Книга İslam Tarihi - читать онлайн бесплатно, автор Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi. Cтраница 8
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
İslam Tarihi
İslam Tarihi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

İslam Tarihi


a. Arab-ı Aribe [Asıl Arap]

Sami kollarının belli başlı bir ailesi olan Araplar, “Arab-ı Aribe” adıyla anılırlar. Diller ve nesillerle ilgilenen âlimlerin kabul ettikleri prensiplere, yaptıkları inceleme ve araştırmalardan çıkan neticelere ve “basitten mürekkebe”, “nakıstan kemale” [noksanlıktan olgunluğa] doğru gidiş gibi gelişme kurallarına nazaran Sami kavimlerinin kökeninin Arap Yarımadası ve en eski Sami ailesinin “Arab-ı Aribe” olduğuna hükmedilebilir.

Sami dilleri karşılaştırıldığı zaman en seçkininin ve en esaslısının “Arapça” olduğu görülür. Seçkinliği diğer Sami dillerinde olmayan veyahut zamanla telaffuzu ve nihayet şekli kaybolmuş olan bazı harflerin Arapça’da var oluşu ve bazı harflerin tamamen “özel bir şekilde” telaffuzudur. İnsan ilmi bakımından da “Arap” şekli, Sami ailesinin toplayıcı şekli sayılabilir. Bu fikir sistemine göre Sami ailesinden birtakım kabileler, Arap Yarımadası’ndan kuzeye doğru yayılarak batıda “Ari kavimleri”nin yerleşme yeri olan İran ve Ermenistan’a kadar olan yerlere ve doğuda bugün Suriye adını alan ülkeye ve hatta aşağı Mısır’a kadar yayılmışlardır.

İsrailoğulları’nın kavimler ve âlem hakkındaki fikri pek sınırlı ve hatta onların dünyası Asya Kıtası’nın sadece küçük bir parçasından ibaret olduğundan “genel” saydıkları tufanda Nuh’un gemisindekilerden başka hayvanların ve insanlığın tamamen helak olduğunu, sonra insanların Hz. Nuh’un üç oğlundan ve hayvanların da gemidekilerden üreyip çoğaldığını zannederlerdi.

Küremizde mevcut kara hayvanlarının binlerce çeşide ayrılmış olduğunu ve bunlardan alınacak birer çifti, değil Nuh’un teknesi, hatta bütün Irak’ın içine sığmayacağı göz önüne alınacak olursa İsrailoğulları’nın sınırlı ve yerel bir olayı bütün dünyayı kapsayacak şekilde düşündükleri görülür. Irak’taki dillerin karışıp anlaşılmaz hâle gelmesinden ve Arab-ı Aribe’nin helakinden sonra “Yaktan – Kahtan” adında biri, Arap Yarımadası’na gitmiş ve Araplar onun sülalesinden gelmiştir. Bunun hikâye olduğu şüphesiz ise de her hurafe gibi bir hakikat parçacığına da sahip olması ve bununla bir Keldani göçünün anlatılması uzak bir ihtimal değildir. Kesin olan bir şey varsa o da Arapların, tarihin bildiği zamandan beri şimdiki oturma yeri ve vatanlarında yerleşmiş olduğu ve Ad, Semud, Amalika, Tasm, Cedîs ve Cürhüm-i Emîm, Abil gibi kavimlere ayrılmış bulunduğudur.

Bunların en meşhurları Ad ve Semud kavimleridir. Yemen’in Hadramut bölgesinde yerleşmiş olan Ad Kavmi, yerleştikleri yerin özelliği sebebiyle pek fazla medenileşmiş ve çoğu eski kavmin başaramadığı derecede bir gelişme ve ilerleme seviyesine ulaşarak bugün harabeleri hayrete düşüren ve beğenilen, takdir edilen binalar ve büyük eserler bırakmışlardır. İrem-i Zatü’l-imâd30 Bağ-ı İrem gibi eserleri efsanelerin doğmasına vesile olmuştur. Hicaz’la Suriye arasında yerleşmiş olan Semud Kavmi de Ad Kavmi derecesinde değilse de önemli ilerlemeler gerçekleştirmiştir.

Ad Kavmi’nin kendilerine özel ve “Mesned” adıyla bilinen yazıları olup İbrani, Süryani ve bugünkü Arabî yazıları ile benzerliği yoktur. Bu yazı, Mısırlıların hiyeroglifi ve Çinlilerin yazısı gibi “millî ve mahallî” bir icattır. Yani evvelce mevcut bir yazıdan taklit edilmiş olmayıp gelişme sonucu meydana gelmiştir. Eski Yunanlıların çoban manasını ifade eden “Hiksos” kelimesiyle isimlendirdikleri ve aşağı Mısır’ı istila ederek bir müddet hükûmet kuran kavmin, Amalika olması çok muhtemeldir. İsrailoğulları ile birçok savaşta bulunmuş olan Amalikalar cesaret ve yiğitlikle şöhret bulmuşlardır.

Arab-ı Aribe, bir medeniyetle beraber peygamberlere de sahipti. Hûd Aleyhisselam Ad’a, Salih Aleyhisselam Semud’a gönderilmiş peygamberler idiler. Ad’dan sonra Yemen’de Hamiriler [Himyeriler] ve Benî Kehlan şöhret bulmuş ve Arap medeniyetini devam ettirmiştir.

b. Arab-ı Müstaribe [Araplaşmış Arap]

Hicaz’da yerleşmiş olan Cürhüm Kabilesi, önceleri kayda değer tarihî bir varlık gösterememişlerse de Suriye’den meydana gelen bir hicretten sonra, şöhretleri artmış ve onlarla İbranilerin karışmasından yeni bir kavim meydana gelmiştir.

Bu hicret, Hazreti İbrahim’in oğlu Hazreti İsmail’i annesi Hacer’le, Cürhüm Kabilesi’nin yerleşme yeri içinde Mekke civarına götürmesiyle başlar.

Hazreti İsmail’in orada büyüyüp yetişmesi, Cürhümilerden kız alması ve Hazreti İbrahim’in oğlunu ara sıra ziyarete gelmesi, Arab-ı Aribe’den Cürhüm kabileleriyle İbraniler arasında yakınlık kurulmasına, İbranilerden bazısının Hicaz’a göçmesine ve iki kavmin birbirine karışmasıyla yeni bir kavmin meydana gelmesine sebep olmuştur.

Arap Yarımadası’nın asli halkı olan “Arab-ı Aribe” ile bu karışık kavmi birbirinden ayırmak üzere onlara “Arab-ı Müstaribe” adı verilir. Bunların eski Arapça ile eski İbraniceden meydana gelmiş bir dilleri ortaya çıkmıştır ki en sanatlı ve en noksansız, güzel, aynı zamanda en mükemmel ve geniş dillerden biri olan bu dil, bugün de hemen hemen bütün Arapların edebî ve sosyal dili, bütün İslam’ın dinî lisanıdır. Kur’an-ı Kerim bu lisanla inmiş, Muallakat-ı Seb’a31 bu lisanla yazılmıştır.

Arap tarihlerinin iddiasına göre Arab-ı Müstaribe, külliyetli bir nüfusu ve kabileleri içine almış olup hepsi Hz. İsmail’in sülalesinden gelmedir. Avrupalı eleştirmenler bunun şüpheli bir konu olduğunu ve bir tek adamdan birkaç bin senede milyonlar meydana gelemeyeceğini ileri sürüyorlar. Sonra da Cürhüm Kabilesi fertlerinin ve onların torunlarının bıraktığı nesillerin ne olduğunu soruyorlar.

Gerçekten, bugün Arab-ı Müstaribe ve daha doğrusu şöylece Arap ismi altında toplanan saf ve Arap Yarımadası’nda yerleşik Arapların bir ferdin, yani Hz. İsmail’in torunları saymak mümkün olmadığı gibi; hepsini bir karışık kavim saymak ve hepsinde İbrani kanı bulmak da mümkün değildir. Bu genel noktada biz de Avrupalı eleştirmenler ile aynı fikirdeyiz. Fakat böyle genel bir iddia, zaten Arapların geneli tarafından da öne sürülmemiştir. Mesela “Asr-ı Saadet”te Kureyşlilerle Yemenliler arasında, asalet ve lisan meselesi hakkında ortaya çıkan edebî bir tartışmada, Yemenliler “saf ve İbrani kanıyla karışmış Arap olmadıklarını ve lisanlarının da daha saf olduğunu, bundan dolayı kendilerinin Arap’ın soyluları olduklarını” iddia etmişlerdi. Demek ki Arapların tamamı ve özellikle Arab-ı Aribe’nin ve Hamirilerin [Himyerilerin] asıl vatanı olan Yemen’deki kabilelerin çoğu yalnız İsmail neslinden olduklarını değil, İbranilerle karışmış olduklarını da iddia etmemişlerdir. Fakat iş genelden özele dökülünce Avrupalıların yazdıkları da kuvvetini kaybeder.

3. Adnan ve Kureyş Soyu

Arap ananelerine göre İsrailoğulları olarak ilk şöhret kazanan aile “Âl-i Adnan”dır.

“Âl-i Adnan” adı altında toplanan fertlerin hepsi yalnız Hz. İsmail’in torunları mı idiler?

Bu soruya cevap vermek biraz zordur; fakat zannedildiği kadar değil. Avrupa âlimleri bu soruya imkânsız nazarıyla bakıyorlar ve sürülerle kabilelerin bir veya birkaç adama dayandırılmasını hurafelerden ibaret görüyorlar.

Bize kalırsa Avrupalı eleştirmenler bu konuda haklı değildir. Eski zamanlarda geçen ve “tarih bakımından” tamamen açık olmayan durumlar hakkında bir hüküm verebilmek için zamanımızda, gözümüzün önünde cereyan eden, tecrübe edilmesi ve incelemesi mümkün olan durumları ölçü almak gerekir. İlkel insan hakkında bir fikir edinmek üzere sosyoloji ilminin kabul ettiği yol budur. Bundan dolayı bu mesele hakkında hüküm vermeden önce “tarih tarafından” kaydedilmiş benzer bir olayı inceleyeceğiz.

Fizan’a bağlı olan yerlerden Şâtî vahasında “Âl-i Buseyf” adında bir kabile var. Bunlar Hz. Hasan’ın soyundan gelen şeriflerdir. Bu kabilenin ceddi olan “Buseyf” Şâtî vahasına beş altı asır önce hicret etmiştir Buseyf, tabiatıyla yalnız başına değildi, bunlar bir aile idi. Fakat Buseyfîlerle ilgili kaydedilen ve anlatılanlara göre; miktarları bir aile reisiyle birkaç amca ve teyze oğlundan ve birkaç kadından ibarettir. Buseyfîlerin soyları tamamıyla kayıtlıdır. Bu neseplerin incelenmesinden anlaşılıyor ki Şâtî’ye göç eden şerifler, iki üç çadır halkından ibaret idi.

Hicretlerinin başlangıcından bugüne kadar, beş asırdan fazla zaman geçmemiş, dışarıdan kız almamış ve dışarı kız vermemişken Zenetan [Zintan] Muharebesi’ne, yani bundan otuz sene öncesine kadar toplam nüfusu üç bin beş yüze ulaşıyordu. Zenetan Muharebesi’nde yarı nüfuslarını kaybetmişlerdir.

Buseyfîlerin yerleşme yeri, dünyanın en elverişsiz yerlerinden sayılır. Çoğalmaları için elverişli etkenlerin hiçbiri yoktur. Böyle iken üç beş ailenin beş yüz senede üç bin beş yüz kişiye ulaştığını düşünürsek; Hz. İsmail’den Adnan’a kadar geçen en az on asırlık bir zamanda birbiriyle akrabalık ilişkisinde bulunmaları neticesinde hepsi İsrailoğulları hâline dönüşmüş olan Arab-ı Müstaribe’nin yirmi ila otuz bin kişiye ulaşması hiç de olmayacak bir şey değildir.

Ecdat isimlerinin, akrabalı vesairenin korunması şekline gelince; Araplarda lisan ilmi, güzel ve doğru söyleme [belagat ve fesahat] nasıl hayret edilecek bir gelişme göstermişse soy ilmi de öylece o çevreye has bir kudretle gelişmiştir. Arapların isimlerin ve neseplerin korunmasında gösterdikleri ustalık ve sanatı, hatta bu ilimde koydukları kuralların sağlamlık ve şiddetini anlamak için Araplarla ve bilhassa bedevilerle uzun uzadıya bir arada bulunmak, soyları incelemek lazımdır.

Âli-i Adnan’ın çoğalarak birtakım kollara ayrılması üzerine “Kureyş” topluluğu, saflığını koruyan asil kısmı olarak seçkinlik kazanmıştır. Neseple uğraşan âlimler, Adnan’dan itibaren Kureyş neseplerinin, zikredilen ilmin kurallarına uygun şekilde kaydedildiğine dair aynı fikri paylaşıyorlar. Yalnız Adnan’dan yukarıda olan ecdadın “İsmail’e nisbet”i kuvvetli rivayete göre kendilerince sabit olmakla beraber kaydedilmiş isimler hakkında bu kesinlik görülmemektedir.

4. Haşimîler ve Emeviler

Kureyşliler de zamanla birçok dala ayrıldıktan sonra; Peygamber Efendimiz’in gelmesine yakın zamanlarda en asil ve soylu kollarından birisi “Âl-i Hâşim, Âl-i Ümeyye” olarak iki büyük aileye ayrılmıştı.

İşte Resulullah Efendimiz, bu iki aileden Âl-i Hâşim’e mensuptur.

5. Peygamberin Nesebi ve Araplarda Nesepler İlmi

Nesep âlimlerine göre geçerli ve kayıtlı olan Peygamber Efendimiz’in nesep sütunu şöyledir:

Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)

Abdullah

Abdulmuttalib

Haşim

Abdumenaf

Kusayy

Kilab32

Mürre

Kâ’b

Lüeyy

Galib

Fihr

Malik

Nadr33

Kinane

Müdrike

İlyas

Mudar

Nizar Maad

Adnan

Neseplerin bu tarihî ve kayıtlı şekliyle İbranilerin tarih öncesi devirlerine kadar çıkan hurafeye dayalı şekli arasında hiçbir yakınlık yok iken bazı Avrupalılar bunu kabul etmiyorlar ve Adnan’ın Hz. İsmail’e nisbetini İbranilerin her kavmi, bir tarihî şahsa bağlamaktan ibaret olup Araplara öğrettikleri hayalî nesep usulüne bağlıyorlar.

Bu fikirlerindeki isabetsizlik meydandadır. Gerçi kavimleri Hz. Nuh’a kadar muntazam ve çoğu yüzer, iki yüzer sene yaşamış ecdat vasıtasıyla ulaştırma yöntemi Araplara Yahudiler tarafından öğretilmiş ise de bununla Araplara özgü ilm-i ensab (nesepler ilmi) ayrı ayrı şeylerdir.

2. BÖLÜM

İSLAM’DAN ÖNCE ARAPLAR

Dinî Şekiller – İbrahim Dini – Hanifler – Musevilik ve İsevilik – Putperestlik – Ruhi ve Sosyal Durum – Din Fikri, Allah, İlahlar ve Cinler – İdare, Siyaset, Âdetler vesaire…

1. Dinî Şekiller

İslam’dan önce Arapların durumlarına, sosyoloji ilminin kaidelerini biraz tedbirle tatbik etmek lazımdır. Tekâmül usulü, her muhite, hemencecik aynı şekilde tatbik olunamıyor. Mesela bazı muhitlerde marifet ve sanat dalları, ruhi ve sosyal gelişmeler birbirine uygun ve eşit olarak yürüyor. Öyle bir hâlde ki sanatın gelişme derecesinden, ilmin diğer dallarının dereceleri hakkındaki çıkarımlarımız gayet doğru çıkıyor. İslam’dan önce Araplarda bunun aksini görmekteyiz. Çevrelerinin, başka kavimlerle bir arada olamamalarının ve yakınlık kuramamalarının ve belki de o zaman hüküm süren tarihî şartlardan dolayı Araplar, sanatlarda ve yaşayış şekillerinde çok ilkel bir hâlde bulunmakta iken lisan ve edebiyatta hemen hemen gelişmenin en yüksek derecesine yetişmiş idiler.

Başka kavimlerde buna benzer farklar görülse bile, bu derecede büyük farklar belki, yalnız Araplarda görülmüştür. Bundan dolayı İslam’dan önce Arapların dinî ve manevi durumlarını incelerken ve tenkit terazisinde tartarken bunları unutmamak gerekir. Sanat bakımından bedevi, ahlak bakımından vahşi olan Araplar lisan ve şiir bakımından her kavimden fazla medeni idiler. Bununla beraber edebî gelişmeler, onlarda, manevi ve ruhi gelişmelerle birlikte olmamıştır. İslam’dan önce gelen büyük Arap ediplerinin eserlerinde “dinî fikir ve tesirlerden” eser yok gibidir. Bizim fikrimize göre, din hissi ile ruhi faziletlerin birbirinden ayrılamayacağına Arap tarihi büyük bir vesikadır.

Arapların bütün şiirleri, “hakiki” yücelikten, ince ve yumuşak ruhi duygulardan âdeta mahrum olup; edebî fazilet, kelime süsünden ibaret idi. Araplar hayal kudretinden az hisse almış olmakta diğer Samilerle müşterek idiler. Zaten memleketlerinde tabiat biraz fakir olduğundan edebiyat ruhu, sınırlı bir daire içinde dönüp dolaşmak zorunda idi.

İslam’dan önce Araplarda millî güzellikler ve faziletler yok değildi. Fakat bu güzellikler ve faziletler güzelce tahlil edildiğinde “hep sosyal gelişmenin eksikliği ve şahsın [enaniyetin] olgunlaşmasına” ait şeyler olduğu görülür. Hâlbuki bu türden faziletler, esaslı ve yüce faziletlerle beraber bulunmak şartıyla hakiki faziletlerin arasına dâhil olur. Gerek Dozy ve gerekse birçok Batılı oryantalist, incelemeler sonucunda, İslam’dan önce Arapların “şen ve zeki, mağrur ve hırçın, çok ihtiraslı, intikama meyilli, misafirperver, sade ve necip” olduklarını yazıyorlar. Biz de bu konuda onlarla aynı fikirdeyiz ve tarih tarafından yalanlanmak korkusundan emin olarak deriz ki:

Arap kavminde hakiki fazileti yaratan, ahlakı icat eyleyen İslam dini ve başka bir tabirle Peygamber Efendimiz’in yüce zatıdır.

Arapların bilinen hâllerinin incelenmesinden ortaya çıkan sonuca göre, İslam dininin ortaya çıkmasını gerektirecek ve kolaylaştıracak sosyal duruma ve gelişme şartlarına ait sebepler, Arap Yarımadası’nda genel olarak mevcut değildi.

Araplar, hayal ve maneviyattan mahrum, maddiyata değer veren insanlardı. Dinî konulara onların hiçbir merakı yoktu, din hissi onlarda ilerleme kaydetmemiş ve gelişmemişti. Bu noktalarda da başta Renan olarak bütün Avrupa araştırmacıları ile aynı fikirdeyiz. Çünkü bu bir hakikattir.

Fakat onlardan şu noktada ayrılıyoruz ki:

Bütün bu hâller, Arap Yarımadası’sında yüce ve gelişmiş bir dinin, soylu ve seçkin bir ahlak sisteminin ortaya çıkmasını, mantıklı bir netice şeklinde algılanacak sosyal sebeplerin ve hazırlayıcı şartların yokluğunu göstermekte iken onlar, İslam dininin ortaya çıkmasını “alelade”likten kurtarmamak, Peygamber Efendimiz’in görevlendirilmesindeki büyük önemi küçümsemek ve İslam dininin ortaya çıkması ile adi bir putperestliğin ortaya çıkması arasında hiçbir fark görmemek sevdasıyla “İslam dini için zeminin hazırlandığını ve Peygamber Efendimiz’in kendisi gelmemiş olsa bile, böyle bir dinin ortaya çıkabileceğini” iddia ediyorlar. Demek ki kendi kendilerini yalanlıyorlar.

Peşin hükümlerden, bir iddianın dayanağı ve ölçüsü olarak kabul edilmiş olan fikirlerden ve özellikle kötü niyetten arınmış bir şekilde tarih incelenirse zorunlu olarak kabul edilir ki “İslam demek, Hz. Muhammed (s.a.v) demektir.” Ve pek muhtemeldir ki o peygamber gelmeseydi, Araplar hiçbir tarihî varlık gösteremeyecek, kuşatılmış bulunduğu yarımada dışına çıkamayacak ve bedevilikten ileri geçemeyecekti.

Bu iddiamızı ispat için Arap Yarımadası’nın bugünkü hâlini gösterebiliriz. Peygamber Efendimiz’in ve getirdiği dinin bahşettiği olağanüstü faaliyet ve yücelik sayesinde bedevi Araplar, on sene içinde bütün cihanın fazilet rehberi, ahlak öğreticisi, irfan ve idare meşalesi oldular. Hâlbuki o yüce ruh, o peygamber gözden kaybolduktan sonra Arapların (yani yine eski vatanlarına geri dönen ve orada çoğalan Arapların) çoğu, İslam’ın ortaya çıkmasından evvelki bedevilik ve cahilliklerine geri döndüler. Öyle bir hâlde ki İslam âleminin ve belki bütün cihanın en karanlık noktası, medeniyetin beşiği olan Arap Yarımadası oldu. Vahhabilerin ortaya çıkmasına kadar yarımadanın sahillerinden başka kısımlarında oturan Arapların “dinen” ilkel bir hâlde bulundukları ve İslam ile hemen hemen hiçbir alakaları olmadığı muhakkaktır. Bundan dolayı evvela peygamberliğini, sonra da “kendisinin geliş sebebi ve bununla beraber dinin hakikisi” olduğunu inkâr etmek sevdasıyla Dozy ve benzerlerinin, Arapların yüce bir din yaratmayı gerektirecek sosyal bir yeteneğe eriştikleri hakkındaki tarihî hakikate aykırı iddialarının hiçbir bilimsel kıymeti yoktur. Bu iddiamızı yine tarihî diğer belgelerle ispat edeceğiz.

2. Musevilik ve İsevilik, Putperestlik, Ruhi ve Sosyal Durum, Din Fikri, Allah, İlahlar ve Cinler

İslam’ın ortaya çıkmasından evvel Araplar arasında dinlerden “Musevilik”, “İsevilik”, çeşit çeşit “Putperestlik” mevcut olduğu gibi İbrahim dininden kalma bazı fikirler ve ayinler dahi mevcut idi. Eğer Araplarda, putperestlikten daha gelişmiş dinî şekillerin kabulüne “alelade sosyal kurallar” ile yetenek ve hazırlayıcı şartların herhangi bir şekilde güzel izleri mevcut olsaydı, birisi İslam’dan dört ila beş yüz, diğeri bin sene önceden beri mevcut olan İsevilik ve Museviliğin kabulü lazım gelirdi. Hâlbuki Hristiyanlık Arap Yarımadası’na hemen hemen girmemiş, Musevilik ise oralara göç eden İsrailoğulları’yla sınırlı kalmıştı.

İşte bir kere daha anlaşılıyor ki İslam, Araplarda ortaya çıkan millî gelişme sonucunda meydana gelmiş bir şey olmayıp sırf Hz. Muhammed’in peygamber olarak gelişinin eseridir.

Dozy ve daha birkaç Batılı âlim, Arapların “Allah-u Teala” adıyla varlığın yaratıcısı, âlem haricinde, mutlak hâkim ve insan gibi şahsiyete sahip yüce bir zat tanıdıklarını ve öncekilerin bu inancının “Halake’i-insane fi suretihi. – Allah insanı kendi suretinde yarattı.” şekliyle İslam’a geçtiğini, başka bir deyişle İslam dininin zaten Araplarda öteden beri mevcut olan bir dinin biraz düzenlenmiş şeklinden başka bir şey olmadığını iddia ediyorlar. Bu iddia bir bakımdan yarı yarıya, diğer bir bakımdan – ve hele çıkarılan netice bakımından – tamamen yanlıştır. İslami bakış açısından olsun, sırf tarihî ve felsefi incelemeler bakımından olsun, son derece önemli olan bu konuyu bilimsel bir bakışla derinleştirmek isteriz.

Biz, Müslüman olmak bakımından, peygamberlerin dinlerinin hep hak din olduğuna ve hepsinin Allah’ın birliğini ikrar esası üzerine kurulmuş olduğuna inanırız. Delilimiz ise akli ve bilimsel olmayıp yalnız itikadidir. Fakat meseleyi itikat zemininden bilim ve inceleme zeminine çıkarırsak, son zamanların seçkin araştırmacıları ve çok bilgili âlimleri ile ittifak hâlinde iddia ederiz ki:

“Tarihin şehadeti ve geriye kalan izleri bakımından, eski dinler içerisinde aslında ve başlangıcında gerçek bir ‘İlahi birlik’ fikrini kapsayan ‘İslam dini’nden başka bir din yoktur!”

Bu söylenenleri tamamen ispata gücümüz yeter.

Başta Renan olmak üzere birtakım eleştirmenler kavimlerde pek kesin ayırıcı vasıflar görmüşlerdir. Mesela “bir olan Allah’a ibadet” , Sami kavimlerine özgü bir fıtri istidat [yaradılıştan gelen bir yetenek] tabiata ibadeti ve dolayısıyla vahdet-i vücuda itikadı Ariyani kavimlerin bir özelliği saymışlardır. Bu fikir her hakikatten uzak olmamakla beraber bu aşırı şekliyle de bir hakikat sayılamaz. Tarihte, İslam dininden başka, esasında “hakiki bir ilahi birlik” fikrine sahip din göremiyoruz. Mesela inanç bakımından hak ve vahdaniyet [teklik] fikri üzerine kurulmuş olduğunu gördüğümüz Museviliğin tarihî esasları olan “Ahd-i Atik”i güzelce tahlil edersek, ondaki uluhiyet fikrinin şu devreleri geçirdiğini öğrenmiş oluruz:

Birinci Devrede: Yahudi dini, ilahların çokluğuna ve yalnız bunlardan kendisinin millî mabudu olan “Yahova”nın diğerlerinden daha kuvvetli olduğuna, İkinci Devrede: Diğer mabutların birer gasıp, ifrit, birer “günah putu” olduğuna inanıp; ancak üçüncü devresinde tenzih fikrine biraz daha yaklaşır. Fakat hiçbir vakit “İslam’daki tenzih ve tevhitle mutlak Halik” fikri Yahudilikte ortaya çıkmamış ve hiçbir vakit Yahova millî ve özel bir mabut olmaktan kurtulmamıştır. Maimonies/ Meymonid [Musa bin Meymun] ve diğer Musevi filozafların felsefi fikirlerden alarak Museviliğe ilave ettikleri ve nispeten daha sonra gelen fikirler ise Yahudiliğin esasları sayılamaz.

Hristiyanlıktaki vahdet ise teslis sebebiyle kuru bir sözden ibarettir. Çok eski dinler içinde, Yahudilikten daha düzenli din olmadığından “Bir Allah” fikri onlarda bu karmakarışık şekilde olursa Araplar gibi seviyesi pek aşağı ve maneviyatı pek eksik bir bedevi kavminin bu konuda hiçbir doğru fikri olamayacağı apaçıktır.

Şurası da dikkate değer ki en son derin araştırmalar ile sabit olduğuna göre Sami kavimlerde hep mabudu ifade etmek için kullanılan “il, el, bel, ba’l, âlih, Allah” gibi kelimeler, cins isim, müşterek isim olup özel isim değildir. Tevrat’a, halik manasını ifade eden kelime ilk defa “Elûhîm” şeklinde kullanıldığı hâlde iki ayet aşağısında “Yahova” şeklinde kullanılmıştır. Keza Âramî, Asuri, Keldani gibi Sami kavimlerinde bu cins isim ya hep bir özel isimle beraber kullanılmış yahut yalnızca cins isim olarak kullanılmıştır.

İşte birçok cine, puta, ağaca ibadet eden Araplarda da “Allah-u Teala” bu ilahlar sürüsünün bütününü, daha doğrusu sıfatını ifade eder bir cins isim idi. Şu hâlde kelimelerin benzerliğinden dolayı Araplardaki karmakarışık fikirle İslam’ın son derece yüce ve teşbih [Allah’ı başka varlıklara benzetme] ile tenzih [Allah’ın her türlü noksanlıktan uzak bulunduğuna ve insan sıfatında olmadığına inanma] fikirlerinin eşitlik derecesiyle anlaşılmış olarak öğrettiği Allah-u Vahid’i [bir olan Allah’ı] aynı fikir olarak görmek kadar haksız ve manasız bir şey olamaz.

Bununla beraber biz, şu bilimsel neticeler ile inancı birleştirerek deriz ki: Tevrat’ta Hz. Musa’nın yegâne yadigârı, ihtimal ki “Elûhîm” ve Yahudi ayinininde bazı ibadetler ile beraber belirsiz ve çarpıtılmış bir “vahdaniyet” fikri olduğu gibi, Araplar nezdinde de Hz. İbrahim dininden artakalan şey, özel isimlikten cins isimliğe dönüşmüş olan “Allah” kelimesi, sünnet olmak, gusül etmek ve tırnak kesmek gibi bazı âdetler, tavaf vesaire gibi bazı ayinler, dinî törenlerdi. Bununla beraber Araplarca “Allahu Teala” kelimesinin işaret ettiği mananın ne derece önemsiz bir şekilde anlaşıldığı, onların gerek Museviliğe gerek İseviliğe eğilim göstermemeleriyle bilhassa Hz. Muhammed’e karşı gösterdikleri muhalefetle ortaya çıkar.

Arapların geneli hakkında yaptığımız şu değerlendirmeden sonra özel durumlara geçelim. Dine karşı bu derece kayıtsız olan Araplar içinde, millî rivayetleri unutmayanlar, Hz.İbrahim’in dini hakkında belirsiz bazı fikirleri nesilden nesile, asırdan asıra ulaştıranlar eksik olmazdı. Bunlar, “Hanif” unvanını taşıyan akıllı kişiler idi. Araplardan İran’a tabi olup onların medeniyet ve dinini, Rumlara tabiyetle Hristiyanlığı kabul edenler, herhangi bir şekilde Arap muhiti dışında kalanlar ve üç beş Musevi ayrı tutulursa halkın büyük çoğunluğunun dini, genellikle komşu kavimlerden taklit edilmiş türlü türlü putperestlikten ibaret idi.

Bu putların en meşhurları, Lat, Menat, Uzza, Hübel idi. Bununla beraber zaten din hissinden mahrum, müstehzi, zeki ve kayıtsız olan Araplar, bu ve benzeri putlara tapmakla beraber onların hiçbir ehemmiyeti olmadığını da anlamamış değillerdi.

Bütün bu değerlendirmelerin hepsinden elde edilecek sonuçlar şunlardır:

Birincisi: Arapların din ve maneviyat konusunda kayıtsız, böyle bir ihtiyacı hissetmekten uzak, hayal kuvvetinden az hisse almış oldukları,



İkincisi: Yüce ve ahlaki bir dinin kurulması için genel itibarıyla, zeminin hazırlanmamış olması.

Tarihî durumlardan bu iki neticeyi çıkarmakta; Dozy, Renan, Veyil ve diğer Batılı âlimlere katılıyoruz.

Fakat onlar bu iki neticeyi itirafla beraber bunlardan bir üçüncü netice çıkarıyorlar ki işte burada onlardan ayrılmak mecburiyetini hissediyoruz.

Onlar, yukarıdaki iki neticeyi itiraftan sonra: “Bu sebeple o muhit, dini ve peygamberi meydana getirdi.” diyorlar. Biz ise: “Bu sebeple o muhit, Hz. Peygamber’i ve dini değil, Hz. Peygamber muhiti ve dini meydana getirdi.” diyoruz. Böyle demekle tutarsızlık onlarda, mantık bizde kalıyor.

3. İdare, Siyaset ve Âdetler

Arab-ı Aribe’nin [asıl Arapların] önemli bir medeniyete ulaşmış olduğunu, kuvvetli sosyal düzenler meydana getirdiğini, hele Ad ve Himyerilerin kuvvetli ve uzun müddet hüküm sürmüş bir devlet kurduklarını yazmıştık. İslam’ın ortaya çıkmasına yakın zamanlarda Yemen, İran’a bağlı bir vilayet idi. Hicaz’da hüküm süren idari şekli “seçkinler cumhuriyeti” sınıfına sokmak mümkün ise de bundan, Hicaz’da düzenli kanunlarla idare olunan bir hükûmetin varlığı manası çıkarılmamalıdır. Her kabile kendi şeyhlerine, memleketin ileri gelenlerinin en şereflisine hürmet ve itaat etmekte olup bunlar kabilelerini âdetler ve gelenekler dairesinde idare ederlerdi.