banner banner banner
İlyada
İlyada
Оценить:
 Рейтинг: 0

İlyada

Kikonlu mızrakçıların lideri Keadesoğlu Troizenos’un oğlu Euphemos’tu.

Yeryüzünde en güzel akan nehir olan Aksios Nehri’nin geniş kıyılarındaki Amydon’dan gelen Paionlu okçulara Pyraikhmes komuta etti.

Paphlagonialılar, sürülerce katırın başıboş koşturduğu Enet’ten gelen yiğit Pylaimenes tarafından kumanda ediliyordu. Bunlar Kytoros ve kırsalla çevrili Sesamos’ta otururlar, Parthenios Irmağı çevresinde kurmuşlardır ünlü saraylarını, kentleri Kromna, Aigialos ve yüksek Erythinoi’dur.

Odios ve Epistrophos, gümüş yataklarının olduğu uzak Alybe’den gelen Alizonları komuta ediyordu.

Khromis ve kâhin Ennomos Mysialıların başındadır ancak kâhinlikteki becerileri onu ölümden kurtaramaz, zira nehirde hızlı Aiakos’un torunu onu öldürecek, diğer Truvalıları da öldüreceği gibi.

Phorkys ve soylu Askanios uzak diyar Askania’dan gelen Phrygialıları yönetti ve her ikisi de savaş için yanıp tutuşuyorlardı.

Gygaie Gölü Tanrıçası’yla Talaimenes’in oğulları Mesthles ve Antiphos Maionialıları komuta etti. Tmolos Dağı’nın eteklerinde büyümüş Maionailıların önderiydiler.

Nastes, kaba konuşan Karialıları yönetir. Bunlar, Miletos’ta otururlar, bol yeşilliğiyle Phthiron Dağı’nda, Maiandros kıyılarında, yüksek doruklu Mykale’nin eteğinde. Nomion’un cesur oğulları Nastes ve Amphimakhos’tur önderleri. Amphimakhos, savaşa üzerinde altınlarla geldi, ancak öyle budala ki altınları onu kurtarmaya yetmeyecek zira Aiakos’un çevik torunu tarafından nehirde öldürülecek ve altınlarını da Aşil alacak.

Sarpedon ve Glaukos komuta eder Lykialıları, uzak Lykia ülkelerinden gelmişler, girdaplı Ksanthos’tan gelmişler.

KİTAP III

Her bir bölük kendi komutanı yanında sıralandıktan sonra, yabani kuşlar veya turnalar nasıl uçarlarsa göklerde bağırarak, yağmur ve kış onları Pygmelere ölüm ve felaket getirmek üzere Okeanos’un akıntılarına sürüklediği ve uçarken birbirleriyle dalaştıkları zaman, Truvalılar da işte öyle ilerlediler. Ancak Akhalar sessizce, yürekleri çarparak yürüdüler ve birbirine yakın durmaya çalıştılar.

Güney rüzgârı dağ tepelerine, çobanlar için değil ama hırsızlar için iyi olan sis perdesini yaydığında, kimsenin bir taş atımlık yeri göremediği zamanlardaki gibi, onlar da ovada hızlandıkça ayaklarının altından öyle toz yükseldi.

Birbirlerine yaklaştıklarında, Paris Truvalıların tarafından bir kahraman gibi öne çıktı. Omuzlarında pars derisi, yayı ve kılıcı vardı ve Akhaların en cesurunun onunla teke tek dövüşmesi için meydan okumak maksadıyla ucu tunçtan iki mızrağı salladı. Menelaos onun safların önüne öyle uzun adımlarla geçtiğini görünce memnun oldu; bir aslanın, köpekler ve delikanlılar üzerine çullansalar bile, bir keçi veya boynuzlu geyik gördüğünde yanıp tutuşarak hemen oracıkta yalayıp yutması gibi. Menelaos, Paris’i gördüğüne memnun oldu, çünkü ondan intikam almak istiyordu. Bu yüzden fırladı arabasından silahlarıyla.

Paris, Menelaos’un öne çıktığını görünce ürktü ve ölüm korkusundan adamlarının arkasına sığındı. Bir kimse nasıl dağ başında birdenbire bir yılan görünce korkuyla gerileyip ürperir ve beti benzi atıverirse Paris de Truvalı savaşçıların içine öyle dalıverdi, Atreusoğlu’nun görüntüsünden dehşete kapılmış olarak.

Hektor onu azarladı. “Paris!” dedi, “Alçak Paris, bakması güzel ancak kadın düşkünü ve yalancısın, keşke hiç doğmamış olsaydın veya evlenmeden ölseydin. Ne baş belası olurdun o zaman ne de yüz karası. Akhalar bizimle dalga geçip demeyecek mi bir kahraman gönderdiler güzel görünüşlü ama ne aklı ne de cesareti var! Yoldaşlarını toplayıp enginleri aşmadın mı? Savaşçıların biriyle evli güzel kadını ta uzaklardaki vatanından taşıyıp getirmedin mi; babana, şehrine ve tüm ülkene acı, fakat düşmanlarına sevinç ve kendine sefil bir utanç getirmedin mi? Şimdi ise Menelaos ile karşılaşmaya cesaret edemiyorsun ha! Karısını çaldığın adamın ne menem bir adam olduğunu gör! Lirin ve aşk numaraların, alımlı buklelerin ve güzel hediyelerin nerede olacak bakalım, onun önünde toz içinde yatarken? Truvalılar yüreksiz insanlar, yoksa çoktan onlara yaptığın yanlışlar için taşlarlardı her bir tarafını.”

Paris cevap verdi: “Hektor, beni azarlamaya hakkın var. Bir gemi ustasının kullandığı, kütüğünü istediği gibi yardığı balta kadar sertsin. Onun elindeki balta nasılsa senin küçümsemenin şiddeti de öyle sert. Yine de beni altın Afrodit’in verdiği hediyeler için iğneleme, onlar çok değerli, hiç kimsenin küçümsemesine de izin verme çünkü tanrılar onları istediklerine verirler, isteyenlerin keyfine göre değil. Eğer benim Menelaos ile dövüşmemi istersen, Truvalı ve Akhalara yerlerini almalarını söyle, ikimiz ortada Helen ve onun serveti için savaşalım. Kim galip gelirse ve daha iyi bir adam olduğunu kanıtlarsa kadını ve ona ait ne varsa alsın evine götürsün, ancak diğerleri de barış için kutsal bir anlaşmayla yemin etsin, öyle ki Truvalılar Truva’da kalırken, diğerleri de Akhaların vatanı Argos’taki evlerine geri dönsün.”

Hektor bunu duyunca memnun oldu, Truvalı birliklerin arasına gitti onları durdurmak üzere mızrağının ortasından tutarak ve hepsi emri üzerine oturdu. Ancak Akhalar taşlarla ve oklarla nişan aldılar ona, ta ki Agamemnon onlara şöyle bağırıncaya dek, “Durun Argoslular, atmayın Akhaoğulları! Hektor konuşmak ister.”

Onlar da nişan almayı bırakıp öylece kalakaldılar, Hektor konuştu bunun üzerine. “Benden duyun…” dedi, “Truva ve Akhalılar, uğruna savaş yaptığımız Paris’in ne dediğini. İster ki Truvalılar ve Akhalılar silahlarını yere koysun, o ve Menelaos ortanızda Helen ve serveti için dövüşürken. Kim galip gelirse ve daha iyi bir adam olduğunu kanıtlarsa kadını ve ona ait ne varsa alsın evine götürsün, ancak diğerleri de barış için kutsal bir anlaşmayla yemin etsin.”

Böyle konuşurken o, hepsi sessizce dinlediler ta ki gür savaş naraları atan Menelaos onlara hitap edene dek. “Şimdi de…” dedi, “beni dinleyin, zira en dertli olan benim. Bence Akhalılar ve Truvalılar ayrılsın hemen, Paris’le olan kavgam ve bana yaptığı yanlış yüzünden ne kadar acı çektiğinizi bildiğim için böyle olsun. Bırakalım ölmesi gereken ölsün ve diğerleri artık daha fazla savaşmasın. O zaman iki koyun getirin, beyazı erkek ve karası dişi olan, biri Toprak biri Güneş için, biz de Zeus için üçüncüsünü getireceğiz. Üstüne de Priamos’u çağırın da andı kendi etsin, zira oğulları zorba ve güvenilmez, sonra Zeus’a yapılan yeminler de çiğnenmesin ve boşa gitmesin. Delikanlıların başında yeller eser, fakat yaşlı adam önüne arkasına bakar, her iki taraf için de en adil olanı göz önüne alır.”

Truvalılar ve Akhalılar bunu duyunca sevindiler, zira artık savaşın biteceğini düşündüler. Arabalarını saflara doğru çektiler, üzerlerinden indiler ve silahlarını yere bıraktılar, ordular da biri diğeri yanında aralarında pek az boşluk kalarak durdular. Hektor, koyunları getirmeleri ve Priamos’a da gelmesini rica etmeleri için iki haberci gönderdi, bu arada Agamemnon Talthybios’a gemilerden diğer koyunun getirilmesini söyledi ve o da Agamemnon’un dediğini yaptı.

Bu arada İris, Antenoroğlu’nun karısı olan görümcesi kılığında Helen’e gitti, zira Antenor’un oğlu Helikaon, Priamos’un kızlarının en güzeli Laodike ile evlenmişti. Odasında buldu onu büyükçe bir mor renkte kumaşı dokurken, üzerine Truvalılar ve Akhalılar arasındaki savaşı işliyordu, Ares’in onun uğruna başlarına getirdiği savaşı. İris ona daha da yakınlaşarak şöyle dedi: “Gel buraya evladım, gel de gör Truvalılarla Akhalıların akıl sır ermez işlerini. Şimdiye dek ovalarda mücadele ediyorlardı, savaş arzusuyla delirmiş bir şekilde, ancak şimdi kavgayı bıraktılar ve kalkanlarına yaslanıyorlar, mızraklarını yanlarına saplamış öylece oturuyorlar. Paris ve Menelaos senin için savaşacaklar ve sen de kim galip gelirse onun karısı olacaksın.”

Böyle konuşunca tanrıça, Helen’in yüreği eski kocasının, şehrinin ve ana babasının hasretiyle doldu. Başına beyaz bir örtü atıp aceleyle çıktı odasından ağlayarak, yalnız değildi ama iki hizmetçisi Pittheus’un kızı Aithre ve Klymene de onunlaydı. Doğruca batı kapılarına vardılar.

Halkın en yaşlıları Ukalegon ve Antenor, batı kapılarının oraya oturmuştu; Priamos, Panthoos, Thymoites, Lampos, Klytios ve Ares ırkından Hiketaon ile beraber. Bunlar savaşmak için çok yaşlıydı fakat çok güzel konuşan hatiplerdi ve ormandaki koca bir ağacın dallarında ince ince öten ağustos böcekleri gibi kulede oturuyorlardı. Helen’in kuleye doğru geldiğini gördükleri zaman, birbirlerine usulca şöyle dediler: “Böyle olağanüstü ve tanrısal güzellikteki bir kadın için Truvalılar ve Akhalıların bu kadar uzun zaman acıya katlanmalarına hayret etmemek gerek. Ancak, öyle olsa da bırakalım alıp gitsinler, yoksa bize ve bizden sonraki nesillere dert getirecek.”

Ancak Priamos yanlarına buyur etti sevecenlikle. “Evladım…” dedi. “Gel yanıma otur da eski kocanı, yakınlarını ve arkadaşlarını göresin. Seni hiç suçlamıyorum, senin değil, hep tanrıların yüzünden, onlar suçlanmalı. Akhalarla olan bu korkunç savaşı onlar getirdi. Söyle bana o zaman kimdir oradaki koca yiğit, çok ulu ve iri yarı? Ondan uzun adamlar gördüm ama onun kadar yakışıklı ve asil değillerdi. Bir kral olmalı mutlaka.”

“Efendim…” diye yanıtladı Helen, “Kocamın babası, gözümde aziz ve saygıdeğersin, keşke ölümü seçseydim, oğlunla buralara geleceğime, gelin odamdan, arkadaşlarımdan, sevgili kızım ve yoldaşlarımdan uzaklara. Ancak öyle olmadı, benim kısmetim gözyaşı ve acı. Senin soruna gelince, sorduğun yiğit iyi bir kral ve cesur bir savaşçı olan Atreusoğlu Agamemnon’dur, bir zamanlar kaynımdı benim.”

Yaşlı adam hayret içinde dedi ki: “Ne mutlu Atreus’un oğlu, güzel kısmetli evlat. Görüyorum ki sana tabi oldukça çok sayıda Akhalı var. Ben Phrygia’dayken çok atlı görmüştüm, Otreus ve Mygdon’un halkı Sakarya Nehri kıyılarında kamp kurmuşlardı.

Onların müttefiki olarak onlarlaydım, erkeklere denk Amazonlarla karşı karşıya geldiklerinde ama onlar bile Akhalar kadar çok değillerdi.”

İhtiyar sonra Odysseus’a baktı. “Söyle bana…” dedi, “Şu Agamemnon’dan bir baş kısa ama göğsü ve omuzları geniş olan adam kim? Silahı yerde duruyor ve safların önünde kol geziyor, sanki koyunları düzene sokan kocaman yünlü bir koç gibi.“

Helen de cevap verdi: “O Laertes’in oğlu Odysseus’tur, çok becerikli bir adamdır. Sarp İthake’de doğdu, kurnazlık ve ince hünerin her çeşidinde üstündür.”

Bunun üzerine Antenor dedi ki: “Çok doğru söyledin kadın. Odysseus bir kere buraya senin için elçi olarak gelmişti ve Menelaos da onunla birlikteydi. Onları kendi evimde ağırladım, bu sebeple ikisini de konuşmalarından bilirim. Orada toplanan Truvalıların huzurunda ayağa kalktıklarında, Menelaos daha geniş omuzluydu, ancak oturduklarında Odysseus’un daha asil bir duruşu vardı. Bir süre sonra mesajlarını dile getirdiler ve Menelaos’un konuşması akıcı bir biçimde oldu. Çok fazla bir şey söylemedi zira az ve öz konuşan bir adamdı ama çok açık ve net konuştu, ikisinin arasında genç olanı o olduğu hâlde. Odysseus ise konuşmaya kalktığında ilk başta sessizdi ve gözlerini yerden ayırmadı. Ne oynattı ne de zarifçe salladı asasını, öyle konuşmayı beceremeyen bir adam gibi dümdüz ve gergince durdu -onun sadece kaba bir adam veya aptal olduğunu sanabilirdiniz- ancak sesini yükselttiğinde ve kelimeler derin göğsünden yelin önündeki kar gibi çıktığında, ona dokunacak hiçbir adam yoktu artık ve kimse de neye benzediğini daha fazla önemsemedi.”

Priamos daha sonra Aias’ı gördü ve sordu: “Şu büyük ve heybetli savaşçı kimdir, başı ve omuzları diğer Argosluları aşan?”

“Bu…” diye yanıtladı Helen, “Koca Aias’tır, Akhaların kalesi. Onun yanında Giritlilerin arasında da tanrı gibi görünen İdomeneus duruyor, etrafını da Giritli önderler sarmış. Menelaos sık sık onu evimize misafir olarak aldı, Girit’ten bizi ziyarete geldiğinde. İsmini sayabileceğim pek çok diğer Akhalıyı da görüyorum, ancak ikisi var ki hiçbir yerde bulamıyorum, at eğiticisi Kastor ve güçlü dövüşçü Polydeukes. Onlar kendi annemin evlatları ve benim de öz kardeşlerim. Ya Lakedaimon’u hiç terk etmediler ya da gemilerini getirdikleri hâlde, onlara getirdiğim utanç ve ayıp yüzünden savaşta kendilerini göstermeyecekler.”

Bilmiyordu ki bu kahramanlar çoktan kendi toprakları Lakedaimon’da yerin altında yatıyordu.

Bu arada haberciler kutsal yemin adaklarını getiriyorlardı; iki koyun ve bir keçi tulumu içinde şarap, toprağın hediyesi. İdaios da karma kabını ve altın kâseleri getirdi. Priamos’a gidip dedi ki, “Laomedon’un oğlu, Truvalıların ve Akhaların uluları ovaya gitmeni ve kutsal andı vermeni rica ediyorlar. Paris ve Menelaos, Helen için teke tek dövüşecekler, sonuçta o ve serveti galip gelenle beraber gidecek. Barış için kutsal yemini etmemiz gerekiyor, böylece biz Truva’da kalırken, Akhalar Argos’a, Akhaların yurduna geri dönsün.”

Yaşlı adam bunu duyunca ürperdi, ancak yoldaşlarına atları arabaya koşmalarını söyledi ve onlar da hızlıca yerine getirdiler. Arabaya binip dizginleri ellerine aldı ve Antenor da yanına oturdu, sonra batı kapılarından ovaya doğru sürdüler. Truvalıların ve Akhaların saflarına geldiklerinde, arabadan inip ölçülü adımlarla iki ordunun ortasındaki alana ilerlediler.

Agamemnon ve Odysseus onlarla buluşmak için ayağa kalktı. Beraberindekiler yemin adaklarını getirdiler ve şarabı karma kabında karıştırdılar, önderlerin ellerine su döktüler ve Atreusoğlu kılıcının yanında duran bıçağı çekerek koyunların başından yün kesti. Hizmetkârlar Truvalı ve Akhalı ulular arasında bu yünü pay ettiler ve Atreusoğlu ellerini kaldırdı yukarı doğru, “Zeus Baba!” diye bağırdı, “İda’yı yöneten en şanlı hükümdar ve sen ey güneş, her şeyi gören ve duyan, toprak ve ırmaklar ve de siz yeraltındaki âlemlerde yeminlerini bozanları cezalandıranlar, bu anda tanık olup koruyun ki boşa gitmesin. Eğer Paris Menelaos’u öldürürse, bırakın Helen ve bütün servetini alsın, biz gemilerimizle eve doğru giderken. Ancak eğer Menelaos Paris’i öldürürse, Truvalılar Helen’i ve bütün varlığını geri versin, bir de Akhalara üzerinde anlaşılacak bir karşılık ödesinler ki bundan sonra doğacaklara ibret olsun. Eğer ki Paris öldüğünde Priamos ve oğulları bu karşılığı vermeyi reddederlerse ben de o zaman burada kalıp işi bitirinceye kadar dövüşeceğim.”

Konuşurken bıçağı ile kurbanların boğazlarını kesti ve soluklarını kesip ölmeye bıraktı toprağa, bıçak alıp götürürken güçlerini. Sonra karma kabından kâselere döktüler şarabı ve ebedî tanrılara dua ettiler, Truvalı ve Akhalılar birbirlerine şöyle diyerek, “En yüce ve ihtişamlı Zeus ve siz diğer ölümsüz tanrılar, yeminlerini ilk başta bozanların beyinleri -kendileri ve çocuklarının- bu şarap gibi yere aksın ve karıları da ele köle olsunlar.”

Böyle yakardılar, ancak Zeus onların dualarını şimdilik yerine getirmeyecekti. Sonra Dardanos’un torunu Priamos şöyle konuştu: “Dinleyin beni Truvalılar ve Akhalılar, şimdi ben rüzgârlı İlyon’a geri döneceğim. Oğlum ve Menelaos arasındaki dövüşü kendi gözlerimle görmeye dayanamam zira yalnızca Zeus ve diğer ölümsüzler bilir kimin öleceğini.”

Bunu söyledikten sonra, iki koyunu arabasına atarak koltuğuna yerleşti. Dizginleri eline aldı ve Antenor da yanına oturdu, sonra ikisi İlyon’a geri döndüler. Hektor ve Odysseus alanı ölçtüler ve kimin önce nişan alacağını bulmak için tunç miğferden kura çektiler. Bu arada, iki ordu ellerini havaya kaldırıp şöyle dua ettiler, “Zeus Baba, İda’yı yöneten en şanlı hükümdar, birbirimiz arasındaki bu kavgayı ilk getiren ölsün ve Hades’in evine girsin, diğerleri barış içinde olsun ve yeminlerimize sadık kalsın.”

Yüce Hektor başını yana çevirdi miğferi sallarken ve ilk Paris’in kurası dışarı fırladı. Sonra, güzel Helen’in kocası Paris güzel silahlarını kuşanırken diğerleri tek tek yerlerini aldılar, herkes kendi atının ve silahlarının durduğu yerin yanında. Önce iyi yapılmış baldır zırhlarını bacaklarına geçirdi ve gümüş kopçalarını bileklerine oturttu. Sonra kardeşi Lykaon’un zırhını giyindi ve kendi vücuduna tam oturdu. Gümüş kakmalı tunç kılıcını omuzlarına attı ve sonra da sağlam kalkanını. Güzel başına miğferini geçirdi, o iyi işlenmiş ve tepesinde tehditkâr bir şekilde sallanan at yelesinden tuğu bulunan miğferi. Eliyle de avucuna oturan heybetli mızrağını kavradı. Benzer şekilde Menelaos da kendi silahlarını kuşandı.

Silahları kuşandıktan sonra, her biri kendi adamları ile kuşatılmış olarak, korkunç görünümleriyle açık alana uzun adımlarla yürüdüler ve hem Truvalılar hem de Akhalar onları görünce dehşete düştüler. Ölçülen alanda birbirleri yanında durdular mızraklarını savurarak ve birbirlerine kızgın hâlde. Paris önce hedef alıp Atreusoğlu’nun yuvarlak kalkanına vurdu, ancak mızrak kalkana işlemedi ve ucunu büktü. Sonra Menelaos nişan aldı, Zeus Baba’ya dua ederek. “Kral Zeus!” dedi, “Hiç yoktan bana bela getiren bu adamdan intikamımı almamı sağla. Elimin altında ezmemi nasip et ki asırlar boyunca insanlar misafir olduğu evin sahibine fena işler yapmaktan çekinsin.”

Konuşurken mızrağını hazır etti ve Paris’in kalkanına doğru fırlattı. Kalkanı ve zırhı geçti mızrak ve gömleğini yan tarafından deldi, ancak Paris öbür tarafa dönüp hayatını kurtardı. Sonra Atreusoğlu kılıcını çekti ve miğferinin çıkık kısmına indirdi, fakat kılıç üç dört parçaya ayrılarak düştü ve göğe bakarak inledi Menelaos, “Zeus Baba, tüm tanrılar içinde sen en fenasısın, ben intikamımı alacağıma emindim, fakat kılıç elimde kırıldı, mızrağım boşa fırladı ve onu öldüremedim.”

Böyle diyerek Paris’in üzerine atladı, onu tolgasından yakaladı ve Akhalara doğru sürüklemeye başladı. Çenesinin altına giren miğferin kayışı nefesini tıkıyordu Paris’in, Menelaos onu büyük zaferine doğru sürüklemek üzereydi, eğer ki Zeus’un kızı Afrodit çabucak fark edip sığır derisinden kayışı kesmeseydi… Bu yüzden boş miğfer elinde kaldı. Miğferi Akhalar arasına, yoldaşlarına fırlattı ve tekrar mızrağıyla delip geçmek üzere Paris’e doğru atıldı, ancak Afrodit bir anda onu kaptı (bir tanrı bunu yapabilir), koyu bir bulutun arkasına sakladı ve yatak odasına getirip bıraktı.

Sonra Helen’i çağırmaya gitti ve onu Truvalı kadınlar etrafını sarmış olarak yüksek kulede buldu. O Lakedaimon’da iken ona yün kıyafetler hazırlayan, o zamanlar çok sevdiği yaşlı kadının kılığına girdi. Böylece gizlenerek, güzel kokulu elbisesinden çekip dedi ki: “Buraya gel, Paris yanına gitmeni istiyor, o kendi yatağında, güzelliği ile göz alıcı ve harikulade giyinmiş. Hiç kimse biraz önce dövüşten geldiğini düşünmez, bir oyuna gideceğini veya oyundan gelip oturduğunu düşünür.”

Bu sözlerle Helen’in yüreğini öfkeyle oynattı. Tanrıçanın güzelim gerdanını tanıdığında, hoş göğsünü ve ışıl ışıl parlak gözlerini, ona şaşkınlıkla baktı ve dedi ki: “Tanrıça, beni niye ayartmaya çalışırsın? Beni daha da uzakta Phrygia veya güzel Meionia’da bulduğun bir adama mı göndereceksin? Menelaos daha şimdi Paris’i yendi ve beni geri götürecek. Beni aldatmak için geldin buraya. Git kendin Paris’le otur, böylece de artık tanrıçalıktan çıkarsın, ayaklarının seni geri Olympos’a götürmesine sakın izin verme, onun için kaygılan ve ona iyi bak, seni onun karısı yapıncaya dek veya oldu olacak kölesi -fakat ben? Ben gitmeyeceğim, onu yatağına daha fazla çeşni olamam. Tüm Truvalı kadınların diline düşerim. Hem yüreğimde dinmez acılar var benim.”

Afrodit çok kızmıştı ve dedi ki: “Edepsiz kadın, beni kızdırma! Eğer kızdırırsan, seni kaderine bırakır ve seni sevdiğim kadar nefret de ederim. Truvalılar ve Akhalıları korkunç bir nefretle kışkırtırım ve seni berbat bir son bekler.”

Böyle deyince, Helen dehşete düştü. Örtüsünü üzerine sarıp sessizce yürüdü, tanrıçayı takip ederek ve Truvalı kadınlara fark ettirmeden.

Paris’in evine geldiklerinde, hizmetkârlar işlerinin başına geçti, ancak Helen odasına gitti ve gülmeyi seven tanrıça bir sandalye aldı ve onu Paris’e dönük olacak şekilde koydu. Bunun üzerine Helen, kalkan taşıyan Zeus’un kızı, oturdu ve göz ucuyla bakarak kocasına çıkışmaya başladı.

“Savaştan döndün demek…” dedi, “Keşke benim kocam olan o cesur adamın ellerinde öleydin. Eskiden Menelaos’tan daha güçlü bir adam olduğunu söyler övünürdün, git o zaman ve ona tekrar meydan oku -yok, yine de yapma- onunla teke tek dövüşme zira mızrağıyla çok geçmeden öleceksin.”

Paris cevap verdi: “Karım, beni serzenişlerinle sinirlendirme. Bu sefer Athena’nın yardımıyla Menelaos beni yendi, başka bir zaman ben galip geleceğim zira benim de tarafımda olan tanrılar var. Gel, seninle sevişelim şu yatakta. Şimdiye dek hiç böylesine sevgin dolmamıştı içime -seni Lakedaimon’dan kaçırdığımda ve uzaklara yelken açtığımızda bile- Kranai adasında aşk yatağımızda sohbet ettiğimizde bile, şimdiki gibi sana böyle vurulmamıştım.” Böyle deyip yatağa doğru ilerledi ve Helen de onunla gitti.