banner banner banner
Oliver Twist`in Maceraları
Oliver Twist`in Maceraları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Oliver Twist`in Maceraları


“Elbette ne diyebilir ki?” dedi Charley, sonra birden kalakaldı. Düzenbaz’ın tavrı ciddiydi çünkü. “Ne der, dersin?”

Mr. Dawkins, bir iki dakika ıslık çaldı; derken şapkasını çıkararak başını kaşıdı ve üç kere salladı.

“Ne demek istiyorsun?” dedi Charley.

Entelektüel yüz ifadesine hafif bir istihza katarak alaylı bir hava çıkardı Düzenbaz.

Bu izah ediciydi ama tatmin edici değildi. Bates Efendi böyle görüyordu, yine tekrarladı:

“Ne demek istiyorsun?”

Düzenbaz cevap vermedi; şapkasını yeniden başına koyarak ve uzun kuyruklu paltosunun eteklerini koltuğunun altında toplayarak, diliyle avurdunu şişirdi; sonra burnuna yarım düzine kadar manalı manalı vurarak topuğu üstünde dönüp sinsi sinsi avludan aşağı yürümeye başladı. Bates Efendi düşünceli bir edayla arkasından gitti.

Bu muhaverenin vukusundan birkaç dakika sonraki çıtırdayan merdivenler üstündeki ayak gürültüsü; sol elinde küçük bir ekmek somunu ve domuz beyni sucuğu, sağ elinde bir çakı -nihalenin üstünde de kalaylı bir tencere vardı- ocağın başında oturan, neşeli yaşlı beyi, yerinden kaldırdı. Dönünce, soluk yüzünde alçakça bir gülümseme göründü, kalın kızıl kaşlarının altından keskin gözlerle bakarak kapıya doğru eğilip, dinledi.

“O da ne?” diye mırıldandı Yahudi; yüzünün çizgileri değişti. “Yalnız ikisi geliyor, üçüncüsü nerede peki? Başları belaya mı girdi yoksa, hey!”

Ayak sesleri yaklaştı, sahanlığa kadar geldi. Kapı hafifçe açıldı. Düzenbaz’la Charley Bates girip arkalarında kapıyı kapadılar.

BÖLÜM 13

ZEKİ OKURLARIMIZA YENİ ŞAHSİYETLER VE BU ŞAHSİYETLERLE İLGİLİ HOŞ HADİSELER

“Oliver nerede?” dedi Yahudi, tehdit dolu bir bakışla yerinden kalkarak. “Çocuk nerede?”

Küçük hırsızlar, dehşet içindeki öğretmenlerine bakıyorlardı; bir yandan da kuşkulu kuşkulu göz atıyorlardı birbirlerine. Ama cevap filan vermediler.

“Çocuk ne oldu?” dedi Yahudi, Düzenbaz’ı yakasından yakalayıp korkunç lanetler yağdırarak. “Konuş, yoksa boğarım seni!”

Mr. Fagin öyle ciddi görünüyordu ki, Charley Bates, her zaman olduğu gibi, suya sabuna dokunmamak istediğinden, boğulma sırası kendine gelebileceği için diz çöküp yüksek sesle usturuplu bir inleme çıkardı. Kızgın bir boğanın çıkarabileceği bir sesle konuşan borazanın çıkarabileceği bir ses karışımı gibi bir şey.

“Konuşacak mısın sen?” diye gürleyip duruyordu Yahudi; Düzenbaz’ı öyle bir sarsıyordu ki, koca paltosu içinde durabilmesi mucizeydi doğrusu.

“Aynasızlar yakaladı, işte o kadar!” dedi Düzenbaz. “Bıraksana be!” derken koca paltosu içinden sıyrılıverip paltoyu Yahudi’nin elinde bıraktı, derken çatalı kavradığı gibi, neşeli yaşlı beye saldırdı; çatal adamın yeleğine sürünerek geçti; değecek olsaydı, kolayca yerine konamayacak, epey bir miktar neşe dışarı çıkarmış olurdu.

Zayıf, nahif görünüşünden beklenmeyecek büyük bir çeviklikle Yahudi geri sıçrayarak tehlikeyi bertaraf etti ve bira testisini yakalayıp mütecavizin başına fırlatmak istedi. Ama tam o sırada, Charley Bates pek korkunç bir ulumayla dikkati çektiğinden testi bu küçük beye doğru fırlatıldı.

“Bu da ne?” dedi derinden bir ses. “Hangi şeytan attı bunu? İyi ki yüzüme birayı yedim, testi gelecek olsaydı, canına okurdum alimallah. İnsanların yüzüne su yerine bira atacak kadar zengin, yağmacı, gürültücü Yahudi’den başka kim olabilir. Ne var Fagin? Atkımı berbat ettin. Pis mahluk, efendinden utanmıyormuş gibi ne diye orada duruyorsun, haydi içeri bakayım.” Bu sözleri homurdanan adam, otuz beş yaşlarında, enine boyuna bir adamdı; kadife bir palto ve pislik içinde berbat bir pantolon giymişti; yarım çizmeleri, tombul baldırlı bir çift tombul bacak ihtiva eden kurşuni pamuk çorapları, bir de kordonla bağlanan botları vardı. Başında, kahverengi bir şapka, boynunda da pis, mavi benekli bir eşarp vardı; eşarbının uzun eskimiş ucuyla, konuştukça yüzündeki birayı siliyordu; bu hareketi yaparken üç günlük sakallı abus çehresi ve çatık kaşları beliriyordu; gözlerinin biri yakında kazaya uğradığını belirten rengârenk bir halkayla çevriliydi.

“Gelsene ulan!” diye homurdandı bu kavgacı hırt. Kabarık beyaz tüylü, yüzü gözü tırmık içinde bir köpek, sinsi sinsi içeri girdi.

“Ne diye daha önce gelmedin?” dedi adam. “Beni efendi olarak kabul etmeyecek kadar kibirlenmeye başladın değil mi? Çök!”

Bu buyruk, hayvanı odanın öte ucuna fırlatan bir tekmenin refakatinde sadır olmuştu. Mamafih hayvan bu gibi şeylere alışık gibiydi, ses etmeden köşeye usulca çörekleniverdi; şeytan bakışlı gözlerini dakikada yirmi kere kırparak odayı gözden geçiriyordu.

“Ne halt ediyorsun sen? Çocuklara kötü muamele ha! Seni gidi açgözlü, cimri, doymak bilmez, moruk serseri seni!” dedi adam bir yana çökerek. “Dua et gebertmediklerine! Onların yerinde olsam, köküne kibrit suyu ekerdim senin. Senin çırağın olsaydım ben, senin yerinde yeller eserdi şimdi, üstelik hayır satamazdım satmasına, cam bir mahfaza içinde çirkinlik numunesi diye saklamaktan başka bir işe yaramazsın sen. Ne yazık ki senin girebileceğin büyüklükte cam mahfazalar yapmıyorlar.”

“Sus, sus, Mr. Sikes.” dedi Yahudi tir tir titreyerek. “O kadar yüksek sesle konuşma canım.”

“Şimdi senin canına başlarım ha!” dedi haydut. “Canıma manıma başladın mı yine bir şeyler karıştırıyorsun demektir. Adımı biliyorsun ya, adımla çağır beni. Zamanı gelince küçük düşürtmem adımı ağzımda.”

“Peki, peki, o hâlde, Bill Sikes.” dedi Yahudi, iğrenç bir tevazuyla. “Keyfin yok gibi Bill.”

“Yok gibi.” dedi Sikes. “Seninkinin de yerinde olduğunu sanmıyorum, testi fırlatmanla keyfini gösteriyorsan, böyle gevezelik…”

“Deli misin sen?” dedi Yahudi, adamın kolundan yakalayıp oğlanları göstererek.

Mr. Sikes sol kulağının altına bir düğüm yapıyormuş gibi yaptı ve başını sağ omzuna doğru seğirtti; bu pandomimi Yahudi pek iyi anlamış gibiydi. Derken konuşmasının, her tarafına serpili -burada tekrarlayacak olsak pek anlaşılabilecek cinsten olmayan- kaba küfürler savurarak içki istedi.

“Sakın zehir koymayasın içine.” dedi Mr. Sikes, elini masanın üstüne koyarak.

Bu şaka yollu söylenmişti; ama okur, Yahudi’nin kansız dudağını ısırarak büfeye doğru dönerken yüzünde beliren şeytani ifadeyi görseydi, bu ihtiyat tedbirinin pek fuzuli olmadığını düşünürdü. Bu şakanın ihtiyar Yahudi’nin neşeli kalbindeki hakikatten pek uzak olmadığını anlardı.

Birkaç kadeh yuvarladıktan sonra, Mr. Sikes, küçük beylere bir nazar atfetmeye tenezzül buyurdu; bu nazikane hareket konuşmaya yol açtı ki bu konuşma esnasında Oliver’ın yakalanışının sebebi ve tarzı, teferruatıyla anlatıldı, bu arada Düzenbaz kendine en uygun şekilde bazı tahriflerde bulunmaktan çekinmedi.

“Başımızı belaya sokabilecek bir şey yumurtlamasından korkuyorum.” dedi Yahudi.

“Pek muhtemel.” dedi Sikes, pis pis sırıtarak. “Boku yedin Fagin.”

“Üstelik…” diye ilave etti Yahudi, söylenen sözü duymamış gibi; konuşurken dikkatle karşısındakine bakıyordu. “Bizim foyamız meydana çıkarsa daha birçok kimselerinki de çıkar, bu da benden fazla seni tehlikeye düşürür azizim.”

Adam ürkmüş gibi Yahudi’ye döndü. Ama ihtiyar beyin omuzları kulaklarını kapayacak kadar kalkmıştı, gözleri de karşı duvara takılı, aval aval bakıyordu.

Uzun bir duruş… Herkes kendi düşüncesine dalmış gibiydi, bu arada köpek de vardı; pis pis dudaklarını yalayarak, dışarı çıktığında karşısına çıkacak olan ilk bey veya hanımın kaba etine nasıl saldıracağını düşünüyordu.

“Karakolda neler olduğunu biri anlamalı.” dedi Mr. Sikes, içeri girdiğinden beri ilk defa yavaş sesle konuşarak.

Yahudi “Evet.” der gibi başını salladı.

“Bir şey ele vermeden girdiyse içeri, bir daha çıkıncaya kadar kulak asma artık.” dedi Mr. Sikes. “Sonra da icabına bakarız. Ne yapıp yapıp ele geçmesi gerek.”

Yahudi yine “Evet.” der gibi başını salladı.

Bu tedbir hareketinin lüzumu belliydi; ama maalesef bunun tatbik edilmesi için büyük bir mahzur vardı. Düzenbaz’ın, Charley Bates’in, Fagin’in ve Mr. William Sikes’ın, bütün bunların her birinde, ne maksat veya sebeple olursa olsun, bir polisin yanına gitmek konusunda, müthiş ve köklü bir antipati vardı.

Pek hoş olmayan cinsten, belli belirsiz bir durumda, oturup da birbirlerine ne kadar uzun zaman baktıklarını tahmin güç. Bu konuda herhangi bir tahmin boşuna da olur; çünkü Oliver’ın daha önce de gördüğü iki küçük hanım yeniden konuşmanın açılmasına sebep oldu.

“Tamam!” dedi Yahudi. “Bet gider, öyle değil mi canım?”

“Nereye?” diye sordu küçük hanım.

“Polise kadar cicim.” dedi Yahudi, okşar gibi.

Hiçbir zaman gitmeyeceğini söylemek isterdi küçük hanım ama sadece “Gidersem Allah belamı versin!” demekle yetindi; ricanın böyle nezaketle, terbiyeyle savunulması, küçük bayanın, bir hemcinsine doğrudan doğruya, kesin olarak ret yoluyla acı vermeye tahammül edemeyecek kadar yaradılıştan iyi olduğundan ileri geliyordu.

Yahudi’nin yüzü buruştu. Şatafatlı değilse de göze çarpar şekilde giyinmişti, sırtında kırmızı bir entari, ayaklarında yeşil çizmeler, saçlarında sarı kıvırma kâğıtları bulunan bu hanımdan, öteki hanıma döndü:

“Nancy’ciğim!” dedi Yahudi yumuşak bir sesle. “Sen ne dersin?”