütün hayatı duruyordu, onların yanına bırakıp “İşte bunu yaptım! Bunu!” diyordu. Ve ne yapmıştı hayatıyla? Ne yapmıştı hakikaten? Oturmuş Peter’ın yanında dikiş dikiyordu bu sabah.

Peter Walsh’a baktı; bakışı, onca zaman, onca hissin içinden geçerek kuşku içinde ulaştı ona; ağlamaklı bir şekilde çöktü yüzüne; bir kuşun dala konup kanat çırparak uzaklaşması gibi, dokunup uzaklaştı. Gizlemeden sildi gözlerindeki yaşı.

“Evet.” dedi Peter. “Evet, evet, evet…” dedi, sanki yüzeye doğru çıkarken onu çok incitecek bir şey söylemiş gibi. Dur! Dur! diye haykırmak geldi içinden. Çünkü yaşlı değildi; hayatı bitmiş değildi; kesinlikle bitmiş değildi. Ellisini daha yeni geçmişti. Söylesem mi acaba, söylemesem mi diye düşündü. Ama çok soğuktu, dikiş dikerken böyle makaslarıyla falan; Daisy, Clarissa’nın yanında çok sıradan kalırdı. Ve benim tamamıyla bir başarısızlık abidesi olduğumu düşünecek ki Dalloway’lerin bakış açısına göre öyleyim, diye düşündü. A tabii, ondan hiç şüphesi yoktu; bir başarısızlık örneğiydi, bütün bunlara kıyasla -şu kakma masaya, şu kakma mektup açacağına, şu yunusa ve şamdanlara, sandalye kılıflarına ve eski, İngiliz baskısı değerli resimlere kıyasla- bir başarısızlık örneğiydi! Bütün bu kendini beğenmişlikten tiksiniyorum, diye düşündü; Richard’ın işleri; Clarissa’nın değil; onunla evlenmek dışında bir suçu yok onun (O sırada Lucy elinde gümüşlerle girdi içeri, daha fazla gümüş; alımlı, zarif, ince birine benziyor, diye düşündü, gümüşleri bırakmak için eğilirken.). Ve bu hep böyle sürüp gidiyor olmalı diye düşündü; haftalar boyunca; Clarissa’nın hayatı; oysa kendisi -ansızın yaşadığı her şey içinden dışarı saçılıyormuş gibi oldu; serüvenler, geziler, tartışmalar, maceralar, briç partileri, aşklar, iş, iş, iş! Ve çakısını çıkardı -eski boynuz saplı çakısı, Clarissa otuz yıl önce taşıdığı aynı çakı olduğuna yemin edebilirdi- avcunda sıktı.

Ne tuhaf bir alışkanlık bu, diye düşündü Clarissa; hep böyle çakıyla oynaması. İnsana kendini hep önemsiz biri gibi hissettiriyordu; boş kafalı, geveze, eskiden yaptığı gibi. Ama ben de diye düşündü iğnesini alırken eline, uyuyakalmış muhafızları yüzünden korumasız bırakılmış bir kraliçe gibi (bu ziyaret onu afallatmıştı -üzmüştü) -böğürtlen çalılarının altında yatarken herhangi biri gelip onu rahatlıkla görebilirdi- yaptığı şeyleri yanına çağırdı; sevdiği şeyleri; kocasını, Elizabeth’i, kendini, kısaca, Peter’ın artık hiçbir şey bilmediği kendisini korumak ve düşmanı defetmek istiyordu.

“Peki, sen neler yaptın bakalım?” dedi Clarissa. Savaş başlamadan önce atlar toprağı eşeler böyle; başlarını sallarlar; böğürleri ışıldar; boyunları kavislenir. İşte Peter Walsh ve Clarissa, mavi kanepede yan yana otururken böyle meydan okudular birbirlerine. Peter’ın içindeki ordusu kızışıp çalkalanıyordu. Çeşitli mevzilerden pek çok şey yardıma geliyordu; övgüler, Oxford’daki kariyeri, evliliği ki Clarissa evliliği hakkında hiçbir şey bilmiyordu; nasıl âşık olduğunu, işini nasıl yürüttüğünü…

“Milyonlarca şey!” diye haykırdı, artık yüzlerini göremediği insanların omuzları üzerinde hızla taşınıyormuş gibi hem korkutan hem de heyecanlandıran birleşmiş güçlerinin bir o yana bir bu yana yüklenmesiyle elini alnına götürdü.

Clarissa dimdik oturuyordu; soluğunu tuttu.

“Âşığım.” dedi, Clarissa’ya değil tabii fakat yükselen, elle dokunulamayan birine söylüyordu; onun için getirdiğiniz çelenginizi karanlıkta kalan çimenlerin üzerine bırakmak zorundaydınız.

“Âşığım.” diye tekrarladı Clarissa Dalloway’e şimdi kuru bir sesle; “Hindistan’da bir kıza âşığım.” Çelengini sunmuştu. Clarissa dilediğini yapabilirdi.

“Âşıksın demek!” dedi. Demek bu yaşta, o küçük papyonuyla suyun altına çekilmişti o canavar tarafından! Üstelik boynu bir deri bir kemik, elleri kıpkırmızı, hem benden altı ay büyük! Gözleri kendisine kaydı ama yüreğinde hissediyordu; âşıktı Peter. Öyleydi, hissediyordu; âşıktı Peter.

Ama karşısına çıkanları ezip geçen boyun eğmez bencilliği, hadi hadi diyen, amaçsız olduğunu itiraf etmesine rağmen bize hadi hadi diyerek sürükleyen ırmak; bu boyun eğmez bencillik yanaklarını renklendirmişti; gencecik yapmıştı onu, pembecik; elbisesi dizlerinde otururken gözleri parlıyordu, yeşil ipeklinin ucuna iliştirilmiş iğnede hafif bir titreme oldu. Kendisine değil. Daha genç birine âşıktı tabii.

“Peki, kim bu kadın?” diye sordu.

Şimdi bu heykelin yükseklerden indirilip aralarına konması gerekiyordu.

“Maalesef evli bir kadın…” dedi Peter, “Hint ordusundaki bir binbaşının karısı.”

Ve sevdiği kadını Clarissa’nın gözünün önünde böyle gülünç bir vaziyete düşürdüğü için buruk bir tatlılıkla gülümsedi.

(Ne de olsa âşık, diye düşündü Clarissa.)

“Onun iki çocuğu var.” diye devam etti Peter, ciddi bir şekilde, “Biri kız, biri oğlan; boşanmak için avukatlarımla görüşmeye geldim.”

Al işte, diye düşündü. Canın ne istiyorsa yap onlarla! Al işte! Her geçen saniye, Clarissa onlara baktıkça; Hint ordusundaki binbaşının karısı (Daisy’si) ve iki çocuğu ona daha güzel geliyordu; sanki bir döşemenin üstündeki gri topağı aydınlatmış ve yakınlıklarının -eşsiz yakınlıklarının- deniz tuzu kokan havasının içinde güzel bir ağaç serpilmişti (çünkü birçok yönden kimse onu Clarissa gibi anlayamıyordu veya duygularını paylaşamıyordu).

Peter’ı pohpohlamıştır o, enayi yerine koymuştur onu, diye düşündü Clarissa; kadını, Hint ordusundaki binbaşının karısını, bir bıçağın üç darbesiyle şekillendirerek. Ne büyük kayıp! Ne budalalık! Peter’ın bütün hayatı böyle budalalıklarla geçmişti zaten; önce Oxford’dan atılması; sonra Hindistan’a giden gemideki bir kızla evlenmesi; şimdi de bir binbaşının karısı -şükür ki kadın onunla evlenmeyi kabul etmemişti! Yine de âşıktı; eski dostu, Peter’cığı âşıktı.

“Ne yapacaksın peki?” diye sordu. Ah, avukatlar uğraşacak, dedi Peter, Lincoln’s Inn’deki Messrs Hooper ve Grateley. Ve çakısıyla tırnaklarını törpülemeye koyuldu.

Tanrı aşkına, bırak şu çakıyı, diye bastıramadığı bir rahatsızlıkla içinden haykırdı; onun bu iflah olmaz ciddiyetsizliği, zayıflığı, başkalarının duygularını önemsemeyişi, Clarissa’yı sinirlendiriyordu, bu yaşta olacak iş mi bu?

Başıma gelecekleri biliyorum, diye düşündü Peter; karşımdakini biliyorum, diye düşündü, parmağını çakısının üzerinde gezdirirken, Clarissa Dalloway’i ve geri kalan hepsini; ama göstereceğim Clarissa’ya -ve aniden kendisini de şaşkınlık içinde bırakan, sanki dizginlenemeyen güçler tarafından boşluğa fırlatılmışçasına gelen bir gözyaşı selinin içinde buldu kendini; ağladı; en ufak bir utanç duymadan ağladı; kanepede otururken; yaşlar süzüldü yanaklarından.

Clarissa öne doğru eğilmiş, elini tutmuş, kendine doğru çekip öpmüştü; Peter’ın yüzünü yüzünde hissettiğinde göğsündeki tropik bir fırtınanın içinde kalmış gibi olan hanımpüsküllerine benzer tuğların gümüş parıltılarının savruluşu duruldu; Peter’ın elini tuttu, dizini okşadı ve arkasına yaslanırken, onunla o kadar huzurlu ve hafif hissediyordu ki kendini, ansızın içinde bir şey uyandı, onunla evlenmiş olsaydım, diye düşündü, bu sevinç bütün gün sürerdi!

Her şey bitmişti oysa. Çarşafı gergin, yatağı dardı. Kuleye bir başına çıkmış ve onları, böğürtlenlerle baş başa bırakmıştı. Kapı kapanmıştı, dökülen sıvaların tozu ve kuş pisliklerinin arasından ne kadar uzak görünüyordu manzara; sesler, cılız ve soğuk; bir seferinde (Leith Hill’deyken), diye hatırladı Clarissa; Richard, Richard diye haykırmıştı uykusundan uyanarak, karanlıkta elini uzatarak yardım isteyen biri gibi. Leydi Bruton’la öğle yemeğinde olduğu aklına geldi. Beni terk etti; sonsuza kadar yalnızım, diye düşündü, ellerini dizinin üstünde kavuşturdu.

Peter Walsh ayağa kalkıp pencerenin kenarına gitmiş, sırtını dönmüş, elindeki mendili iki yana doğru sallamaktaydı. Mükemmel, sert ve perişan görünüyordu, sıska omuzları ceketini hafifçe yukarı kaldırıyordu. Beni de götür, diye düşündü içgüdüsel olarak, sanki Peter büyük bir yolculuğa çıkacakmış gibi ama sonra, sonraki anda, sanki bir tiyatro oyununun çok heyecanlı ve duygu yüklü beş perdesi bitmiş ve sanki tüm hayatını o oyunun içinde geçirmiş, Peter’la kaçmış ve onunla sürdürmüştü ömrünü ve şimdi her şey sona ermişti.

Artık kıpırdama zamanıydı; paltosunu, eldivenlerini, opera dürbününü alıp, operadan sokağa çıkmaya hazırlanan bir kadın gibi kalktı kanepeden ve Peter’ın yanına gitti.

Çok tuhaf, diye düşündü Peter; gücün hâlâ onda oluşu, tıngır mıngır, hışırtılarla gelirken ona doğru, güç hâlâ ondaydı; kendisinin nefret ettiği ayı Bourton’daki terasta göğe yükselten de onun o gücüydü.

“Söyle bana…” dedi Clarissa’yı omuzlarından yakalayarak. “Mutlu musun Clarissa? Richard seni…”

Kapı açıldı.

“İşte benim Elizabeth’im!” dedi Clarissa, hisli bir şekilde hatta biraz fazla duygusallaşarak.

“Nasılsınız?” dedi Elizabeth onlara yaklaşırken.

Big Ben’in buçuğu duyuran sesi aralarında olağanüstü bir güçle yayıldı, sanki umursamaz, kayıtsız, güçlü genç bir adam, var gücüyle gülleleri bir o yana bir bu yana savuruyordu.

“Merhaba, Elizabeth!” diye bağırdı Peter, mendilini cebine sokuştururken hızla kızın yanına gitti, Clarissa’ya dönüp bakmadan “Hoşça kal, Clarissa!” dedi ve odayı aceleyle terk etti, aşağı doğru koşarak indi; holün kapısını açtı.

Onun ardından koşarken “Peter! Peter!” diye haykırdı Clarissa, “Partim! Partim bu gece! Unutma!” diye bağırdı, dışarının gürültüsünü bastırmak için sesini yükseltmek zorunda kalmıştı; trafik, saatlerin gürültüsü sesini bastırdı, “Geceki partimi unutma!” Peter Walsh arkasından kapıyı kapatırken cılız ve narin sesi gittikçe uzaklaşıyordu.

Partimi unutma, partimi unutma, diye söyleniyordu Peter sokağa çıkarken, Big Ben’in buçuğu vuran keskin sesine uyarak, aynı tempoda tekrarlıyordu (Kurşuni halkalar havada eridi.). Ah şu partiler, diye düşündü; Clarissa’nın partileri! Neden bu partileri verir sanki, diye düşündü. Ne onu ne de yakasında karanfil ve frakıyla ona doğru gelen o erkek bozuntusu suçluyordu. Dünyada yalnız tek bir kişi kendisinin durumunda olabilirdi, yani âşık. Ve işte oradaydı, Victoria Sokağı’nda bir otomobil imalatçısının vitrinine yansıyordu yüzü; o şanslı adam, kendisiydi; Hindistan arkasında kalmıştı; ovalar, dağlar, kolera salgınları, İrlanda’nın iki katı büyüklüğünde bir alan; kendi başına almak zorunda kaldığı kararlar; Peter Walsh, yani kendisi hayatında ilk defa âşıktı. Clarissa katılaşmış, duygusallığından da bir şey kaybetmemiş, diye düşündü otomobillere bakarken -mil başına kaç galon benzin yakarlar acaba? Zira mekaniğe ilgisi vardı; Hindistan’da oturduğu bölgede değişik bir saban üretmişti, İngiltere’den el arabaları getirtmişti ama yerlilere kullandırtmamıştı, bütün bunlardan Clarissa’nın hiç haberi yoktu.

“İşte benim Elizabeth’im!” deme şekli rahatsız etmişti Peter’ı. Neden basitçe “İşte Elizabeth!” dememişti ki? Samimiyetsizdi. Hem Elizabeth’in de hoşuna gitmemişti (Buçuğu vuran müthiş sesin son titreşimleri etrafını kuşatan havayı hâlâ sarsıyordu; erkendi daha; saat on bir buçuktu.). Peter gençleri anlardı; onları severdi. Clarissa eskiden beri hep soğuktu. Genç kızken bile çekingendi; orta yaşa gelince resmiyete dönüşen cinsten, sonra hepsi biter, hepsi biter, diye düşündü, vitrinin derinliklerine ümitsizce bakarken, acaba o saatte gitmekle ayıp mı etmişti, Clarissa’yı rahatsız mı etmişti; budalalığından utanç duydu aniden; ağlamış, duygusallaşmış, her şeyi anlatmıştı yine, her zamanki gibi.

Bir bulutun güneşi ardında bırakışı gibi çöker sessizlik Londra’ya ve zihinlere. Çabalar durur. Zaman direklere çarpar. Orada dururuz; orada kalırız. Kaskatı; alışkanlığın iskeleti yeter ayakta tutmaya insan gövdesini. O da bomboştur, dedi kendi kendine Peter; içinin oyulduğunu, bomboş kaldığını hissediyordu. Clarissa reddetti beni, diye düşündü. Orada dururken, Clarissa beni reddetti, diye düşündü.

Ah, diyordu St. Margaret’ın çanı, tam vaktinde salona girip konuklarının çoktan gelmiş olduğunu gören bir ev sahibesi gibi. Geç kalmadım ki! Saat tam on bir buçuk, diyordu. Yine de tamamıyla haklı olmasına rağmen, ev sahibesi olduğu için kişiliğini gizleme gereği duyuyor. Geçmişin kimi kederleri; şimdinin kimi tasaları onu durduruyor. On bir buçuk diyordu, St. Margaret’ın sesi yüreğinin kovuklarına kayıyor ve kendini sesin halkalarına gitgide gömüyordu, âdeta içini dökmek isteyen, açılmak isteyen, zevkten titreyerek huzurda olmak isteyen canlı bir şey gibi -tıpkı Clarissa gibi, diye düşündü Peter Walsh, tam vaktinde beyazlar içinde merdivenlerden inen Clarissa gibi. Clarissa gibi, diye düşündü derin bir duygusallık ve olağanüstü bir netlik içinde Clarissa gözünde canlanarak, sanki bu çan yıllar önce samimi bir şekilde otururlarken bal toplamış bir arı edasıyla bir oraya bir buraya savrulup, yaşanılan anı yüklenip terk etmişti odayı. Ama hangi oda? Hangi an? Ve neden çan çalarken derin bir mutluluk içindeydi? Sonra, St. Margaret’ın sesi usulca durgunlaşırken, hasta olmuş diye düşündü, çanın sesi bitkin ve acı geldi. Kalbiydi, hatırladı ve çanın son vuruşunun ani gürültüsü hayatın ortasında şaşırtarak gelen ölüm için çaldı, Clarissa oturma odasında olduğu yere yığılıyordu. Hayır, hayır, diye haykırdı Peter. Ölmedi! Ben yaşlı değilim, diye haykırdı ve sanki geleceği, o Whitehall’a doğru ilerlerken kendisine doğru gayretle, sonsuz bir şekilde geliyordu.

Yaşlı değildi, ne yapmacıktı ne de kurumuş. Dalloway’lerin Whitbread’lerin kendisi hakkında ne söylediklerine gelince, umurunda bile değildi (gerçi bir ara Richard’a ona bir iş bulup bulamayacağını soracaktı ama). Uzun adımlarla yürürken göz alıcı Cambridge dükünün heykelini seyretti. Oxford’dan atılmıştı -doğru. Sosyalistti, bir bakıma başarısızdı -doğru. Yine de medeniyetin geleceği böyle gençlerin elinde, diye düşündü; tıpkı kendisinin bir zaman olduğu gibi; onların soyut ilkelere olan aşkı; Londra’dan Himalayalar’ın tepesine kitaplar getirten, bilim okuyan, felsefe okuyan. Gelecek işte böyle gençlerin elinde, diye düşündü.

Arkasından ormandaki yaprakların pıtırtısını andıran bir ses geldi, bu ses düzenli, tok bir hışırtıyla birleşince düşüncelerinin önüne geçti, Whitehall’dan yukarı doğru çıkarken ister istemez bu seslere uydurdu adımlarını. Üniformalı, silahlı gençler gözleri ileride yürüyorlardı, kolları dümdüz ve dik, yüzlerinde ödev duygusu, minnettarlık, sadakat ve İngiltere sevgisi gibi bir anıtın dibine kazınmış kelimelerin harfleri okunuyordu.


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 830 форматов)