banner banner banner
Mrs. Dalloway
Mrs. Dalloway
Оценить:
 Рейтинг: 0

Mrs. Dalloway

Clarissa not defterindeki yazıyı okudu: Leydi Bruton Mr. Dalloway’in kendisiyle öğle yemeği yiyip yiyemeyeceğini soruyor.

“Mr. Dalloway, efendim, öğle yemeğini dışarıda yiyeceğini söylememi istedi.”

“Tüh!” dedi Clarissa, Lucy de hayal kırıklığını paylaştı (ama acısını değil tabii); aralarındaki uyumu hissetti; ipucunu aldı; üst tabakanın nasıl sevdiğini düşündü; kendi geleceğini sakince süsledi; Mrs. Dalloway’in güneş şemsiyesini aldı, savaş alanından onuruyla çıkmış bir tanrıçanın kutsal silahıymış gibi tuttu ve şemsiyeliğe yerleştirdi.

“Korkma artık.” dedi Clarissa. Güneşin kızgınlığından korkma artık, zira Leydi Bruton’ın Richard’ı onsuz öğle yemeğine çağırmasının yarattığı şaşkınlık, içinde bulunduğu anı sarsmıştı, tıpkı nehir yatağındaki bir bitkinin nehirden geçen bir küreğin darbesiyle sarsılacağı gibi: öyle sallandı Clarissa; öyle sarsıldı.

Öğle yemeği davetlerinin son derece eğlenceli geçtiği söylenilen Millicent Bruton kendisini çağırmamıştı. Bayağı kıskançlıklar ayıramazdı onu Richard’dan. Ama zamanın kendisinden korkuyordu, Leydi Bruton’ın taştan oyulmuş ruhsuz bir pusulayı andıran suratından yaşamın nasıl çekildiğini görüyordu; kendine düşen dilimin her geçen yıl nasıl azaldığını ve artakalan kısmın, gençlik yıllarındaki renklerden, tuzlardan, varoluşun bütün perdelerindeki esneklikten ve özümseyişten ne kadar yoksun olduğunu görüyordu; öyle ki girdiği odayı doldururdu; sık sık oturma odasının eşiğinde tereddüt ederek durduğunda olağanüstü bir gerilim kaplardı içini, tıpkı altındaki deniz kararıp ışıldarken, çatlayacakmış gibi tehdit eden dalgalar yalnızca yüzeyde ikiye ayrılırken, tam dönecekleri sırada yuvarlanıp, gizlenip, inciyle kaplanan yosunların bulunduğu denize dalmadan önce bir yüzücünün hissettiği tereddüt gibi…

Not defterini holdeki masanın üzerine koydu. Bir eli tırabzanda, ağır ağır yukarı çıkmaya başladı, sanki bir partiden çıkmış gibi, bir şu arkadaşında bir öbüründe bulmuştu yüzünü, sesini; kapıyı çekip çıkmış ve tek başına durmuş gibi, ürkütücü gecenin içinde, daha doğrusu, bu duygusuz haziran sabahının dik bakışlarına karşı duruyordu; gül yapraklarının ışıltısıyla yumuşardı kimileri için bu sabah, bunu biliyordu, açık merdiven penceresinin içeri davet ettiği panjurun çarpma seslerini, köpek havlamalarını duyduğunda hissediyordu; girsinler, diye düşündü, ansızın buruş buruş, yaşlanmış, memesiz buldu kendini; günün öğütülüp harmanlanışı ve çiçeğe duruşu, dışarıda, kapının ötesinde, pencerenin dışında, bedeninin ve şimdi pek çalışmayan beyninin dışındaydı, çünkü son derece eğlenceli öğle yemeği davetleri verdiği söylenen Leydi Bruton onu çağırmamıştı.

Odasına çekilen bir rahibe veya bir kuleyi keşfe çıkan bir çocuk gibi yukarı çıktı, pencerenin önünde duraksadı, banyoya geldi. Yeşil muşamba ve su damlatan bir musluk. Hayatın kalbinde bir boşluk vardı, tavan arasında bir oda. Kadınlar süslü giysilerini çıkarmalıdırlar. Öğlenleyin soyunmalıdırlar. İğne yastığını deldi ve sarı tüylü şapkasını yatağın üzerine bıraktı. Çarşaflar temizdi, geniş beyaz bir şerit hâlinde sımsıkı gerilmişti iki yandan. Gitgide daha da daralacaktı yatağı. Mumun yarısı yanmıştı, “Baron Marbot’un Anıları”na dalıp gitmişti. Gecenin geç saatlerinde Moskova bozgununu okumuştu. Zira oturumlar öyle uzuyordu ki Richard, Clarissa’nın geçirdiği hastalığın ardından, rahatsız edilmeden uyumasını istiyordu. Aslında Moskova bozgununu okumayı yeğliyordu. Richard da biliyordu bunu. O yüzden odası tavan arasındaydı; yatağı dardı; orada uzanmış okurken, zira uykusu hafifti, doğum yapmasına rağmen, çocukluğundan beri bir çarşaf gibi üzerine yapışan bekâretini üstünden atamıyordu. Genç kızlığında hoştu, ansızın öyle bir an gelirdi ki -mesela Clieveden’daki ormanda bulunan ırmaktaki gibi- içinde nüks eden bu soğuk ruh yüzünden yarı yolda bırakırdı kocasını. İstanbul’da ve sonra kaç kere daha… Neyi eksikti, görebiliyordu. Güzellik değildi; akıl değildi. Temelde, içe sinen bir şeydi; yüzeyi yırtıp üste çıkan, kadınla erkeğin veya iki kadının arasındaki soğuk teması dalgalandıran ılık bir şey. Zira bunu belirsiz bir şekilde algılayabiliyordu. Tiksiniyordu bundan, kim bilir nereden aklına yerleşivermişti bu his, belki de Doğa’nın bir hediyesiydi (Doğa değişmez bilgedir.); yine de bazen bir kadının çekiciliğine kapıldığı oluyordu, bir genç kıza değil tabii, yaptığı bir deliliği veya bir sıkıntısını anlatan, içini döken -ki ona sıkça içlerini dökerlerdi- bir kadına kapıldığı oluyordu. Acıma mıydı, onların güzelliği miydi, kendisinin yaşça büyük olması mıydı veya bir rastlantı mıydı -hafif bir koku veyahut yakından gelen bir keman sesi (belli anlarda seslerin gücü çok tuhaf oluyordu), erkeklerin hissettiklerinin aynısını kuşkusuz hissediyordu. Sadece bir an için ama yetiyordu. Ani bir aydınlanmaydı, önce kontrol altına alınmaya çalışıp, sonra yanaklarına yayıldığını hissedince teslim olunan bir kızarıklık gibi, hani insan o yayılmayı hissettiğinde en uzak köşeye kaçıp, orada titreyerek dünyanın üstüne doğru geldiğini hisseder, hayret verici bir anlamlılıkla kabarır ya, incecik deriyi yırtan, fışkırtan, çatlakların ve yaraların üstüne dökülen olağanüstü bir avutma gücüyle. O zaman, o an için bir aydınlanma görmüştü; çiğdemin içinde yanan bir kibrit; neredeyse ifade edilmiş bir iç anlam. Ama yakın olan uzaklaşmış, sert olan yumuşamıştı. Bitmişti, o an. Böyle anlarla (kadınlarla olanlar da) yatak, Baron Marbot (Şapkasını yere koydu.) ve yarısına kadar yanmış mum çelişiyordu. Uyanık hâlde yatarken döşeme gıcırdadı; aydınlık ev aniden karanlıklaştı ve eğer başını doğrultsaydı, Richard’ın mümkün olabildiğince nazik bir şekilde kapının tokmağını çevirişinin sesini duyacaktı; çoraplarıyla yukarı çıkarken, sık sık elinden düşürdüğü sıcak su torbasını bir kere daha düşürür ve basardı küfürü! Nasıl da gülerdi Clarissa!

Ama bu aşk meselesi (diye düşündü, paltosunu kaldırırken), şu kadınlara âşık olma meselesi. Sally Seton’ı ele alalım; eskiden Sally Seton’la olan ilişkisini. Nihayetinde o da aşk değil miydi?

Yerde otururdu -bu onun Sally hakkındaki ilk intibasıydı- kollarını dizlerine dolayarak yerde oturur ve sigara içerdi. Neredeydi acaba? Manning’lerde mi? Kinloch-Jones’larda mı? Bir partideydi herhâlde (neredeydi, pek emin olamıyordu), zira birlikte geldiği adama “Bu da kim?” dediğini kesinlikle hatırlıyordu. Ve o da Sally’nin annesiyle babasının geçinemediklerini (ne kadar şaşırmıştı Clarissa, annesiyle babasının tartıştıklarına) söylemişti. Ama bütün bir gece gözlerini Sally’nin üzerinden alamamıştı. Hayran kaldığı türden, olağanüstü bir güzelliği vardı Sally’nin, esmer, iri gözlü, kendisinde olmadığı için hep gıpta ettiği bir niteliğe sahipti -bir çeşit kendini bırakmışlık, sanki her şeyi söyleyebilirmiş veya yapabilirmiş gibi; İngiliz kadınlarından ziyade yabancı kadınların sahip olduğu bir nitelikti bu. Sally damarlarında Fransız kanı aktığını söylerdi hep, atalarından biri Marie Antoinette’in sarayındanmış, başı uçurulmuş, yakut bir yüzük kalmış ondan. Bourton’da kalmaya geldiği zaman, o yazdı, belki de cebinde bir metelik bile yokken habersiz bir şekilde, bir akşam yemeği sonrası geldiğinde, zavallı Helena hala öyle şaşırtmıştı ki onu asla affetmemişti. Evde korkunç bir tartışma çıkmış. Gerçekten o akşam geldiğinde beş parasızdı Sally -gelebilmek için bir yaka iğnesini rehin vermişti. Çılgınlar gibi koşmuştu oraya. Gecenin geç saatlerine kadar oturup konuşmuşlardı. Bourton’daki yaşantının ne kadar korunaklı ve kısıtlı olduğunu ilk defa Sally hissettirmişti. Cinsellik hakkında hiçbir şey bilmiyordu Clarissa, toplumsal sorunlar hakkında da. Bir seferinde tarlada düşüp ölen yaşlı birini görmüştü -sonra doğuran inekleri görmüştü. Ama Helena hala hiçbir konunun münakaşasını yapmayı sevmezdi (Sally, Helena halaya ne zaman bir William Morris[18 - William Morris, 1834-1896 yılları arasında yaşamış İngiliz şair, desinatör, roman yazarı, ressam. Morris aynı zamanda mobilya, kumaş, vitray, duvar kâğıdı tasarımlarıyla Sanatlar ve Zanaatkârlar akımına (Arts and Crafts hareketi) öncü olmuş bir endüstri tasarımcısı, el sanatçısı, desinatördür.] verecek olsa, mutlaka ambalajlayıp vermeliydi.). Orada, çatı katındaki yatak odasında, sabaha kadar hayattan, dünyayı nasıl değiştireceklerinden konuşurlardı. Özel mülkiyeti ortadan kaldıracak bir dernek kuracaklardı, mektup da yazmışlardı ama göndermemişlerdi. Bu fikirler Sally’den çıkıyordu elbet ama çok geçmeden Clarissa da fazlasıyla heveslenmişti -kahvaltıdan önce yatakta Eflatun okuyordu; Morris okuyordu; durmadan Shelley okuyordu.

Sally’nin gücü şaşırtıcıydı, yeteneği, kişiliği… Çiçeklerle ilgileniş biçimi mesela. Bourton’da masa boyunca hep küçük, resmî vazolar dizilirdi. Sally gülhatmilerin, yıldız çiçeklerinin -bir arada görülmemiş pek çok çiçek toplar- saplarını kesip su dolu kâselerde yüzdürürdü. Etkisi olağanüstüydü -gün batımından sonra o yemeğe gelmek (Tabii Helena hala çiçeklere böyle davranmanın çok fena olduğunu düşünüyordu.). Bir seferinde süngerini unuttuğu için koridorda çırılçıplak koşmuştu. Suratsız ihtiyar hizmetçi Ellen Atkins homurdanıp dururdu: “Ya beyefendilerden biri görseydi?” Gerçekten de insanları sarsardı. Pasaklı biri, demişti babası.

Geriye dönüp bakarken tuhaf bulduğu şey, Sally’ye karşı olan hislerinin saflığı ve sağlamlığıydı. Birinin bir erkeğe duyabileceği türden bir his değildi. Hiçbir karşılık beklemeden ve yalnızca kadınların arasında, henüz yetişkin olmuş kadınlar arasında olabilecek türden bir niteliği vardı. Koruyucu bir ilişki, kendi açısından; aynı takımda olma duygusundan, eninde sonunda ayrılacaklarına dair bir şeyin önsezisinden (Evlilikten hep bir felaketmiş gibi söz ederlerdi.) kaynaklanıyordu bu şövalyelik, Sally’den çok kendinde olan bu koruma duygusu. Zira o günlerde hepten pervasızdı Sally; en saçma sapan şeyleri bile sırf meydan okumak uğruna yapardı; terastaki korkuluğun üzerinde bisiklet sürer, puro içerdi. Tuhaftı Sally -çok tuhaftı. Ama dayanılmaz bir çekiciliği vardı -en azından Clarissa’ya göre, öyle ki çatı katındaki yatak odasında, elinde sıcak su torbası “O, bu çatının altında… O, bu çatının altında!” diye bağırdığını anımsayabiliyordu.

Yo, bu kelimelerin hiçbir anlamı yoktu artık onun için. O eski hissin bir yansımasını bile hissedemiyordu. Ama heyecandan buz kesildiğini ve saçlarını kendinden geçerek yaptığını (eski hisleri geri gelmeye başlamıştı şimdi, tokalarını çıkarıp tuvalet masasının üzerine bırakırken, saçlarını yaparken), akşamın pembe ışığında bir aşağı bir yukarı uçan ekin kargalarını, giyinip aşağı inişini, holden geçerken “Şu anda ölmek, en büyük mutluluk olurdu.” deyişini hatırlıyordu. Hissettiği buydu -tıpkı Othello’nun hissettiği gibi, tıpkı Shakespeare’in Othello’ya hissettirmek istediği kadar güçlü, kendi de öyle hissediyordu, emindi fakat bütün bunların sebebi neydi? Sırf Sally Seton’la buluşmak için üstünde beyaz bir elbisesiyle yemeğe iniyor olmasıydı!

Pembe tüller içindeydi Sally -inanılmazdı! Her nasılsa, ışıl ışıl, parlak, bir böğürtlen çalısına bir anlığına takılıvermiş bir kuş veya uçan bir balon gibi görünüyordu. Ama insan âşık olunca (aşk değilse neydi bu?) başkalarının kayıtsızlığı kadar garip bir şey yoktur. Helena hala yemekten sonra bir kenara çekilirdi; babası gazete okurdu. Peter Walsh da orada olurdu bazen; ihtiyar Miss Cummings; Joseph Breitkopf ise kesin orada olurdu zira her yaz gelirdi, zavallı ihtiyar adam, haftalarca kalır, kendisine Almanca okutmaya çalışır gibi yapardı ama aslında piyano çalar ve sesi olmasa da Brahms söylerdi.

Bütün bunlar Sally için arka planda kalıyordu. Şöminenin başında durup o her şeyi yumuşak bir dokunuş gibi addettiren güzel sesiyle konuşurdu, babası bile istemediği hâlde ona kapılmaya başlamıştı (Ona kitaplarından birini verişini ve sonrasında terasta sırılsıklam buluşunu hiç unutmamıştı.), sonra aniden “İçeriye tıkılıp kalmak ne ayıp!” derdi ve herkes dışarı çıkar, gezinmeye başlarlardı. Peter Walsh ve Joseph Breitkopf, Wagner üstüne konuşurlardı. Clarissa ve Sally arkada kalırlardı. İçinde çiçekler olan taş bir çanağın yanından geçerlerken hayatının en güzel anını yaşamıştı. Sally durup bir çiçek koparmış; onu dudaklarından öpmüştü. Bütün dünyası tepetaklak olmuştu sanki! Diğerleri kaybolmuştu; Sally ile baş başaydı. Kendisine bir hediye verilmiş gibi hissetti, paketlenmiş, sadece saklaması söylenmişti, bakmamalıydı -bir elmas, paha biçilmez bir şey, paketlenmiş, yürürlerken (bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı) açmıştı onu veya o ışığı delip geçmişti, o aydınlanma, o dinsel his! O sırada ihtiyar Joseph ve Peter çıkmıştı karşılarına.

“Yıldızlara mı bakıyorsunuz?” dedi Peter.

Karanlıkta koşarken yüzünü mermer bir duvara çarpmak gibiydi! Korkunçtu, dehşet vericiydi!

Kendisi için değil. Yalnızca Sally’nin nasıl ezildiğini, nasıl kötü muamele gördüğünü hissediyordu; Peter’ın düşmanlığı hissediyordu; kıskançlığını; arkadaşlıklarını bozmaya kararlı olduğunu. Bütün bunları birinin şimşeğin ışığında aydınlanan manzarayı bir anlığına gördüğü gibi gördü -ve Sally (Hiç bu kadar hayranlık duymamıştı ona!) cesurca davranmış, yenilmemişti. Gülmüştü. İhtiyar Joseph’a bütün yıldızların isimlerini söyletmişti, ki Joseph da bu işi ciddiye alarak yapmayı severdi. Durmuştu orada: dinlemişti. Yıldızların isimlerini dinlemişti.

Ah, bu korku! dedi kendi kendine, sanki başından beri bir şeyin bu anı böleceğini, bu mutluluk anını acılaştıracağını biliyor gibi…

Yine de sonrasında, Peter Walsh’a ne kadar şey borçluydu. Onu düşündüğünde nedense hep tartışmaları gelirdi aklına -çünkü onun kendisi hakkında güzel şeyler düşünmesini çok istiyordu muhtemelen. Ona borçlu olduğu kelimeler vardı: “Duygusal”, “uygar” gibi; hayatının her günü Peter’ın kanatları altında korunaklı başlıyordu. Bir kitap duygusaldı; hayata karşı bir tavır duygusaldı. Geçmişi düşündüğü için Clarissa “duygusal”dı belki de. Geri döndüğünde ne düşünecek acaba diye merak etti Clarissa.

Kendisinin yaşlandığını mı? Bunu söyler miydi Peter, yoksa kendisinin yaşlandığını düşünürken mi görecekti onu? Doğruydu. Hastalığından beri teninin rengi neredeyse solmuştu.

Yaka iğnesini masaya koyarken ani bir kasılma geldi; sanki düşünürken buzdan pençeler içine saplanma fırsatı bulmuşlardı. Henüz ihtiyar sayılmazdı. Daha yeni basmıştı elli iki yaşına. Dokunulmamış pek çok ay vardı önünde. Haziran, temmuz, ağustos! Her biri neredeyse bir bütün hâlinde duruyordu, âdeta düşen damlayı yakalayıp, anın tam yüreğine sapladı, kazığa oturttu -bütün diğer sabahların baskısını taşıyan bu haziran sabahındaki anı; aynayı, tuvalet masasını ve bütün şişeleri yeniden görüyordu sanki, bütün benliğini bir noktada toplayarak (aynaya bakarken), o gece bir parti verecek olan kadının zarif, pembe yüzünü gördü; Clarissa Dalloway’in yüzünü; kendi yüzünü.

Kaç milyon kere bakmıştı yüzüne ve hep aynı belli belirsiz kasılmayla! Aynaya baktığında dudaklarını bükerdi. Yüzünü sivri göstermek için. Böyle biriydi çünkü -sivri; ok gibi; keskin. Bir çabayla, onu kendisi olmaya çağıran bir davetle, parçalar birleştiğinde böyle biri oluyordu, ne kadar farklı ne kadar benzersiz ve serinkanlı biri olduğunu yalnızca kendisi biliyordu; dünyayı; bir merkezde, bir elmasta, salonda oturan, kuşkusuz donuk hayatlara ışık saçan bir buluşma noktası, yalnızların geldiği bir sığınak yaratan bir kadında topluyordu; gençlere yardım ederdi, ona minnettar kalırlardı; hep aynı olmaya çalışırdı, başka yanlarını hiç göstermemişti -kusurlarını, kıskançlıklarını, kibrini, kuşkularını, Leydi Bruton’ın kendisini öğle yemeğine davet etmeyişinde olduğu gibi mesela; ki ne adilik, diye düşündü (en son saçını tararken)! Şimdi, elbisesi neredeydi acaba?

Gece elbiseleri dolapta asılıydı. Clarissa, elini yumuşaklığa usulca daldırıp yeşil elbisesini pencereye götürdü. Yırtılmıştı. Biri eteğine basmıştı. Elçilikteki partide belindeki kıvrımların arasında bir yerin yırtıldığını hissetmişti. Yapay ışıkta pırıl pırıl parlıyordu yeşil renk ama şimdi, güneş ışığında rengini yitirmişti. Tamir edecekti. Hizmetçilerin yapacak çok işi vardı zaten. Bu gece bunu giyecekti. İbrişimlerini, makaslarını, şeyini -neydi adı- yüksüğünü tabii, alıp salona inecekti, zira aynı zamanda da yazması gerekiyordu, her şeyin yolunda olup olmadığını görmek için.

Tuhaf diye düşündü sahanlıkta duraksayarak, o elmasa, o benzersiz olma niteliğine bürünerek, tuhaftı evin sahibesinin, evin her anını, her huyunu biliyor oluşu! Merdiven boşluğundan yukarı doğru hafif sesler döne döne yükseldi; paspastan çıkan ses; tıkırtılar; kapının vuruluşu; ön kapı açılırkenki gürültü; bodrumda bir buyruğu tekrarlayan bir ses; tepsideki gümüşlerin şıngırtısı; parti için temizlenen gümüşler. Her şey parti içindi.

(Ve Lucy, elinde tepsiyle salona girip şöminenin üstüne dev şamdanları koydu, gümüş kutuyu ortaya, kristal yunusu saate doğru çevirdi. Geleceklerdi, burada duracaklardı; kendisinin de taklit edebildiği çıtkırıldım sesleriyle konuşacaklardı, hanımefendi ve beyefendiler. Hepsinin içinde kendi hanımı en güzelleriydi -gümüşlerin, ketenlerin, porselenlerin hanımı; çünkü güneş, gümüşler, menteşelerinden çıkarılmış kapılar; Rumpelmayer’ın adamları Lucy’ye mektup açacağını kakmalı masaya koyarken bir başarı hissi veriyordu. Bakın, bakın, diyordu fırındaki eski arkadaşlarıyla konuşurken, ilk çalıştığı yer olan Caterham’da, camekâna gözlerini dikerken. Kendisi Leydi Angela’ydı şimdi, Prenses Mary ile ilgileniyordu, tam o sırada Mrs. Dalloway girdi içeri.)

“Ah Lucy!” dedi, “Gümüşler çok hoş görünüyor!”

Kristal yunusu dik durması için çevirirken, “Peki…” dedi, “Dün akşamki oyun hoşunuza gitti mi?” “Ah, oyun bitmeden gitmek zorunda kaldılar!” demişti. “Saat onda evde olmaları lazımmış! Yani sonunda ne olduğunu bilmiyorlar.” dedi. “Şanssızlık!” dedi (Zira kendi hizmetçileri eğer izin isterlerse daha geç saate kadar kalabilirlerdi.). “Yazık olmuş gerçekten!” dedi, kanepenin ortasında duran tüyleri dökülmüş eski yastığı Lucy’nin eline tutuşturduktan sonra onu hafifçe itip “Al şunu! Mrs. Walker’a benden selam ilet. Haydi al şunu!” diye haykırdı.

Lucy salonun kapısında, elinde yastığıyla durdu; utana sıkıla, kızararak elbiseyi tamir etmesine yardım edip edemeyeceğini sordu.

Ama, dedi Mrs. Dalloway, yeteri kadar işi yok muydu zaten, epeyce hem de buna sıra gelmezdi ki…

“Ama teşekkür ederim Lucy, ah gerçekten teşekkür ederim!” dedi Mrs. Dalloway ve teşekkür ederim, sağ ol diye mırıldanmaya devam etti (dizlerinin üstünde elbisesi, makasları ve ibrişimleriyle kanepeye otururken), teşekkürler, teşekkürler, demeye devam etti; hizmetkârlarına bunu genelde içtenlikle söylerdi, böyle biri olmasına, istediği kişi olmasına yardım ettikleri için, böyle nazik, cömert, iyi yürekli. Hizmetçileri onu severlerdi. Şu elbise -neredeydi yırtık? İpliği iğneye geçirmesi lazımdı şimdi. En sevdiği elbiselerden biriydi bu, Sally Parker’ın diktiği son elbiselerden biri, yazık ki Sally emekli olmuştu, Ealing’de yaşıyordu; eğer zamanım olursa, diye düşündü Clarissa (ama zamanı hiç yoktu artık), gidip onu Ealing’de görmeliyim. Zira harika bir kişiliği var, diye düşündü Clarissa, gerçek bir sanatçı. Ufak tefek şeyler eklemeyi severdi ama yine de hiç tuhaf değildi elbiseleri. Hatfield’da giyebilirdin; Buckingham Sarayı’nda da. Clarissa Hatfield’da da giymişti onları; Buckingham Sarayı’nda da.

Bir sessizlik çöktü üstüne, bir sakinlik, bir huzur, iğnesini ipeğe usulca sabitledikten sonra yeşil kırmaları bir araya getirip hafifçe kemere tuttururken. Bir yaz günü toplanan, dengelerini yitirip dağılan dalgalar gibi toplanıp dağılan ve sanki bütün dünya “hepsi bu” der ağır ağır, öyle ki sahilde uzanmış bedendeki yürek bile “hepsi bu” deyinceye kadar. Korkma artık, der yürek. Korkma artık, der yürek ve yükünü, tüm acılar için bir of çeken denize boşaltır ve yenilenir, doğar, toparlar, dağılır. Ve beden bir başına kulak verir geçen bir arıya, kırılan dalgaya, havlayan köpeğe, uzaklarda havlayıp duran köpeğe.

“Tanrı aşkına! Kapı çalınıyor!” diye haykırdı Clarissa, iğneyi bıraktı. Doğruldu, kulak kabarttı.

“Mrs. Dalloway benimle görüşür.” dedi holdeki orta yaşlı adam. “Evet, benimle görüşür.” diye tekrarladı, Lucy’yi kibarca kenara itti ve hızla yukarı koştu. “Evet, evet, evet…” diye mırıldanıyordu yukarı doğru koşarken. “Benimle görüşecek. Hindistan’da geçen beş yıldan sonra benimle görüşecektir.”

“Kim o, bu saatte?” dedi Mrs. Dalloway (Parti vereceği gün, saat on birde rahatsız edilmesinin rezillik olduğunu düşünüyordu.), basamaklardaki ayak seslerini duyduğunda. Kapının tokmağının üzerinde bir el olduğunu hissetti. Mahremiyete saygı duyan, bekâretini koruyan bir bakire gibi, elbisesini saklamaya çalıştı. Pirinç kapı kolu çevrildi. İşte kapı açıldı ve içeri -bir anlığına adını hatırlayamadı karşısındakinin! Onu gördüğü için çok şaşırmış, çok sevinmiş ve kızarmıştı, Peter Walsh’ın böyle beklenmedik bir şekilde sabah sabah evine gelmesi onu resmen afallatmıştı (Mektubunu okumamıştı.)!

“Nasılsın bakalım?” dedi Peter Walsh, sevinçle titreyerek, iki elini avcunun içine aldı, öptü. İhtiyarlamış diye düşündü otururken. Ona hiçbir şey söylememeliyim bu konu hakkında diye düşündü, çünkü gerçekten ihtiyarlamış. Beni inceliyor diye düşündü, ani bir utanma geldi üstüne, ellerini öpmesine rağmen. Elini cebine sokup büyük bir çakı çıkardı ve yarıya kadar açtı.

Hiç değişmemiş, diye düşündü Clarissa; aynı tuhaf görünüş; aynı ekose takım, yüzü biraz çökmüş, biraz daha ince, biraz kurumuş belki de ama korkunç derecede iyi gözüküyor, tıpkı eskisi gibi.

“Seni tekrar görmek ne kadar güzel!” diye haykırdı Clarissa. Çakısını çıkarmıştı Peter. Tam onun yapacağı bir hareket diye düşündü.

Daha dün gece gelmiş, öyle demişti; hemen sayfiyeye gitmesi gerekiyordu; herkes nasıldı -Richard? Elizabeth?

“Peki bunlar da ne?” dedi, çakısıyla yeşil elbiseyi göstererek.

Çok şık giyinmiş, diye düşündü Clarissa; yine de beni hep eleştirir.

İşte elbisesini onarıyor, her zamanki gibi elbisesini onarıyor, diye düşündü; ben Hindistan’dayken o burada oturarak vakit geçirmiş; elbisesini tamir etmiş; dolaşmış, davetlere gitmiş, Meclis’e gidip gelmiş falan; düşündükçe daha rahatsız oluyor, öfkesi artıyordu, zira bu dünyada bazı kadınlar için evlilikten daha kötüsü yoktur, diye düşündü ve siyasetten ve “muhafazakâr” bir kocaya sahip olmaktan, şu hayranlık uyandıran Richard gibi mesela. Evet öyle, evet öyle, diye düşündü çakısını bir çırpıda kapatırken.

“Richard gayet iyi, bir toplantıda.” dedi Clarissa.

Ve makasını eline aldı, elbisesinin işini bitirmeye devam etmesinde bir sakınca var mıydı, çünkü akşama bir partisi vardı da…

“Seni çağırmayacağım bir parti tabii…” dedi. “Peter’cığım!” dedi.

Onun ağzından bunu duymak nefisti -Peter’cığım! Kuşkuşuz her şey çok nefisti- gümüşler, sandalyeler; hepsi enfesti!

Neden kendisini partiye çağırmayacaktı ki?

Tabii ki çok çekici, diye düşündü Clarissa! Kusursuz bir çekicilik! Şimdi hatırlıyorum onunla evlenmeme kararını vermenin ne kadar güç olduğunu, niye öyle bir karar vermiştim ki diye merak etti, o korkunç yazda.

“Ama bu sabah gelmiş olman olağanüstü!” diye haykırdı elbisesinin üzerinde ellerini kavuştururken.

“Hatırlıyor musun…” dedi, “Bourton’daki panjurlar nasıl da pencereye çarpardı?”

“Çarparlardı.” dedi ve Clarissa’nın babasıyla baş başa kahvaltı ettiğini hatırladı garip bir şekilde; vefat etmişti babası ve Clarissa’ya yazmamıştı. İhtiyar Parry’yle zaten hiç geçinemezlerdi, o aksi, dizleri tutmayan, zayıf karakterli yaşlı adamla, Clarissa’nın babası Justin Parry ile.