Hami’nin sabrı artık tükendi. Hiddetten gözleri büyüyerek bağırdı:
“Feylesof efendi, salondan gider misin? Yoksa Ali Ağa’yı getirteyim mi?”
Alaylı bir gülümseme ile:
“Yok yavrum yok! Dayağa lüzum görülecek kadar semirmedim. Daha vücudumda sopa ile eritilecek kadar et yağ peydah olmadı.”
“Yetişir!”
“Bir gün Krates sokakta giderken…”
Haykırarak: “İlahi Krates kadar kafana taş insin… Bıktım o menhus sinik fıkralarından…”
“Hami!.. Pirime dil uzatma. Bir deri bir kemik kalmış olsam gene onu müdafaa için Ali Ağa’nın sopasına vücudumu arz etmekten çekinmem.”
“Gider misin? Göndereyim mi?”
Filozofça düşünerek: “Peki gidiyorum. Bu seferlik şeytanın ayağını kırarım. Zararı yok. Fakat biraz semireyim, o zaman yapacağımı bilirim.”
4
Tuhaf Bir Teklif
Müştak Bey, acısının şiddetinden ne yapacağını, nereye gideceğini, hatta o dakikada nerede bulunduğunu bilmiyordu. Bir uyurgezer gibi yürüdüğü sokağı fark etmeden, bastığı yeri bilmeden, karşısındakini görmeden, ötekine berikine çarparak, her çarptığından bir azar işiterek gidiyordu. Hayır, âdeta koşuyordu. Böyle çabuk çabuk; fakat etrafında olanlardan habersizce ne zamandan beri yürüdüğünü ve daha ne kadar yürüyeceğini bilmiyordu. Yalnız bir aralık ter içinde kaldığını anladı. Birdenbire durdu. Gideceği noktayı tayin etmek ister gibi düşündü. Etrafına bakındı. Dört yol ağzı geniş cadde, çifte tramvay hattı, demir parmaklıklı Terkos Havuzu, karakol, yüksek evler, kışlalar… Kendinin Beyoğlu’nda, Taksim’de bulunduğunu anladı. O zaman biraz aklını başına toplar gibi olarak:
“Demek ben Aksaray’dan buraya kadar âdeta uykuda gibi gelmişim. Şimdi nereye gidiyorum?”
Kendi kendine sorduğu bu sualden ürktü. Daha ziyade terlemeye, kanı beynine hücum etmeye başladı. Hemen her tarafı titreyerek:
“Arpa zamanı bütün istekli adımlarını ahırına doğru atan yorgun eşek gibi benim adımlarım da haberim olmadan o tarafa doğru gidiyor. Benzetme biraz, biraz değil, çok kaba… Kaba ama tamamıyla benim hâlim böyle değil mi? Ben onun için cayır cayır yanıyorum. Acaba o benim için sobada ısınmış kadar bir sıcaklık duyuyor mu? Onun sevgisinden haydi benim gönlüm tutuşsun, kalbim buna dayansın. Fakat bu aşk yangınına para dayanıyor mu? Aşk ve alakaya karşı kaçıncı medeniyet asrında sigorta şirketleri kurulacak? Hani ya öyle bir hayırlı şirket olsa… Taksit parasını her ne olursa olsun verir, her çeşit sevgi belasına karşı en önce ben gönlümü sigortalardım. Mahalle yangınlarındaki kayıplar tahta ve eşyadır. Ama sevda yangınında doğrudan doğruya insan yanıyor. Şimdi ben ne yapacağım? Matmazel Parnas bir haftadır mis gibi burnumda tütüyor. Onu bugün bir koklamak bana iki yüz liraya oturacak. O kadar param olsa bir dakika geçirmem. Gider koklarım. Ne yapayım yok… İki yüz kuruşum bile yok… Yok… Yok… Burada biraz daha dursam hemen gidip kapıyı çalacağım. Belki o da şimdi beni bekler. Evet hemen gideceğim, sonra parasızlığım anlaşılacak. İş fena olacak. Böyle bir felakete uğrarsam hemen İstanbul’a eve dönmeli… Kuyunun ipini kovadan çözüp boynuma bağlamalı. Yahut ne zahmet, ipi bağlamadan kendimi atıvermeli. Ay, bilmem nasıl etmeli? O kadar şaşırdım ki kuyuda boğulmanın kolayını bile bulamıyorum. Bana bugün iki yüz lira borç verecek bir dostum olsa… Ne kuyu düşünürdüm ne sarnıç. Böyle fena şeyler hiç aklıma gelmezdi. Lakin nerede öyle dost? Ne sarrafa yüzüm kaldı ne odacıya. Beş altı mecidiye kadar borç ettiğim zamanlar oldu. Aklıma geldikçe kendi kendimden utanıyorum.”
Birdenbire elini alnına götürerek: “Reyhan, Reyhan… Kaç gündür niçin aklıma gelmedi bu Reyhan? Reyhan iyi çocuktur. Ayda yüz liradan ziyade iradı olduğunu söylerler. Çoluğu yok, çocuğu yok. Dolabında bir dostuna borç olarak verecek birkaç yüz lirası bulunmazsa ayıptır. Dolandırmak için almıyorum ya! Elbette ödeyeceğim.”
Zaman kasım ayı ortaları idi. Yürürken sokağın çamurları içinde sararmış yapraklar çiğnediğimiz bir mevsim. Müştak saatine baktı: Dört buçuk. Kendi kendine “Şimdi gidersem belki evinde bulurum.” dedi.
Bir arabaya yanaştı. İçine girdi. Arabacıya “İstanbul, Süleymaniye.” diye haykırdı.
Müştak, Mülkiye Mektebinde orta derecede bir diploma ile çıkmış yirmi altı, yirmi yedi yaşında bir gençtir. Fakat edebiyat ve ilim kudretini orta değil âlânın âlâsı sayar. İktidarının ölçüsü demek olan elindeki diplomanın orta göstermesini edebiyatça, fence hocaları ile arasındaki fikir ayrılığı ve görüş farkından doğan bir haksızlık sayar. “Filan dersten az numara almışsın.” diyene Avrupa’nın ilim ve edebiyatça ünlü adamlarından birkaçını sayarak, “Bugün dehalarının ışığı ile medeniyet ufuklarını aydınlatan filan, filan zatlar şu şu derslerden sıfır almamışlar mıydı?” karşılığını verir.
Müştak’ın kendisince kudret ve istidat bakımlarından aynı ayarda tutmak istediği Avrupa meşhurları ile kendi arasındaki küçük fark, onların yüksekokuldan sonra çalışıp öğrenmenin arkasını bırakmamış olmaları, bizim beyefendinin ise kendini hovardalığa kapıp salıvermesidir. Bu sevda şiddeti, bu hırçınlık neden ileri geliyor? Kendine sorsanız “Aşırı zekâdan.” karşılığını alırsınız. Ne yapalım? Sıcak ülkelerin biberi gibi bizdeki zekilerin pek keskinleri de çapkın çıkıyor.
Avrupa günlük gazeteleri ve dergilerinden birkaçına abonedir. Bu gazeteler, mecmualar haftada, on beş günde, ayda gelir, yazıhane üzerinde, kütüphane dolaplarında, şurada burada yığılır, tozlanır. Beyin vakti olmaz ki üç dört sahife kessin de bunlardan bir makale, bir bahis, bir fıkra okuyabilsin. Okuma isteği, öteki havai işlerine üstün geldiği zamanlarda bu birikmiş eserlerden birini eline alır. Fihristine bir göz gezdirir. Beğendiği, faydalı gördüğü bahislere kırmızı kurşun kalemiyle işaret çeker. “Vaktim olursa inşallah bir gün bu işaretli bahisleri dikkatle okuyayım.” der. İşte o kadar. Bu okuma kararı üzerinden haftalar, aylar, yıllar geçer. Beyin havai işlerden boş kaldığı iki saatçik vakti olamaz ki okusun. Tuvalet, elbise, biçim, kumaş hususlarındaki modalar çok defa ilkin Paris’te türer, orada kullanılır, bıkılır, sonra nasıl buralara yayılırsa, bu acayiplik bazı yazarlar ve eserler hakkında da görülüyor. Gençler arasında vakit vakit mösyö filanın modası hüküm sürüyor. Bu yıl Paris’ten leylek ne getirdi? Mesela Mösyö Hyppolyte Taine’i. Artık Taine’in başlıca eserleri okunacak. Makalelerde, konuşmalarda her bahse o isim girecek. Yerli yersiz mutlaka ondan da birkaç satır söylenerek bilgiçlik gösterilecek. İyice öğrenmek merakı ile değil yalnız bu yabancı yazarlar modası yüzünden Müştak, Taine’in tekmil eserlerini getirtir. İngiliz edebiyatına ait cildi haftalarca pardösüsünün cebinde gezdirir. Güzel havalarda Petişan’da, Taksim bahçesinde, Şişli’de dolaşır. Her nereye otursa, hatta tramvayda bile cebinden o mahut cildi çıkarır. Gantlı ellerinin biri cildi tutarken öteki gümüş saplı bastonu yün eğirir gibi fırıl fırıl çevirir. Müştak işte böyle aylarca her gün Mösyö Taine’i okur; fakat ne hikmet bilinmez, eserin otuz sahifesini tamamlayamaz. Kitap cepte geze geze buruşur. İlkin kap yaprakları yırtılır, düşer. Sonra formaların dikişleri kopar. Sonunda bir gün kitabı ya lokantada ya vapurda ya tramvayda ya birahanede, hasılı işte öyle bir yerde unutur. Müştak, Mösyö Taine’den, daha doğrusu, Taine onun elinden kurtulur. Sonra Taine’in eserlerinden söz edilirken ağızlardan, kalemlerden fışkıran “şayan-ı hayret” sözünün peşinden büyük bir şaşkınlık da Müştak tarafından gösterilir. Bu şaşkınlıktaki gerçeklik ile yapmacıklığı ayırt edemeyen birtakım ahmaklar da “Müştak Bey Taine’in bütün eserlerini okumuş, bu yazarı ne kadar çok beğeniyor.” sözleriyle beyin okumadaki derinliğine şaşarlar.
Müştak orta boylu, dolgun vücutlu, pembe tenli bir delikanlıdır. Alnının genişliği yüzüne bir zekâ tatlılığı verir ise de çatığa yakın fakat ince kaşları altındaki ufak kara gözlere dikkat edenler, bunların sahibinde büyük bir azim ve sebat olmadığını anlarlar. Çünkü bu gözler nereye baksa birkaç saniyeden fazla durmazlar, hemen bakış noktalarını değiştirirler. Gözlerin alt ve üst kapaklarındaki hatlarda ve göz bebeklerinde sürekli bir gülümseme hâli vardır. Zaten vara güler, yoğa güler, en boş şeylerle en ciddi hususlara karşı hep aynı gülümsemeyi gösterir. Ağladığı vakit bile güler gibi ağlar. Hâlini bilmeyen kendisini latife olarak ağlama taklidi yaptığını zanneder. Bütün duygu zayıflıklarını gösteren o gülümsemeleridir.
Birinin kudretinden, büyük bir eser meydana getirdiğinden söz açılsa Müştak güler. Bu gülüşünde öyle bir kendini beğenmişlik manası vardır ki “Ben istemiş olsam ondan âlâsını meydana getiririm. Hem getireceğim de… Hele sabırlı olun. Görürsünüz.” yolunda bir yüksekten atma açıkça hissolunur.
Fakat bu güzel niyetler daima düşünce hâlinde kalır.
Müştak Bey beş yüz kuruş maaşla dairelerden birine gider gelir. Yeni imlayı resmî yazılarda kabul etmediği için her gün mümeyyiziyle boğaz boğaza gelir. Mümeyyiz kızarak haykırır:
“Tı’ları dal’a tahvil, huruf-i imlayı manasız israf gibi yenilik gösterme âdetlerinden vazgeçiniz beyefendi. Elinizdeki müsveddeler mektep kitabı sahifesi değildir. Dal’ları tekrar tı yapmak, sonra’ların, bulunan’ların fazla vav’larını çizmek gibi manasız düzeltmelerden artık bıktım. Bazen de göremiyorum, kaçıyor. Birkaç defa mektupçu beyefendinin acı sözleri karşısında kaldım. Bu evrak oyuncak değildir. Rica ederim beni böyle boş yere uğraştırmayınız. Vurduğunuz av, ürküttüğünüz kurbağaya değmiyor.”
Müştak, gücenerek:
“Hakkınız var mümeyyiz efendi. O yeni imlayı mahsus kullanmıyorum. Elim alışmış da farkında olmadan ara sıra kaçırıyorum.”
“Bu doğru olmayan âdetinizi düzeltmeye çalışınız. Geçenlerde müsveddelerin birinde de heyhat ünlemini kullanmışsınız. Yazdığınız roman mıdır, yoksa tiyatro risalesi midir?”
“Lüzumu görülünce resmî yazılarda heyhat niçin kullanılmasın?”
“Heyhat kelimesinin bir kalemde yazı olarak değil konuşurken bile kullanılması caiz değildir.”
“İşte buna da bir heyhat!”
Hiddetle: “Bana hizmetimden istifa ettireceksiniz.”
“Bu son sözünüz de heyhata bir başka misal teşkil eder.”
Zavallı mümeyyizin işte böyle Müştak’ın elinden çekmediği kalmazdı.
İki yıl evvel annesi öldü. Müştak üç bin liralık bir servete mirasçı oldu. Esasa dokunmayarak yalnız geliri harç etmesi için babasının verdiği nasihatleri dinlemedi. Galata’da iki bin lira değerinde bir iradı sattı. Şimdi Balıkpazarı’nda beşer yüz lira eder etmez iki dükkânı kalmıştı. Babası altmışlık eşinin ölümünün arkasından yirmi beşinde var yok, etli canlı, boylu boslu, yakışıklı, fıkırdakça bir duvak düşkünü ile evlendi. Zavallı adam ölen karısının hastalık iniltileriyle geçirdiği son yedi sekiz yıllık son zamanları içinde her gün her saat dert dinlemeden, onu avundurmaya çalışmadan, öleceği muhakkak bir kadına hayat arkadaşı olmaktan artık usanmış, o tesirle âdeta yaşama tadını ve zevk âlemini unutmuş gibiyken, şimdi genç karısının büyülü etkisiyle o da kanında bir sıcaklık, bütün vücudunda umulmaz bir hareket görerek, kendini ikinci gençliğe girmiş kıyas ederek artık ne oğlu Müştak’ı düşünmeye ne de sattığı irada acımaya vakit bulabiliyordu.
Müştak, babasını böyle meşgul görünce kendini cümbüş âlemlerine kapıp salıverdi. O aralık, ticaretinin genişliği, parasının büyüklüğü ile ün almış yaşlı bir Rum ölerek, kiliselere, Rum okullarına bağışladığı milyonlarından başka Beyoğlu şıkları arasında bitip tükenmez bir çekişme sebebi olacak bir de “metres” bırakmıştı.
Matmazel Parnas, yirmisinden pek yukarı olmayan bu afet, sarı saçları, ela gözleri, o levent ince boyu, pasparlak tuvaletiyle, Beyoğlu’nun sevda ufkunda beliren bir kuyruklu yıldız gibi acaba kime çatacak, hangi servete çarpacak diye bütün dikkatli gözleri, arayıcı bakışları kendi üzerine çekmişti. O ara milyonluk insanlar bile işin sonunu düşünerek bu düşünce ile matmazelin tehlikeli çarpmasından çekinirlerken, onlara göre paraca bir hiç olan bizim Müştak sansar kapanıyla kaplan avına çıkan bir şaşkın avcı gibi o birkaç bin liralık az parası ile matmazelin ayakları altına vücudunu atarak muhabbetini arza cesaret göstermişti.
Dediklerine göre matmazel, yüksek tabaka iffetsiz kadınlarından imiş. Ölen Rum, Paris’te bir ticaret işinden birkaç saat içinde milyonlar kazanmış. O sevinçle vücutça bir gençlik duymuş. Para kazanmaktaki talihinin muhabbette de uygun gidip gitmeyeceğini denemeye kalkarak matmazel ile sevda kontratı ile bağlanmış, beraber İstanbul’a gelmişler. O kazancın besbelli hızı çabuk geçmiş, mösyönün de vücudu gevşemiş. Bu seksenlik ihtiyarın yumuşak öpüşlerine biraz sertlik gelmesi için, matmazel âşığında peynir dişlerinin çıkmasını beklerken zavallı Rum galiba bu son metresinden murat alamadan âlemini değiştirmiş. Namının iyilikle tekrarlanması için birçok hayratına ek olarak matmazeli de uygun bir servetle herkese vakfetmiş. Başkalarının dediklerine göre de ihtiyarın peynir dişlerinin çıkmasını beklemesi bir oyundan ibaretmiş. O dalavereci Fransız kızı, bunak âşığından gizlice, vakit geçirmek için pek çok dişli âşıklar bulmaktan boş kalmamış.
Parnas, Eski Yunanlıların bir dağa verdikleri isimdir ki mitoloji zamanında burası Apollon, güzel sanatlar ve şiir tanrıçalarının bulunduğu yer sayılırdı. Bugün mecaz olarak “şiir” ile “şair”e de ad olmuştur. “Parnas’ın üzerine çıkmak” (Monter sur le Parnasse), yani “şiirle uğraşmak” gibi bazı sözlerin çıkmasına da meydan açmıştır.
Matmazel Parnas, ihtiyar dostunun gözüne daha şairce görünmek için kendine bu adı takmış olmalı.
Müştak, daha yemi yemeden kapancaya tutulan kuş gibi, henüz matmazeli görmeden adına alaka etmişti. İlkin böyle kulaktan âşık oldu. Sonra iyi bir fırsat elde ederek matmazel ile görüştü. O saatte fitili aldı.
Je veux monter sur le Parnasse
Mais hélas
Ma plume ne se prête à mes espérances
yollu şiir diye saçmalar karalayarak Parnas’a vermeye cesaret etti.
Bu maskaralıklar kızın hoşuna gitti. Müştak’ın serveti matmazelin ev masrafına tuz biber olmaz. Fedakâr âşık hiç buralarını düşünmedi. Kızın çok zenginleri birkaç ayda ezecek olan geçim yükünü üzerine aldı. Akarını satmak, borç tedarik etmek suretiyle üç ayda bin liradan fazla bir para harcadı. Matmazel Parnas güya Müştak’ı biraz seviyor, bu zavallı gencin öyle Avrupa milyonerlerinden olmadığını da biliyordu. Bu gerçeği bildiğinden sanki sözde israftan çekinerek yaşıyordu. Parnas’ın bütün bu iyi niyetlerine, katlandığı iktisatlı hayata rağmen, zavallı Müştak üç ayda bitti, sıfırı tüketti. Zaten eti ne budu ne? Fakat zavallının parası bittikçe içinin ateşi artması neticeyi acıklı bir hâle getiriyordu. Bir ay kadar da etrafa borçla yaşadı. Hilesi meydana çıkmadan son krediyi de kullanmaktan çekinmedi. O günlerde gidip o kapıyı çalmak kendine iki yüz liradan aşağı oturmayacağını bildiğinden babasının son derecede hasta olduğu yalanını metresine tezkere ile bildirdi. Hasta ile olan acı meşguliyeti gelip kendisini görmeye kuvvetli bir engel olduğunu anlattı. Matmazel bu yalana kandı mı? Gidip bir haftadır yüz yüze gelmemiş olduğu için, metresinin apartmanında neler döndüğünü bilemiyor, meraktan çatlıyordu.
Acaba birkaç bin liraya malik, Fransızca saçma sapan şiir söylemekte usta biri daha çıkıp da Parnas’ın gönlünde Müştak’ın tuttuğu sevda mevkisini zapt etmiş olmasın? İşte en ziyade bundan korkuyor, buna yol açacak bazı faraziyeler zihnine geldikçe kızarıyor, bozarıyor, terliyor, nerede bulunduğunu, ne yaptığını, ne söylediğini şaşırıyordu.
Zavallı âşık Aksaray’dan Beyoğlu’na kadar nasıl gittiyse araba ile Süleymaniye’ye gene o dalgınlıkla döndü. Arabacı Şeyhülislam Kapısı’na yakın bir yerde terbiyeleri çekti, Süleymaniye’ye gelmiş olduklarını, gidilecek sokak neresi ise tarif etmesini eğilerek müşteriye hatırlattı. Fakat müşteri hiç oralarda değildi. Sözüne cevap alamayınca herif yerinden fırladı, indi. Sözünü beyin yüzüne karşı tekrar etti.
Müştak “Ha, gelmişiz.” diye şaşırarak arabadan çıktı. Elini pantolonun cebine sokarak parmaklarına ilk dokunan parayı arabacıya verip yürüdü.
Herif avucuna konan paranın mecidiye olduğunu gördü; fakat müşterinin dalgınlığından faydalanmak isteyip:
“Azdır efendim. Taksim’den buraya kadar bir mecidiye olur mu?
Gelirken köprü parası verdim. Şimdi giderken gene vereceğim.
Bana ne kalacak?”
Arabacının bu arsızlığına hiç ses çıkarmayarak Müştak elini tekrar cebine daldırdı. Herife bir mecidiye daha verdi. Bu tuhaf müşteri hızlı adımlarla uzaklaşırken arabacı kendi kendine, Yüzümü kızartıp acaba biraz daha söylensem mi? Böyle dalgın müşteriye bayılırım. Hele ufaklık da tutmazsa söylendikçe insana mecidiye uçlanır, diye düşündükten sonra haykırarak:
“Beyefendi! Hayvanlara günahtır. Taksim’den buraya kadar iki mecidiye! İnsaf be! Kıyafetine bakıp da pazarlığa girişmedik. Sanki iş ettik.”
Müştak bu sözlerin hiçbirini işitmedi, hızlı adımlarla sokağı dönüverdi.
Arabacı “Sabahleyin elimize bir av geçti, onu da kaçırdık. Bunun gibi dalgın müşteriye senede bir defa ancak tesadüf edilir. Arabacıların piyangosu da mecidiye çeyreği yerine lira, kuruş yerine lira çeyreği veren şaşkınlarla, işte böyle istedikçe mecidiye toka eden dalgınlardan çıkacak.” diye yakınarak kırbacını şaklattı, birkaç mecidiyesini sızdırmadan dalgın müşteriyi kaçırmış olmasından doğan öfkesini hayvanlardan alarak arabasını sürdü.
Müştak’ın iki yüz lira borç koparmak hayaliyle görmeye gittiği Reyhan Bey şehrimiz ikliminde kabak familyası kadar bereketli ve çeşitli yetişen edip taslaklarından biriydi. Fakat âli, adi, hiçbir mektepten şahadetnamesi, hiçbir ilim ocağından icazeti yoktu. Beyin, bu yokluktan asla cesareti kırılmayarak o kendini her şey için mezun sayardı. Şahadetname almadaki mahrumiyeti Reyhan’ın mektep görmemiş olmasından değildir. Aksine onun gördüğü mektepleri değme allameler görmemiştir. Ne mülki, ne askerî rüştiyeleri, ne Frerler Mektebi ne Mülkiye Tıbbiyesi, ne Mekteb-i Sultani ne Mülkiye-i Şahane, bunlardan girmediği hiçbiri kalmamış, her birinde birer ikişer yıl bulunmuştu. Babası zengince olduğu için çocuğun canı hangi mektebi isterse oraya gönderir, mahdum bey bulunduğu mektepten hoşlanmazsa hemen oradan alır, daha eğlenceli saydıkları bir başkasına verirdi. Babasının bu hâline bakılırsa çocukları sıkmadan eğlence tarzında öğretme usulü taraflısı olduğu anlaşılıyor.
Babasının ölümünden sonra Reyhan resmî dairelerden birkaçına girdi. Deniz hamamları kiralamak, sekiz on kira arabası işlettirmekten başlayarak piyasadan afyon alıp satmak derecelerine kadar ticaretini genişletti. Fakat bunların hiçbirinden kâr etmek şöyle dursun büyükçe zararlara bile uğradı. Fazla kazanç için miras parasını tehlikeye sokmaktan vazgeçerek, sonları şüpheli ticaretlerden nihayet çekildi. İdaresini gelirine uydurarak geçiniyordu; ama bir mesleği olmaması bir zaman canını sıktı. Sonra ara sıra gazetelere makaleler göndermek suretiyle muharrirlik namını takınarak o derdine de çare bulmuş oldu. Hiçbir meslekte dikiş tutturamayanların en sonunda yazı işine dökülmeleri muharrirliğin şerefini yükseltecek hâllerden değildir. Lakin bu mesleğe girmekteki saik açlık değil de böyle Reyhan gibi bir meşguliyet aramaktan ibaretse, böyle irat sahibi yani karnı tok muharrirlerin -ki çok azdırlar- parasız karaladıkları makaleler gazete sahiplerince en faydalı eserlerden sayılır. … gazetesi ara sıra havadis ve makale kıtlığında Reyhan Bey’in münasebetli münasebetsiz yazılarıyla sevine sevine sütunlarını doldururdu. Yazı yazmakla geçinmekte akıllıca bir usul bulmuş muharrirlerden birkaçı Reyhan’ın etrafını alarak kalemindeki dâhilere yakışır kudreti şaşkın, avlayıcı övmelerle parlattıkça parlatmak suretiyle zavallıyı inandırarak, sürümsüzlükten kapanmak üzere bulunan mecmualardan birinin başmuharrirliğini buna kabul ettirmişlerdi. Mecmua, birkaç ay Reyhan’ın kaleminin himmeti… estağfurullah, parasının himmeti ile çıkarıldı. Kâr olursa arkadaşlara, zararı hep kendisine ait olmak gibi acayip bir şartla yanılarak üstüne almış olduğu bu işin şerefi Reyhan’a pek tuzlu oturdu. Bunu tecrübe ederek anladıktan sonra “banyolar” (deniz hamamları) kiralamayı yüzde yüz kârlı bulmuştu. Birkaç defa bu yolda dolaba uğradı. Birkaç yüz lira dolandırıldı. Borç istemek ricasıyla ara sıra kendine başvuran düşkün muharrirlere “Bıktım sizden… Büyük bir servet sahibi olsam, fasulye piyazıyla soğuk sahnelerde sıçraya sıçraya illetli olan aktörlerimizle sefalet bakımından bunlardan pek farklı olmayan muharrirlerimiz için bir imarethane kurardım.” der idi.
Müştak, Reyhan’ı bu muharrirlik münasebetiyle teklifsizce tanırdı. Kapanmak zorunda kalan mecmua sahiplerine gösterdiği yardımı bildiğinden para yokluğu yüzünden metresini elinden kaçırmak tehlikesi karşısında kalan zavallılardan da belki yardımını esirgemez hülyası ile bu kerim dostuna başvuruyordu.
Reyhan, uzun boylu, enli omuzlu, buğday tenli, gür bıyıklı, sık kaşlı, iri siyah gözlü otuz beş yaşlarında yakışıklı bir delikanlıydı.
Müştak odadan içeri girince onu “Terakki Arkasından” başlıklı bir makale yazmakla uğraşır buldu. Reyhan, kendine büyük bir muharrir tavrı vermek için Fransa’nın meşhur muharrirlerinden birini taklit ederek, şalvara yakın bir bollukta açık renk bir pantolon, sadakordan kolasız bir Frenk gömleği giymiş, parmak kalınlığında ince şerit gibi siyah bir boyun bağını gayet gevşek bir düğüm yaparak boynuna sallandırmış, gene o benzemek fikriyle pek az kestirdiği gür saçlarını alın kısmını tepeli Fizan horozu gibi kabartmıştı. Meşhur insanların yazı odalarına dair Avrupa’nın resimli gazetelerinde gördüklerinin her birinden bir fikir almak suretiyle düzelttiği çalışma odasının ortasına konulmuş ve üzerinde yığınla kitap, kâğıt bulunan bir yazı masasının önüne oturmuş; ayaklarını, kafasında boncuktan gözler parlayan iri bir ayı postunun üzerine uzatmıştı.
Reyhan, hemen ayağa kalktı, güler bir çehre ile misafirine elini uzattı, sıkı sıkıya bir toka ettiler. Müştak, dalgın bir hâlde bu deniz hamamı kiracılığından bozma muharririn karşısında bir koltuğa oturdu.
Ev sahibi gülerek:
“Pek dalgınsınız, monşer! Hatta o kadar dalgınsınız ki yazmakta olduğum şu önümdeki makalenin adına dikkat edecek kadar olsun bir fikir huzuruna malik değilsiniz.”
“Evet monşer, dalgınım… Hastayım… Meyusum… Hasılı acayip bir hâldeyim. Uyuyor muyum? Uyanık mıyım? Onu bile fark edecek gibi değilim. Âdeta kendimi bilmez bir hâldeyim.”
Gülerek: “Evet… Evet… Lodos havalarda bu sersemliğe ben de uğrarım. Başımda bir dalgınlık peyda olur. Durduğum yerde uyuyuveririm. Sonra gözlerimi açınca ne kadar uyumuş olduğumu saate bakmadan bilemem. Bu hâl ediplere, yani sinirli insanlara mahsustur. Bir makalede… Evet ‘Lodos ve Üdeba’ diye bir makalede bu hâlin fizyolojik sebeplerinden bahsetmek isterim.”
“Birader, benimki lodos dalgınlığı değil.”
“Tuhaf şey. Sana da başka hava mı dokunuyor? Bazı bünyelerin aynı havadan başka başka müteessir olduklarına dair Mösyö Kölen ‘fizyoloji’sinde…”
“Aman kardeşim Reyhan, rica ederim, biliyorum bilgin geniştir. Türkler arasında bir ‘erüdi’sin.62 Allame-i zamansın. Fakat bugün dinleyecek ne vaktim var ne de hâlim. Senden ufak, bir ufak şey istirhama geldim. İki kelime ile maksadımı anlatacağım. Sen de bana aynı kısalık ile ya kabul veya ret cevabı vereceksin.”
Şaşırarak: “İstirham tabirinin lüzumu yok. İstediğin ne ise söyle.”
“Borç olarak iki yüz lira.”
Reyhan, yazı masasının önünden fırladı. Müştak’ın karşısında ellerini göğsü üzerine çaprazvari kavuşturup bir aktör tavrı alarak:
“İstediğin bu para ile resimli gazete veya bir mecmua çıkaracak isen birader sana paradan evvel koskocaman bir nasihat vereyim; o fikirden vazgeç!”
“Hayır o maksatla istemiyorum.”
“O hâlde bu parayı ne yapacaksın?”
“Bu lüzumu anlatmaya girişirsem lakırtı uzar.”
Reyhan, mühim bir şey bulmuş gibi, birden elini dizine vurarak:
“Ha! Anladım… Anladım. Deminden beri gösterdiğim kalın kafalılığa sen de şaş, ben de şaşayım. Şu aralık Matmazel Parnas ile meşgul olduğunu nasılsa hatırlayamadım. Öyle bir metresle yaşayana ‘Parayı ne yapacaksın?’ diye sormak pek saçma değil mi?”
“Zekisin. Çok zekisin monşer! Parayı ne yapacağımı beni çok üzmeden işte anladın. Fakat asıl bence dayanılmayacak olan bundan sonraki üzüntüyü kısa kesmeni rica ederim. İstediğim bu parayı verecek misin, vermeyecek misin? Bir sözle cevap ver.”
“Yoook… Öyle işi aceleye boğup da sıkboğaz olmaya gelemem.”
“Seni sıkboğaz eden yok birader. Paran daha dolabında duruyor. İster isen verirsin, istemezsen vermezsin. Bu borcu senden alamazsam gideceğim bir iki yerim daha var, onlara gideceğim, vakit geçmesin diye acele ediyorum. Çok şükür benim param yok değil; fakat en erken yirmi gün sonra elime geçecek. Bana bugün yarın lazım. Sana muntazam senet vereyim, istersen itibarlı bir de kefil göstereyim.”