Üçüncüsü, bir zannı akla yatkın ve meşru göstermek, herkesi aldatmak için yalan uydurmaya tenezzül.
İşte Dozy’nin tarihi, genellikle böyle yalanlar ve çarpıtmalarla doludur. Yalan söylemek ve saçmalamak Dozy’nin hakkı olabilir. Fakat bu saçmalıklarda bilimsel bir kıymet ve bir hakikat görmeye kalkışmak, özür kabul etmez saçmalıklardandır.
4. Olayları Çarpıtarak Kendi Ekol ve Maksadına Yararlı Kılma İlleti
Birisi kalksa da “Ben dinlerdeki kutsiyete, dinlerde bulunan hususlara inanmam!” dese biz ona karşı hiçbir hiddet ve infial hissetmeyiz. Başka bir kimse “Ben maddecilik ekolüne mensubum, bu ekolün kaideleri ve sonuçları gereğince hiçbir dine inanmam!” dese ona da bir diyeceğimiz olmaz. Fakat bir taraftan bilim ve hakikate dayandırma iddiasında bulunmayı, diğer taraftan ise yalanlara, uydurmalara tenezzül etmeyi sırf “hak ve bilim” namına bir alçaklık görürüz.
Gerek Dozy’nin gerekse onun benzerlerinin usulü ve inandıkları yol hep “akla ve bilime aykırı” bu türden yalanlardan ibaret olduğundan iddiamızın ispatı için bir örnek daha zikredeceğiz.
Dozy, tarihinin 33. sayfasında:
“Hatice için bu evlilik, hürmet ve muhabbet üzerine kurulmuş bir evlilik idi.” diyor.
Burası tamamen doğrudur. O derece doğru ki Dozy, onu anlatmaya veya yalan yanlış değiştirerek ifade etmeye cesaret edememiştir. Gerçekten Hz. Hatice’nin Resulullah Efendimiz’e hürmetin en son derecesiyle beraber en şiddetli bir aşk ve sevgi ile bağlı bulunduğunu ve o hazretin uğrunda nefsini, ancak aşkın yapabileceği bir suretle, kul ettiğini ne Doğu’da yazılmış bir tarih ve ne de Batı’da yazılmış bir eser inkâr edebiliyor. Fakat Dozy, bu hakikati kendisinin de kabul ettiğini unutarak tarihinin 33. sayfasında:
“Evliliğinden sonra da Hz. Muhammed (s.a.v.), Hatice’ye tabi olmaktan vazgeçmedi. Hatice, servetinin idaresini korumak yeteneğine sahip oldu. Kocasına muhtaç olduğu şeyleri veyahut kocasına vermek istediği şeyleri verirdi.” diyor!
Şimdi şu ikinci cümlelerin akla, mantığa, tarihe, her şeye aykırı bir saçmalıklar zinciri olduğunu ispat etmek için uzun uzadıya zihni yormak lazım gelir mi?
Dozy ya Hatice’nin Resul Hazretleri’ni hürmetle sevdiğine dair olan satırlarında yalan söylüyor yahut da şu son cümlelerinde. Hatice’nin Resul Hazretleri’ne karşı aşk ve hürmeti tarihçe ve aklen sabittir. O hâlde bu ikinci cümleler baştan başa saçmalık olur.
Âşık, maşukuna mı tabi olur, yoksa maşuk, âşıkına mı? Kocasının dirayet, sadakat ve kutsiyetini takdir edip onu aşk ve hürmetle seven bir kadın mı böyle bir kocaya tabi olur? Yoksa o kadar yüce vasıfların sahibi olan bir erkek mi karısına itaat eder?
“Aşk” denilen harikayı az çok hissedenler ve tecrübe edenler bilir ki âşık, maşukundan değil malını, hatta canını, şerefini, namusunu bile esirgemez. Şu hâlde nasıl olur da Hz. Peygamber’in aşkı ile yanmış olan Hatice, kuru yürekli, katı hisli, faizci bir kadın gibi, kocasına: “muhtaç olduğu yahut vermek istediği” şeyleri verir?
Aklımızdan, bilimsel ve mantıklı düşünmekten vazgeçmedikçe hükmetmeye mecburuz ki Dozy’nin şu dayanak ve iftiraları, her türlü akli ve tarihî hakikatlerden soyunmuştur ve sadece uydurmadır. Şimdi de böyle bir saçmalığa neden lüzum gördüğünü ve gözettiği maksadın ne olduğunu inceleyelim.
Dozy, bu laflarıyla Hazreti Muhammed Efendimiz’in (s.a.v.) manevi kıymet ve meziyetlerini küçültmek istiyor. Onu, parası için aldığı bir kadının, para karşılığında satılmış ve kendisine verilen birkaç para cep harçlığına kanaat eder bir kocası gibi göstermek için bu alçakçasına yalanları söyleyerek kötülük ediyor.
Okuyucularımızı kesinlikle temin ederiz ki şu satırları yazarken hissettiğimiz teessür, dargınlık ve hiddet çok büyük olmakla beraber asla “İslami taassup” namına değildir, sırf “akli ve bilimsel taassup” namınadır.
Bir dinin tarafını tutmak dolayısıyla dinî taassubun şevkiyle söylenen yalan, caiz değil ise de belki mazurdur. Fakat hakikat namına hareket eden ve tamamen tarafsız olan “bilim” namına yalan söylemek cidden pek sevilmeyen ve herhâlde mazur görülemeyecek bir hâldir. Bir misal daha getirerek bu bahse son vereceğiz. Dozy, kitabının 35. sayfasında diyor ki:
“Bununla beraber keskin bir hayale sahipti. Ve genellikle tekrar olunduğu gibi ‘yüce olan şey’ ile değil – Çünkü onun hakikaten büyük ve yüce olan şey hakkında bir fikri yoktu – fakat güzel söz söylemenin ihtişamıyla cezbolunduğunu hissediyordu.”
Acaba Dozy’ye göre “yüce olan şey” nedir? Hollandalı bir kızın bacağı mı? Bir Hollanda ineğinin yirmi okka süt veren memeleri mi? Büyük ve yüksek binalar mı? Fizik ve kimya aletleri mi? Yoksa aciz bir kadının karnında kan içerek gelişip büyüyen bir insan ferdine ilahi bir yücelik yakıştırması mı? Eğer bunlar değil de “kâinatın ve vacibu’l vücud’un sırları” ise peygamberliğin barınağı olan Efendimiz Hazretleri’nin bunlarla meşgul olduğu bunlarla cezbedilmiş olduğu, en yüce ve en metin bir dinin peygamberi olmasıyla tarihen, aklen ve bugün mevcut olan eserleriyle sabittir.
Dozy, “Çünkü onun hakikaten büyük ve ‘yüce olan şey’ hakkında bir fikri yoktu.” iddiasını ne ile ispat edebilir? Bir insan, kırk sene arkadaşlık ettiği bir adamın bile vicdanının derinliklerinde neler olduğu konusunda tamamen bilgi sahibi olamıyor. Acaba Dozy, on üç asır evvel yaşamış bir nebinin endişe ve duygulanmalarını nereden biliyor ve nasıl biliyor ki onun vicdanı “hakikaten büyük ve yüce olan şeyi” hissetmiyor, diyebiliyor? Güzel söz söyleme [belagat], güzel söz söylemenin ihtişamı ne demektir? Güzel söz söylemenin konusunun gayesi “hakikaten büyük ve yüce olan şey” değil midir ki Dozy, iddiasının ispatı için güzel söz söylemeyi “yücelik dışında bir şey” olmak üzere gösteriyor ve “Bu karakterde olan adamlardır ki dinî fikirlere en ziyade kolaylıkla meyilli olurlar.” diyor.
Dozy, hiç de malum ve kabul edilmiş olmayan (ve dinî yüce duygulanmalar ile dinin şeklî taassubunu birbirine karıştırmaktan ibaret olan) şu satırlarıyla yalnız malum olmayan bir şeyi âleme bildirmiş oluyor ki o da kendisinin hasta ve sakat dimağında yücelik hakkında hiçbir doğru ve sağlam fikir bulunmayışıdır.
Bir taraftan insanlığın yetiştirdiği en büyük simaları, en muhterem dehaları ve onların eserlerini, diğer taraftan ise insan idrakine kolaylıkla sahip olduğu yüceliği dikkat nazarına alırsak, teslim etmek zaruretinde kalırız ki en yüce, en büyük fikirler başta vacibü’l-vücud olarak nihai şeyler hakkında olanlarıdır. Bir nebinin ise meşgul edebileceği şeyler ancak bunlardır. Bizim nebimizin bu husustaki fikirleri, kendisine Allah’ın hediyesi olan Kur’an ile hikmetli hadisleriyle, kesin ve müspet olan hâl tercümesi [hayat hikâyesi] ile malumdur. Ve sabittir ki “en büyük şey olan, en yüce şey olan” Allahu Teala’yı, onun ilahi birliğini, fiillerinin izzetini, sıfatlarının azametini, başka bir fert ile kıyas kabul etmeyecek bir temizlik ve üstünlük ile anlamıştır.
5. En Doğru Usul
Zannediyoruz ki bu kadar açıklama, Dozy ve benzerlerinin “bilim ve felsefe” nazarında ne gibi kıymeti olduğunu, yani hiçbir kıymetlerinin olmadığını ispata yeterlidir. Bundan sonra İslam tarihini, olduğu gibi, yani her türlü fazlalık ve süslemelerden arınmış olarak yazacağız. Bizim fikrimize göre İslam’ın yüceliği, tabii bir din ve hurafelerden, efsanelerden arınmış oluşundadır.
Güzel bir vücudun, pahalı ve çok süslü elbiselerle güzelliği artmaz. Tam aksine örtülmüş olur. İslam, inceleme nazarına ne derece yalın olarak konulursa güzelliği o derece artar. Şurasını muhterem okuyucularımıza hatırlatırız ki: Karşılık vermeyi ve düşünmeyi kolaylaştırmak için Dozy’nin bölümlerle ifade şekline mümkün olduğu kadar biz de riayet edeceğiz. Zaten Dozy’nin eserinde makul ve rağbete değer olan bir taraf varsa o da bölümlerle ifade şeklidir. Bununla beraber belki de bölümler sayı bakımından ona uymayacaktır. Şu kadar ki bölüm başlıklarından, Dozy’nin hangi kısmına karşılık olduğu kolayca anlaşılır.
1. BÖLÜM
ARAP YARIMADASI VE ARAP KAVMİ
Tabiat Şartları 28 – Araplar – Arab-ı Aribe (Asıl Arap) – Arab-ı Müsta’ribe (Araplaşmış Arap) – Adnan ve Kureyş Soyu – Haşimîler ve Emeviler – Peygamberin Nesebi ve Araplarda Nesepler İlmi
1. Tabiat Şartları
a. Arap Yarımadası: “Asya Kıtası’nda yarımada şeklinde büyük bir yer olup soylu Arap kavminin asli vatanı ve büyük İslam dininin ortaya çıktığı yerdir.
b. Yeri, Sınırları ve Yüzölçümü: Arap Yarımadası, kuzeybatıdan güneydoğuya doğru uzanmış intizamsız bir dikdörtgen şeklinde olup güney kısmı doğuya doğru genişleyerek kaba bir çizme şeklini alır. Batısından Kızıldeniz’le, güney tarafından Aden Körfezi ve Hint Okyanusu ile, doğu ve güneydoğu yönünden Umman Denizi’yle, kuzeydoğu tarafından da Basra Körfezi’yle, yani İran Denizi’yle çevrilmiştir. Yalnız kuzey tarafından karaya bağlı olup her ne kadar bu yönden de Asya’nın diğer taraflarından denize benzer geniş çöllerle ayrılmış ise de kuzey sınırları tamamıyla belirli olmayıp bazı coğrafyacılar, bu sınırları Fırat Vadisi’ne kadar ulaştırmış, bazıları Şam topraklarını Arap Yarımadası’ndan hariç sayarak yalnız Ane’ye kadar Fırat Vadisi’ni hudut saymış ve oradan Lut Gölü’nün güney ucuna dek bir sınır hattı çekmişlerdir ki bu ikinci şekil daha doğrudur. Lut Gölü’nün güney ucundan Arap coğrafyacıları sınır hattını Akabe Körfezi’ne indirerek Tur-i Sina Yarımadası’nı ve Tih Sahrası’nı hariç bırakıyorlarsa da son zamanın coğrafyacıları Arap Yarımadası kuzey tarafından Irak-ı Arabi (Arap Irak’ı), Cezire, Şam ve Filistin topraklarıyla; kuzeybatı köşesinden de Mısır ülkesiyle sınırlanmıştır. Bu sınırlar içinde olarak 34°, 30’ ile 12°, 40’ kuzey enlem ve 30° ile 58° doğu boylamı aralarında yayılmış olup kuzeybatıdan güney-doğuya kadar olan en fazla uzunluğu 2500 kilometre, yani yetmiş beş merhale ve doğudan batıya olan ortalama genişliği 1000 kilometredir. Yüzölçümü yaklaşık olan 3.157.00 kilometrekare olup Fransa’nın hemen hemen altı misli büyüklüğündedir.
c. Tabii Şekli, Dağları ve Nehirleri: Arap Yarımadası, Asya Kıtası’na daha fazla bağlı ve Asya’dan sayılmış olduğu hâlde, arazinin tabiatınca, tabiat ve iklim durumunca Asya’dan fazla Afrika’ya benzemektedir. Bu geniş yarımada, sahiller boyunca uzanan alçak yerlerden, sahillere yakın yüksek dağlardan, iç kısmı yüksek ve geniş ovalardan ibarettir. Asıl dağlar batı kısmında olup Filistin sınırından Babu’l – Mendeb’e dek Kızıldeniz sahillerine paralel olarak bir dağ silsilesi uzanıyor ki; ‘Serat’ genel ismiyle tanınmış olup Yemen ile Hicaz arasında bulunan Asir ülkesinde olan en yüksek yerinin yüksekliği 2500 metreyi geçer. Kuzey kısmında, yani Hicaz ülkesinde yüksekliği az, taşlık ve kuru bir taş suretinde olduğu hâlde Asir’den aşağı yani güney yönünde bu zincir birçok kola ayrılarak Yemen dağlarını teşkil ediyor ve birçok nehir de akmakla, bu ülkeyi Arap Yarımadası’nın bahçesi şekline getiriyor. Güney sahilinde Hadramut ülkesinde bulunan Cevhere Dağı da Yemen’in ‘Serat’ silsilesine bağlıdır. Doğu sahili yakınında ve Umman ülkesinde olan Ahdar Dağı’nın yüksekliği de 2000 metreden aşağı değildir. Arap Yarımadası’nın ortalarında ve Hicaz ile Bahreyn arasında bulunan Necit ülkesinde de kendi başına birkaç dağ bulunmakla birlikte bunların bazıları hayli yüksek ise de yükseklikleri henüz tayin olunamamıştır.
Tihâme alçak ve kumluk olup Serat Dağı’ndan inen nehirler de hararetten kuruyarak birtakım kokmuş bataklıklar teşkil ettiklerinden Arap Yarımadası’nın Kızıldeniz sahillerinden ibaret olan bu kısmı pek sıcak ve havası ağır ise de ticaret yeri iskeleleri olmak hasebiyle, mamur ve meskûndur. Tihâme’nin doğu yönünde, kuzeyde Hicaz ve güneyinde Yemen ülkeleri bulunup yükseklikleri sebebiyle havaları ılıman olmakla, bu iki ülke ve bilhassa Yemen imarı düzgün ve yerleşmeye elverişlidir. Hicaz’ın doğu yönünde Necit ülkesi bulunup yüksek yaylalarla bazı dağları içine almış bulunmakla her ne kadar akarsuları az ve bazı tarafları çöl ise de ikamet edilen, oturulan yerleri de çoktur. Şam toprağına kadar uzanan Yemame’de dahi arazinin tabiatı bu şekildedir. Necit’in güney tarafında yani Yemen ile Umman arasında, Dehna denilen geniş bir çöl vardır ki Afrika’nın Büyük Sahra’sına benzer ve belki ondan beter olup oturulması mümkün hiçbir yeri yok gibidir. Dehna’nın güneyinde güney sahilleri boyunca Hadramut ve Şahr/Şihr ülkeleri, doğu tarafında da Umman ülkesi bulunuyor. Umman, İran Denizi [Basra Körfezi] ile Umman Denizi arasında geniş bir yarımada şeklinde olup yüksek yerleriyle sahilleri hayli güzeldir. Necit’in doğu tarafında Nüfud ismiyle bir çöl vardır ki bunun da ortasında, yani İran Denizi’nin batı sahillerinde El-Hasa ve Bahreyn ülkeleri bulunur.
Bu şekilde Arap Yarımadası’nın üçte ikisi düzgün veya imar edilmesi mümkün oturulmaya elverişli olup yalnız üçte biri oturmaya elverişli olmayan çöl hâlindedir. Filistin ile Babülmendep (Kızıldeniz’le Aden Körfezini birleştiren boğaz) arasında 20 kadar yerde yanardağ eserleri görülüp bunlardan yalnız Hayber yakınında olanı peygamberin hicretinden 600 sene evvel alev püskürtmüş ve rivayete göre Hazreti Faruk’un hilafeti zamanında da bir aralık alevler çıkarmıştır.
Arap Yarımadası’nın kendine has özelliklerinden biri, nehirlerin azlığı olup bu geniş ülkede ırmak denilebilecek hiçbir nehir yoktur. Serat dağlarından Hicaz ülkesinde akan sular pek az olup, Asir ve Yemen’de daha fazla ise de mesafenin azlığı sebebiyle, bunlar çaylar hâlinde kaldıktan başka, genelde Tihâme kumlarında kuruyup yalnız yağmur mevsimlerinde Kızıldeniz’e ulaşabilirler. Bunların başlıcaları Mekke ve Taif yakınlarında akan ‘Vadi-yi Behre’, ‘Vadiyü’ş-Şece’ ile Kunfüze yakınındaki ‘Vadi-yü Kenune’, Asir’deki ‘Vadiyü’l-Aşr’ ve Yemen’deki ‘Vadiyü’s-Sehm’dir. Serat dağlarının ve hususiyle Asir ve Yemen ülkelerindeki güney kısmının doğu eteklerinden de birtakım nehirler akar. Bunlar, dağların arasında akdıkça büyüdüklerinden mesafeleri daha uzun ise de iç taraftaki çöllere ulaşınca yalnız yağmur mevsimlerinde sel hâlinde bir dereceye kadar uzanıp başka mevsimlerde kururlar. Yalnız Taizz taraflarından doğan ‘Vadi-yü Kebir’ Aden Koyu’na, San’a civarlarından doğan ‘Vadi-yü Şârid’ ile ‘Vadi-yü Zemmar’ Hadramut’a inip çoğunlukla Aden Körfezi’ne ulaşırlar. Dehna ve Necid çöllerinde kuruyan nehirlerin en büyüğü Asir’den doğup kuzeydoğuya doğru akan ‘Vadi-yü Bişe’dir. Arap Yarımadası’nın diğer taraflarında anılmaya değer hiçbir nehir olmayıp ancak bu geniş ülke ‘vadi’ denilen ve bazıları pek uzun olan birtakım kuru derelerle yarılmıştır. Bunlar âdeta nehir yatağı şeklinde olup yağmur mevsimlerinde bazen içlerinden hayli büyük ve hızlı seller akar. Bunların en büyüğü Asir tarafından başlayıp yarımadanın büyük bir kısmını yararak Fırat’a ulaşan ‘Vadiyyü’r-Ramim’dir ki bunun selinin Fırat’a kadar ulaştığı olur.
d. Sahilleri ve Adaları: Arap Yarımadası’nın sahilleri 3700 kilometre uzunluğunda olup Kızıldeniz’de kayalık mercan ve diğer nebati hayvanların taşlaşmasından teşekkül etmiş şa’b (ve galat olarak şâb) denilen birtakım kayalarla ve küçük adalarla kesilmiş olduğundan büyük gemilerin yaklaşması hayli zordur. Aden Körfezi’yle Hint Okyanusu ve Umman Körfezi’ndeki sahilleri de yüksek ve sarp olduğundan yine gemilerin yanaşmasına elverişli değildir. İran Denizi’ndeki (Basra Körfezi’ndeki) sahilleri bunların aksine alçaktır. Kızıldeniz’de Süveyş ve Akabe körfezlerinden başka körfezi ve büyük koyu olmayıp bununla beraber Yenbu (Cidde, Kunfüze, Hudeyde ve Muha gibi ticari bakımdan hareketli iskeleleri vardır.) güney sahillerinde birkaç koy varsa da Aden Koyu’ndan başkası açık olup bu sahillerin başlıca İskelesi Aden ve ikinci derecede Maskat’tır. Basra Körfezi’ndeki sahilleri ise daha girintili çıkıntılı olup birkaç körfezi vardır ki bunların başlıcaları Bahreyn ve Kuveyt körfezleridir. Arap Yarımadası’na ait etrafında birçok ada varsa da hiçbiri önem verilecek derecede büyük olmayıp Kızıldeniz’dekilerin en büyüğü Akabe Körfezi’nin girişindeki Tiran, Yemen kıyısının karşısındaki Farasan/ Fürsan ve Kamaran/Kümran, Babülmendep Boğazı’nın girişindeki Beryem yahut Meyûm/Meyvem adalarıdır. Güney sahilinde yalnız Huriyan Muriyan takımadaları ile Mosira/Musra Adası bulunuyor. Basra Körfezi’nde çok küçük adalar bulunup en büyükleri Bahreyn Adası’dır. Bunlar inci avı ile meşhurdurlar.
e. İklim ve Havası: Arap Yarımadası’nın, konumu gereği, genel olarak havası sıcak ise de arazinin yüksekliği bazı taraflarında bu sıcaklığı oldukça değiştiriyor. Bu geniş kıtanın havaca en güzel yerleri Yemen’in iç taraflarıyla Necid ülkesi ve en fena yerleri de Tihâme ile iç taraflarda Dehna ve diğer çölleridir.
Yemen’in yüksek yerlerinde yağmurlar haziranda başlayıp eylül sonlarına kadar devam eder; sıcaklık ölçüsü yazın 29 dereceyi aşmayıp kışın ise genellikle sular donar ve kar da yağar. Bazen nisan ayında da yağmur yağıp bütün mahsullere çok fayda verir. Umman tarafında yağmur mevsimi eylülden şubata kadar sürer.
Bununla beraber gerek Yemen’de ve gerek Umman’da bazı seneler hemen hiç yağmur yağmayıp kıtlık ve pahalılık ortaya çıkar ve çok defa ülkenin salgın hastalıklara yenilmesi de bu afetle birleşmiş olur. Tihâme’de genellikle asla yağmur yağmayıp sıcaklık 37 dereceden aşağıya düşmez. Bununla beraber yüksek yerlerde hava kuru ve Tihâme’de ise rutubetlidir. Necid’in dahi yüksekliği sebebiyle havası ılıman ve kuru olup gayetle sağlamdır. Asla yağmur görmeyen çöllerde ise hararet derecesi gece vakti bile 38’den aşağı inmeyip öğle vakti 43’ten yüksek olur. Hicaz’da Yemen kadar yağmur yağmıyorsa da havası ılımanca olup özellikle Taif tarafında ve Medine-i Münevvere’de kışın kar yağdığı da olur. Hicaz’ın Tihâme’si de Yemen’inki kadar sıcak değildir. Geniş çöllerin içinden geçen rüzgâr Arap Yarımadası’nda gayet sıcak ve boğucu olup ‘Sam’ ve ‘Semum’ ismiyle bilinir. Bu rüzgâr Yemen’e doğudan, Umman’a batıdan, Bağdat’a güneyden, velhasıl çöl tarafından gelen yağmurların vücuda getirmiş olduğu yeşilliği kurutarak ortalığı çöle çevirir.
f. Mahsulleri, Hayvanları ve Servet Kaynakları: Arap Yarımadası sanıldığı kadar mahsulsüz olmayıp birinci derecede Yemen’de ve ikinci derecede dahi Umman ile Hicaz ve Necid’de çok çeşitli ve kıymetli mahsulleri vardır. Hurma, Arap Yarımadası’nın genel ve en birinci mahsulü olup bu mübarek meyvenin pek çok türü yetişir ve çöllerde deve sütü ile beraber Arapların biricik geçim kaynağıdır. Buğday, arpa, devre denen bir tür darı, susam, mercimek, bakla, fasulye, mısır buğdayı ve diğer hububat da Arap Yarımadası’nın pek çok tarafında yetiştiği gibi pek çok yerde tütün de bol bol yetişir. Yemen’de kahvenin en âlâ cinsi yetiştiği gibi, çivit, pamuk, sarı ve kırmızı boyamaya mahsus, bazı bitkiler de yetişir. Tıpta kullanılan sinameki, vaktaihindi ve demirhindi gibi bazı nebatlar ile ‘kat’ denilen ve çiğnenmesi haşiş [esrar] gibi bir tesiri meydana getiren bir tür küçük ağaç ile Arap zamkını veren ağaçlar ve bazı baharat, Arap Yarımadası’nın pek çok bölgesinde bulunur. Umman tarafında fazla miktarda pamuk yetiştirilir. Hicaz’ın kınası meşhurdur. Şekerkamışı da Arap Yarımadası’nın temel mahsulleri arasındadır.
Meyvelere gelince: Hurmadan başka nar, ayva, incir, badem, şeftali, zerdali, ceviz, karadut, elma, armut, erik, muz, hünnap, portakal, limon, turunç, mandalina ve diğer meyvelerin birçok türü, yerin hâline ve özelliğine göre, Arap Yarımadası’nın çoğu tarafında yetişir. Bağlar da çok olup pek lezzetli üzüm olur ve Yemen’de çok kaliteli şarap yapılır. Kavun ve karpuz da bahçelerde yetiştirilip pek büyük olur.
Sebzeyle ilgili olarak da hindiba, enginar, bamya, mülhiye, kereviz, pazı, havuç, domates, patlıcan, pırasa, lahana, kabak, karnıbahar, turp, soğan, sarımsak vs. yetiştirilir. Yemen’de ziraat pek iyi işlenip halk fevkalade çalışkandır. Yağmur mevsimlerinde suyu depolayıp kuraklık zamanlarında kullanmak için ‘berke’ dedikleri birtakım setler ve havuzlar yaparak araziyi sulamak konusunda büyük dikkat ve becerileri vardır. Umman’da da böyle setler ve havuzlar çoktur. Bazı yerlerde de bahçe ve tarlalarını sulamak için pek derin kuyulardan su çekerler.
Arap Yarımadası’nda anılmaya değer ormanlar olmayıp dağların çoğu taşlık ve çıplaktır. Ağaçlar, başlıca yukarıda sayılan meyvelerin ağaçlarından ibaret olup seyrek olarak bazı ılgın, ardıç, nebık (yaban kirazı), yabani zeytin ve yabani yasemin ağaçları da bulunur. Yağmur mevsiminde ortalık yeşil otlarla örtülüp hayli otlaklar ortaya çıkarsa da çok geçmeden Semum rüzgârı bunları kurutur. Sulak yerlerinde birkaç çeşit uzun kamış yetişir ve Araplar bundan hasır imal ederler ve içerden evlerinin duvarlarını kaplarlar. Tihâme’de kamıştan yapılmış evler de vardır.
Evcil hayvanları birinci derecede at ile deve olup devenin asıl vatanı ve menşei Arap Yarımadası olduğu gibi, atlarının cinsi de meşhur olup dünyanın en güzel atları bu kıtada çıkar. Develerin en çoğu ve en iyileri Necid’de bulunup birçok çeşide ayrılmıştır. Umman’da gayet hızlı hareket eden hecin develeri yetiştirilir. Arap Yarımadası’nın güney sahilleri taraflarında da bazı iyi cins develer bulunur. Atların da en güzelleri Necid’de olup bu kıymetli hayvana her mevsimde otlak bulmak için Şammar ve Anze gibi bazı aşiretler Fırat ve Dicle vadilerine ve yarımadanın en yukarı taraflarına kadar yayılmışlardır. Şammar, Anze ve Müntefik aşiretlerinin soylu at ve kısrakları onar bin civarında olup Necid’de bulunanları da on binden aşağı değildir. Arap Yarımadası’nın diğer taraflarında ise daha az miktardadır. Arapların bundan başka evcil hayvanları koyun, keçi, eşek, sığır ve katır ile köpek, kedi vesaireden ibarettir. Vahşi hayvanlar arasında en başta çöllerin hükümdarı makamında olan arslan zikre değer olup kaplan, sırtlan, kurt, domuz, çakal, geyik, tilki, maymun cinsleri dahi çoktur. Haşeratının en külliyetlisi ve en zararlısı çekirge olup Hicaz tarafında ‘lâdiğ’ denilen zehiri gayet tesirli bir çeşit örümcek de bulunur.
Arap Yarımadası’nın arazisi çeşitli madenlere sahip topraklardan meydana gelmiş olup, çok eski zamanlarda da Yemen altın madenleriyle ve genel olarak Arap Yarımadası kıymetli taşlarıyla meşhur idiyse de şimdi, yalnız Umman tarafında bazı gümüşlü kükürt ve kurşun madenleri görülmüştür; bakır madeni de ahali tarafından çıkarılmaktadır. Mekke-i Mükerreme’nin civarında da bazı kükürt madeni damarları görülmüştür. Seyyahlar, şimdiye kadar öyle külliyetli ve kıymetli madenler görememişlerse de bu geniş kıtanın pek az yeri ve pek yüzeysel şekilde bilim tarafından keşfedilmiş ve araştırılabilmiştir. Kızıldeniz’de ve özellikle Yemen kıyılarında hayli tuzlalar bulunup çok miktarda tuz çıktığı gibi, o civardaki adalarda pek çok bağa [deniz kaplumbağası kabuğu] ve inci çıkar. Basra Körfezi’ndeki Bahreyn Adası ile o bölgedeki adaların ve sahillerin incisi ise meşhurdur.”29
2. Araplar
Araplar Sami milletleri adıyla meşhur olan kavimlerden oluşan büyük bir kola mensupturlar. Arapların bu kola dâhil olan İsrailoğulları, Keldaniler, Nebatiler, Asuriler, Süryanilerle gerek “seçkin ve üstün vasıflar” ve gerekse dil yönüyle benzerlikleri vardır.
Tevrat’ın rivayetleri üzerine kurulmuş olan eski ilmi ensal [nesiller ilmi], insanlığın mevcut olan kavimlerini, düzenli silsilelerle Hazreti Nuh’un üç oğluna bağlar. Basit tarihî olayların bile doğru bir şekilde kaydedilemediği zamanlarda, nesillerin bu şekilde düzgün bir şekilde kaydı ve hele insanlık toplumunu Irak yöresine özgü bir şekilde düşünerek kavimleri ve gerekse her türlü medeniyeti oraya bağlamak, bugün artık bilimin eleştirmeye bile lüzum görmediği israiliyattandır [Yahudilere ait kitaplardaki yalan yanlış bilgiler, uydurmalar vs.].
Dünyanın hangi noktasının ilk insanlığa beşik olduğu tarihsel olarak bilinmemektedir. Burası malum olmadığı gibi insanlığın özel ırklara ve bu ırkların çeşitli kavimlere ne zaman ve ne şekilde ayrıldığı da malum değildir.
Pek fazla merak çekici olan bu bilinmezlikleri halletmek için ilmü’l-arz [jeoloji] ve eski ilmü’l ensal [nesiller ilmi] âlimleri mevcut olan bilgilerden bir sonuç çıkarmak suretiyle bazı tahminlerde bulunmuşlardır. Bu tahminlerin en akla uygun olanlarına göre insanlığın beşiği, bir vakit Asya ile bitişik olan Avustralya yahut Hint veyahut yine bir vakitler Asya’ya ve Avrupa’ya bitişik olan Afrika’dır.
Fakat dediğimiz gibi bunlar hep tahminlerden ibaret kalıp hakikat, geçmişin bilinmeyen derinliklerinde gömülüdür. Tarih devirleri başladığı zamanlar “Sami kavimleri” adı altında toplanan kavimlerin İran hududundan Akdeniz sahiline ve güneyde Yemen’e kadar olan yerlere yayıldığı görülür. Bunlardan Araplar Ceziretü’l-Arap (Arap Yarımadası) denilen ülke ile bunun kuzey tarafına gelen yerlerde otururlardı.